MÜ'MİNUNİşbu mü'minler suresi bilâ hilâf Mekkiyyedir. Ancak (.......) kavli kerîmi istisnâ edilmiştir. Âyetleri : - Kûfide yüz on sekiz, diğerlerinde yüz on yedidir. Kelimeleri : - Bin sekiz yüz kırk. Harfleri : - Dört bin sekiz yüz seksendir. Fasılası : - (.......) harfleridir. Tirmizî ve neseî ve gayrilerinin tahric ettikleri vechile Ömer İbnilhattab radıyallahü anh demiştir ki, : Resulüllah sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine vahiy nâzil olduğu zaman biz yanında arı vızıltısı gibi bir şey işidirdik, bir gün üzerine vahiy nâzil oldu, bir saat bekledik, derken açıldı ve hemen Kıbleye dönüp ellerini kaldırdı (.......) diye duâ etti sonra da « bana on âyet indirildi bunları ikame eden Cennete girecektir » dedi (.......) diye on âyet kıraet buyurdu. Bu Sûrenin başıyle evvelki Sûrenin âhirindeki münasebet de zâhirdir. Zira orada (.......) hıtabiyle verilen felâh ümidi burada tehakkuk ettirilmiştir. Ona yedi emr ile hıtam verilmiş, buna yedi vasf ile başlanmıştır. Şöyle ki, : 1Hakikat felâh buldu o mü'minler (.......) Hakikat felâh buldu o mü'minler - FELÂH, murada zafer bulmatır. Hayırda beka diye de ta'rif edilmiştir. İFLÂH, felâha nâil kılmak ma'nâsına geldiği gibi felâha girmek, ya'ni bizim ta'birimizle felâh bulmak ma'nâsına da gelir ki, Kur’ân’da umumiyyetle bu ma'nâda vârid olmuştur. Burada Allahü teâlâ, yedi sıfatı cami' olan kimseler için felâhın muhakkak husulünü tebşir buyurmaktadır ki, yedi sıfattan evvelkisi iymandır. (İymanın ta'rif ve tefsiri hakkında Sûre-i Bakarede tafsılât geçmişti bak. ) İkincisi şudur: 2Ki, onlar namazlarında huşu'ludurlar (.......) ki, onlar namazlarında haşi'dirler. -Huşuu ba'zıları havf, rehbet gibi kalb fiillerinden olmak üzere ta'rif etmiş, ba'zıları da sükûn ve terki iltifat gibi cevarih fiillerinden göstermiştir. Doğrusu huşu', aslı kalbde, tezahürü bedende olmak üzere ikisini de cami'dir. Kalbe teallûk eden ciheti; azamet ve celâli rabbanî karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi emri hakka serfüru ettirecek ve edeb-ü ta'zîmden başka bir hatıraya iltifat etmiyecek surette kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Zâhiri teallûk eden ciheti de a'zai bedende bu hissin tezahüriyle bir sükûn ve sekînet hasıl olması ve gözlerinin önüne secde mevzıine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Binaenaleyh huşuun aslı, namazın şartlarından olan niyyetin kemaliyle, tezahüratı da namazın âdab ve mükemmilâtile alâkadardır. Hasenden ve İbn-i sirinden rivayet olunduğuna göre Resulullah ve eshabı namazda gözlerini Semaya kaldırırlardı, bu âyetin nüzulü üzerine önlerine eğdiler ve ıhtisari terk ettiler Buharî ve Müslimde Hazret-i Aişeden rivayet olunur ki, Resulullaha namazda iltifattan suâl ettim buyurdu ki, o bir ıhtilâstir ki, Şeytan onu kulun namazından ıhtilâs eder. Hakîmi Tirmizînin Kasim İbn-i Muhammed tarikıyle Esma binti Ebi Bekirden hazreti Aişenin validesi ümmi rûmandan tahric ettiği bir hadîste de müşarün'ileyha Ümmi rûman radıyallahü anha demiştir ki, namazımda sallanıyordum, Ebû Bekir radıyallahü anh gördü beni öyle bir azarladı ki, Resulullahı dinledim şöyle buyuruyordu: her hangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, Yehûdiler gibi sallanmasın. Zira namazda sükûnı etraf namazın tamamındandır (.......) 3Onlar ki, bîyhude işe, boş lâfa bakmazlar (.......) Ve onlar ki, lâgivden çekinirler-bîhude kavl-ü fiilden sakınırlar 4Onlar ki, zekât vermek için çalışırlar (.......) ve onlar ki, zekâtın failleridirler-bundan mütebadir olan ma'nâ, mallarının zekâtını verirler demektir. Fakat ba'zıları bu ifadeye nazaran zekâttan murad, tehzib ve taharet ma'nası olduğunu söylemişlerdir. Maamafih zekât işini yaparlar demek nefsî, bedenî, malî zekâtın hesine de şamil olabilir. 5Ve onlar ki, ırzlarını korurlar (.......) Ve onlar ki, ırzlarını hıfzederler 6Ancak zevcelerine ve kendilerinin milki olan cariyelerine karşı müstesnâ, çünkü bunlar levm olunmazlar (.......) ancak zevcelerine veya milki yemin ile memlûklerine karşı müstesna (.......) zira bunlar levm olunmazlar 7Kim de bundan ötesini ararsa işte artık onlar haddi aşanlardır (.......) artık bunun ilerisini istiyen olursa (.......) işte onlar mütecavizdirler. -Bu âyetin zâhiri müt'anın dahi hurmetini ifade eder. 8Ve onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayetkârdırlar (.......) Ve onlar ki, emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler. -Emanet yalnız mala munhasır değildir. Bütün tekâlifi şer'ıyye hukukullah ve hukukı ıbad, vekâletler, velâyetler, me'muriyyetler dahi emanetler cümlesindendir. Ahid de, gerek Allah’a ve Peygambere ve gerek nâsa olan mukavelât ve teahhüdata şamildir. 9Onlar ki, namazlarının üzerine muhafızlık ederler (.......) Ve onlar ki, namazları üzerine muhafızlık ederler - emaneti ilâhiyye cümlesinden olan farz namazlarını fevetmemek veya eksik bırakmamak için daima gözetirler de vaktı vaktına şurut ve adâbı ile kılmağa devam ederler ve namazlarını muhafaza etmek için mucahede ederler. 10İşte onlardır o vârisler (.......) İşte onlar-ya'ni bu vasıfları haiz olan mü'minler - dir ancak o varisler - (.......) âyetleriyle beyan olunan mirasa sahibler, o hakka layıklar 11Ki, Firdevse vâris olacak, onda muhallad kalacaklardır (.......) ki, Firdevse vâris olacaklar (.......) onda muhalled kalacaklardır. - Ba'zıları Firdevs, Habeş lisanınca veya Rumca Cennet demek olduğunu söylemişlerdir. Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellemden. Ebû Mûsel'eş'arî radıyallahü anh rivayet etmiştir ki, «Firdevs, maksurei Rahmandır. Enhar ve eşcarı vardır». Ebû Ümame radıyallahü anh de şunu rivayet etmiştir. Allahdan Firdevsi isteyin, çünkü o Cennetlerin a'lâsıdır, ehli Firdevs Arşın gıcırtısını işitirler». Bu suretle mes'ud insanların evsafını beyandan sonra Hâlık tealânın sun-u kudretini düşündürmek ve Âhıretin hakkolduğunu anlatmak için alel'umum insan cinsinin hılkati mebdeini ve tavrdan tavra fıtratte geçirmekte olduğu tekallübât-ü tehavvülâtı dokuz mertebe üzere göstererek buyuruluyor ki, : 12Şanım hakkı için biz insanı çamurdan, bir sülâleden yarattık 1-(.......) Çamurdan bir sülaleden - SÜLÂLE kelimesi sell masdarından me'huzdur. Sell bir şeyi bir şeyden rifk-u mülâyemetle sıyırıp çıkarmak demektir. Netekim lisanımızda da ma'ruf olduğu üzere kılıcı kınından sıyırıp çekmeğe «selli seyf» ta'bir olunur. Böyle «fuale» veznindeki isimler, müştakkoldukları fi'le nazaran ba'zen gaye olurlar, hulâsa gibi ki, sülâle bu kabîldendir. Ba'zan da olmazlar kulame, kün'ase gibi. Keşşafın beyanına göre bu vezin, bir kıllet ma'nasiyle de alâka dardır. Lisanımızda bu veznin mukabili (.......) lâhikasile yapılan kelimelerdir ki, süzüntü, kuruntu kırpıntı, süprüntü gibi. Lâkin sell fi'lini bir kelime ile ifade edemediğimizden sülâle kelimesini bu suretle terceme edememişizdir. Şu halde bir şeyin sülâlesi o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netice demek olur. Evlad ve zürriyyete de sülâle ıtlak olunması bu ma'na iledir. Bu münasebetle sülâle ta'birinden bir silsile mefhumu tehayyül ederiz. Lâkin esasında bu mefhum şart değildir. Çünkü sülâle aslın değil, ondan çıkarılan hulâsanın ismidir. İşte insan meratibi hılkatinde evvelâ böyle çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir sülâleden yaradılmıştır ki, bu mertebe ilk insan olan Âdem’in halk olunduğu ve binaenaleyh insan cinsinin, insan uzviyyetinin ilk başladığı mertebe olmakla hiç bir insan tohumiyle mesbuk değildir. Ba'zıları burada «tıyn» Âdem’in bir ismidir demiş, ba'zıları da sülâleden murad, Âdemdir demiş ise de ikisi de hilâfi zâhirdir. Zira Âdem, insandır. (.......) de dahildir. Âyetin zâhiri bu sülâlenin Âdemden evvel olmasıdır. Hattâ bir kısım müfessirîn İbn-i Abbas, Ikrime, Katade ve mukatilden nakledildiği vechile burada (.......) Âdem diye tefsir etmişler, «lâmı»ahde haml eylemişlerdir. Gerçi muhakkikînin muhtarı cins olmasıdır. Siyakı kelâm da bunu muktezıydir. Netekim Ebüssuud demiştir ki, el'insan ile murad, cinstir ve ma'nâ şudur «Billâhi insan cinsini Âdem’in halkı zımnından tıynden bir sülâleden halkı icmalî ile halk ettik (.......) Maamafih ahdolunduğu takdirde de zımnen bu ma'nâ lâzım gelir. Demek ki, Hâlık tealâ evvelâ çamurdan ıstıfa ile bir sülâle çıkarmış ve insani ibtida o sülâleden halk eylemiştir. Sûre-i Hıcırde (.......) yoluna girmiş, musavver balçık denilmiş olan bu çamur sülâlesi Fahruddini Razînin de kaydettiği vechile bir takım müfessirînin iyzahına nazaran insanlara gıda olarak uzviyyeti insaniyyeye ilk temessül eden mevâdd ile kabili tesavvurdur ki, bu mevad çamurdan sıyrılmış çıkmış mevâddı ma'deniyye veya nebatiyye veya hayvaniyyedir. Netekim sülâle, nuftenin tekevvün ettiği gıda mevaddı ile de tefsir edilmiştir ki, bu ma'nâ ile âyet, sade Âdem’e veya Âdem zımnında cinse müteallık olmakla kalmayıp her ferde de doğrudan doğru sadık olur. Zira mevâddı gıdaiyyeden her insanda uzviyyeti insaniyye halk edildiği ve bu suretle insanın hılkatine bu mevâddın bil'ıstıfa bir menşe' teşkil ettiği ma'lûmdur. Bu ise ledettenkıh ilk insanın maddei hılkatini idrâk için bir delil olur. Ancak sonraki insanlarda bu mevad bir insan nutfesiyle mesbuk olan bir beden içinde hazm-ü temsil olunduğundan bunu insan bedenine daha evvel verilmiş olan kuvvei hayatiyyenin bir eseri olarak mülâhaza etmek ve binaenaleyh baba nutfesinin kuvvetine irca' eylemek karib görünür. Halbuki ilk insanın yaradılışında böyle bir mülâhazaya imkân yoktur. Çünkü bu mevâddı insana temsil etmek için henüz bir insan uzviyyeti yoktu. Binaenaleyh, o Hâlık tealânın ibtidai halkı olduğu zâhirdir. Âyetin ıhtar ettiği esas nokta da budur. Şu iyzahattan anlaşıldığına göre demek olur ki, insan cinsinin ilk yaradıldığı çamur sülâlesi ilk insanın ve ilk insan huceyresinin halk olunduğu zamana kadar çamurdan ıstıfa edilmiş olan ve sonra insanın erzakı, hizmetini iyfa ettiği mevâlîdi selâse hulâsasıdır. Allahü teâlâ, çamurdan meadini, nebatatı, hayvanatı sıyırıp çıkardıktan sonra bunların bir hulâsasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların âhiri olmuştur. Asarı varideye nazaran insanın halkı, mevalîdi selâsenin halkından sonra olduğunda bir ıhtilaf görülmüyor. Şu halde topraktan insana karan mevâlîdi selâsenin bütün enva' ve ecnasiyle hakıkî bir tasnifi tamamiyle ma'lûm olabilse kuru toprağın ilk insan huceyresi haline gelinceye kadar geçirmiş olduğu hılkat ve ıstıfa mertebeleri mütalea olunabilecekti. Bundan dolayı ötedenberi meadinin, nebatının, hayvanatın tasniflerine çok ehemmiyyet verilmiş ve zaman zaman muhtelif noktai nazarlardan muhtelif tasnifler yapılmış ve türlü mülâhazalar yürütülmüştür. Ezcümle İbn-i Türketel'ısfehanî Fusus şerhinde demiştir ki, «Arzda evvelâ tekevvün eden meadin, sonra nebat, sonra hayvandır. Ve Hak teâlâ bu mevalid ecnasından her sınıfının âhirini onu velyedenin evveli kıldı da meadinin âhiri ve nebatın evvelini mantar, nebatın âhiri ve hayvanın evvelini hurma, hayvanın âhiri ve insanın evvelini maymun kıldı ki, vahdeti ittisaliyye halel ve inhiraftan fasıla ve inkıta'dan mahfuz ve mazbut için. 13Sonra onu oturaklı bir karargâhta bir nufte yaptık 2-(.......) Sonra da onu bir kararı mekînde bir nutfe kıldık-ya'ni o insan cinsini veya neslini mekânetli bir karargâh olan rahimde temekkün eder bir nutfe yaptık. Evvelâ bir çamurdan bir sülâleden yaradılmış olan insan bundan sonra (.......) mantukunca hakîr bir su sülâlesi olan nutfeden tenâsül tarıkıyle yaradılarak diğer bir sülâle oldu. Hem her nutfeden değil, rahimde karar eden nutfeden, her rahimde değil, sağlam, aldığını tutan mekânetli bir rahimde. Buradan anlaşılıyor ki, Kur’ân’da nutfe yalnız meniynin ismi değil, daha ziyade meniy içindeki tohumunun ismidir. Zira rahimde istikrar eden odur. Bir de (.......) zamirinin meslûl ma'nâsile sülaleye ircaı da tecviz edilmiştir ki, o çamur sülalesini nutfe yaptık demek olur. İşte nutfe yapıldıktan sonra insan hılkati tabiî ve kanunî denilen mu'tad şeklini almış oldu. Yoksa ibtida çamurdan sülâlenin, sülâleden insan veya nutfesinin yaradılışı fevkattabiadır. Çünkü henüz bir insan ve tabiati yoktu. Demek ki, insan yaratan kudreti halika insan tabiatinden başkadır. Her hangi bir şey'in tabiati