NUR

Nûr sûresi hepsi medenîdir. Nûr âyeti denilen (.......) âyeti münasebetiyle bu ismi almıştır.

Âyetleri : - Altmış iki veya altmış dörttür.

Kelimeleri : - Bin üç yüz on altı.

Harfleri : - Beş bin üç yüz otuz.

Fasılası : - (.......) harfleridir.

1

Bir Sûre ki, indirdik ve farz kıldık hem içinde açık açık âyetler indirdik gerek ki, beller tutarsınız

(.......) Ve farz kıldık - ya'ni bu Sûre, sureti kat'ıyyede farz kılınan bir takım ahkâmı esasiyyeyi ve bunların delâlini teşkil eden bir takım beyyin ve vâzıh âyetleri muhtevîdir. Öyle ki, bu Sûrede medeniyyeti islâmiyyenin hukuk ve vezaifi esasiyyesini gösteren hututı asliyyeye delâleti vuzuh ile mutlea edilebilir. Evvel emirde ıffet ve ırz ve hukukı âile mesailinden başlanarak buyuruluyor ki,

2

Zaniye ve zanî, hemen bunlardan her birine yüz değnek vurun, Allah’ın dininde bunlara bir acıyacağız tutmasın, Allah’a ve Âhıret gününe gerçekten inanıyorsanız, hem mü'minlerden bir taife azâblarına şâhid olsun

(.......) Zâniye ve zâni -ZANİYE zina eden kadın, ZÂNİ zina eden erkek demek olduğu belli ancak zâniye ile mezniyyeyi faretmek lâzımdır. Her zâniye, mezniyyedir, lâkin her mezniyye zâniye değildir. Çünkü meniyye zina edilen kadın demektir ki, cebr-ü ikrah ile de olabilir. İkrah ile zina edilen kadına ise mezniyye denilirse de zâniye denilemez. O zira kendi tav-u rızasiyle zinayı temkin eden kadına denilir. Mutaveatı hasebiyle zina fi'linde fâıli müşarik olur. İkrah edilen kadın ise hiç bir vechile fâıl değil, yalnız mef'uldür. İşte burada ikrah olunana had lâzım gelmiyeceğini anlatmak için zâniye denilmiş, mezniyye denilmemiştir. Şundan da gaflet edilmemelidir ki, murad, zinalarının sübutuna şer'an huküm, lâhık olmuş olan zâni ve zâniyedir. Zinanın sübutü ise (.......) mantuk ve medlûlünce dört şâhide veya dört kerre ıkrara mütevakkıftır. Hasılı zina ettiği bu suretle sâbit ve sübutuna huküm lâhık olan kadın ve erkek (.......) imdi bunlardan her birine yüz celde vurunuz-

CELDE : Deriye vurmaktır ki, her vuruşa celde ta'bir olunur. Keşşefa der ki, «celd» lâfzında şuna işaret vardır ki, elem, lahme tecavüz ettirilmemek gerektir. Çünkü celd, cilde vurmaktır. Netekim zaherehu: sırtına vurdu, batanehu: karnına vurdu, reesehu, başına vurdu demek olduğu gibi derisine vurdu ma'nâsına da celedehu denilir. (.......) Demek ki, deri duyacak kadar kaba elbisesinin üzerinden vurmağa da celd ıtlak olunmaz. Ayni zamanda mes'elenin fıkhı teemmül olunduğu zaman maksad, bir eğlence olmadığı gibi bir işkence veya itlâf da değil mahzâ zecr-ü te'dib olduğu zâhirdir. Şu halde murad, şiddetli bir celd değil, eti çürütmiyecek ve tehlükeye sebeb olmıyacak vechile hafife yakın mu'tedil bir celddir. Ki, keyfiyyeti Kütübi fıkhiyyede tafsıl olunmuştur:

EVVELÂ değnek iri olmıyacak, çöp gibi vahî de olmıyacak, parmak kadar düz ve budaksız olacak,

SANİYEN vuran kimse vururken nıhayet omuzu izasına kadar kaldıracak ve omuzundan arkasına aşırtmıyacak,

SALİSEN; çıplak bedene vurulmıyacak, fakat kürk gibi kalın elbise varsa çıkarılacak.

Rivayet olunur ki, Ebû Ubeyde ibnilcerrah radıyallahü anh Hazretlerine hadd için bir adam getirildi, adam gömleğini çıkarmağa başladı ve «benim şu günahkâr cesedim darb olunurken üzerinde gömlek bulunması lâyık değildir» dedi, Ebû Ubeyde gömleğini çıkarmasına müsaade etmeyin dedi ve o suretle vurdurdu.

RABİAN yüz, karın ve ot yeri nazik ve tehlükeli a'zaya vurulmaz.

HAMİSENhepsi bir mevzıa da vurulmayıp diğer muhtelif a'zalara lâyıkı vechile tefrık olunur İlh... Âyetin zâhirine nazaran zâni ve zâniye muhsan ve gayrı muhsandan eamm ve binaenaleyh celd ikisine de şamil görünür. Fakat Mâız ve gâmidiyye haklarında meşhur olan fi'li Peygamberî, ya'ni evlenmemiş olanlar hakkında olmak üzere ma'mulünbih olmuştur. (.......) Allah’ın cezasından onlara acıyacağınız tutmasın (.......) Allah’a ve son güne îman ediyorsanız öyle yaparsınız-Allah’ın muhterem tuttuğu iffeti hetkeden zâni ile zâniyeye acımak hissine mağlûb olup da onları iltimas ile Allah’ın emrettiği cezayı ihmal etmezsiniz, Allahdan ve Âhıret mes'uliyyetinden korkarsınız. Zira onlara acımak zinalarına müsameha etmekle değil, tevbelerine sebeb olmak için hadlerini yerine getirmek ve bu suretle ıffeti muhafaza ve zinanın teammümünü menederek nikâhın teksirine çalışmaktır. Çünkü zina (.......) mantukunca büyük bir fuhuştür, bir maktdir ve yolu pek kötüdür.

Gerek sıhhî, gerek tabiî, gerek ahlâkî, gerek hukukî, gerek ictimaî hangi cihetten mülâhaza edilirse edilsin zina çok muzır, muharrib, bir seyyiedir. Erkekle kadının hılkî ihtiyacatından bulunan münasebatı cinsiyyelerinin meşru' ve müstahsen yolu zinada değil, nikâhtadır. Nikâhta hayatın bir feyzı, zina ve sifahta ise onun itlâf ve ta'kımi binyei ictimaiyyenin sıhhatinden olduğu gibi onun zıddı olan zinanın şüyuu da bil'akis binyei ictimaiyeyi kemiren, çürüten, her türlü seyyei ahlâkıyyeye sürükleyen muhurribâtın başıdır. Tıbbî ta'bir ile ifade edecek olursak zina binyei ictimaıyyenin frengisîdir. Bir Hadîs-i şerifte Nebiyyi ekrem sallallahü aleyhi vesellemden merviydir ki, ey ma'şeri nas, zinadan tevakki ediniz, çünkü onda altı haslet vardır. Üçü Dünyada, üçü Âhırettedir. Dünyadakiler behayi giderir, fakr iyras eder, omrü kısaltır. Âhırette de suhtu, hisabın kötülüğünü, narda hulûdü mucib olur. Binaenaleyh insanlara re'fet ve merhamet ona teşvıkde değil, ondan men-ü zecr ile kurtarmaktadır.

Bu âyette emrolunan yüz celde ise men-ü zecrin gayet basît ve sade ve her türlü külfet ve mahzurdan arî eslem bir tarikıdır. Bu âyetin nüzulünden evvel islâmda zinanın cezası (.......) âyetleri mantukunca kadınlar için vefat edinceye ve yâhud Allah, bir yol açıncıya kadar evlerde habis, erkekler için de hâkimin re'y-ü takdirine mütevvaz bir ezâ ile ta'zir idi, bir haddi mukadderı yoktu. Bu âyetin nüzuliyle bekârlar hakkında ikisi de yüz celde ile tahdid edildi ve va'd olunan yol gösterilmiş oldu. Ki, bunda iki taraf için de zevkı zinaya mukabil alesseviyye zecri kâfî ifade edecek bir te'siri âdil mevcud olduğu gibi zarardan azade ve masraftan vareste olmak i'tibariyle de bilvücuh muhassenatı vardır. Habis cezasının ahlâkî bir surette tatbikındaki müşkilât ile beraber bir taraftan say-ü ameli ta'tıl, diğer taraftan beytülmale bir çok masraflar tahmil ettiği hisab olunursa bu babda muayyen yüz celdenin gerek ahlâkî ve gerek ıktısadî ve gerek suhuleti tatbik ile adlî noktai nazardan müfid ve müsmir bir terbiye olduğunu teslim etmemek kabil değildir. Şu kadar ki, sui tatbık edilmemek şarttır. Onun için buyuruluyor ki, (.......) ve mü'minlerden bir taife o ikisinin azâbına şâhid olsun-ya'ni gizli döğülmesinler de mü'minlerden bir taifenin huzuriyle müşahede ve murakabeleri tahtinde döğülsünler.

Keşşafın beyanı vechile taife; bir halka olması mümkin olan fırkadır ki, bir şey'in etrafına çeviren cemaat demek gibidir. Ekalli üç dört olmak gerektir. İbn-i Abbastan bunun tefsirinde dörtten kırka kadar diye nakledilmiştir. Filvakı' cem'ın ekalli üç ise de zinâda nisabı şehadetin dört olmasına nazaran bunun da lâekal dört olması ıktiza eder. Çünkü (.......) buyurulmuştur. Binaenaleyh iki kifayet etmez. Hattâ Hasenden rivayette ekalli on olmalıdır. Hâsılı gizli darb töhmetine meydan vermiyecek kadar bir taifenin huzuru lâzımdır. Bu ise bir iki kişi ile olamaz. Sonra yalnız kemmiyyet değil, keyfiyyet de şarttır. Onun için mü'minlerden bir taife buyurulmuştur ki, şehadete ehil hâlıs mü'minlerdir. Zira şehadete ehlolmıyan hazelenin şehadeti keenlemyekündür, İbn-i Abbas Hazretleri de «Allah’ı tasdık edenlerden kırk kişi kadar» demekle bunu anlatmıştır.

Bu emirde başlıca iki hikmet vardır :

BİRİNCİSİ intikam tarzında bir sui isti'male meydan bırakmamak için te'minâttır. Çünkü gizli darbların sevkı hiddetle işkence haline alması veya bir iltimasa uğraması melhuzdur. Netekim tarihin şikâyet edegeldiği zalimâne işkenceler hep gizlenerek yapılmıştır. Bundan dolayı Avrupa cezaiyyununun darb gibi mücazatı cismaniyyeyi hoş görmemeleri de hiç sebebsiz değildir. Lâkin habis gibi umumiyyetle tecviz edile gelen cezaların çoğu cismanî olmaktan kurtulamıyacağı gibi gizli darb kadar sui istimale müsaid bulunduğu da inkâr olunamaz. Bir mahbusa ve hele münferid bir mahbusa ne yapılamaz. Halbuki ammenin müşahedesi önündeki bir darb, müessir olmakla beraber tecavüze müsaid değildir. İşte darb ancak bu müşahede ve mürakabe tahtinde alenî olmak şartıyle meşru' kılınmıştır.

İKİNCİSİ; bunda ıffetin kıymetini, ıbret ve terbiyenin ta'mimini ifade eden bir ı'lân ve teşhir vardır. Gerçi bu teşhir mücrimin sırf aleyhine değildir. Beyan olunduğu üzere lehinde bir te'minatı da tezammun eden bir ı'lândır. I'lân muhakemenin ve hukmün alenî olması gibidir. Hukmün aleniyyeti ise bir teşhiri tazammun etse de umumiyyetle bir ceza mahiyyetinde telâkkı edilmez. İcranın aleniyyeti de öyle olmak lâzım gelir. Bahusus ki, hududda icra, tetimmei kazadandır.

Maamafih idrâki olanların vicdanında en cüz'î bir teşhirin bile bir azâbı ruhanî husule getireceğinde şübhe yoktur. Bu cihetle bu işhad, sırf cismanî olan celd cezasının ruhî bir mütemmimi olmuş olur. Bu cümlede (.......) buyurulması da buna işarettir. Bir de bu işhadın hukukı ammeye alâkası vardır. Şu cihetle ki,

3

Zanî bir zaniye veya müşrikten başkası nikâh etmez, mü'minlere ise bu haram kılındı

(.......) zanî bir zaniye veya müşrikeden başkasını nikâh etmez-zinakâr bir herif evlenecek olursa alacağı karı ya bir zâniye veya bir müşrikedir. Çünkü îman ve ıffeti olan temiz saliha kadınlar nefret eder, ona tenezzül etmez ve etmemelidirler, öyle heriflere olsa olsa ya kendisi gibi zinakâr veya müşrike bir karı rağbet eder ki, müşriklerin de ıffeti meşkûktür. Ve işte zinâ şirke, şirk zinâyı böyle yakındır.

Bir de nefsinde zinâkâr olan bir erkek, ıffetsiz kadınlarla alâkadar olur, onlardan tiksinmez, bil'akis şehvetine tahrik edip hevasına uyduklarından dolayı onlara müncezib olur.

Ve bu hiss onun evlenmek hususundaki fikrini ve muhakemesini bozar da nikâha rağbet etmez ve şayed evlenecek olursa alacağı öyle birisi olur. Zira ıffetin kadrini bilmez, ehli ıffeti takdir etmez, kendi sınırını arar, bu suretle erkeğin ıffetsizliği ıffetsiz kadına düşmesine sâık olduğu gibi nihayet nikâh edeceği kadının ıffetsiz olmasına da bâıs olur. Bu nükte ile bu âyette erkek dişiye takdim edilmiştir. Halbuki evvelki âyette dişi takdim olunmuştu çünkü dişinin görünmesi, tamaa düşürmesi, temkin ve mutaveati olmadıkça zikrolunan zina fi'li başlıyamıyacağı cihetle orada cinayetin başı, zinanın maddesi karı olduğuna işaret kılınmıştı. Fakat nikâh mes'elesine gelince bunda erkeğin rağbet ve talebi asıl ve mukaddem olduğuna ve erkeğin ahlâkının ıffet noktai nazarından kadın üzerindeki dahl-ü te'sirine nüktesi gösterilmiştir.

(.......) zâniye, bunu da bir zânî veya müşrikten başkası nikâh etmez-ya'ni ıffet ve namusu olanlar zâniyeden nefret eder, nikâhına tenezzül eylemez de onu nikâh etse etse bir zinakâr, yâhud zinâdan sakınmamak âdetleri olduğu cihetle bir müşrik nikâh eder. Çünkü (.......) tır. (.......) ve o-ya'ni o nikâh-mü'minlere haram kılındı-Sûre-i «Bakare»de (.......) âyeti mantukunca müşrik ve müşrike nikâhının menhî olduğu ma'lûm. Zâniyeyi nikâha gelince: bu âyetin zâhirinden bunun da mü'minlere haram ve müşrik nikâhına karib olduğu anlaşılıyor. Maamafih ıhtilâf ciheti yok değildir.

1-Ba'zıları «bu âyette maksad nikâhın hukmünü beyan değil, zinanın şenaatini beyandır. Burada nikâh vatı ma'nasıdır ve binaenaleyh hurmet de zinânın hurmetidir » demişlerse de ma'nasızdır. Çünkü Kur’ân’da nikâh,

hep akıd ma'nasına vârid olduğundan vatı ma'nasına hamli doğru olmaz. Bir de bu ma'naca âyetin hiç faide etmemiş olacağı gösterilmiştir.

2-Hazret-i Aişe radıyallahü anhadan menkuldür ki, «bir erkek bir kadına zinâ etse onu tezevvüc edemez. Bu âyetle haramdır. Mübaşeret ettiğinde zinâ etmiş olur. » (.......) Ebû Hayyan tefsirinde eshab-ı kiramdan İbn-i Mes'ud ve Berâ İbn-i Âzib radıyallahü anhüma Hazretlerinin dahi kavli böyle olduğu zikredilmiştir. Fakat buna mukabil Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellemden bu mes'ele suâl edilmiş «evveli sifah ve âhıri nikâhtır, haram, halâlı tahrim eylemez» buyurmuş olduğu nakledilmiştir. Ebû Bekrinıssıddık, İbn-i Ömer, İbn-i Abbas ve Câbirden ve Tavus, Said İbnilmüseyyeb, Câbir İbn-i Zeyd, Atâ, Hasenden ve eimmei erbaaden menkul olan da cevazdır. Ancak Fahri Razî tefsirinde mezkûr olduğu üzere zâni ve zâniyenin afîfe ile ve afîf-ü afîfenin zâniye ve zâni ile tezevvücü haram olmak, Hazret-i Aişe ve İbn-i Mes'ud gibi Hazret-i Ebi Bekir ve Hazret-i Ömer ve Hazret-i Alinin de mezhebleridir deniliyor.

3-Hasenin kavlince bu hurmet, mahdud olan zâni ve zâniye haklarındadır. Hadd vurulmuş zâni ancak bir zaniyeyi tezevvüc edebilir. Bir mahdud, mahdud olmıyan bir kadını tezevvüc etmişti, Hazret-i Ali onun nikahını reddeyledi diye rivayet etmiştir.

4-Ba'zıları bu hukmün medinede islâmın bidayetinde vârid olup ba'dehu mensuh olduğunu söylemişlerdir. Said İbnilmüseyyebden bu Sûdeki (.......) ve Sûre-i Nisadaki (.......) âyetlerinin umumlariyle mensuh olduğu rivayet edilmiş ve şayi' olmuştur. Mu'tezileden Cubbaî de icma' ile mensuhtur demiş. Lâkin Fahri Razî tefsirinde tafsıl olunduğu üzere muhakkıkîn bu iki vechin ikisinin de zaıyf olduğunu anlatmışlardır.

Zira nâsihı icma'dır demek ise icmaın nâsıh olamıyacağı Ilmi usuli fıkıhta sâbittir. Bir de Ebû Bekir, Ömer, Ali gibi zevatın muhalefetleri sebkeden bir mes'elede icma' sahih olamaz. Binaenaleyh icma' ile neshedilmiştir demek doğru olamıyacağı gibi mensuh olduğuna icma' edilmiş demek de doğru değildir. Çünkü beyan olunduğu üzere hılâfı sâbittir. Gerçi (.......) emirleri ammdır. Fakat bunların da bir manii şer'î bulunmıyanlara aid olduğunda şübhe yoktur. Binaenaleyh diğer muharremat gibi buradaki tahrimin de mevani'den olması melhuzdur. Böyle bir ihtimal karşısında ise nesha hukmetmek doğru olmaz. Bâhusus Sûrenin başındaki (.......) bu Sûrede mensuh bir huküm bulunmadığını iş'ar için kâfidir.

5-Abdullah İbn-i Ömerden, İbn-i Abbastan, radıyallahü anhüm, Mücahidden, Said İbn-i Cübeyrden ve yine Said ibnil'müseyyebden vârid olan rivayetlere göre bu âyetin sebeb-i nüzulü şudur: cahiliyyede fahişeler işleten kirahaneler (kerhaneler) kerhaneciler vardı. İslâm geldiği vakıt Medinede bunlardan Ümmi mehzûl gibi meşhur karılarla kapıları bayraklı, alâmetli dokuz kadar kerhane bulunuyordu. Bu karılar, bu kerhaneciler hep müşriklerden idi, içlerinde servet edinmiş olanları vardı. İslâmda zinâ haram olduğundan bu fahişelerden ba'zısı yeni müsliman olan fukaradan ba'zısına nikâh teklif etmiş ve kabul ederlerse nefekalarını teahhüd etmek istemiş, onlar da fark-ü ıhtiyacları hasebiyle Resulullahdan istiyzan etmişler, bunun üzerine bu âyet, nâzil olmuş, o nikâhın mü'minlere haram olduğu anlatılmıştır. Bundan dolayı ba'zı müfessirîn bu hurmetin sebeb-i nüzulü olanlara mahsus olduğuna kail olmuşlardır ki, «elif lâmlar» ahd için demek olur. Gerçi karîne kaim olduğu zaman huküm, sebeb-i nüzulüne tahsıs olunabilir. Lâkin burada huküm, vasfı âmm üzerine vârid olmuş ve bu suretle sebebi tahrim olanların şahıslarında değil, ötede zinakârlık beri de îman vasıfları arasındaki mabayenet de gösterilmiştir.

Bu ise ta'mim karinesidir. Öyle ki, «lâm» ahde hamledilse bile hukmün kıyas ile ta'mimi ıktiza edecektir. Binadaleyh sebeb-i nüzulünde mahsustur diyenlerin muradı da bu tahrimin bilhassa kerhane fahişeleri mekulesi hakkında olduğunu söylemektir. Ve bu fahişelerin vasfı barizi ise zinâyı istihlâl veya istihfaf etmektir ki, küfürdür. İslâmiyyetin hâkimiyyeti ile o cahiliyyet bakıyyesi olan kerhaneler kalkmış ve hududun ikamesi memaliki islâmiyyede artık öylelerinin zuhuruna meydan bırakmamış olduğu müddetçe bunların nev'ı, şahıslarına münhasır kalmış olması hasebiyle bu, onların şahıslarına mahsus kaldı diyenler de olmuştur. Maamfih :

6-Cumhuri müfessirînin beyanına göre: bu tahrim, zinâ edenleri nikâh etmekten mü'minleri zecr-ü tahzirde mubalâğa içindir. Çünkü diyorlar: Zinâ damgası basılmış feseka silkini takılmak caiz değil, mahzurdur. Fâsıklara benzemesine, töhmet mevkıınde bulunmasına, hakkında kötü lâkırdılar edilmesine ve daha bir çok mefsedetlere sebebdir. Günahkârlar meclisinde oturmakta bile günahlar irtikâbına ma'ruz kalmak tehlükesi ne kadar çoktur. Artık zaniyeler, kahbelerle izdivac etmek nasıl olur? (.......) emrindeki «salâh» kaydinde de bu ma'nâya tenbih vardır. Ancak bir mü'min, ıhtiraz edilmesi lâzım gelen böyle haram bir nikâhı bil'farz irtikâb etmiş olsa o nikâh, mün'akıd olur mu? Yoksa o da bir zinâ mı olur?

7-Şimdi bunu telhıs ile âyetin ma'nâsını tesbit edelim: burada üç kısım vardır: müşrikler, zinayı istihlâl veya istıhfaf edenler, etmiyenler.

EVVELÂ Her hangi bir mü'min veya mü'minenin bir müşrike veya bir müşrik ile nikâhı mün'akıd olmaz, kat'ıyyen haramdır, O bir zinâ olur.

SANİYEN Zâni ve zâniye sebeb-i nüzul olan kerhaneciler ve sermayeleri gibi zinâyı istihlâl veya istıhfaf eder takımdan ise hurmeti mansus olanı istihlâl veya istıhfaf, küfr olmakla bunlar müşrik hukmünde olduklarındannikâhları, nikâh olmaz, kat'ıyyen haramdır, müşrik nikâhı gibidir. Onun için âyette ezzânî vezzâniye müşrik ve müşrikeye denk tutulmuş (.......) buyurulmuştur. Âyet, bu iki kısmın nikâhını tahrimde nasstır. Meğer ki, tevbeleri tahakkuk etmiş bulunsun.

SALİSEN İstihlâl ve istıhfaf gibi küfür delili olmıyarak zinâsı vâzıh olmuş, evvelce de başından hiç nikâh geçmemiş ise afîf mü'minlerin bunları nikâhı tahrimen mekruh ve maamafih mün'akıd olur. Âyetin tahriminin bu kısma derecei şümulünde bir nevi' şübhe vardır. Onun için mevridi ictihad olmuştur. Ve işte zikrolunan ıhtilâf, ancak bu kısım hakkındadır. Yalnız Hazret-i Aişe ve İbn-i Mes'ud ve Berâ İbn-i Âzib hiç birinde in'ikadı tecviz etmemiş, bu kısmın hurmetini de diğer iki kısım derecesinden tutmuşlardır.

İşte zinanın neticesi öyle azâb, böyle mahrumiyyettir. Mü'min olanların zinadan tevakkı etmeleri ve haddini icra eylemeleri ve yekdiğerini öyle töhmetlerden korumaları da lâzımdır. Yoksa ictinab behanesiyle şuna buna zina isnad ederek ehli iffetin namusuna dokunmak da büyük bir cinayettir. Ki, buna remiy veya kazif ta'bir olunur. Bu ta'bir; namusu olanlara beyyinesiz öyle bir isnadda bulunmak, keyfemettefak gayb taşlamak kabilinden olmakla beraber öldürmek için şiddetli ok atmak gibi hakkı hayata bir hücum olduğuna işarettir. Bu vechile haddi zinanın beyanına terdifen haddi kazif beyan olunarak buyuruluyor ki, :

4

Irz ehli kadınlara atan, sonra dört şâhid getirmiyen kimselere de seksen değnek vurun ve ebedâ bunların şehâdetini kabul etmeyin, bunlar öyle fâsıklerdir

(.......) Ve muhsanelere remy eden-MUHSANE;

evlenmiş iffetli kadına bir de evlenmiş olsun olmasın mutlaka iffetli ırzı sağlam olana ıtlak olunur. Ki, kazif âyetlerindeki ıhsanda bu ma'nâ murad olduğunda ittifak vardır.

Ya'ni burada evlenmiş olmak şart değil zinadan ıffet şarttır. Binaenaleyh yetişgin kızlara dahi şamildir. Fukaha, bu ıhsanda islâm, akıl, bülûğ, hurriyyet, iffet beş şart saymışlardır. Erkeklere kazif de aynı hukümde delâleten dâhıldir. Lâkin kadınlara söz atmak daha şayi' olduğundan cem'i müennes sıgasıyle onlar tasrih veya taglib olunmuştur.

Hasılı ırzı sağlam olanlara atan, zina isnad eden (.......) sonra da dör şâhid getirmiyen kimseler-demek ki, ıkrar bulunmadıkça bir zinayı isbat için şehadetin nısabı lâekal dörttür. Halbuki iki şâhidi âdil ile kısas bile sâbit olur. Demek ki, namuslu bir kimseyi, bahusus ırz ehli bir kadını zina ile itham etmek canını almaktan ağırdır. Binaenaleyh onlara atıp da isbat edemiyenler yok mu (.......) bunlara da attıklarından dolayı seksen celd vurunuz (.......) hem de bunların ebedâ hiç bir şehadetini kabul etmeyiniz-o kazif cürmünü hukmünü ıskat etmek bu da bu haddin tetimmesidir. Celdin elemi cismanî, bunun elemi ise ruhanîdir. Zinada cismanî cihet, kazifte ruhanî cihet galib olduğundan kazfin celdi haddi zinadan dun ve lâkin bu ma'nevî ceza ondan efzundur. Çünkü müebbeddir (.......) bunlar fâsıkler güruhundan ıbarettir. -Fısk ile mahkûm kimselerdir.

5

Ancak onun arkasından tevbe edip ıslâhı hal edenler başka, zira Allah, gafurdur, rahîmdir

(.......) Ancak ondan sonra tevbe edip kendilerini ıslâh edenler müstesna-ya'ni o kazif cinayetini yaptıktan sonra nedamet ederek sözünü geri alan ve onu telâfi etmek için haddine teslim olmak ve kazfettiği kimse ile halâllaşmaktan başlıyarak hal ve amelini düzelten kimseler fısk hukmünden müstesna olurlar. Tevbe ile haddin sakıt olmadığında icma' vardır. Ancak Şafiî mezhebinde bu istisnanın yukarıki cümleden ikisine raci' olduğuna ve binaenaleyh böyle tevbe ettikleri had, sakıt olmazsa da fıskleri zâil olduğu gibi şehadetleri de kabul olunabileceğine kail olmuştur.

Lâkin Hanefî mezhebinde bu, yalnız sonundaki «fasikun» cümlesinden istisnadır. Haddi kazf ile mahdud olanlar tevbe ile hadden kurtulamıyacakları gibi şehadetlerinin kabul olunmaması da ebeden kaydile mukayyeddir. Te'bid ise istisnaya munafidir. Binaenaleyh bu hukümden istisnanın faidesi hukukı ıbad teallûk etmiyen ve mahza hukkullah olan cihette olur. (.......) Çünkü Allah, gafurdur, rahîmdir. -Mağrifeti çok rahmeti çoktur. Binaenaleyh tevbe ve ıslâh halinde muâhaze etmez fakat kazifte had ve şehadet yalnız hakkullah değil, aynı zamanda hakkı ıbâddır. Kazfolunanın da'vası üzerine cereyan eder. Binaenaleyh hakkı abid teallûk eder ve reddi şehadet hukmü, tevbe ile sakıt olmazsa da mücerred hakkullah olan günah mağrifet olunabilir. Ve bu cihetle bu ceraimde setir evlâdır.

Zinaya isbatta dört şâhid şartı da bununla alâkadardır. Maamafih burada pek mühim bir nokta vardır. Bir kişi bir zinayı görecek olursa o bir yabancının zinası olduğu takdirde kendisine bir ar teallûk etmiyeceğinden setri evlâ olur. Fakat zevcesi olduğu takdirde ar gelir, nesebi bozulur, sabredemez, o halde başka şâhid bulmak da müteazzir gibidir. Bundan dolayı burada şöyle bir suâl vaki'dir :

Rivayet olunduğu üzere kazf âyeti nâzil olup kıraet buyurulduğu zaman Ensardan Sa'd İbn-i Ubade ve Âsım İbn-i Adiy, birisi ayağa kalkıp «bir adam karısıyle birisini görse ne olacak. Da'va etse seksen vurulacak ve şehadeti reddedilecek, fiskına hukmolunacak, vurup öldürürse katlolunacak, sükût etse gayz edilecek şey'e sükût etmiş olacak, dört şâhid bulup getirinciye kadar ise işini bitirecek, fethet Allah’ım! Dedi». Çıkar çıkmaz damadı Hilal İbn-i Ümeyye veya Uveymir kendini karşıladı, ne var dedi. Şer var, zevcemi Şüreyk İbn-i Semhâ ile buldum dedi ki, ammi zadesi idi. Vallahi dedi bu benim sualim, ne çabuk mübtelâ oldum. Binaenaleyh ikisi bir Resulullaha vardılar, haber verdiler. Resulullah kadını celbedip istintak etti, kadın inkâr eyledi, Eshab toplanmıştı. Zevc, evvelki âyet mucebince haddi kazfe mahkûm olacaktı gözlerimle gördüm, kulaklarımla dinledim, Allah biliyor ki, ben sadıkım, ancak hakkı söyledim, her halde Allah’ın buna bir açıklık bahşedeceğini ümid ederim diyordu.

Derken Resulullaha vahiy gelmeğe başladı. Eshab bunu alametlerinden tanıyorlardı, hepsi sustular, beklediler, o vakıt şu lian ayetleri nâzil olmuştu ki, kazf ayetinin umumundan bir istisna mahiyyetinde ve bilhassa zevcelerin kendi zevcelerine kazfi hakkındadır :

6

Zevcelerine atan kendi nefislerinden başka şâhidleri de olmıyan kimseler ise her biri şöyle şehâdet etmelidir : dört şehâdet "billâhi kendisi şübhesiz sadıklardan " diye

(.......) kendi zevcelerine remyeden ve kendilerinden başka şâhidleri olmıyan kimseler ise (.......) imdi birinin şehadeti-ya'ni o zevcelerden her hangi birinin haddi kaziften halâsı için şer'an nazarı ı'tibara alınacak meşru' şehadeti (.......) hiç şüphesiz kendisi kat'ıyyen sadıklardandır diye Allah’a kasem ile dört şehadettir-ya'ni şehadet ederim ki, billahi hiç şübhesiz ona attığım sözde kat'ıyyen sadıkım diye tekrar tekrar dört kerre yemin etmesidir.