ise o şey'in kendisinden haric olamaz. Onun için bir şey kendisinin gayri olamıyacağı gibi tabiatinin gayri olmak da muhaldir. Onun için tabiat ancak muttarıd ve lâyete gayyer olmak üzere mülâhaza edilebilir. Ve bir şey kendisi değişmedikçe tabiatinin değişmesine imkân tasavvur olunamaz. Bundan dolayı her hangi bir şeyin tabiatinde bir tehavvül görüldüğü zaman o şeyin kendisinde bir tegayyür vuku' bulduğu anlaşılır ve ona haricî bir te'sir aranır. Ulûmı tabiıyye namı verilen ılimlerin hiç biri yoktur ki, mütalea ettiği bir tehavvülün ayrı bir sebebini aramasın da kendi kendine tabiatile oluvermiş diyebilsin. Hattâ bu nokta, iyice mülâhaza edilince «Ulûmi tabiıyye» denilen ılimler, tabiatlerin kendi kendine tehavvülünü kabul etmeyip her tehavvülün sebebi haricîsini arayan ve bu suretle hiç bir hâdisenin tabiî olmadığını isbat eden ılimlerdir denmekte tereddüd edilmez. Çünkü bir tabiatin kendinden haric bir eşinden teessür almasile izah edilen hâdisata tabiat demek tenakuz olur. Evet tabiatte tehavvül, ıstıfa', tekâmül yok değildir. Lâkin o ıstıfa ve tekâmülü yapan tabiat değil, tabiatler üzerinde hâkim olan halıktır. Eğer tabiat, hâkim olsaydi çamur tabiî çamur kalır, ondan bir sülâle çıkamaz, insan ve nutfe tekâmül ve ıstıfası olamazdı, Hatta nutfe yaratıldıktan sonra nutfe tabiatinden ileri geçemezdi. İmdi bilinmek lâzım gelir ki, insanın tabiî addedilen nutfeden tekevvünü mertebelerinde de insanı yaratan nutfe tabiati değil, nutfeyi ve rahime o hılkat tehavvülâtını ifaza eden Hâlık tealâdır. Onun için buyuruluyor ki, 14Sonra o nufteyi bir aleka yarattık. derken o alakayı bir mudga yarattık derken o kemiklere bir et giydirdik, sonra ona diğer bir hılkat neş'eti verdik, bak ne şanlı o Allah, yaratanların en güzeli 3-(.......) Sonra nutfeyi aleka halkettik-rahime iliştirip telkıyh yaptırarak tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline tahviyl ettik. ALEKA, esasen ılûk ve teallûk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak ma'nâsından mehuz olarak ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk pıhtı kana da ıtlak edilir. (Kamus) Müfessirler, umumiyyetle (Demi camid) diye tefsir etmişler ise de asıl murad rahimde telkıhin vukuıyle husule gelen alûktur (Sûre-i Hacce bak) 4- (.......) Arkasından alekayı mudga yarattık-bir çiğnem et parçası haline tahviyl ettik. 5- (.......) Arkasından mudgayi ızam yarattık-ya'ni bir çiğnem et parçasından bir takım kemikler yarattık, ki, bunlar hikmetin muktezası üzere bedenin çatısını teşkil eden direkleridir. Ne lâtif hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarı çıkınca sertleştiği gibi kemikler de rahimde iken yumuşak ve çocuk doğduktan sonra tesallüb eder bir hılkatle yaratılmışlardır. 6- (.......) Arkasından o kemiklere bir et giydirdik-bütün o kemikler her birine münasib birer et ile donatılarak hey'eti mecmuası zarif bir et kisvesile giydirilip kuşatıldı. 7- (.......) Sonra onu bambaşka bir halk olarak inşa eyledik-ya'ni cehaziyle, ruhiyle, kuvasile, endamiyle ona öyle bir hılkat neş'eti verildi ki, hiç bir mahlûka benzemez bambaşka bir halk (.......) de dilber bir insan oldu. (.......) İmdi yaratanların en güzeli Allah, çok büyük, çok yüksek-ya'ni bütün feyz-u bereketin esası onda, her şey'in hâlikı o, onun halkından sonra vücude gelen mebadi ve esbabın her biri bir hâlık addedilse ve bu suretle bir çok hâlıklar farz olunsa Allah, bütün o hâlıkların en güzeli, en güzel yaratanıdır. Her hılkatin, her ıstıfanın, her tekâmülün, her hüsnün ilk icadı, ilk nümunesi ancak onun ibdaı ve diğerlerindeki fâıliyyetin bütün künhü onundur. Mevcud olmıyan tabiatleri vücude getiren, vücude gelen tabiatleri dilediği gibi tahvil edip değiştirerek en güzel neş'etler için kıvamına koyan, camid bir çamurdan namî bir sülâle çıkaran, hakîr bir sülâleden bervechi balâ dilber bir insan yaratan o Allah, öyle yüksek ki, ne kadar hâlık farzedilse öyle güzel, öyle güzel yaratan tasvvur olunamaz. Zehî zatın nihân-ü ol nihandan musivâ peydâ Biharı sun'ına emvâc peyda ka'r nâpeydâ Bülend-ü pesti âlem şâhidi feyz-ı vücudundur Değil bihûde olmak yoğiken arz-u sema peydâ Meali hikmetin ızharı kudret kılmağa etmiş Gubarı tireden âyînei kiti nüma peydâ Demadem âks alır mir'ati âlem kahr-u lûtfundân Anınçin geh kûduret zâhir eyler geh safa peydâ Gehi toprağa eyler hikmetin bin mehlika penhan Gehi sun'un kılar topraktan bin mehlika peyda Cihan ehline tâ esrarı ılmin kalmıya mahfi Kılıbdır hikmetin küffar içinde enbiya peyda İnsanlar böyle bambaşka bir neş'ette. en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada irmiş, felâh ihtiyacaından müstağni olmuş zannetmemelidir. Ey insanlar : 15Sonra siz bunun arkasından muhakkak öleceksiniz 8- (.......) Sonra şübhesiz bundan sonra muhakkak öleceksiniz. 16Sonra siz Kıyamet günü muhakkak ba'solunacaksınız 9- (.......) Sonra da muhakkak Yevmi kıyamette ba'solunacaksınız-Binaenaleyh balâda beyan olunan evsafı iktisab ile felâha çalışmak lâzım gelir. İnsanların mebde'-ü meadiyle meratibi hılkatleri ıhtar olunduktan sonra hayat ve bekaları ve intibah-ü mes'uliyyetleri ile alâkadar olan ba'zı esbab ve niami ilâhiyyenin de halkına işaretle buyuruluyor ki, : 17Filhakıka biz, sizin fevkınızda yedi tarıyk yarattık ve halktan gafil olmadık (.......) Yedi tarika - TARAIK (.......) nin cem'ıdir. Bunun tesirinde bir kaç vecih söylenmiştir: 1-Tarîka, kat ma'nâsına gelir. Netekim (.......) denilir ki, birbiri üstüne kat kat elbise giydim demektir. Bu surette «seb'a taraık» yedi kat demek olur. Ve (.......) mefhumunu ifade eder. 2-Tarıyk gibi yol demektir. O halde «seb'a taraık» yedi yol demek olur. Ba'zıları yıldızların yolları olmak hasebiyle Semavâta taraık ıtlak edildiğini söylemiş. Lâkin bu surette murad (.......) mantukunca ecramın yüzdükleri eflâk ve medarat olmuş olur ki, bu ise yediden ıbret değil çoktur. Binaenaleyh evlâ olan diğer bir çoklarının ıhtiyar ettiği vechile Melâikenin urucda yolları olmak ı'tibariyle Semavâta taraık ıtlak edilmiş olmasıdır ki, mer'î olan Sema bunların ancak birisidir. 3-Tarikat, ta'biri âharle sistem ma'nasıdır ki, son zamanlarda lisanımızda manzume veya meslek diye de terceme edilmemiştir. Netekim hey'eti şemsiyye demek olan «sistem soler» manzumei şemsiyye veya mesleki şemsî diye ma'ruf olmuştur. Bu surette «seb'a taraık»yedi hey'et demek olur ki, hey'eti şemsiyye bunların birincisidir. Görülüyor ki, bu üç ma'nanın üçünde de «seb'a taraık» seb'a semavât demeğe raci' oluyor. Bizce bu vecihlerin en güzeli Malâikenin uruc yolları olmak i'tibariyle yedi yol ma'nâsına olmasıdır. Âyetin âhiri de bu yedi yolun ılmine alâkasını iş'ar etmektedir. Bu karîne ile biz, yedi sema denilen bu yedi tarıktan insanları bunlar havassı hamse ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor ki, : (.......) ve biz, halktan gafil değiliz-ya'ni Hâlık tealâ, ne yaptığını bilmez ve yaptığından haberi olmaz bir tabiat değildir. Ne yarattığını ve yaratacağını agâhtır. Hiç birini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsinin umurunu tedbir eder. Tevbekârların tevbesini, yalvaranların duasını duyar, Yerin Gökün, dirinin ölünün her hal-ü tavırda içiyle dışıyle bütün hususıyyatını bilir. Binaenaleyh ölenleri nasıl ba's edeceğini de bilir. Fahrüddini Razînin de ıhtar ettiği vechile bu âyetin bir çok mesaile delâleti vardır. Ezcümle : 1-Sanim vücuduna ve iradesine delâlet eder. Çünkü hılkatin tehavvülâtı ve ecsamın bir sıfattan zıddı bir saıfta inkılâbâtı bir muhavvil ve mugayyirin vücuduna ve eserdeki tenevvüat, müessirin irade ve ıhtıyarına delildir. 2-Tabiat da'vasının fesadına delâlet eder. Çünkü tabiat, müessir olsa idi bir kararda bekası vacib olur ve bu tegayyürât-ü tehavvülât husule gelemezdi, buna karşı bu tehavvülât, tabiatın kendisinde vakı' olan tegayyürattan oluyor denemez, çünkü böyle demek tabiatin bir hâlık ve mucide ihtiyacını ıkrar etmektedir. 3-Hâlıkı müdebbirin ılmini ve kudretini nâtıktır. Filvaki' âcizin bir şey yapması muhal olduğu cihetle ılimli, şuurlu asarın cahilden suduruna imkân olmadığı gibi bu kadar ef'ali acîbe ve asarı bedîa da cehalet eseri olamaz. 4-Kudret ve ılmin şumulü de ba'sin ve haşr-ü neşrin imkânını iş'ar eder. 6-Hâlıkın halkından gafil olmaması mahlûkat miyanında mevzuı bahs olan insanların hayatı maddiyyelerine aid erzak ve havayicin tedbir ve tesviyesinden maada irsali rusül ve inzâli kütüb gibi hidayet ve irşadlarına ve hayatı ma'neviyyelerine aid olan ihtiyacatın da tedbir-ü tesviyesini ifade eder. Ve bu suretle burada nübüvvet ve risalet mes'elesinin de esasını bir isbat vardır. Ve filvaki' bunu müteakıb su ve sudan neş'et eden nebatât ve hayvanât gibi hılkî olan niam ve menafiı maddiyyenin başlıcalarına işaret ve bunun ucunda insanların sa'y-ü kesbiyle yaradılmış olan gemi ni'meti ıhtar olunduktan sonra risalete müteallık kıssalar tafsıyl olunacaktır. Binaenaleyh sevkı kelâm şu olur : ahsenülhâlikîn olan ve insanı halk eden biz azîmüşşan, halk ettiğimiz mahlûkattan gafil olmadığımız cihetle fevkınızda yedi yol halk ettik 18Ve Semadan bir kader ile bir su indirdik de onu yerde iskân eyledik, halbuki biz onu giderivermeğe de şübhesiz kadiriz (.......) ve Semadan bir kader ile bir su indirdik-ya'ni takdir ettiğimiz bir mikdarda yüksekten yağmur yağdırdık. İnsanların ta çamurundani'tibarenlevazımı hayatiyyelerinin en mühimmini teşkil eden suyun kendisi bir ni'met olduğu gibi bir çok ni'metlerin husulüne sebeb olduğu da ma'lûmdur. Fakat böyle olması her ihtiyaca göre bir mikdar ile mahduddur. Fazlası tufan gibi muhrib ve mühlik olur. Onun için nafi' yağmurlar da zaman zaman muhtelif ihtiyacata göre muhtelif mikdarlarda yağarlar. Öyle ki, bunların yağışı ve mikdarları tabiî bir surette yeknesak ve muttarıd değil, ıhtiyarî ve ılmî bir tesarrufa delâlet eder vechile az çok mütefavit bir nizam içindedir. Ve işte ınayeti ilâhiyyeyi ifade eden bu noktayı bilhassa ifade için «bikaderin» kaydi tasrih olunmuştur. Bir de suyun bir unsurı basît olmayıp iki gazden müteşekkil bir cismi mürekkeb olduğu ahiren kimyada ma'lûm olmuştur. Demek ki, suyun terkibi dahi sırf tabiî bir şey olmayıp haricinden icrayi te'sir eden bir faılin sun'udur. Bu haysiyyetle de su, Semavî bir te'sirin mahsulüdür. Ilmi tabiîde yağmurlar harareti Şems ile denizlerden ve yerden tebahhur edip yukarıya suûd eden su buharlarının ictima' ve tekâsüf ve temeyyüu ile husule geldiğinden bahs olunurken yağmurların tabiî olarak tekevvün ediverdiğini zannetmemelidir. Bu cihet, yağmurların keyfiyyati husulünden bir nebze olsa da tamamı değildir. Fizik te ılmin bütünü değildir. Gerçi hararetle suyun tebahhuru bürudette buharı temeyyüu bir âdettir. Fakat gerek hararet ve gerek bürudet suyun ve buharın bir tabiati olmayıp haricî bir âmilin te'siri olduğu gibi Muhıtteki (temperature ya'ni mizacı sühunet) in hen an bir nesakta durmıyan tehavvülâtı da Sani' tealânın emr-ü tedbiri ve her def'asında teayyün eden yağmur mıkdarının tahsısı ve tesbiti de takdiri hudanın hukm-ü tecellisidir. Vermek istediği feyzı hayata göre bir mıkdarı mahsus ile gâh alel'ade ve gâh fevkal'ade olarak o suyu Semadan indiren odur. Bir eczahanede taktır olunan mai mukattarı tabiî addeden kimse görülmüyor. Çünkü bir iradenin müdahalesi vardır. Halbuki onda tabiîlik nesekı yağmurdan daha bariz, yağmurda san'at ve irade tezâhürü daha yüksektir. Binaenaleyh Hâlıkı halktan gafil zannedenler gibi yağmur duâsını inkâra kalkışmamalı ve mücerreb olduğu üzere duâ ile yağmur ihsan edildiği zaman şaşmamalıdır. Buyuruluyor ki, halktan gafil olmadık ve Semâdan bir kader ile su indirdik (.......) de onu Arzda iskân ettik-ırmaklarda, göllerde, menba'larda, kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde toprak içlerinde ilh... duruyor (.......) halbuki biz onu giderivermeğe de muhakkak kadiriz. -O indiriş ve durduruş zarurî ve mecburî değil, mahzâ fazl olarak halkın hayat ve mesalihine bir ınayeti rabbaniyyedir. Yoksa kurak zamanlarda görüldüğü vechile o sular kuruyabilir, hararet tezyid ediliverse Arzda sudan eser kalmazdı, düşünmeli ki, o zaman hal ne olurdu. Fakat ne büyük lûtf-u keremdir ki, 19Öyle iken durdurduk da onunla sizin için hurmalıklar, üzümlükler kabîlinden bağlar, bağçeler yaptık ki, içlerinde