7

Beşincisi de eğer kâziblerden ise muhakkak Allah’ın lâ'neti boynuna

(.......)

Beşincisi de, eğer yalan söyliyenlerden ise Allah’ın la'neti muhakkak üzerine-ya'ni beşinci def'ada böyle şehadet edecek: eğer o remy-ü şehadette yalan söylediyse Allah’ın lâ'neti muhakkak üzerine olsun » diyecek ki, bu, bir yemini mün'akıdedir. Bu âyette nazmın üslûbu, dikkat olunursa, zevcin kizbi takdirinde tarafı ilâhîden tel'ınin vürudünü ifade eder bir surettedir. Netekim Resulullah da bu beşinci «mucibdir» buyurmuştur.

Zevc, böyle beş kerre şehadetle lian yapınca haddi kaziften kurtulur, töhmet, zevceye teveccüh eder

8

Kadından azâbı dört kerre şöyle şehâdet etmesi def'eder: "billâhi o muhakkak yalancılardan"

(.......) zevceden de azâbı-ya'ni o Dünyevî azâbı, ki, sonu evliler hakkında haddi zinanın ma'hudu olan recimdir. Bunu o zevcenin-kendisinin şöyle şehadet etmesi def'eder: (.......) hiç şübhe yok o zevc, kat'ıyyen yalan söyliyenlerden billahi diye Allah’a dört şehadet - ki, dört yemîn

9

Beşincisi de eğer o sadıklardan ise muhakkak Allah’ın gadabı kendinin üzerinedir

(.......) beşincisi de (.......) eğer o, sadıklardan ise Allah’ın gadabı muhakkak üzerine-ya'ni zevc, sözünde sadık ise Allah’ın gadabını muhakkak üzerine-ya'ni zevce kendi üzerin alacak, erkek tarafında lânet, kadın tarafında gadab üzerine yemîn verilmesi kadınlar üzerinde gadabın lâ'netten daha müessir olmasındandır. İmdi zevce de bu beş yemîn ile şehadet ederse haddizinayı kendisinden def'eder ve artık zevc ile zevce arasında iftirak husule gelir.

Lâkin zevce, bu beş şehadeti yapmaz da liandan imtina'

ederse azâbı def'edemez. O halde ne yapılır? Burası âyetin mefhumı muhalifine aiddir. Şafiî hemen haddin icrasına hukmetmiş, lakin Hanefiyye, kat'ıyyet lâzım olan böyle mevakı'de sâde mefhumı muhalif ile ameli tecviz etmediklerinden dört şâhid yok iken ıkrar da bulunmayınca zinanı sübutiyle haddin icrasına hukm olunamıyacağını ve binaenaleyh ya lianı kabul veya hadd icra edilmek üzere ıkrar edinciye kadar habse hukmeylemişlerdir. Hasılı kazif, zina gibi çok çirkin, zevciyyet namusu da gayet mühimm olduğundan bir taraf noktai nazarından haddi kazif, bir taraf noktai nazarından da haddi zina makamına kaim olacak olan lian da böyle mühim bir mahlastır ki, bunları Allahü teâlâ teşri' buyurdu

10

Ya olmasa idi üzerinizde Allah’ın fadl-ü rahmeti!... Ve hakıkat Allah’ın hakîm bir tevvab olması!...

(.......) üzerinizde Allah’ın fadl-ü rahmeti bulunmasa idi - de kendinize kalsa idiniz (.......) ve Allah bir tevvab, hakîm olmasa idi - de tevbelerinizi kabul etmese, hikmetsiz hukümlere, nizamsız idarelere bırakıverse idi neler olmazda neler!!...

11

Haberiniz olsun ki, ifk ile gelenler içinizden bir takımdır; onu hakkınızda bir şer sanmayın, belki o, hakkınızda bir hayırdır, onlardan her kişiye o vebalden kazandığı, büyüğüne tesaddî eden, ona da büyük bir azâb vardır

(.......) Şunlar ki, ıfk ile geldiler-IFK, asl-ü esasından çevirilmiş, hakıkati tahrif edilmiş söz, ya'ni yalan, iftira, bühtan demektir.

BÜHTAN da ansızın atılıp insanı mebhut eden iftira demektir. Umumiyyetle tefsir ve hadîs kitablarında rivayet olunduğu üzere bu âyetlerin sebeb-i nüzulü şöyledir :

Hazret-i Aişe radıyallahü anha dedi ki,, Resulullaha sallallahü aleyhi vesellem, bir sefer irade buyurduğu vakıt kadınları arasında kur'a çeker, hangisinin ismi çıkarsa onunla giderdi. Beni mustalık gazasından evvel yaptığı gazada da aramızda kur'a çekti, benim ismim çıktı, binaenaleyh Resulullah ile beraber çıktım ve bu, hıcab âyetinin nüzulünden sonra idi, onun için bir hevdece -mahmile -konuldum, avdette Resulullah Menineye yaklaşınca bir menzilde konakladı sonra da rehil, nida ettirdi rehil nida ettikleri sırada ben kalktım ve yürüyüp ordugâhı geçtim, def'i hacet ettim, yerime dönerken göğsümü yokladım, ne bakayım Zafâr boncuklarından bir dizim vardı kopmuş düşmüş, bunun üzerine döndüm, dizimi aradım, bunu aramak beni alıkoydu.

Benim yol nakliyyatımı yapmakta olan takım, varmışlar, hevdeci yüklenmişler ve beni içinde zannetmişler, çünkü hafif idim, henüz küçük yaşlı bir taze idim, beni hevdecde sanmışlar, deveyi çekmişler gitmişler. Avdet ettiğim vakıt o mekânda kimseyi bulamadım, binaenaleyh belki aramak için dönerler dedim, oturdum. Derken uyumuşum, Safyan İbnilmuattal ordunun arkasına kalır, nasın emtiasını araştırır, bir şey kalmış ise zayi' olmamak için diğer konak mahalline götürürdü, beni görünce tanımış (.......) demesiyle uyandım, hemen ferâcemle yüzümü örttüm, devesinden indi, ben bininceye kadar çekildi, bindim. Sonra deveyi çekti, yürüdü, öğle sıcağında orduya yetiştik inmişler, bağrışıyorlardı, indikleri zaman beni bulamadıklarından nas çalkalanmış, o sırada imiş ben üzerlerine varıverdim, artık herkes beni konuşmuş. Beni lakırdıya dalmış, helâk olan helâk olmuş.

Resulullah Medineye kudum etti ve bana bir veca' arız oldu. Fakat rahatsız olduğum zamanlar aleyhissalatü vessellemdan tanıya geldiğim lûtfu bu defa görmedim, ancak yanıma giriyor, nasıl o? diyordu, bu beni işkillendirdi, henüz mâceraya vukufum yoktu, nihayet nekahat haline geldim, bir gece Mıstahın anasıyle hacetimiz için dışarı çıktım, işimiz biter bitmez yine Mıstahın anasıyle odama döndük. Derken Mıstahın anası Mırtı, ya'ni yün çarşafı içinde sürçtü (.......) dedi ben buna i'tiraz ettim, «Bedr» de bulunmuş bir zata sebmi ediyorsun dedim, haberin yokmu dedi, ne var dedim, ben, dedi, şehadet ederim ki, sen hakıkaten (.......) tansın. Sonra ehli ifkin dediklerini anlattı, derhal maraz üstüne marazım arttı, hemen ağlıyarak döndüm.

Sonra Resulullah girdi ve nasıl o? dedi, bana izin ver ebeveynime gideyim dedim. İzin verdi, ben de anama babama gittim, anneme: ey anne, dedim, nas ne söylüyorlar? Kızcağızım! dedi, kendini üzme, vallahi bir erkeğin yanında sevgili parlak bir kadın olsun ve ortakları bulunsun da aleyhinde çok lâf etmesinler pek nâdirdir. Daha dedi bu âna kadar söylenilen sana ma'lûm olmadımı? Ben ağlamağa başladım ve bütün gece sabahı ettim, yine ağlıyordum, ağlarken babam yanıma geldi, valideme bu neye ağlıyor dedi, bu âna kadar söylenilenden ma'lûmatı yokmuş dedi, babam da ağladı sus kızım dedi, o gün durdum göz yaşım dinmiyordu, ebeveynime ağlamak ciğerimi parçalıyacak gibi geliyordu, ikisi de yanımda oturmuş ben ağlıyorken Resulullah sallallahü aleyhi vessellem üzerimize geliverdi, selâm verdi ba'dehu oturdu, hakkımda söylenilen söylenileliden beri yanımda oturmamıştı ve bir ay olmuş Allahü teâlâ ona benim şanımda bir vahyindirmemişti.

Sonra dedi ki, (.......) ya Aişe! Hal mühim senden bana şöyle böyle söz yetişti, imdi sen beri' isen Allah, muhakkak seni tebrie eder. Ve eğer bir günaha düştünse Allah’a istiğfar ile tevbe et. Zira kul tevbe edince Allahü teâlâ tevbeyi kabul eder. Vaktâ ki, Resulullah mekalesini bitirdi göz yaşlarım boşandı, sonra babama tarafımdan Resulullaha cevab ver, dedim, vallahi ne diyeceğimi bilmiyorum dedi, bunun üzerine valideme dedim tarafımdan Resulullaha cevab ver, vallahi ne diyeyim bilmiyorum dedi. Ben henüz küçük yaşta bir taze idim, Kur’ân’dan çok okuyamazdım, ya'ni çok istişhad edebilecek halde değildim, dedim ki, vallahi ben anladım siz bunu işitmişsiniz, hattâ gönüllerinizde yer etmiş inanmışsınız, şimdi ben size berîeyim desem inanmıyacaksınız ve eğer benim muhakkak berîe olduğumu Allah bilip dururken size fena bir i'tirafta bulunsam hemen tasdık edeceksiniz. Vallahi benimle size başka bir mesel bulumıyorum, ancak Yusüfün babası o Salih kulun-ki, ismini zikretmemiştim-dediği gibi (.......) . Böyle dedim, sonra dönüp yatağıma yattım.

O halde ben vallahi biliyordum ki, Allahü teâlâ muhakkak beni tebrie eder. Lâkin vallahi şanımda bir vahyi metlüvv indireceğini zannetmiyordum. Şa'nım nefsimde Allahü teâlânın öyle tilâvet olunacak bir emr ile tekellüm buyuracağı mertebeden çok hakîr idi. Ve lâkin umuyordum ki, Resulullah uykuda bir ru'ya görür de Allah, beni onunla tebrie eder. Alimallah Resulullah meclisinden kalkmamıştı, ehli beytten bir kimse de dışarı çıkmamıştı, Allahü teâlâ Peygamberlerine vahyindirdi, ona vahyinerken olagelen hal hemen geliverdi ki, kış gününde bile vahyin sıkletinden dolu danesi gibi ter dökülürdü. Binaenaleyh bir örtü örtüldü ve başının altına bir yasdık konuldu, vallahi ben telâş etmedim ve aldırmadım, çünkü beraetimi biliyordum. Fakat Resulullah açılıncıya kadar nâsın dediklerine hak virecek bir vahiy gelivermek korkusundan anamın babamın canları çıkacak zannettim.

Vaktâ ki, Resulullah açıldı gülüyordu, ilk söylediği kelime şu oldu (.......) müjde ya Aişe! agâh ol vallahi Allah, seni kat'ıyyen tebrie etti» dedi (.......) hamd, Allah’a ne sana ne eshabına dedim, validem dedi kalk ona, ben, vallahi ne ona kalkarım ne de beraetimi inzal eden Allahdan başkasına hamd ederim dedim. İmdi Allahü teâlâ (.......) on âyet inzal buyurmuştu. Binaenaleyh Ebû Bekir «vallahi bundan sonra artık Mıstaha infak etmem dedi. Çünkü ona karabeti ve fakri hasebiyle nefaka veriyordu. Bu sebeble de Allahü teâlâ şunu inzal buyurdu (.......) Ebû Bekir de belâ vallahi = Allah’ın ben mağrifet etmesini severim dedi, Mıstahâ yine nefakası avdet etti. Hasılı uzrüm nâzil olunca resulullah kalktı minbere çıktı, bunları anlattı ve Kur’ân’ı tilâvet buyurdu minberden indiği vakıt da Abdullah İbn-i Übeyye, Mıtaha, Hamneye, Hassana hudud vurdu. (.......)

(.......) İçinizden bir usbedir - mahdud bir güruhtur. -

USBE; ondan kırka kadar bir cemaat, sayılı bir güruh demektir. Ey o ifke ma'ruz olanlar (.......) onu sizin için bir şer sanmayınız (.......) belki o - ifk (.......) sizin için bir hayırdır - büyük sevab kazanmağa sebeb, Allah ındindeki kerametin zuhuruna, akıbet kadr-ü mertebenin yükselmesine vesîle olur. Fivaki' ifk, o iftira yalanı büyük bir şerdir. Fakat hakıkatta onun şerri onu uyduranlara, söyliyenlere aiddir. (.......) onlardan - o güruhtan - her birinin (.......) kazandığı vebali kendisinindir. - Kimi susmuş, kimi gülmüş, kimi söylenmiş (.......) içlerinden onun - o vebalin - büyüğüne mütevellî olan - o güruh içinde o iftirayı ah kasdin atan ve işaasını arzu ederek vebalin büyümesini iltizam eden (.......) için de büyük bid azâb vardır. - Bu, Abdullah İbn-i Ubeyy hakkındadır ki, Munafıklanın reisi idi. O ifki ibtida o atmış, ilk evvel o tasrih etmiş ve halk arasında propaganda yaptırmış idi. Kurnaz Munafıklar cinaslı lakırdılarla mü'minleri gizliden gizliye heyecana getirmeğe çalışmış ve bu propagandaya aldanan şâir Hassan ve fakîr Mıstah gibi bir iki sâde dil de o ubeyy oğlunun tasrihine kapılıp haddi kazfe müstehıkk olmuşlardı, Safyan, Hassana hücum edip vurduğu bir kılıç darbesiyle bir gözünü söndürmüş ve demişti ki, :

12

Ne vardı onu işittiğiniz vakıt erkek ve kadın mü'minler kendi kendilerine husni zann etselerdi de bu açık bir ifktir deselerdi ya

(.......) Ne vardı onu - o yalanı - işittiğiniz vakıt (.......) mü'minler ve mü'mineler kendi nefislerine hayır zannetseler - kendilerine ve kendileri mesabesinde tanımaları lâzım gelen hem cinslerine husni zann besleseler (.......) de bu açık bir ifktir deselerdi ye - Zannın menşei nefiste bir kıyastır. Bir kimse nefsinde kendi hakkında tecviz edebildiği nisbettedir ki, kendiye benzettiği kimseler hakkında kıyası nefs ile bir zanda bulunur. Halbuki mü'minler, mü'mineler kendi nefislerinde fena şeylere cevaz vermemek, nezih olmak lâzım gelir. Binaenaleyh kötü bir söz işittikleri zaman kendilerinden şübheleri olmamak lâzım geldiği kadar kendileri gibi saymaları ıktıza eden mü'minîn ve mü'minat hakkında da husni zannetmek, beraeti zimmet asl olduğunu bilmek, zâhiri halin hılâfına olan beyyinesiz lakırdılara açık bir iftira demek ıktıza eder.