sizin için bir çok yemişler var onlardan yer ve geçiniriz (.......) böyle iken indirdik iskân ettik de onunla sizin için Cennetler inşa eyledik-en güzel, en nafi' nebatât ve eşcare neşv-ü nema vererek türlü nebatlar bağçeler yetiştirdik ki, (.......) hurmalıklar ve üzümlükler kabîlinden (.......) sizin için onlardan bir çok yemişler var-hurma ve üzümden maada daha nice yemişler var ki, türlü istifadeler edersiniz (.......) ve onlardan yersiniz-ya'ni o bağlardan bagçelerden geçinirsiniz. Bunlardan yemek iki türlüdür : birisi doğrudan doğru meyvelerini yemektir. İkincisi o yüzden geçinmektir. Burada bağ ve bagçelerin hem menafiı hayatiyyesi, hem menafiı ıktısadiyyesi ıhtar edilmiş oluyor. Bir de bunların mahsulatı insanların gıdasından bir kısmı mühimmini teşkil etmek i'tibariyle insan hılkatinin maddei ibtidaiyyesi olan (.......) in bir kısmının izah etmiş olması melhuzdur. Hurma ve üzüm gibi zeytunun da hayat ve ıktısadiyyatta ehmmiyyeti mahsusası hasebiyle buyuruluyor ki, 20Ve bir ağaç ki, Turı siynadan çıkar, yağ ve yiyenlere bir katıkla biter (.......) bir de Turı Sinadan çıkan bir ağaç-neş'et ettirdik (.......) ki, hem yağ bitirir hem de yiyeceklere bir katık -burada zeytun ağacının Turi Sinadan çıkan bir ağaç ta'birile ifade edilmesi şübhe yok ki, şayanı dikkattir. Deniliyor ki, zeytun ibtida Turi Sinadan intişar etmiş veya mühim kısmı orada yetiştiğinden böyle denilmiştir (.......) Maamafih bunda Hazret-i Musânın mazberi teklîm olduğu mubarek Turı Sinanın zikriyle zeytunun bereketine bir işaret bulunduğu gibi «Nûr» âyetindeki (.......) temsiline bir iyma da yok değildir. Zira hedefi beyan bu tecelliyâttan feyzı ilâhîye irşaddır. Zira aynî su aynî hevada aynî güneş, aynî toprakta bu mütenevvi' ni'meklerin inşası Hâlık tealânın gafil bir tabiat olmadığını bağıran ıbret bürhanlarıdır. (Sûre-i Ra'din ilk sahifesine bak). 21En'amda da sizin için cidden bir ıbret vardır, karınlarındakinden sizi iska ediyoruz sizin için de onlarda hem bir çok menafi' vardır, hem de onlardan yersiniz (.......) Sizin için en'amda da muhakkak bir ıbret vardır. -O ağaçta ve Cennetlerde hep birer ıbret olduğu gibi hayvanâtta ve bilhassa en çok intifa' edilen en'am, ya'ni koyun ve keçi, sığır ve deve makulesinde de bir ıbret vardır ki, bundan gafil olanlar o en'am gibi ve belki daha şaşgındırlar. (.......) Sizi onların karınlarındakinden suvarırız - kan ile gübre arasından bembeyaz ve tertemiz süt çıkar içilir, bir kör tabiatle bu nasıl seçilir? (.......) Sizin için onlarda daha bir çok menfeatler de vardır. - Ki, bakıp gözetmek şartıyle intifa' edersiniz (.......) ve onlardan yersiniz - menafi' ve mahsulâtından intifa' ettiğiniz gibi kendilerinden de intifa' eder, etlerinden yersiniz 22Hem onlara ve hem gemiye yüklenirsiniz (.......) onların üzerine ve gemi üzerine yüklenir taşınırsınız. - Yine en'am içinde sığır ve mandaya da yük çektirilir. Fakat gemi gibi üzerine yük vurulan develerdir. Onun için develere Arab şairleri «Sefainiberriyye» ya'ni kara gemileri ta'bir etmişlerdir ki, bizim şimendüferlere kara vapuru dememizi andırır. Görülüyor ki, hılkatte ki, bu menafi' ıhtar olunurken sun'ı beşerle i'mal edilen gemi tezyil edilivermiş ve bu suretle (.......) mantukunca ma'mulatı beşerriyyenin dahi halkı ilâhî olduğuna tenbih olunduğu gibi bununla kesib feyzını yükselten ve cem'ıyyeti beşeriyyenin tehzib ve necatına menşe' olan risalet mevhibesine karşı küfredenlerin bervechi âti kıssalarına bir kirizgâh yapılmıştır. 23Celâlim hakkı için biz Nûh’u kavmine Resul gönderdik de dedi ki, ey benim kavmim: Allah’a ıbadet edin, ondan başka bir tanrınız yoktur, binaenaleyh korunmaz mısınız? (.......) Kasem olsun ki, Nûh’u kavmine risâletle gönderdik-Sûre-i A'rafta, Sûre-i Hûdda ve Sûre-i Hunta Hazret-i Nûh’un risaleti ve keyfiyyeti da'veti hakkında daha ba'zı tafsılât vardır. Ba'zı Sûrelirde de daha vecîz bir surette ıhtar ve işaret yapılmıştır ki, bunlar aynî bir kıssanın mücerred terarı değil, aynı mevzu' üzerinden başka başka birer vechin ibraziyle ayrı ayrı faideler zımnında mütenevvi' bir beyandır. Meselâ burada gemi ni'metinden menşe' ve faioesi siyakın risalet münakaşasının mühim bir noktasını hall vardır. Filvaki' halkından gafil olmıyan Allah, Nûh’u kavmine Resûl gönderdi (.......) de-Nuh, o risaletle-dedi ki, (.......) ey kavmim, Allah’a ıbadet ediniz, size ondan başka hiç bir ilâh yoktur (.......) artık korunmaz mısınız? - Ya'ni Allah’ı tanımadığınız ve vahdaniyyetle ıbadet etmediğinizden dolayı başınıza gelecek olan büyük bir günün azâbından kendinizi korumaz mısınız? Zia diğer Sûrelerde geçtiği üzere (.......) diye teblig etmiştir 24Bunun üzerine kavminden küfreden kodaman güruh şöyle dedi: bu, başka değil, ancak sizin gibi bir beşer, üstünüze geçmek istiyor, eğer Allah dilese idi elbette bir takım Melekler gönderirdi, biz evvelki atalırımız içinde bunu işitmedik (.......) bunun üzerine kavminden küfreden mele' -ya'ni göz dolduran kodamanlar güruhu risaleti inkâr ederek halka karşı- dedi ki, (.......) bu ancak sizin gibi bir beşer (.......) üzerinize tefaddul etmek istiyor-ya'ni beşerî evsafta sizden hiç bir farkı, fazla bir meziyyeti olmadığı halde Peygamberlik da'vasıyle sizin üzerinize çıkmak, başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki ma'nâ gözetilebilir; birisi, müşarünileyhte alel'ade insanlardan fazla bir meziyyet ve fazılet bulunmadığı iddiasıyle onu adî bir şahıs ve ehliyyetsiz bir muhterıs gibi göstermeğe çalışmak ve bu suretle onu ıgdab etmektedir ki, Dünya mansıbı peşinde koşan harîs ve hasud kimselerin ekseriyya ehliyyet ve istihkak erbabına karşı âdetleridir. İkincisi, risalet da'vasını bütün insaniyyetin fevkına çıkmak gibi fazla bir iddia farzetmek, risaleti beşer cinsinde bulunması mümkin omıyan bir fazılet da'vası halinde göstermektir. Ki, Allah’ı halktan gafil bir tabiat gibi farzeden Muattılanın veya Allah’ın mücerred ruhanîlerden başkasına tebligatta bulunamıyacağını zanneden Sabienin zuumleridir. Onun için Peygamber denildiği zaman böyleleri onda mâfevkalbeşer bir mahiyyet bulunması, ya'ni beşer cinsinin en fâdıl bir