13

Ona dört şâhid getirselerdi ya, mademki şâhid getiremediler o halde onlar Allah ındinde yalancılardan ıbarettirler

14

Eğer Dünya ve Âhırette Allah’ın fadl-ü rahmeti üzerinizde olmasa idi o daldığınız yaygarada size mutlak büyük bir azâb dokunurdu

15

O sırada ki, dillerinizle telâkkı ediyordunuz ve ağızlarınızla hiç bir ılminiz olmıyan bir şey söyleyor ve onu kolay sanıyordunuz, halbuki o, Allah yanında büyük bir vebal

16

Onu işittiğiniz vakıt : bunu söylemek bize gerekmez, hâşâ bu bir büyük bühtandır deseniz ya

17

Böyle bir şey'e ebedâ avdet etmiyesiniz eğer mü'min iseniz diye Allah size va'z viriiyor

18

Ve sizin için âyetleri beyan buyuruyor ki, Allah alîmdir hakîmdir

19

Mü'minler içinde bîedebâne sözlerin şüyu' bulmasını arzu edenler için muhakkak Dünya ve Âhırette elîm bir azâb vardır ve siz bilmediğiniz halde Allah, bilir

(.......) Dünyadaki azâb haddi kazif ve netaicidir. Netekim Mıstah, Hassan, Hamne haklarında haddi kazif icra edildi ve Safvan bir kılıç darbesiyle Hassanı vurup bir gözünü söndürdü.

20

Ya olmasa idi üzerinizde Allah’ın fadl-ü rahmeti ve hakıkati Allah’ın, bir raufı rahîm olması

21

Ey o bütün îman edenler Şeytanın adımlarına uymayın, her kim Şeytan adımlarına uyarsa şübhe yok ki, o çirkin ve merdud şeyler emreder, eğer üzerinizde Allah’ın fadl-ü rahmeti olmasa idi içinizden hiç biri ebedâ temize çıkamazdı ve lâkin Allah, dilediğini temize çıkarır ve Allah, semi'dir alîmdir

22

Bir de içinizden fadl-ü vüs'at sahibi olanlar karabet sahiblerine, miskînlere ve Allah yolunda muhacirlere vergisini vermekten kusur etmesin ve afvetsin, aldırmasın, Allah’ın size mağrifet etmesini arzu etmez misiniz? Allah gafurdur rahîmdir

23

Şüphe yok ki, ırz ehli bîhaber mü'min kadınlara atanlar Dünyada ve Âhırette mel'undurlar ve onlara büyük bir azâb vardır

(.......) Burada gafilât vasfı medih sıfatlarındandır.

Ya'ni ezvacı tahirat gibi fenalıktan alel'ıtlak gafil, öyle bir şey asla hatırından geçmez îmanlı hanımlara atanlar şübhesiz (.......) Dünyada ve Âhırette lâ'net olundular (.......) ve onlara öyle bir azâb vardır ki, azîm

24

O gün ki, aleyhlerinde dilleri ve elleri ve ayakları yaptıklarına şehâdet edecektir

(.......) Sûre-i «Yâsin» bak.

25

O gün Allah, onlara hak cezalarını temamen verecek ve Allah’ın aşikâr hakk olduğunu bileceklerdir

(.......) o gün Allah, onların hak dinlerini, ya'ni cezalarını tam verecek

(.......) ve bilecekler ki, Allah, hakikaten o hakkı mübîndir - ya'ni her hakikati ızhar eden ve varlığında hiç şübhe olmıyan Hak teâlâdır.

Burada tevbe edenler istisna edilmemiştir. Çünkü bunda ezvacı tahiratın hukukı mahsusası i'tibariyle bir hususiyyet vardır. Maamafih mefhum, ammdır. Binaenaleyh amm olan kazf âyetindeki istisnanın uhrevî noktai nazardan burada da cari olması melhuzdur. Hassan İbn-i Sâbit munafık olmamakla beraber tevbekâr olduğunda söz yoktur. Netekim hadden sonra inşad ettiği şu beyitlerle tebriesini arz etmişti

Ebû Hayyan

Hazret-i Aişe radıyallahü anha da «Hassana Cenneti ümid ederim, Resulullahın medhine dair şi'rini işittiğim zaman ona Cenneti ümid ettim» demiştir. (Razî)

26

Habîsât habîsler için, habîsler habîsât için ve tayyibât tayyibler için, tayyibler tayyibât içindir, bunlar, onların dediklerinden müberrâdırlar, kendilerine bir mağrifet ve bir rızkı kerîm vardır

(.......) Habîseler habîsler için - habisât, murdar kötü karılara, murdar lakırdılara, murdar fiillere ve alel'umum murdar şeylere hakikat olarak ıtlak olunabilir. Lâkin HABİSİN, cem'i müzekker olduğundan yalnız erkeklerde hakikattir. Maahaza habîs kişiler ma'nâsına olarak zükûr ile beraber inase de tagliben şâmil olabilir. Bunların zıddı olan tayyibât ile tayyibînde de fark böyledir. Âyetteki tekabülden ilk nazarda zâhir olan dişi ile erkek tekabülüdür. Bununla beraber ikinci ma'nâ da baid değil, menkuldür. Binaenaleyh ma'nâ şu olur: murdar, ya'ni eteği kirli, hıyanetkâr karılar murdar erkeklerindir, murdarların küfvüdür. Binaenaleyh murdar karının kocasıda murdar olur, olmasa murdar karıyı tutmaz.

Yâhud murdar sözler, murdar fiiller, murdar kişilerindir. Binaenaleyh kazf, ifk, bühtan, sebb-ü şetim gibi lâflar, zina gibi pis fiiller murdar kişiden, murdarlardan sâdır olur ve ancak murdarlara nisbet olunabilir. (.......) Ve - bil'akis (.......) habîsler de habîseler içindir -murdar erkekler murdar karılar içindir (.......) gibi.

Yâhud murdar kişiler, murdar sözler ve murdar işler içindir. Pislikler pislerin hassası, pisler de pisliklerin hass mahallidir. (.......) Tayyibat da tayyibler için -hoş, pâk kadınlar pak erkekler içindir, temiz olanlarındır, pak olmıyanları bulaştıramaz.

Yâhud ikinci ma'nâ ile kelimatı tayyibe ve a'mali tayyibe hoş ve temiz kimselerin şıarı, temizlerin kârı, temizlerin halidir. (.......) Tayyibler de tayyibât içindir - temiz pâk adamlar, temiz pâk kadınlar içindir. Pâk olmıyanlar ne alırlar, ne tutarlar, yâhud temiz pâk insanlar da temiz pâk sözler, temiz pâk işler, temiz pâk şeyler içindir. Onlara yaraşan onlardan beklenen bunlardır. Hâsılı pâk hoşluklar pâk hoş olanların hassası, pâk hoş olanlar da pâk hoşlukların hass sahib, hass mahallidir (.......) o yüksekler - o yüksek temizler o tayyibîn ve tayyibatın en güzidesi olan ehli beyti Mustafa (.......) onların dediklerinden müberradırlar - o habislerin, o ehli ifkin ağızlarına aldıkları şaibeden çok berî ve münezzehtirler (.......) onlar için bir mağrifet ve kerîm bir rızk vardır. - O temizler için ındelhisab bam başka bir mağrifet ve kerameti namütenahî bir rızk vardır ki, o Cennettir.

İslâm hukukı esasiyyesinde ıffet ve ırz-u namus hukukunun birinci esaslardan olduğu tesbit buyurulduktan sonra bu temizlikle en ziyade alâkadar olan masuniyyeti mesakin, hukuk ve ahlâkı muaşeret, tesettüri nisvan gibi levazımına geçilerek buyuruluyor ki, :

27

Ey o bütün îman edenler! kendi odalarınızın gayrı odalara sahiblerine istinas edip selâm vermeden girmeyiniz, bu sizin için hayırlıdır, gerek ki, düşünürsünüz

Resûlullaha Ensardan bir kadın gelib «ya Resûlellah ben evimden bir halde bulunurum ki, o halde hiç kimsenin beni görmesini istemem. Fakat ehlimden bir adamın üzerime gelib giriverdiği eksik olmaz» demişti işbu (.......) âyeti nâzil oldu.

(.......) kendi büyûtunuzun gayri büyûte - evlerinizin gayri evlere, odalarınızın gayri odalara (.......) sahiblerine istiynas edib selâm vermedikçe girmeyiniz - âharin milkine izinsiz girmek gasb kabîlinden bir teaddi olacağından hukukan ve kazâen haram olduğu gibi kendi milki olan, dinen hakkı duhulü bulunan hane dahilinde dahi olsa gerek kendinden başkasına mahsus olan odalara habersiz ve selâmsız girivermek de edeben ve diyaneten menhidir. Burada istiynasi istiyzan diye tefsir edenler olduğu gibi istikşafı hal ile isti'lâm, ya'ni istiyzandan evvel halin girmeğe müsaid olup olmadığını bilmeğe çalışmak veya insan bulunup bulunmadığını öğrenmek istemek ma'nalarıyle tefsir edenler de olmuştur. Zâhir olan burada istiynas iyhaş mukabili olmasıdır ki, baskın eder gibi birdenbire vahşîcesine girivermeyib insaniyete lâyık ve hale muvafık bir ünsiyyet ibraz etmek demek olur.

Ebû Eyyubdan merviydir ki, ya Resulullah! İstiynas nedir dedik, buyurdu ki, öksürerek tesbih ve tekbir ile ehli beyti haberdar etmektir. Teslim de esselâmüaleyküm demektir. Şu halde istiynas sarahaten istiyzan ile munisane ıhbar ve ihsastan eamm olur. İstiyzan denilmeyip istinas buyurulması da bundan dolayı olmak gerektir. Binaenaleyh milki olmıyan ve hiç bir vechile hakkı duhulü bulunmıyan hanelere girmek için her halde istiyzan şarttır. Yoksa bir taarruz ve tecavüz olur. Ve hane sahibinin ona karşı her türlü müdafaaya hakkı bulunur. Hakkı duhulü bulunmakla beraber başkasının sâkin bulunduğu odaya girmekte ise mutlak istiynas, şart ve fakat bu istinasin istiyzan suretinde olması sünnet veya edeb olmakla beraber farz denilemez. Binaenaleyh bir hâkim tarafından bir mücrim veya müttehemın meskenine girmek ıktiza ettiği zaman da istiyzân denilemezse de ırza bir tecavüz vazıyyetine düşülmemek için istiynas edilmelidir.

Hâsılı meskenler tearruzdan ve edebsizlikten masun tutulmalıdır. Hiç kimsenin meskeninde emniyyet ve huzuru ıhlâl edilmemeli ve onlara edeb ve erkâniyle girmelidir ki, bu da istinas ve selâm iledir. İstiyzanın keyfiyyeti hakkında rivayet olunur ki, birisi Resulullaha istiyzan edip (.......) vülûve edeyim mi?

Ya'ni sokulayım mı demişti, aleyhısselâtüvesselâm da Revza namında bir kadına «kalk şuna öğret istiyzanı güzel yapmıyor, söyle (.......) ya'ni gireyim mi desin» buyurmuş, adam da bunu işitmiş ve söylemiş, bunun üzerine «gir! »buyurulmuş, Resulullahdan bir takım şeyler süâl etmiş, cevab almış, nihayet «ılimde senin bilmediğin var mı?» demiş, aleyhisselâtüvesselâm da» Allahü teâlâ bana bir hayri kesîr ıhsan etti, maamafih hiç şübhe yok ılimde öylesi vardır ki, Allahdan başkası bilmez» buyurmuş ve (.......) âyetinin âhirine kadar tilâvet eylemiştir.

Cahiliyye ahalisi birinin evine vardıklarında harem saygısı gözetmedikleri gibi Dünya ve Âhıret selâmetine şâmil olan selâm duâsını bilmezler de «sabahınız hayat olsun» veya «hayr olsun», «akşamınız hayat olsun» gibi mahdud bir surette tahıyye ile sağlık verirlerdi, Gerçi bu da fena bir şey değildir. Fakat böyle tahıyyeler yalnız ve himmet ve temenniyatı içtimaıyyesi bir günden ileri gitmek istemeyen kasır bir medeniyyetin şıarı olduğunda da şübhe yoktur. Allahü teâlâ, istinası şart kıldığı gibi mü'minlere nâ mahdud bir selâmet hissi va'd-ü telkın eden selâmı ta'lim ile lâfzı veciz, ma'nâsı vâsi' ve herkes için gayei matlab olacak en güzel bir şıarı ictimaî teşrı' buyurmuştur. Binaenaleyh bunu dirîğ ederek diğer tahıyyelerle iktifa etmek bir cahiliyyet eseri olacağı cihetle mekruhtur.

Bir de istiyzan kaça kadar olmalıdır. Resulullahdan rivayet olunduğuna göre istiyzan üçtür.

Birincisinde kulak verirler, ikincisinde hazırlanır.

Üçüncüsünde izin verirler veya reddederler. Bu üç istiyzan biribiri ardı sıra velyettirilmeyip aralarında biraz fâsıla ile yapılmalı ve üçüncüsünde cevab verilmezse dönmelidir. Şiddetle kapı çalmak, hane sahibine bağırmak ise haramdır. Zira iyzâ ve iyhaşı tezammun eder, yürek oynatır. Bu babda nâzil olan (.......) âyeti, zecri kâfidir. Hem de istiyzan ederken yüzünü kapıya karşı tutup durmamalı, sağa ve yâhud sola teveccüh etmelidir. Resulullah böyle yapardı.

Ve bir kerre Ebû Saidi Hudrî radıyallahü anh kapıya müteveccihen istiyzan etmişti, aleyhissalâtü ves-selâm (.......) kapıyı istıkbal ederek istiyzan etme» buyurdu (.......) bu - istisna ile selâm vermeden girmemek (.......) sizin için hayırdır. - Bir tühmete düşmekten sâlim kılar, emniyyet ve âsayişi takviye, ıffet-ü nezaheti tezyid eder. (.......) Gerektir ki, tezekkür edersiniz - düşünür, anlar, unutmazsınız. Rivayet olunur ki, Nebiyyi ekrem sallallahu aleyhi vesellem Hazretlerine bir adam «anama da istizan edecekmiyim» dedi «evet» buyurdu, «onun benden başka hizmet edeni yok her girişimde istizanmı edeyim» dedi, aleyhisselâtü vesselâm «ananı uryan görmek arzu edermisin» buyurdu «hayır» dedi «öyle ise istiyzan et» buyurdu.

28

Bunun üzerine onlarda kimse bulmazsanız size bir izin verilmedikçe içeri girmeyin ve eğer size dönün derlerse dönün, o sizin için daha temizdir ve Allah bütün amellerinize alîmdir

(.......) İmdi onlarda bir kimse bulamazsınız - ya'ni izin vermeğe salâhiyyeti hâiz bir kimse bulunmaz veya hiç kimse olmazsa (.......) artık onlara girmeyiniz (.......) ta size izin verilinceye kadar - sabr ediniz. İzin denince izni mu'teber olabilecek kimse tarafından izin demek olduğunu da ıhtara hacet yoktur. (.......) Ve eğer size dönünüz denilirse - o evdekilerden gerek izne malik ve gerekse gayrı malik her kim tarafından denilirse denilsin (.......) hemen dönünüz - istiyzanı tekrar ile girmekte ısrar ve ilhah etmeyiniz (.......) o - dönüvermek - sizin için daha temizdir -

sabr-u tevakkuftan daha sâlimdir. Zira bir zorba veya arsız bir dilenci gibi inad ve ısrar ile kapıda bekleyip durmanın hâli kalmıyacağı alçak ve nâhuş şaibelerden münezzehtır. Meğer ki, buna mukabil terki caiz olmıyacak bir vecîbe bulunsun (.......) ve Allah her amelinize alîmdir. -Binaenaleyh bu babda mükellef bulunduğunuz işlerden yaptığınız ve bıraktığınız hususları da bilir. Ecr-ü cezasına verir.