ferdinde bile bulunmıyan sırf lâhutî bir cevher ve hüviyyet bulunması lüzumunu iddia ederler. Hıristiyanların Hazret-i Isâda bir cevheri ülûhiyyet bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hattâ Nesturîlerin, biri lâhutî biri nâsutî iki cevhere kail olmalarına bile razı olmamaları o iddiaya mağlûbiyyetlerinin bir neticesidir. Zamanımızdan bir takım Avrupa muharrirlerinin risaleti Muhammediyyeyi inkâr vadisinde «şübhe yok Hazret-i Muhammed, fevkalbeşer bir vücud değil, bunu kendisi de söylüyor (.......) diyor» demeleri, ya'ni ülûhiyyet da'vasında bulunmadığından dolayı Resulullahın risaletini kabul etmek istememeleri de o zehaba tebe'ıyyetle söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu Zummde bulunanlar veya bu suretle safsata yapmak istiyenler bir beşerin risaleti mevzuı bahs olduğu zaman onu bütün insan cinsinin fevkında bir hüviyyeti fâdıle iddiâ ediyoruş gibi tasvir ederler de onun bir ilâh veya bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdık olunamazmış gibi gösterirler. Sûre-i İsrada da geçtiği vechile Resulullaha karşı Kureyş müşriklerinin bir takımı da safsatayı dermiyan etmişlerdi. Buna karşı burada bunun menşe'i galatı Hâlika halkından gafil zannetmek küfrü olduğu ve Nuhtan Isâya kadar bunu söyliye geldikleri ve ılmen kani' olmak istemiyen bütün o kâfirlerin nihayet sıdkı risâlet karşısında fı'len helâk oldukları anlatılmıştır. Ya'ni Nûh’un risaletine karşı kavminin kodaman kâfirleri demişdi ki, «bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka bir şey değil, böyle iken beşeriyyetin fevkına çıkmak, insanlıktan daha fâdıl olmak istiyor. Allah’ın risalet da'vâ ediyor, beşerden Resul mu olur? » Gerçi nazımdan ilk nazarda evvelki ma'nâ daha mütebadir gelir. Fakat maba'dına olan sıyakına dikkat edilince deikinci ma'nâ, ya'ni beşerî risaletin inkârı ma'nâsı daha vâzıh görünür. Zira o kâfirler bunun arkasından istidlâl ediyorlar. (.......) Ve eğer Allah, dilese idi elbette Melâike indirdi-ya'ni Allah, insanlara Resul göndermek istese idi yerdeki beşerden değil, elbette Semâdan Melâikeyi Resul yapar indirdi de herkes ondan Allah’ın tebliğatını kendi alırdı. Buna «elbette» demeleri iki noktai nazarlardır. Bir kerre zu'mı bâtıllarında Allah’ın beşerden birine tebliğat yapıp risalet ihsan etmesini mümkin görmüyorlar. Allah, doğrudan doğru cisimlilere te'sir icra edemez farzeyliyorlar. Halbuki bu suretle istidlâlda bir musadere alel'matlûb fesadı vardır. Ya'ni delil, da'vanın aynidir. Bir de tabiat ve vücub noktai nazarına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer ba'zı ferdlere Melâikeyi indirmiş ise her ferde indirmesi lâzım gelirdi, çünkü tabiat küllîdir. Bu zuum da Allah’ın faıli muhtar olduğunu inkârdır. Sûre-i İbrahimde geçtiği üzere bu gibilere karşı Peygamberler (.......) diye cevab vermişlerdi. Ki, burada da (.......) esâsiyle o zuum kökünden reddedilmiş ve netekim Sûre-i «En'âm»da (.......) buyurulmuştur. Lâkin Allah’ın ılm-ü iradesini bilmiyen ve kafaları tabiat, âdet ve taklid ıttıradlariyle dolmuş olan o kâfirler dediler ki, (.......) biz evvelki atalarımızda bunu işitmedik-ya'ni Nûh’un dediğini, Allahdan başka ilâh yoktur kelâmını işitmemişler, yâhud ba'zılarının kavlince Nuh gibi risalet da'vâ eden işitmemişler, cehaletleri o kadar uzamış ki, Peygamber cinsini duymamışlar. Maamafih bizce bunun Melâike inzaline işaret olması da muhtemildir ki, Melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş olurlar. Ve bu ma'nâ, talîlerinin butlânını anlatmış olmak ı'tibariyle ahenge nazma daha mülâyim gelir. İşte o kâfirler; beşerin risaletini böyle inkâr ederek ulül'azimden bir Resul olan Nûh’u hiç bir fazıleti hâiz olmıyan alel'âde bir harîs müddeî gibi göstermekle kalmayıp daha ileri gittiler de halka karşı dediler ki, 25Her halde o öyle bir adam ki, kendisinde bir cinnet var, binaenaleyh gözetin bunu bir zamana kadar (.......) o, başka bir şey değil, ancak kendisinde bir nevi' cinnet var bir adam - ya'ni acîb bir deli veya Cin tutmuş (.......) binaenaleyh onu bir zamana kadar gözetiniz - bakalım belki açılır. Nihayet bunlara karşı Nuh, ne dedi bakınız; 26Dedi: ya rab! Beni tekzib etmelerine karşı sen bana nusrat ver (.......) rabbım! dedi, beni tekzib etmelerine mukabil bana nusrat et - o nasıhat dinlemiyen, ılmî, kavlî cevablarla yola gelmek ihtimali olmıyan o kâfirlere karşı fı'len muzafferiyyetle sıdkının tahakkuk ettirilmesini rabbından duâ etti ki, bu duâ, Allah’ı halkından gafil zanneden o kâfirlerin helâki demekti, anlamalı ki, bir Peygamberin kavmi aleyhindeki duası ne müdhiş şey ve Allahü teâlâ nasıl bir karibi mücibdir. 27Biz de ona şöyle vahyettik: bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemiyi yap, sonra emrimiz gelip de tennur feveran edince hemen ona topundan bir iki çift ve aleyhinde söz sebketmiş olandan başka ehlini sok ve o zulm edenler hakkında bana bir hıtabda bulunma, çünkü onlar gark olunacaklardır (.......) Bunun üzerine ona hemen şöyle vahyettik : 28Binaenaleyh sen maıyyetindekilerle geminin üzerine çıktığında da de ki, hamd o Allah’a ki, bizi o zalim kavminden kurtardı 29Ve de ki, rabbım! Beni bir mübarek menzile kondur, konuklıyanların en hayırlısı sensin 30İşte bunda çok âyetler vardır ve hakıkat biz pek imtihancıyızdır 31Sonra arkalarından başka bir karn inşa eyledik (.......) sonra onların ardından diğerlerini bir karn olarak inşa eyledik-burada bu karin ta'yin edilmemiştir. Fakat kavmi Nuhtan sonra ekseriyya Âd ve Semûd kavimleri zikr olunduğuna nazaran bu karnden murad, Âd, Resulün de Hûd olaması melhuzdur. Semûd ve Salih de denilmiştir. 32Onların içinde de kendilerinden bir Resul gönderdik şöyle ki, Allah’a ıbadet edin ondan başka bir tanrınız yok, artık korunmaz mısınız? 