29

Meskûn olmıyan ve içinde bir intifa' salâhiyyetiniz olan odalara girmenizde size bir günah yoktur, neyi açıklar ve neyi saklarsınız Allah bilir

(.......) İçinde bir metaınız bulunan gayrı meskûn büyüte girmenizde üzerinize bir günah yoktur. - Rivayet olunduğuna göre Ebû Bekrissıddık radıyallahu anh «ya Resulullah biz ticaretimizden muhtelif yerlere gider ve hanlara konarız, izin verilmedikçe onlara girmiyelim mi? demişti, binaenaleyh bu nâzil oldu.

GAYRI MESKÛNE demek, sâkini içinde bulunmıyan veya içinde kimse sâkin olmayıb hâliy olan veya mesken ittihaz edilmiyen demek olabilir.

META'; temettu' ve intifa' demektir. İntifa' olunan her hangi bir şey'e de ıtlak olunur. Binaenaleyh (.......) içlerinde her hangi bir suretle bir intifa' salâhiyyetiniz ve binaenaleyh bir nevi' hakkı duhulünüz bulunan evler, odalar demektir ki, han, hamam, dükkân ve sâire gibi umuma küşâde olan yerlere şamil olduğu gibi harab evlere ve kendi hanesi dahılinde diğerlerinin süknasına mahsus olup da sâkini içinde bulunmıyan odalara dahi şamil olur. Zira sâkini içinde iken bu odalara da istiynas ve selâmsız girmemek ıktıza ederse de sâkini içinde bulunmadığı takdirde izin ve istiynas olmaksızın girmekte günah yoktur. Zira kendisinin metaı, hakkı intifaı vardır. Ancak iycar ederek hakkı intifaını muvakkaten olsun temlik etmiş ise yine evvelki âyetlerin hukmü cârîdir. İzin olmadan giremez (.......) ve Allah, belirttiklerinizi de ketm ettiklerinizi de bilir. - Binaenaleyh her hangi bir eve bir fesad fikriyle veya bir aybe, bir eksikliğe muttali' olmak maksadiyle girmemeli, Allahdan korkmamalıdır.

30

Mü'min erkeklere söyle: gözlerini sakınsınlar ve ırzlarını (apışlarını) muhafaza etsinler, bu kendileri için daha temizdir, her halde Allah ne yaparlarsa habîrdir

(.......) Mü'minlere - ya'ni mü'min erkeklere - söyle (.......) gözlerini indirsinler - gerek hâricde gerek dâhılde ve gerek başkalarının evlerine girerken çıkarken, otururken kalkarken gözlerini dikmesinler, harama bakmaktan, ayıb bir şey görmekten sakınsınlar, Sofiyyeden şiblî kuddise sirruhuye (.......) ne demektir? diye sormuşlar, demiş ki, baş gözlerini muharremattan, kalb gözlerini masivallahdan çeksinler (.......) ve ferclerini temamen hıfz etsinler - apış aralarına temamen muhafaza edip haramdan, nazardan saklasınlar, avretlerini örtüp ırzlarını korusunlar -

FÜRUC fercin cem'idir. Fedc, aslı ma'nâsında iki şey arasındaki açıklık demektir. Bu suretle gerek erkek gerek dişi insanın bacaklarını arasındaki açıklığa da hakikat olarak ıtlak olunur ki, lisanımızda apış arası denir ve bu ta'bir ile avret mahallinde kinaye de edilir. Ki, Kur’ân’da bu ma'nâ vârid olmuş ve onun erkeğe de dişiye de muzaf kılınmıştır. Sonra bilhassa kadının kulübünde kinaye olarak isti'mali galebe etmiş ve sarih denecek derecede ma'ruf olmuştur. (.......) bu ma'nâdandır. «Hıfzı füruc» emri haramdan kemali tehaffuz ile ırzı muhafazadan kinayedir. Ve bu tahaffuzu ifade ederken daha evvel delâleti vaz'ıyyesiyle setri avret emrine de tezammun eyler. Bundan başka kinaye mefhumunun lâzımını ifade ederken hakıkatini dahi iradeye mâni' olmadığından füruc kinayesi avret mahalinin hududuna da işaret eyler.

Ya'ni insanın avret mahalli, uz'vı ma'huddan ıbaret değil, apış arası denilen açıklık boyunca imtidad eder ki, bunun a'zamîsi topuklara kadar varırsa da akalli müteyakkani diz üstü oturulduğu zaman teayyün edeceği vechile göbek altından dizlere kadardır. Bunun için erkeklerde hıfzı ve setri farz olan bir avret mahalli bu ekalli müteyakkan mıktarıdır. Fazlası müstehabdır. Kadınlarda da bundan sonraki âyetin delâletiyle tepeden topuğadır. Demek ki, iki diz arasındaki açıklığı örtmiyen libas, setri avrete kâfi denemiyecektir.

(.......) şübhe yok ki, Allah, her sun'unuza habîrdir. - Ricalin nelere göz gezdirdiklerini ve havaslariyle neler doymak istediklerini, a'zalarını ne gibi hislerle tahrik ettiklerini, ne maksad beslediklerini ne düzenler kurduklarını, ne sanialar, ne san'atlar yaptıklarını bilir. Hiç biri ona hafiy kalmaz. Binaenaleyh Allah’ın razı olamıyacağı şeylerden hazer etmek lâzım gelir.

Evvelâ erkekler hakkındaki bu emir-ü ıhtardan sonra müslimanlar, şimdi de kadınlar hakkındaki şu emre dikkat etsinler.

31

Mü'min kadınlara da söyle: gözlerini sakınsınlar, ırzlarını muhafaza etsinler, ziynetlerini açmasınlar, zâhir olanı başka ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar, ziynetlerini açmasınlar, ancak kendi kocalarına yâhud kendi babalarına kocalarının babalarına yâhud kendi oğullarına, yâhud kendi biraderlerine, yâhud kendi biraderlerinin oğullarına, yâhud hemşirelerinin oğullarına yâhud kendi kadînlarına yâhud kendi ellerindeki memlûklerine, yâhud ihtiyacı olmıyan erkeklerden uyuntulara, yahud henüz kadınların avretlerine muttali' olmıyan çocuklara, müstesna, gizledikleri ziynetleri bilindiye ayaklarını da vurmasınlar, hepiniz Allah’a tevbe edin ey mü'minler ki, felâh bulabilesiniz

(.......) mü'minlere de ya'ni mü'min kadınlara da söyle: (.......) gözlerini indirsinler - halâl olmıyan erkeklere bakmaktan sakınsınlar, zira nazar zinanın postacısıdır derler. (.......) ve füruclarını hıfz eylesinler-tamamiyle setr ve zinâdan tahaffuz eylesinler (.......) ve ziynetleri ızhar etmesinler - kadının ziyneti denince orfte tac, küpe, gerdanlık, bilezik ve emsali huliyyat, sürme, Kına ve emsali ve elbise süsleri gibi şeyler tebadür eder. Sûre-i A'rafta (.......) âyetinde ziynet, elbise demek olduğu da geçmişti. O halde bu ziynetleri açmak bile menhiy olunca bunların mahalli olan bedeni açmak evleviyyetle nehyedilmiş olur.

Ya'ni bedenlerini açmak şöyle dursun üzerlerindeki ziynetleri bile açmasınlar. Maamafih bir kısım ulemâ, burada ziynetten murad ziynetin mahalli olduğuna kail olmuşlardır. Ki, yüz, sürme ve sürğü mevkıi, baş tac mekıi, saç örgü ve büklüm mevkıi, kulaklar küpe mevkıi, boyun ve siyne gerdanlık mevkıi, el yüzük ve Kına mevkıi, bilekler bilezik mevkıi, bazular bazubend mevkıi, baldırlar halhal mevkıi, ayaklar da eller gibi Kına mevkıidir. Bunlardan maadâ beden aksamı ise esasen açılmaz.

Bunlardan ba'zıları hazfi muzaf veya zikri hal iradei mahall ile «mevakıi ziynet» takdirinde bir mecaz gözetmiştir. Buna karîne olarak da kadının bedeninden ayrı olarak o ziynetlere haddi zatında nazar etmek ve alıb satmak bil'ittifak câiz ve mübah olduğunu dermiyan etmişlerdir. Ba'zıları da yine bu karîne ile kadının esas ziyneti, vücudünün mehasini hılkati ve sun'î ziynetten gaye de bedenin tezyini olduğunu nazarı i'tibare alarak bu ziynetten murad, mücerred beden olduğuna kail olmuşlar ve kadınların bir çoğu sun'î ziynetten vâreste bulunmakla mümtaz oldukları halde ziyneti hılkıyyenin umumunda bulunması ve her kadın bedeninin nefsinde bir ziynet olması hükmün umumiyyeti hakkını iyfa noktai nazarından bu tahsısın bir müeyyidi olduğunu söylemişler ve bu suretle şu ma'nâyı vermişlerdir: Kadınlar, hılkaten ziynetleri demek olan bedenlerinin hiç bir tarafını açmasınlar!

Doğrusu hılkî olan mehasine ziynet ta'birinden ziyade cemal ıtlakı mutearef ve ziynet ta'biri sun'î tekellüfat ile tezyin olunan levahıkta meşhur ise de

(.......) medlûlünce ziynet mefhumunun hılkîye de sun'îye şamil olduğunda şübheye mahal yoktur. Ziynet ve cemalin hakkı da tecellîsini ehline hasredip agyardan gizlenmektir.

Husn olsa da vacibüttecelliy - Gizler onu hak nikab içinde

Ağyarına gösterir mi Hurşîd - Dîdârını hîç o tâb içinde

(.......) Ancak zâhir olanı başka - o ziynetlerden dışa gelen örtülse bile zuhuru tabiî olanı bu hukümden müstesna ve başka bir hukme tabi'dir ki, bunlar örtünün dış tarafıyle el ve yüz ziynetleridir. Zira örtünün kendisi de kadının bir ziynetidir. Tabiîdir ki,' bunun dışı zahir olacaktır. El ve yüzün de namazda zuhuru adettir. Müsnedi ebi Davudda rivayet edildiği üzere aleyhissalâtü ves-selâm Hazret-i Esmaya «ya esma, kadın bülûğa irince ondan görülebilicek olan ancak şudur buyurmuş ve kendi vechi mubarekine ve keffi saadetlerine işaret eylemiştir. İş yaparken, lâzım olan eşyayı tutarken ve hattâ örteceğini örterken bile elin açılması lâbüdd olduğu gibi zarurî olan ru'yet ve teneffüs hasebiyle yüzün diğerleri gibi setrinde harec vardır. Bir de şehadette, mukademe, nikâhta yüzün açılmasına ihtiyac vardır. Binaenaleyh zaruretler kendi mıkdarınca takdir olunmak üzere bunların zuhurunda beis yoktur. Fakat bunların maadasının açılması, görünmesi, bakılması haram, na mahremden setri lâzımdır.

Buyuruluyor ki, (.......) ve baş örtülerini yakalarının üzerine vursunlar - başlarını, saçlarını, kulaklarını, boyunlarını, gerdanlarını, siynelerini açık tutmayıp bu suretle sımsıkı örtsünler ve o halde bu emri iyfa edebilecek baş örtüsü kullansınlar.

Müfessirînin nakline göre cahiliyye kadınları da hiç baş örtüsü kullanmaz değillerdi. Fakat yalnız enselerine bağlar veya arkalarına bırakırlar, yakalarını önden açılır, gerdanları ve gerdanlıkları münkeşif olurdu, ziynetleri görünürdü. Demek ki, son zamanlarda asrîlik sayılan kerdenküşalık böyle eski bir cahiliyyet şıarı idi. İslâm böyle açıklığı nehyedip baş örtülerinin yakalar üzerine vurulmasını emr ile tesettürü farz kılmıştır. Görülüyor ki, bu emirde tesettürü vücubu değil bir, sureti mahsusası da gösterilmiştir ki, kadın edeb ve nezahetinin en dilnişîn ifadesi bundadır.

Görülüyor ki, bu emir, hane hâricinde veya dahilinde diye takyid edilmemiştir. Bu cihetle mutlaktır. Ancak zâhir istisna edildiği gibi gizlenen ziynetlere nazarın halâl olanları da ıstisna ile bu tesettürün vücubu namahreme karşı olduğunu anlatmak için bu vücubun kuvvet-ü ehemmiyyetini göstermek üzere bir daha te'kid ile buyurulmuştur ki, öyle örtünsünler (.......) ve ziynetlerini ızhar etmesinler - açık bırakmasınlar (.......) ancak kocalarına (.......) veya kendi atalarına - ya'ni babalarına, dedelerine ki, amuca ile dayıda nikâh düşmemek i'tibariyle bunlara mülhaktır. (.......) veya kocalarının atalarına (.......) veya kendi oğullarına (.......) veya kocalarının oğullarına (.......) veya kendi biraderlerine (.......) veya biraderlerinin oğullarına (.......) veya hemşirelerinin oğullarına (.......) veya kendi kadınlarına - mü'minatın kadınları ya'ni, müsliman kadınlar veya hizmet veya sohbetlerinde ihtisası bulunan kadınlardır.

Demek ki, hususıyyetini tanımadıkları yabancı kadınlara da açılmaları câiz olmıyacaktır. Eslâfı müfessirînin ekserîsi demişlerdir ki, mü'minatın kendi nisası demek kendi dinlerinde olan müsliman kadınlar demektir. Binaenaleyh müsliman kadınları gayrı müslim kadınlara açılmamalıdırlar. Fakat bir kısım da bunu istihsane hamel eylemiş ve mü'minatın nisası, hizmet veya suhbetlerinde bulunan gerek müslime ve gerek gayrı müslime kadın cinsi demek olduğuna zâhib olmuştur ki, Fahruddini razî buna «mezheb budur» demiş, evvelki ahvat bu ise evfaktir (.......) Veya ellerinin malik olduğu cariyelerine (.......) veya ricalden irbe sahibi olmıyan tabi'lere - ya'ni kadına ihtiyac duymaz olmuş, şehveti kalmamış sulehadan ihtiyarlar veya ma'tuhlar veya kadın işini bilmez sade yemeklerinin fazlasından yemek için şunun bunun arkasına takılır güruhü miskinler ve yâhud erkekliği yok hılkaten ınnîyn uşaklar, bunda iğdiş ve mecburun ya'ni erkeklik uzvu katedilmiş olanların da dâhil olacağını zannedenler olmuş ise de tefsiri Keşşafta ve Ebû Hayyanda zikrolunduğu üzere İmamı A'zamı Ebû Haniyfe Hazretleri ındınde bunları istıhdam etmek, tutmak, alıp satmak halâl olmaz. Bunaları imsak seleften hiç birinden menkul değildir. (.......) Çünkü bunda cübb-ü ıhsaya teşvık vardır. Halbuki müsle haramdır.

(.......) veya kadınların avretlerine vâkıf olmıyan veya güçleri yetmiyen çocuklara müstesna - buraya kadar zikredilen on iki müstesnaya da bir dereceye kadar ziynetlerini izhar edebilirler.

EVVELÂ kocalar için bedenlerinin cemi'ine nazar halâldır. Çünkü ziynetten maksud onlardır.

SANİYEN zikrolunan mahremlerine mu'tad olan ziynet mevkı'lerinden yüz, el ve ayaklar iş ve hizmet esnasında açılan başını, saçını, kulaklarını, boynunu, kollarını, inciklerini açabilir. Onların da bunlara nazarları halâldır. Çünkü yakınlıkları hasebiyle ıhtilatları çoktur. Ve fitne melhuz değildir. Fakat karnını ve sırtını göstermek câiz değil, arsızlıktır.

SALİSEN erkeğin erkeğe karşı olduğu gibi kadının kadına karşı avreti de göbekten dize kadardır. Maadâsına nazarı câizdir.

RABİAN ricalden irbesiz tabi'ler teessür duymamak ve fitne melhuz olmamak i'tibariyle nazarları meharime şebihtir.

HAMİSEN çocuklar gayri mükelleftir. Ancak idraki nisbetinde edeb öğretilmek gerektir.

SADİSEN bu emri tesettür, esir cariyeler hakkında değil, hurrolan mü'minat hakkındadır.

İşte böyle hurr kadınların bu müstesnalardan başkasına ziynetlerini göstermemeleri kendi ıffet ve sıyanetleri ve hüsni ıktisadları noktai nazarından gayet mühimm olduğu gibi yabancı ricali müteessir etmemek, günaha sokmamak, edeb-ü ıffet telkın etmek noktai nazarından da çok mühimm olduğundan bilhassa bu noktayı da iş'ar ve tesettür emrinin kuvvet-ü şümulünü bir daha ıhtar siyakında yürüyüş tavırlarının dahi ıslâhı için buyuruluyor ki, (.......) ve gizledikleri ziynetleri bilinmek için ayaklarını vurmasınlar -

Ya'ni baştan ayağa örtündükten başka yürürken de edeb-ü vekar ile yürüsünler, örtüp gizledikleri sun'î veya hılkî ziynetleri bilinsin diye bacak oynatıp ayak çalmasınlar, çapkın yürüyüşlü nazarı dikkati celbetmesinler, çünkü erkekleri tahrik eder, şübhe uyundırır. Fakat unutulmamak lâzım gelir ki, kadının bu babda muvaffakıyyeti daha evvel erkekleri ıffeti ve vazifelerine dikkat ve cemıyyette olanların himmeti ile mütenasib, bunlar da Allah’ın ınayeti ile kaimdir. Onun için bu noktada Resulullahdan umuma telvini hıtab ve ricali nisaya tağlib tarikıle buyuruluyor ki, :

(.......) Ve ey mü'minler, Allah’a tevbe ediniz ki, felâh bulabilesiniz -demek ki, bozuk bir cem'ıyyette felâh ümid olunmaz, cem'ıyyetin bozukluğu da kadınlardan evvel erkeklerin kusurundandır. Binaen'aleyh başta erkekler olmak üzere erkek dişi bütün mü'minler îmana yaramıyan ve cahiliyyetten âsârı olan kusurlarından tevbe ile Allah’a dönüp Allah’ın ınayetine iltica ve emirlerine i'tinâ etmelidirler ki, mecmuu felâh bulabilsinler. O halde umumun felâhı noktai nazarından evliyayi umur ve alâkadar efrad şu emirlere de i'tina etmelidir :

32

Bir de sizden olan dulları ve kölelerinizden, cariyelerinizden salihleri evlendirin, eğer fukara iseler Allah, onlara fazlından gına verir, Allah, vasi'dir, alîmdir

(.......) EYAMÂ, «eyâyim» den maklûb olarak «eyyim» in cem'idir. Eyyim, gerek bikir, gerek seyyib olsun zevci olmıyan dişiye ve zevcesi olmıyan erkeğe denir ki, buna bekâr diyoruz. Bundan başka eyyim, hur kadına ve bir kimsenin kızı, hemşiresi, teyzesi gibi yakın hısımına da ıtlak edilir ki, bu iki ma'nâca lisanımızda mukabilini bilmiyoruz. Âyette bu ma'nâlara da delâlet yok değildir. (.......) Kaydı ile ıbad ve imâye tekabülü bu cihetle temass eder. Fakat bunlar ayrıca tasrih edildiğinden hep müfessirîn «eyâmâ» lâfzında esas ve eammolan evvelki ma'nâyı ahzetmişlerdir. O halde meal, şu olur: siz hur mü'minlerden kadın ve erkek hur bekârları (.......) ve kölelerinizden, halayıklarınızdan salihleri velâyeti hassa ve ammeniz hasebiyle evlendiriniz - nikâhlarına müsaade ve muavenet ediniz ki, ihmal yüzünden fenalığa düşmesinler. Zira nikâh bekai nev'i menâtı olmak haysiyyetile bizzat maksud olduğu gibi cem'ıyyeti ifsad ve nesli ifna eden sifahtan zecr eder bir hayırdır, bir ıhsandır. Binaenaleyh bunu teshil ve teksir etmek de mühim bir hayır ve evliyayı umura mühim bir vazifedir. Görülüyor ki, burada memlûkler kısmında salâh kaydi tasrih edilmiş, hurler kısmında idilmemiştir. Zira mü'minlere yakışan, aslolan salâhtır. Ve burada salâhın ma'nâsı, ahlâki salâh ile beraber nikâha ve hukukı nikâha kabiliyyettir.

Bu hususta ilk evvel malî kudreti ileri sürmek istiyenlere karşı buyuruluyor ki, (.......) eğer fukara iseler Allah, onları fadlından igna eder. -Binaenaleyh iki taraftan biri yalnız fakri behane ederek imtina' etmesin, Allah fadlından ümidini kesmesin, nikâh ile bekârlıktaki ihtiyacların mühim kısmından gına hasıl olur. (.......) Ve Allah vasi'dir. - Keremi çok, kudreti geniş bir ganîdir. Dilediğine ümid edilmedik yerden fadl-ü keremiyle rızk-u vüs'at verir. Fakat mecburî değil, dilerse verir (.......) alîmdir. - Kimine çok, kimine az verdiğinin hikmetini de bilir.

33

Bir nikâha çare bulamıyanlar Allah, kendilerine fazlından bir gına verinciye kadar ıffetli kalmıya çalıssınlar, memlûklerinizden mükâtebe istiyenleri de eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız hemen kitabete kesin ve onlara Allah’ın size malından verin ve Dünya hayatın geçıci metâını kazanacaksınız diye cariyelerinizi fuhşe ikrah etmeyin, hele ıffetli olmak isterlerse; her kim de onları ikrah ederse şübhesiz Allah, onlara ikrahlarından sonra gafurdur, rahîmdir

(.......) Nikâha imkân bulamıyanlar da - teşebbüs ettiği halde nikâh için lâzım olan esbabı tedarük edemiyen ve muavenet göremiyen bekârlar da (.......) Allah kendilerini ığna edinciye kadar ıffetini muhafazaya çalışsın (.......) ve-bu cümleden olarak (.......) memlûklerinizden kitabete kesişmek arzu edenleri (.......)

eğer kendilerinde bir hayır biliyorsanız hemen mükâtebe ediniz -

MÜKÂBETE, kitabete kesişmek ve memlûkün te'diyesini teahhüd ettiği bir bedel mukabilinde azad olmak üzere kendisini efendisinden satın alması akd-ü mukavelesidir ki, bedeli te'diye edinciye azad olur. (.......) Ve onlara Allah’ın size verdiği malından veriniz. (.......) ve genc cariyelerinizi tehassun isterlerken hayatı Dünya arazını kazanmanız için alüfteliğe ikrah etmeyiniz -

Ya'ni ıffet arzu ederlerken fâni Dünya metaı, para pul kazanmak için zorla fuhşe sevk etmeyiniz-rivayet edildiğine göre munafık Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûl altı cariyesini ikrah ile zinaya sevk ediyordu. İkisi gelip Resulullaha şikâyet ettiler, bu âyet nâzil oldu. (.......) Bu cümlenin makabline olan irtibatıyle fahvâsı da şu ma'nâyı iş'ar eder :

İşte yukarıki emirleri ihmal etmek ehli ıffeti böyle kerhen zinaya sürüklemeğe yakın fecaate müncerr olur. O halde günah kimin? İkrah edenin mi? İkrah olunanın mı? İkisinin de ki, (.......) onları her kim ikrah etse (.......) şübhe yok ki, Allah, onlar ikrah olunduktan sonra-ya'ni o cariyeler razı olmayıp kerhen sürüklendikten sonra bu biçarelere (.......) gafurdur rahîmdir-

Ya'ni yapılan filin ikrah eden için de edilen için de günah olduğundan şübhe yok. Fakat ikrah olunan biçareler, bu günaha razı olmayıp kerhen sürüklendirdiklerinden dolayı ma'zurdurlar. Ve gafur rahîm olduğunda şübhe olmıyan Allah ındinde mağrifet ve rahmete şayandırlar. Binaenaleyh bu biçarelere acımalı, halâsları için yardım etmelidir. Lâkin ikrahı tav'an yapanlar sûrenin başında geçtiği üzere acınmağa lâyık olmayıp razı olduğu günahın azâbına müsstehıkkoldukları gibi ikrah edenin de bütün vebali yüklenerek azîm azâb ve nefrîne müstehıkk olduğunu ıhtara hacet yoktur.

34

Kasem olsun ki, size beyan edici âyetler ve sizden evvel geçenkilerinki kabîlinde bir mesel ve müttekıler için bir mev'ıza indirdik

Bu âyet, makabli ile maba'dine bir bend âyetidir. Ki, Sûrenin evvelini hatırlatarak mucebince bir daha tezekküre, da'vetten sonra maba'dine bir temhiddir. Mazmunu bütün Kur’âna sadık olmakla beraber evvel emirde bu Sûreye aiddir. Filvaki' Sûrenin hidayetinde tenbih buyurulduğu üzere buraya kadar Allah’ın emrettiği bir takım ahkâm ile hakk-u hakıykatı tebyîn eden âyetler ve ıbret alınacak acayıb bir kıssa ve müttekiler için felâh nurları saçan büyük bir nasıhat ve mev'ıza inzal buyurulmuştur.

(.......) ve sizden evvel geçenlerinki kabilinden bir mesel-ıbret için temsil olunacak acîb bir kıssa, bir datanı ıbret bununla Kur’ân’ın birer misali ıbret olan acâib kıssalarına ve temsilâtı belîğasına işaret olunmakla beraber bilhassa ifk kıssasının âlemde ilk vaki' olmuş bir hâdîse olmadığı, ve meselâ Hazret-i Yusüf ve Hazret-i Meryem kıssalarından sebkettiği vechile mazıyde geçen büyük zevatın da buna mümasil iftira ve bühtanlara ma'ruz olmuş bulundukları ve bu ibtilâların onlar hakkında bir şer değil, şanlarını yükselten bir hayrolduğu müttekılere bir mev'ıza olmak için ıhtar edilerek zihinler gönüller tenvir edilmiş ve o zulmetler içinde bu ilâhî tenvir ve tebyîne eden nuraniyyet, bervechiâtî nur âyetinin temsiline bir âyinei tecelli kılınmıştır.

Anladınız ya :

35

Allah, Semavât-ü Arzın nûrudur, nûrunun temsili sanki bir mişkât; içinde bir mısbah, mısbah bir sırçada, sırça sanki bir kevkebi dürrî (bir inci yıldız), mübarek bir ağaçtan tutuşturulur: bir zeytundan ki, ne şarkîdir ne garbî, yağı hemen hemen ateş dokunmasa bile zıya verir, nûr üzerine nûr, Allah nûruna dilediğini hidayet buyurur ve insanlar için meseller darb eyler ve Allah, her şey'e alîmdir

(.......) Allah, Semavat-ü Arzın nurudur. - Bütün âlemi meydana koyan, Kâinatı gösteren, hakıkati bîldiren, gözleri gönülleri şenlendiren odur. O olmasa idi hiç bir şey bulunmaz hiç bir hakıkat sezilmez, hiç bir neş'e duyulmazdı.

Âlemdeki âyâtı tecellînin en celîsi hiss-ü idrâkimizi en çok istilâ eden rü'yetimizde bir âmil olan zıya hâdisesidir.

Zıyânın gözümüze temassı anında afâkıyyet ile enfüsiyyet telâkısi halinde parlıyan ve inbisat ettiği ecsamın sütuhunu izhar eden sâfi ve lâtif tecellisine de nur ıtlak olunur ki, zıyanın bir tezahüri mahsusu olmak ı'tibarile zıyadan farklı ve ba'zan ona mukabil olarak kullanılır. Binaenaleyh nûr, hüsni tecelli âyeti olan latîf bir zıyâ tecellisidir. Ve bundan dolayı daima makamı medihte isti'mal olunur.

Maamafih esası, basarî zulmetin zıddı olan nur mefhumu Ragibın Müfredatında dediği gibi zıya mefhumundan eamdır. Zıyayı ve zıyanın şa'şaai inkisarına ve aksi zıyaya ıtlak edildiği gibi gerek hissî ve gerek aklî her nevi' zulmetlerin zıddı olarak vicdan ve basîrette inkişaf eden afakî ve enfüsî tecelliyatın umumuna da ıtlak olunur. Hattâ Allahü teâlâya velev mecazen olsun zıya ıtlakı câiz olmadığı halde bu âyette nur ismi şerifi varid olmuştur. Halbuki Sûre-i «En'am ın başında (.......) âyeti, Allah, nurun kendisi değil, caıli ve mukabili olan her nevi' zulümat ile nur onun mec'ulü ihdas ettiği eseri olduğunu bildirmişti ve nuru Allah’a derk tutanları (.......) ıtabiyle inzar eylemişti. Binaenaleyh Allah’a nur ıtlak edilirken bu noktadan gaflet edilmemek ve müteşabih bir ma'nâ murad olunduğunu bilmek lâzım gelir.

Evvel emirde bu iki âyetin mukayesesinden mütebadir olan ma'nâ (.......) mealinde olmasıdır. Onun için müfessirînin bir kısmı bunu ismi faıl sıygasiyle (.......) ya'ni Semavat ve Arzı tenvir eden, gerek cismanî ve gerek ruhanî envar ile nurlandıran diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, münevvirdir. Bu ifade âyetteki nûrun hâdise ma'nasına değil, fâıl ma'nâsına ve Semavat-ü Arzı izafet mef'ulüne izafet olduğunu göstermek ı'tibariyle müfid ise de münevvir, nurun câıli olmak lâzım gelmiyeceği cihetle nakıstır. Halbuki

Allah, nûrun câıli olduğu man'sustur. Bundan dolayı müfessirîn burada daha bir çok vecihler beyan etmişlerdir. Felâsife ve Sofiyye de işrak nazariyyesine temass eder gibi gördükleri bu âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar, hattâ Gazalî, bu âyetin tefsiri için (.......) namında bir eser tasnif eylemiştir ki, ba'zı noktalarını hulâsa edelim şöyle ki, :

«Nûr ismi lûgatte Güneşten, Aydan ateşten şu ecsamı kesifenin zâhirlerine feyezan eden keyfiyyete mevzudur. Ve ma'lûmdur ki, bu keyfiyyetin şeref-ü fazıletine ihtisası mer'ıyyatın bu sebeble zâhir ve münceli olması hasebiyledir. Sonra şu ma'lûmdur ki, işbu mer'iyyatı idrâk etmek onların müstenir olmalarına tevakkuf ettiği gibi görecek gözün vücuduna da tevakkuf eder. Çünkü mer'iyyat, müstenir olduktan sonra körlere zâhir olmaz. O halde ruhı bâsıra, zuhur ve tecellî için lâbüd bir rüknolmaktan nurî zâhire müsavidir. Sonra şu cihetle ona müreccahtır da. Çünkü ruhı bâsıra müdriktir, idrâk onunladır. Nuri haric ise müdrik değildir. Mâbihil'ıdrâk değil, belki ma indel'idrâktir. Ve o halde ızhar vasfı görülen nurdan ziyade gören nurun hakkıdır.