33Dünya hayatta kendilerine refah verdiğimiz halde küfredip Âhıret likasını tekzib eyliyen kavminden o (mele') kodaman güruh ise şöyle dedi: "bu başka değil, ancak sizin gibi bir beşer, yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor (.......) kavmi Nûh’un yalnız küfürlerini zikr ile iktifa olunmuştu, bunların hakkında ise küfürleriyle beraber Âhıret likasını tekzib ve hayatı Dünyada ni'met ile şımarıklık hasletleri de bilhassa zikredilmiştir. Bu vasıflar asrî kâfirlerin de en bâriz vasıflarını teşkil ettiği gibi söyledikleri sözler tamamiyle şimdiki kâfirlerin virdi zeban ettikleri sözlerdir. Bunlar da beşerî risaleti kabul etmemekle beraber Peygamberi alel'âde bir beşer seviyyesinde göstermek için beşeriyyeti yiyip içtiği şeylerle mükayese ediyor, Ve cem'ıyyeti beşeriyyeyi kökünden yıkacak olan şu propagandayı ileri sürüyorlar. 34ve şayet sizin gibi kat'ıyyen husrandasınızdır (.......) kasem olsun ki, eğer sizin gibi bir beşere ıtaat ederseniz (.......) o takdirde siz hiç şüphesiz husrandasınızdır. -Ihtara hacet yoktur ki, beşerin beşere ıtaatini bilâ kayd-ü şart inkâr eden bu söz, haricîlik ve anarşistlik da'vasıdır. Ve bir reisin riyaseti altında toplanmıyan bir cem'ıyyeti beşeriyye yoktur. Cumhuriyyetler bile bir reisin riyaseti altında birleşmek ihtiyacındandır. Fakat kendi hayati Dünyalarından ilerisini hiç hisaba almak istemiyen ıhtilâlci kâfirler kendi garaz ve menfeatlerini elde etmek için hurriyyet da'vası altında ıtaat umdelerini yıkarak milletlerin nizamı içtimaîlerini tahrib etmekten zevk alırlar. Bunun gibi hayati Dünya refahiyle şımarmış ve Âhıret likasının yalan olduğunu diline dolamış olan o kâfirler de Allah’ın emriyle Peygambere itaat hissini kırmak için beşerin beşere meş'ru' olan itaat esasını bir esaret ve husran mealinde göstererek kökünden baltalamağa çalışıyorlardı. Kavmin bekasını en büyük darbe olan bu büyük cinayetin uhverî mes'uliyyeti mevzuı bahsedildiği zaman da diyorlardı ki, 35Siz öldüğünüz ve bir toprak, bir yığın kemik olduğunuz vakıt muhakkak çıkarılacaksınız diye mi va'dediyor? (.......) siz cidden öldüğünüz ve toprak ve kemik olduğunuz vakıt muhakkak çıkarılacaksınız diye mi va'dediyor? 36Heyhât o va'dolunduğunuz şey ne kadar uzak (.......) heyhât, heyhât ne uzak va'd! 37O, bizim Dünya hayatımızdan başka bir şey değildir, ölürüz ve yaşarız, fakat biz ba's olunmayız (.......) ancak bizim Dünya hayatımızdır. (.......) ölür ve yaşarız-ya'ni kimimiz bir taraftan ölür, kimimiz de yeni doğar hayata geliriz, böyle gider (.......) ve biz, ba'solunacak değiliz-öldükten sonra dirilmiyeceğiz ohalde bu alçak hayata sarılalım keyfimize bakalım 38O ancak öyle bir adam ki, bir yalanı Allah’a iftira etti, biz ona inanacak değiliz (.......) o - Peygamber - ancak öyle bir recül ki, (.......) Allah’a karşı bir yalan uydurdu (.......) biz ise ona inanacak değiliz - işte görülüyor ki, zamanımız kâfirlerinin ve bâhusus münevverlik taslıyan asrî zındıkların dine karşı söyledikleri sözler de en eski kâfirlerin bu sözlerine irtica'dan başka bir şey değildir. Bunlar böyle söylediler de ne oldular? O Resul, ya'ni Hûd aleyhisselâm 39Ya rab! dedi: beni tekzib ettikleri cihetle öcümü al (.......) rabbım! beni tekziblerine mukabil bana nusrat ver dedi - halkından gafil olmıyan Allahü teâlâ da ne dedi bilir misiniz? 40Buyurdu ki, az bir zamanda nâdim olacaklar (.......) Birazdan, dedi, mutlak nadim olacaklar 41Derken onları sayha, bihakkın alıverdi de kendilerini bir seyl süpürüntüsü yapıverdik, artık öyle bir defolmuş oldu ki, o kavm, o zalimler! (.......) derken onları sayha hakkile yakalayıverdi (.......) de biz onları bir gusâ haline getiriverdik - ya'ni bir seyl köpüğü gibi savuruverdik (.......) artık defolsun öyle zalimler . 42Sonra arkalarından başka karnlar inşâ ettik 43Hiç bir ümmet, ecelini sebkedemez ve geriletemezler 44Sonra ardı ardına Resullerimizi gönderdik, her ümmetle Resulü geldikçe onu tekzib ettiler, biz de onları birbiri ardınca yuvarladık ve hepsini birer efsâne yaptık, artık defolsun öyle bir kavim ki, îmana gelmezler 45Sonra bir takım âyetlerimiz ve açık bir ferman ile Musâyı ve kardeşi Harûnu gönderdik 46Fir'avna ve cem'ıyyetine de bunlar kibirlerine yediremediler ve dik başlı bir kavm idiler 47Onun için biz, dediler, bizim gibi iki beşere îman mı ederiz? Halbuki onların kavmi bize kulluk ediyor 48Bu suretle onları tekzib ettiler de helâk edilenlerden oldular 49Şanım hakkı için berikiler doğru yolu tutabilsinler diye Musâya o kitabı da verdik 50İbn-i Meryemi de anasiyle bir âyet kıldık ve ikisini bir oturaklı ve temiz sulu bir tepeye barındırdık 51Ey Resuller! Halâl ve hoş şeylerden yiyin ve güzel işler yapın, çünkü ben ne yaparsınız tamamen bilirim (.......) Ey Resuller (.......) tayyibattan yiyiniz (.......) ve iyi amel işleyiniz (.......) her halde ben sizin bütün amellerinizi bilirim - ya'ni ecrini ihsan ederim. Her Peygambere zamanında böyle hıtab edilmiş ve en sonra hepsinin mazheriyyetini cami' olmak haysiyyetiyle bu hıtab bilhassa Hatemül'enbiyaya tevcih edilmiştir. Burada Peygamberlere karşı «yediğinizden yiyor ve içtiğinizden içiyor diyenlerin sözlerine karşı bir cevab vardır. Ya'ni Peygamber de yemeğe içmeğe me'zundurlar. Fakat onlara ı'tiraz eden kodaman kâfirler gibi haram ve halâlini ayırmadan, pisini, temizini seçmeden yemezler, hukukı nâsa tesallût etmezler. Halkın iliklerini emmezler, halâl ve pâk olarak hoş ve temiz olan şeylerden yerler. Sonra yedikleri de onlar gibi mücerred keyf ve zevk için değil, güzel çalışıp iyi ameller yaparak Allah’a ıbadet edip şükürlerini iyfa eylemek hikmetiyledir. Onun için maksadları herçi badâbâd hayati Dünya refahını yaşamaktan ıbaret olan kâfirlere Fir'avnlara, zalimlere itaat ve inkıyad etmek esaret ve husran olduğu halde Peygamberlere ve onların yolunda giden ricalullaha itâat ve ittiba' etmek Dünya ve Âhırette hayati tayyibe yaşatan bir ni'met ve saadettir. 