Bunun için nur ismini gören göz nûruna bilâ tereddüd ıtlak ettiler de «nuri aynım» «filânın nuri basarı zaıyfladı»ve a'mâ olan hakkında «nuri basarını gayb etti» dediler. Bu sâbit olunca şunu da söyliyeyim ki, insanın bir basarı bir de bâsireti vardır. Basar, zıyayı ve elvanı idrâk eden zahiri gözdür. Bâsiret de kuvvei âkıledir. Bu iki idrâkten ikisi de müdrekin zuhurunu ıktıza eder. Binaenaleyh ikisi de nurdur. Fakat nurı aynda ba'zı kusurlar saymışlardır ki, nurı akılda yoktur. Ezcümle kuvvei basıra kendisini ve idrâkini ve diğer mahsûsatı cüz'iyye ile ma'kulât ve külliyyatı, mazıy ve istıkbâlı göremediği halde kuvvei âkıle hem kendini, hem idrâkini, hem alâtını, hem külliyyatı idrâk eder. Ve basıra idrakâtından çok ilerilere ve derinliklere gider.

Binaenaleyh nûr isminin idrâki basardan ziyade idrâki aklîye evleviyyeti sâbit olur. Bununla beraber envarı akliyye de kusurdan temamen sâlim değildir.

Evvelâ ahvalin selâmeti ındinde husulü vacib olan fıtrî taakkulât, insan cevherinin levazimindan değildir. Beraber doğmaz, bebek bunları elbette âlim bulunmaz (.......) bu envarı fıtriyye sonradan hasıl olmaktadır. Buna ise elbette bir sebeb lazımdır. Bütün esbab da nihayet Allah’a dayanır. Nazarî taakkulâta gelince bunda da insanın fıtratına ekseriyya hata arız olduğu muhakkaktır. Ve binaenaleyh akıl, bir hadi ve Müşide muhtacdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmiyle Enbiya irşadıdır. Ve filhakika akl-u basîret gözünde Kur’ân ayetleri, basar gözünde Güneş nûru mesabesindedir. Güneşin zıyasına nur denildiği gibi Kur’âna nur tesmiyesi evlviyyetdir. Ve işte bununla (.......) ve (.......) âyetlerinin ma'nâsı zahir olur.

Bu haysiyyetle Resülün beyanı Şemsin nurundan daha kuvvetli olduğu tebeyyün edince onun nefsi kudsiyyesi nuraniyyette Şemisten daha yüksek olmak iycab eder. Netekim Allahü teâlâ (.......) diye Güneşi sade bir sirac olmakla tavsıf ettiği halde Resuli ekrem Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerini de (.......) diye diğer tavsıf eylemiştir. Demek ki, avalimi ecsamında Güneşin diğer bir cisminden istifade etmeksizin gayrisine nur ifade etmek hassası Peygamberde daha kuvvetlidir. Nûrı nübüvvet, diğer nüfusı beşeriyyeden müstefid olmaksızın sairlerine nur ifaza eder. Fakat Güneşin Semadaki diğer kuvvetlerle alâkası yok olmadığı gibi şuda şevadi akliyye ve nakliyye ile sâbittir ki, Enbiyyanın ruhlarında husule gelen envar dahi Melâikenin ervahında hasıl olan envar ile alâkadardır. Netekim (.......) buyurulmuştur.

Yine sâbittir ki, ecramı Semaviyye muhtelif olduğu gibi ervahı Semaviyye de muhteliftir. Ba'zısı müfid ve ba'zısı müstefiddir-Netekim Hak teâlâ Cibril aleyhissilâmın vasfında (.......) buyurmuştur. O, Melâikenin mutaı olunca şübhe yok ki, mutı' olanlar onun tahti emrindedir. (.......) kavli kerîmince her birinin bir makamı ma'lûmu vardır. Binaenaley aynı sebeble bunlarda da müfid olan müstefid olandan ziyade nur ismine müstehaktır. Ve bu suretle âlemi ervahtaki envarın meratibine âlemi ecsamda bir misal de vardır. Meselâ Güneşin zıyası Kamere vasıl ve oradan bir evin içine dâhıl olarak divardaki bir aynaya düşse sonra bundan diğer divardaki âynaya aksetse sonra ondan bir de su dolu bir tasa aksetse, daha sonra bundan evin tavanına akseylese bunların en büyüğü ma'den olan Güneşteki nur,

Saniyen Kamerdeki, salisen birinci aynadaki, rabian ikinci aynadaki, hamisen sudaki, sadisen tavandakidir. Ve hepsinde menbaı evvele akreb ola, eb'ad olandan akvadır. Bunun gibi envarı Semaviyyede dahi mertebe mertebe müfid olan nurun işrakı müstefid olandan daha şiddetlidir. Ve bütün bu nurlar mütezayiden terakkı ederek nuri a'zama müntehî olur ki, bu da ındi ilâhide ki, makamı haysiyyetiyle ervahın a'zamî olan ruhtur ki, (.......) kavli sübhanîsindeki ruhdan murad, odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin envarı gibi süflî ve gerek yukarıdaki Şems-ü Kamer ve kevakibin envarı gibi ulvî olsun bütün bu envarı hissiyye, kezalik gerek Yerdeki Enbiya ve Evliyanın ervahı ve gerek envarı Semaviyye olan Melâike olsun bütün bu envarı akliyye, hepsi lizatiha mümkinat cümlesindendir. Mümkin lizâtihi de kendine kalınca ademe müstehıktir. Vücudu gayrisindendir. Halbuki adem zulmet, vücud nurdur. Binaenaleyh mâsivallahın hepsi lizatihi muzlimdir. Ve ancak Allahü teâlânın inâresiyle müstenîrdir. Mevcudiyyetlerinden sonra hasıl olan maamariflerinin cemiisi de Allah’ın varlığından husule gelir. Zulümâtı ademde iken onları vücud ile ızhar eden ve zulümâtı cehalette iken üzerlerine envarı maarifi eyliyen ancak Hak teâlâdır.

Hulâsa her şeyin zuhuru ancak onun ızhariyledir. Nurun hassası de ızhar ve tecelli-vü inkişaftır. O halde tebeyyün eder ki, hakıkaten nurı mutlak Allah sübhanehu ve tealâdır. Ve ondan başkasına nur ıtlakı mecazdır. Fakat Allah hakıkaten nur ise isbatında delile neden muhtac olunuyor? Bunun cevabını evvelâ basarî olan nurı zâhire hadâretini gördüğün vakıt şekketmezsin ki, sen elvanı görüyorsun ve çok kerre elvan ile beraber başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin maıyyetinde yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, zıyayı fark etmezsin, lâkin Güneş gurub ederken o rengin üzerine zıyanın düştüğü hal ile düşmediği hali zarurî olarak fark edersin de şübhesiz tanırsın ki, nur, levnin gayrı bir ma'nâdır. Elvan ile beraber idrâk olunur. Şiddeti ittihadından dolayı fark edilmez ve şiddeti zuhurundan dolayı hafiy kalır. Zuhur, ba'zan böyle sebebi hafa olur.

Bu ma'lûm olunca şimdi şunu da bilmek lâzım gelir ki, her şey, basara nurı zâhir olduğu gibi yine batınî basîrete de her şey Allah ile zâhir olur. Allah’ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark olunmaz. Ancak bunda o birinden şöyle bir tefavüt vardır: Nurı zahirin gurubı Şems ile gaib ve muhtecib olduğu tesavvur edilir. Lâkin her şeyin mabihizzuhuru olan nurı ilâhînin zeval ve gaybubeti tesavvur olunmaz ve tegayyürü müstehîl olduğundan eşya ile daima kalır. Tefrık ile istidlâl tarikı, münkatı' olur. Onun gaybını tesavvur etsen semavat ve Arz münhedim olur, Kendinden geçersin, o vakıt ılmi zarurî hasıl olacak bir fark idrâk olunur. Ve lâkin eşyanın hepsi halikının vücuduna şehadet etmekte bir sıyak üzere müsavî olduklarından ve ba'zısı değil, her şey, ba'zı vakıt değil, cemii evkatta ona hamd ile tesbih eylediklerinden tefrika kalkmış, tarıykı hafiy kalmıştır. Zira ma'rifette tarikı zâhir, eşyayı zıdlarıyle tanımaktır. Binaenaleyh hiç zıddı olmıyan ve hiç tegayyür etmiyenin hafî kalması istib'ad olunmamalıdır. Onun hafası şiddeti zuhurundandır. (.......)

Gazalinin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat ındettahkık hasılı şu oluyor ki, Allah’ın nur olmasının ma'nâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün envarı hissiyye ve kuvayı müdrikenin hâlık ve mucidi, ya'ni cailünnur olması ve binaenaleyh nurda asıl matlûb olan tenvir ve ızhar ve tecellî ve inkişaf ma'nâlarının künhi hakıkatını nurdan ve nuru bulandan ziyade nuru yapana aid olacağı cihetle nur isminin Allah’a ehak bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazalî izafî mukabili olan hakıkati karıştırmıştır. Şübhe yok ki, nuru yapan, nurun fevkındandır. Lâkin bundan dolayı nuru yaradana nur ıtlak edilmesi lisan noktai nazarından hakıkati lügaviyye değil, mecaz olur. Hakıkatı o nurun sahibi olmasıdır. Hamli muvatae değil, hamli zudur.

Hak budur ki, yanlış bir telâkkıyye meydan bırakmak için âyetin kendisi bunun bir teşbihi beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu tasrih etmektedir. Şöyle ki, (.......) nurunun meseli - burada nurun Allah’a muzaf kılınması da gösterir ki, evvelkilerin ıtlakı zahirine mahmul olmadığı gibi Semavat ve Arza izafeti de hakıkî sahibine izafet değildir. Yani Semavat ve Arzı tenvir eden ve hakıykî sahibi Allah, olan nurun, nurı vücudun, nuri hidayetin, nuri nübüvvetin, nuri Kur’ân’ın, nuri iymanın evsafı acîbesinin temsili şudur :

(.......) sanki bir mişkât - ya'ni arkasına nüfuz edilmez müdevver veya mudallâ' bir pencere - dikkat edilirse fezâda her cismin vücudu böyle ardı kapalı önü bir bu'di mahsus içinde münkeşif bir pencere, bir hucre halinde temayüz eder (.......) ki, içinde bir mısbah-

MISBAH, sabah ve sabahat maddesinin ismi âlettir ki, sabah gibi lâtif ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur’ân’da Güneşe sirac denilmiş olduğu halde burada mısbah denilmesi buna nazaran Güneşin alel'âde bir kandil mesabesinde kalacağını iymâ eder. (.......) o mısbah, bir sırçada (.......) sırça keenne bir kevkebi dürrî - incimsi yıldız, Zühre ve Müşteri gibi inci safvet ve letafetiyle leme'an eder bir yıldız, öyle sâf, öyle berrak, öyle güzel, öyle hem Semavî hem arzî mehasini cami' bir cam. Mişkâttâ, bu camın içindeki o mısbah (.......) mübarek bir ağaçtan öyle bir zeytundan tutuşturulur ki, (.......) ne şarkîdir ne garbî - bunda başlıca iki ma'nâ vardır:

Birisi; yalnız öğleden evvel güneş gören Şark tarafında değil, yalnız öğleden sonra Garbgören tarafında da değil, hem şarka hem garbe nazır tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir mevkı'de bulunan zeytunun yağı gayet saf ve ra'nâ olur.

İkincisi; cihet şaiblerinden ârî, ya'ni bildiğiniz Dünya zeytunlarından değil, lâmekâni bir zeytun demek olur. Evvelki ma'nâ müşebbehübihin herkesce mülâhaza olunabilecek bir vasfı olmak i'tibariyle temsilde terşîh, ikinci ma'nâ ise müşebbehin hassasını iş'ar etmek haysiyyetiyle bir tecrid ifade eder. Tecrihin faidesi teşbihi bir tavzıyh ile takviyedir. Tecridin nüktesi de müşebbehin bir vechi imtiyazını iş'ar ile müşebbehübihe rüchanını ve binaenaleyh teşbihin yanaşamıyacağı bir hakikat noktasını ızhardır.

Hasılı öyle bir zeytun ki, (.......) yağı hemen hemen bir ateş dokunmasa bile zıya verir. Bir elektrık gibi hemen iştiale mühayyâ; o derece safî ve parlaktır. Hulâsa Allah nuru (.......) nur üzerine nurdur. -

Ya'ni temsilden zannolunabileceği gibi mahdud beş kat değli, birisi veya mecmuu da değil, gayri mahdud olarak her nurun kat kat fevkında, tahdid ve ta'yini nâ kabil bir nurdur. O halde onu herkes neye bulamiyor? Matlûba neye eremiyor? Denecek olursa (.......) Allah, o nuruna veya o nuriyle dilediği kimseyi hidayet eder - de her kes delili hakkı göremez âyâtı hakkı bilemez, matlûbı hakka eremez, her kes Peygamber veya veliy veya mü'min veya ârif veya salih olamaz. Ve onun için nuri nübüvvetten, nuri Kur’ân’dan, nuri iymandan, nuri ılimden herkes istifade edemez (.......) ve Allah nâsa misaller darb eder. - Doğrudan doğru idrâk edemiyecekleri hakayıkı hissî misaller ile tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Netekim hisler, hayaller, lisanlar, teşbihler mücerred hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi bu âyetteki temsil de böyledir. Binaenaleyh mesellere hakıkat diye bağlanıb kalmamalı, onlardan mâverasındaki hakıkati sezmelidir.

(.......) ve Allah her şey'e alîmdir - ma'kulü de bilir mahsusu da, zâhiri de, bâtını da, tahkıkı da temsili de bilir. Binaenaleyh herkesin hiss-ü idrâkini ve derecei istifadesini ve ta'kıb ettiği matlâb ve maksadını ve tekvin ve teşri'de lâyık olub olmadığı dine hidayeti ve ona göre her birine yapacağı muameleyi de bilir.

Şimdi Allah nurunun temsili olan o mişkât ve mısbah nerede? Veya nerede iykad olunur?

36

O evlerde ki, Allah onların rif'atlandırılmasına ve içlerinde isminin zikredilmesine izin vermiştir, onlarda sabah ve akşam üstleri ona tesbih ederler

(.......) bir takım evlerde - ya'ni cami'lerde ki, (.......) Allah onların rif'atlandırılmasına -ya'ni binalarının diğer evlerden ziyade irtifaı ve kadirlerine ta'zîm ile yüksek tutulmasına ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin verdi - ki, bunlar mescidler, cami'lerdir. O mişkât, o mısbah, o zücace, o mübarek ağaç, o meyva, o yağ, o iykad, o nur üstüne nur, o hidayet bunların içinde temessül eyler. (.......) içlerinde sabahları ve akşamları onun için tesbih eder. - Allah’ın ismini tenzih ve takdis eyler

37

Nice erler ki, ne ticaret ne beyi' kendilerini zikrullahtan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoymaz, kalblerin ve gözlerin kıvranacağı günden korkarlar

(.......) öyle rical ki, (.......) ne bir ticaret, ne de bir beyi'-ne alım ne satım - Allah’ı zikirde ve namaz kılmaktan ve zekât vermekten onları alıkoymaz (.......) kalblerin ve gözlerin döneceği günden korkarlar.

38

Çünki Allah kendilerine işledikleri amellerin en güzeliyle ecir verecek, fazlından da ziyadesini bahşeyleyecekdir, ve Allah dilediğine hisabsız rızık verir

(.......) ki, Allah, kendilerini amellerinin daha güzeliyle mükâfatlandırılsın (.......) fadlından da ziyadesini versin - bire on ilâ yedi yüz gibi hususıyyet ve kemmiyyetle amel mukabili mev'ud olan ecr-ü sevabdan başka hususıyyet ve mıkdarı beyan edilmiyen ve keyfiyyet-ü kemmiyyeti hatırlara bile gelmiyen nıamı sübhaniyyesi de ziyade olarak fadl-ü kereminden ikram ve ihsan eylesin (.......) ve Allah, dilediğini hisabsız merzuk kılar. - İşte Allah nuruna hidayet ettiği mü'minlerin hali böyle.