52Ve işte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet ve rabbınız da ben, artık hep bana korunun (.......) Ve işte bu - ya'ni tayyibattan yiyip ameli salih işlemek üzere islâm ve tevhid esasında toplanmak (.......) hepinizin ümmeti vâhide olarak ümmetidir. - Ya'ni bütün Peygamberlerin din ve şeriatinin esası budur. (.......) rabbınız da benim (.......) binaenaleyh bana ittika ediniz - benden başkasından korkmayınız. Böyle iken: 53Derken kumandalarını aralarında kitab kitab parçalaştılar, her hızib kendilerininkine güveniyor 54Şimdi sen onları bırak dalgınlıkları içinde tâ bir deme kadar 55Kendilerine imdad ettiğimiz mal ve evlâd ile sanıyorlar mı ki, 56Onların hakıkaten hayırlarına müsareat ediyoruz Hayır, şuurları yok 57Her halde rablarının haşyetinden titreyenler 58Ve rablarının âyetlerine îman edenler 59Ve rablarına hiç şirk koşmıyanlar 60Ve rablarının huzuruna varacaklarından yürekleri çarparak vergilerini verenler 61İşte bunlar hayırlarda sür'at yarışı yaparlar ve hem onun için ileri giderler 62Maamafih biz kimseye vüs'unden başka teklif etmeyiz, ve nezdimizde bir kitab vardır hakkı söyler, onlar da zulm edilmezler 63Fakat onların kalbleri bundan bir dalgınlık içindedir, hem onların ondan başka bir takım işleri vardır ki, hep onlar için çalışırlar 64Nihayet refahlı olanlarını azâba çekiverdiğimiz zaman hemen feryada başlıyacaklardır 65Feryad etmeyin bu gün, çünkü siz bizden kurtarılamazsınız 66Karşınızda âyetlerim okunuyordu da siz ardınıza dönüyordunuz 67Ona kafa tutarak, müsamere yaparak hezeyanlar ediyordunuz 68Ya hâlâ o kelâmı tedebbür etmezler mi? Yoksa onlara evvelki atalarına gelmemiş bir şey mi geldi? 69Yoksa Peygamberlerini tanımadılar mı da onun için inkâr ediyorlar? 70Yoksa onda bir Cinnet var, mı diyorlar? Hayır, o onlara hakk ile geldi fakat ekserisi hakkı hoşlanmıyorlar 71Eğer hak onların keyflerine tâbi' olsa idi Semavât ve Arz ve bunlardaki kimseler kat'ıyyen fâsid olurdu, hayır, biz onlara unutulmaz ders olacak zikirlerini getirdik de onlar zikirlerinden ı'raz ediyorlar 72Yoksa sen onlardan bir haraç mı istiyorsun? Rabbının harâcı daha hayırlıdır, hem o, rezzakların en hayırlısıdır 73Doğrusu sen onları dosdoğru bir caddeye çağırıyorsun 74Fakat Âhırete inanmıyanlar caddeden sapmaktadırlar 75Eğer biz onlara acıyıb da baskılarını açıversek mutlaka tuğyanlarında ınad eder hiç bir şey görmezler 76Filhakika biz, onları azâba tuttuk da yine rablarına karşı uslanmadılar ve yalvarmıyorlar 77Nihayet üzerlerine şedid azâblı bir kapı açtığımız vakıt da onun içinde ye'se düşüvereceklerdir 78Halbuki sizin için o kulağı, o gözleri, o Gönülleri inşa eden o siz, pek az şükrediyorsunuz 79Ve sizi Arzda yaratıp yayan o, hep ona haşrolunacaksınız 80Ve o öldüren ve dirilten o, gece ve gündüzün ıhtilâfı da hep onun için, artık akıllanmıyacak mısınız 81Hayır, evvelkilerin dedikleri gibi dediler 82"öldüğünüz ve bir türab, bir yığın kemik olduğumuz vakıt mı, cidden biz mi mutlak ba'solunacağız? 83Yemîn ederiz ki, bize de, atalarımıza da bu, bundan evvel va'dolundu, bu eskilerin masallarından başka bir şey değil" dediler (.......) «Esatîr» kelimesi hakkında Sûre-i En'ama bak. Bu günkü kâfirlerin de Din ve Âhıret akîdelerine karşı yegâne sözleri esatîr ve hurafe demekten başka bir şey değildir. Hattâ esatîr ve hurafe karışmış bunları ıslah etmeli diyerek dindarlık kisvesi altında dinsizlik i'lân eden nice kâfirler ve şeytanlar görüyoruz, halbuki islâm, esatîrden ne kadar uzaktır. Bakın bütün bunlara karşı Kur’ân gözün, kulağın, kalbin hılkatini ıhtar ederek ne güzel bir munazara ta'lim ediyor. 84Kimin o Arz ve ondaki kimseler, eğer biliyorsanız? De (.......) ilh. 85Allah’ın diyecekler, o halde düşünmez misiniz? De 86Kim o yedi Semânın rabbı ve o azametli Arşın rabbı? De 87Allah’ın diyecekler, o halde korkmaz mısınız? De 88Kim o her şeyin melekûtü yedinde ve o kayırır da ona karşı kayırılmaz olan eğer ılminiz varsa? de 89Allah’ın diyecekler, o halde nereden büyüleniyorsunuz? De 90Doğrusu biz onlara hakkı getirdik ve şüphesiz onlar yalancılar 91Allah, hiç veled ittihaz etmedi, beraberinde bir İlâh da yok O surette her İlâh kendi yarattığı ile giderdi ve elbette biri diğerine kibrederdi, o isnad ettikleri vasıflardan sübhan o Allah (.......) Burada isbatı vahdaniyyet için bürhanı temânüun vâzıh bir takriri vardır Sûre-i Enbiyada (.......) bak. (.......) 92O gayb-ü şehadetin âlimi, binaenaleyh onların koştukları çok yüksek 93De ki, rabbım! eğer onlara edilen vaîdi bana behemehal göstereceksen 94Beni o zalimler güruhunda bulundurma rabbım! 95Şübhesiz ki, siz, onlara yaptığımız vaîdi sana göstermeğe elbette kadiriz 96Sen o kötülüğü en güzel olan hasletle def'et, biz, onların ne halt edeceklerini daha iyi biliriz 97Ve de ki, sana sığınırım rabbım! O Şeytanların dürtüşmelerinden 98Ve sana sığınırım rabbım! huzuruma gelmelerinden 99Nihayet Her birine ölüm geldiği vakıt diyecek ki, rabbım! döndür, döndür beni döndür 100Belki ben o baktığımda salih bir amel işlerim, hayır hayır ! O bir kelimedir ki, onu o söyler, ötelerinden ise bir berzah vardır, tâ ba's olunacakları güne kadar 101O vakıt Sûr üfürüldü mü artık beyinlerinde o gün ne ensab vardır ne de soruşurlar 102O zaman her kimin tartıları ağır gelirse işte onlar o felâh bulanlardır 103Her kimin de tarıları yeğni gelirse işte onlar kendilerine yazık edenler, Cehennemde kalanlardır 104Ateş yüzlerini yalar, o halde ki, içinde dişleri sırıtır 105Değil mi idi âyetlerim size okunuyor du siz onları tekzib ediyordunuz? 106Rabbımız! derler: bize şekavetimiz galebe etti ve biz bir sapgın bir kavm idik 107Ey bizim rabbımız! çıkar bizleri bundan, döner bir daha edersek her halde bizler zalimiz 108Buyurur ki, sinin orada, söylemeyin bana 109çünkü kullarımdan bir fırka vardı (.......) diyorlardı da siz onları mashara yerine tutunuz, 110hattâ size benim yâdımı unutturdular, onlara öyle gülüyordunuz 111İşte onlara ben sabretmelerine mukabil bu gün bu mükâfatı verdim, onlardır onlar, murada erenler 112Arzda seneler sayısı ne kadar kaldınız? Buyurur 113Bir gün veya bir günün birazı, sayanlara sor derler 114Buyurur ki, bilmiş olsanız cidden pek az kaldınız 115Ya zannettiniz mi ki, biz, sizi sırf bir abes yarattık? ve siz, bize irca' edilmiyeceksiniz? 116Demek ki, Allah, o hak padişah yüksek çok yüksek, başka İlâh yok ancak o, o Arşı kerîmin rabbı 117Ve her kim Allah’ın beraberinde diğer bir İlâh da'vâ ederse onun ona hiç bir bürhanı yoktur ve ancak rabbının ındinde hisabı vardır, hak bu ki, kâfirler felâh bulmazlar 118Hem şöyle de: (.......) Râbbım! bana magrifet, merhamet buyur, sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. |
﴾ 0 ﴿