39

Küfredenlerin ise amelleri bir engin çölde serab gibidir, susayan onu bir su zanneder, nihayet ona vardığı vakıt onu bir şey bulmaz da yanında vicdanı Allah’ı bulur, o da ona tamamile hisabını görüverir ve Allah seri' hisablıdır

(.......) Küfredenlerin de amelleri-gönüllerince iyilik diye yaptıkları bütün işleri, ı'tikadları bozuk ve gayeleri hevâ olduğundan dolayı (.......) bir çöldeki seraba benzer. - Uzakta yaldırar (.......) imrenir, ihtiras ile koşar (.......) vaktâ ki, ona varır onu hiç bir şey bulmaz-içini yakmakta olan harareti teskin edecek hakıkî suyu bulamadığı gibi uzaktan tevehhüm ettiği parıltı da kalmaz. Koştuğu emelin yalan olduğu tehakkuk eder. Fakat bununla da kalmaz. (.......) ve yanında Allah’ı bulur. - O susuzluk ve yoksulluk içinde hakıkatin dehşetini görür. Korkmak istemediği Allah’ın kahr-ü gadabı yüreğine inib bütün vicdanını sarar (.......) de hisabını görüverir. (.......) ve Allah, seri'ülhisabdır. - Binaenaleyh o hisabı uzak sanmamalıdır. İşte kâfirlerin nurlu zannettikleri iyilik diye koştukları amellerinin akıbeti budur.

Hissiyât ve ı'tikadlarına, fikir ve zihniyyetlerine diğer kavl ve fiillerine gelince .

40

Yâhud derin bir denizdeki zulümât gibidir, onu bir dalga bürüyor, üstünden bir dalga, üstünden bir bulut, öyle zulümât ki, birbiri üstüne, elini çıkardığı vakıt onu görmesi ihtimali yok, her kime de Allah, bir nûr yapmamışsa artık onun için hiç nûr yoktur

(.......) veya derin bir denizdeki zulmetlere benzer ki, (.......) onu dalga üstüne dalga (.......) daha üstünden bir bulut kaplar. -Nur üstüne nurun tam zıddına olarak (.......) birbiri üstüne bir çok zulmetler - öyle ki, kâfi bir nur nişanesi görmek şöyle dursun (.......) elini çıkardığı vakıt onu bile göremez

- o karanlıkta çırpınır, şuraya buraya saldırır. Fakat uzattığı kendi elini bile görmesi ihtimali yoktur. Nerede kaldı ki, haricinden bir hakıkat görsün de neye el uzattığını bilsin. Filvakı' kâfirler küfür taassubu etmemek içinde öyle boğulur, öyle bocalar. Hiç bir hakkı kabul etmemek için ınadında öyle ısrar eder ki, ne halt ettiğinin farkına varmaz. (.......) ve filvaki' her kim ki, Allah, ona bir nur takdir etmemiştir, artık onun için nur yoktur. - Onun için körler görmez, sağırlar işitmez, vicdansızlar duymaz, kâfirler hakkı kabul etmez. Yoksa:

41

Baksan â hakikat Allah, o Semavât-ü Arzdaki kimseler ve o kanad çırpıb süzülen dizilen kuşlar hep onun için tesbih ediyor, her biri cidden salâtını ve tesbihini bilmiş, Allah da, ne yapıyorlarsa hep biliyor

(.......) Görmedin mi - kâfirlerin küfürlerine rağmen (.......) Semavat ve Arzda herkes hakikaten Allah için tesbih ediyor - bütün hilkatleri ve harekât-ü sekenatlariyle Allah’ın varlığına ve noksan şaibelerinden nezaheti sübhaniyyesine fi'len delâlet edib duruyor, hepsi sübhanallah diyip cığrışıyor (.......) saf saf - kanadlar gerib - uçan kuşlar da (.......) hepsi salâtını ve tesbihini bilmiştir. - Harekât-ü sekenatında, iltica ve tenzihinde hikmeti hılkati olan vazifesini şaşırmaz. Hepsi ondan dilek diler, hepsi onu kendine göre takdis eder (.......) Allah da her fiillerine alîmdir. Hepsini bilir, hepsini idare eder .

42

Ve bütün o Göklerin ve Yerin mülkü Allah’ın, hem bütün gidiş ona

43

Baksan â şu hakıykate: Allah, bir bulut sevk ediyor sonra onun açıklığını te'lif eyliyor, sonra onu teraküm ettiriyor da yağmuru görüyorsun hılâlından çıkıyor, bir de o Semadan, ondaki dağlardan bir tolu indiriyor da dilediğini onunla musab kılıyor ve dilediğinden onu bertaraf ediyor, Şimşeğinin parıltısı hemen hemen gözleri alıverecek

44

Allah, geceyi gündüzü taklib ediyor, şübhe yok ki, bunlarda gözü olanlar için muhakkak bir ıbret vardır

45

Hem Allah her hayvanı bir sudan yarattı, öyle iken kimisi karnı üstü yürüyor, kimisi iki ayak üzerine yürüyor, kimisi de dört ayak üzeri yürüyor, Allah, ne dilerse yaratır, hakikat Allah, her şeye kadir, çok kadir

46

Kasem olsun ki, cidden beyan edici âyetler indirdik ve kimi dilerse Allah, doğru bir caddeye hidayet eyler

47

Bir de Allah’a ve Resulüne inandık ve itaat ettik diyorlar da sonra bunun arkasından yan çiziyorlar, bunlar mü'min değillerdir

(.......) Ve onlar mü'min değillerdir. -

Ya'ni îman lâftan ıbaret değildir. Yalnız dilden Allah’a ve Resulüne îman ettim demekle hakıkaten mü'min, müsliman olunuvermez. Onunla beraber samîmi kalben inanmalı ve sadakatle sebat etmeli ve asârı fi'liyyesiyle isbat ve te'yid eylemelidir. Bunu isbat edecek delillerden birisi de hakkına razı olmak ve bir ıhtilâf halinde Allah ve Resulünün hukmüne da'vet edildiği zaman icabet ve itaat eylemektir. Halbuki Allah ve Resulüne îman ettik müslimanız diyenler içinde öyleleri olur ki, îmanı yalnız dilindedir. Bunlar mü'min değil, münafıktır. Haklarına razı olmazlar bir kısmı sözünde durmaz dönüverir.

Bir kısmı da sözde dönmese bile her hangi bir niza'da Allah ve Resulünün da'vet edildikleri zaman ı'raz eder, kaçınır.

48

Aralarında hukmetmesi için Resulü ile Allah’a da'vet olundukları vakıt da bakarsın bunlardan bir kısmı çekinirler

49

Ve eğer hak kendilerinin olur ise münkad olarak ona gelirler

(.......) ve eğer hak kendilerinin olursa - aleyhlerine değil, lehlerine ise (.......) ona-ya'ni Resulullahın hukmüne-gönülden inkıyad ve ı'timad ederek gelirler. -Zira Resulullahın hukm-ü hukûmetinin hakkaniyyetinde şübhe etmezler.

Netekim Bişr namında ki, münafık, bir Yehudî ile arazı hakkında niza' etmişti. Münafık haksızdı, onun için Yehudî onu Resulullaha muhakemeye gidelim diye Allah’ın hukmüne da'vet etti, çünkü onun haksızlığa meydan vermiyeceğini biliyordu. Münafık ise Yehudîlerin Haham başı Kâ'b İbn-i Eşrefe gidelim dedi, çünkü hakka razı olmuyor, dalavere ile haksız bir huküm alacağını ümid ediyordu.

Rivayet olunduğuna göre bu âyetlerin sebeb-i nüzulü bu oldu. Ki, son zamalarda islâm hey'eti ictimaıyyesini ifsad eden de öyle nifakların meydan almasıdır. Bu neden oluyor?

50

Kalblerinde bir maraz mı var? yoksa Allah ile Resulünün onlara haksızlık edeceğinden kuşkulandılar veya korktular mı? Hayır kendileri zalimler

(.......) kalblerinde bir maraz mı var? -Küfür ve zulme meyleden ruhanî bir maraz, bir vicdan bozukluğu mu var? (.......) yoksa Allah’ın ve Resulünün onlara yazık edeceğinden işkillendiler veya korkuyorlar mı? (.......) hayır-ne öyle bir irtiyabları var, ne de korkuları, Allah ve Resulünün hukmü, mahzı hakk-u adâlettir ve öyle olduğunu bilirler, fakat (.......) onlar kendileridir ki, sırf zalimlerdir. -Hukuka tecavüz etmek istiyen haksızlardır. Binaenaleyh sebebi imtina' birinci şıktır, ya'ni kalblerindeki maraz, vicdanlarındaki bozukluktur. Ki, Bu da hidayetsizliktendir.

51

Aralarında hukmetmesi için Resulü ile Allah’a da'vet olundukları zaman mü'minlerin sözü ancak (.......) demeleridir, işte bunlar felâh bulacak olanlardır

(.......) yoksa beyinlerinde hukmetmek için Allah’a ve Resulüne da'vet olundukları zaman mü'minlerin sözü ancak (.......) semi'na ve ata'na demek idi-ya'ni dinledik ve itaat ettik baş üstüne diye hemen da'vete icabet etmekti (.......) ve işte ancak bunlardır ki, o felâh bulanlardır. -Murada irenlerindir.

52

Ve her kim Allah’a ve Resulüne itaat eyler ve Allah’a haşyet besler ve ona korunursa işte murada irecek olanlar bunlardır

(.......) ve her kim Allah ve Resulüne itaat eder-ya'ni yalnız mahkeme işinde değil, her hususta Allah’ın kitabına ve Resulünün sünnetine ittiba' eyler (.......) ve Allahdan korkar-ısyandan sakınır (.......) ve ona sığınır, korunursa (.......) işte ancak bunlar o faizîndir. -Fevz bulacak, felâh meydanında gayei merâma irecek, ebedî saadetin kusvasına nail olacak olanlardır.

Lâkin o münafıklar, o kalbleri bozuk haksızlar, böyle ıtaat etmedikten başka

53

Ötekiler Allah’a en kuvvetli yemînleriyle kasem ettiler vallahi kendilerine emredensen behemehal bilâtereddüd çıkar giderlermiş, de ki, Yemîn etmeyin, ancak bir taati ma'rufe, her halde Allah bütün yaptıklarınıza ve yapacaklarınıza habîrdir

(.......) bir de en ağır yemînleriyle Allah’a kasem ettiler-yeminin en ağırı Allah’a yemindir (.......) eğer sen kat'î emredersen çıkarlarmış-darb-ü diyarlarından çıkıp giderlermiş, gûya o derece itaatkâr imişler (.......) kasem, yemîn etmeyiniz, de (.......) ma'ruf bir taat-ya'ni taatîniz belli, mahiyyeti ma'lûm, binaenaleyh yalan yere yemîn ile münafıkane bir taat değil, zulme, münkere itaat de değil, adalet dairesinde halisâne bir taattir. (.......) şübhe yok ki, Allah, her ne yapıyorsanız habîrdir. -Bütün esrarınıza vâkıftır. Binaenaleyh ona karşı yalandan hiylekârlıktan, taatsızlıktan sakınınız.

Ey Resuli hak

54

De ki, Allah’a itaat edin ve Resule itaat edin, yine dinlemezseniz artık onun üzerindeki ancak ona yükletilen, sizin üzerinize de size yükletilendir ve eğer ona itaat ederseniz hidayete irersiniz, Resulün üzerindeki ise ancak açık bir tebliğdir

(.......) de ki, Allah’a itaat ediniz. Resule de itaat ediniz, -ya'ni Peygambere itaat de bilhassa ilâhîdir, ona itaat edilmedikçe Allah’a itaat edilmiş olmaz. Binaenaleyh kitabullaha temessük bir vecîbe olduğu gibi Peygamberin sünnetine temessük de bilhassa vecîbedir. (.......) yine kafa bükerlerse-ya'ni o haksızlar yine aldırmazlarsa (.......) artık onun üzerine ancak ona tahmil olunandır. -

Ya'ni Peygambere aid olan vazife ancak ona yükletilen tebliğ yüküdür. (.......) sizin üzerinize de size tahmil olunandır. -Ki, itaat vazıyfesidir. Burada tahmil ta'bir olunmasa itaatsızlar ne kadar çoğalırsa Peygamberin ve mü'minlerin vazıyfesi de o nisbette zorlaştığına işarettir. (.......) ve eğer siz ona itaat ederseniz-ya'ni Peygambere itaat eder de tahmil olunan vazıyfenizi yaparsanız (.......) hidayete irersiniz-hakka mazher olursunuz (.......) Resulün vazıyfesi de ancak belâği mübîndir. -Tebliği beliğtır. Ki, o, onu iyfa etti, size de itaat vazifesi kaldı.

Şimdi müslimanlar, bu tebliği mübîn ile şu va'di ilâhîye dikkat etmelidir ki, mühimdir :

55

Sizden îman edip salih ameller işliyenlere Allah şöyle va'd buyurdu: kasem olsun ki, onlardan evvelkileri istıhlâf ettiği gibi kendilerini Arzda mutlak ve muhakkak istıhlâf edecek ve behemehal onlara kendileri için marzıysi olan dinlerini kuvvetle icra kudreti verecek ve behemehal onları korkularının arkasından emne erdirecek, hakkımda hiç bir şeyi şerik koşmıyarak hep bana ıbadet edecekler, kim de bundan sonra küfranda bulunursa artık onlar hep fasıklardır

56

Hem namazı kılın, zekâtı verin ve Peygambere itaat edin ki, rahmete irdirilesiniz

57

Sakın o küfr edenleri Arzda âciz bırakabilirler sanma, onların varacakları yer ateştir, ve her halde o pek fena gidiştir

İlâhiyyâta müteallık tenvirât ile taatin vücubunu tesbit eden tebliğ ve ona müteallık vad-ü vaîd ile va'z-u irşaddan sonra yine yukarıdaki ahkâmın tetmimi için buyuruluyor ki,

58

Ey o bütün îman edenler! ellerinizdeki memlûkleriniz ve sizden henüz bülûğa irmiyenler üç vakıt size istiyzan etsinler: sabah namazından evvel ve öğle sıcağından elbisenizi çıkardığınız sırada, bir de yatsu namazından sonra ki, sizin üç eksikli vaktınızdır, bunların maadasında ne size ne onlara günah yoktur, üzerinize dolaşırlar, birbirinize bakarsınız, işte böyle size Allah âyetleri beyan ediyor, ve Allah alîmdir, hakîmdir

(.......) Gerek erekek ve gerek dişi alel'umum mü'minler (.......) milki yemînimiz olanlar ve sizden ihtilâma bâliğ olmıyanlar odanıza girmek için izninizi istesinler-ya'ni onlara böyle ta'lim ve emrediniz. Balâdaki istiynas emri hur ve bâliğ olanlar hakkında idi, buradaki istiyzan emri ise milk olan köleler ve cariyelerle henüz bâliğ olmıyan hur çocuklar, ya'ni sabîler hakkındadır. Bir de bunların ki, her defasında değil (.......) üç kerre-ya'ni üç vakıtta ki, birincisi (.......) sabah namazından evvel-çünkü yataktan kalkıp giyinmek zamanıdır.

İkincisi (.......) ve öğle sıcağında elbisenizi soyunduğunuz sırada -ki, kaylûle, ya'ni gündüz uykusu vakti.

Üçüncüsü (.......) ve yatsı namazından sonra

-yatmak için soyunulduğu zamandır (.......) Ki, sizin için üç avrettir. -Setrinizin muhtell olduğu, eksikli bulunduğunuz üç gedik vaktınızdır. Herkes için olmasa bile umumî noktai nazardan böyledir. Bu ıhtar istiyzanın sebebini beyan eder. Bundan dolayı istiyzan etmelidirler. Pek iyi amma, niçin her zaman istiyzan etmesinler, çünkü (.......) üzerinize çok dolaşırlar (.......) birbiriniz üstünesinizdir- binaenaleyh her zaman istiyzanda harec olur. (.......)

59

Sizden olan çocuklar dahi bülûğa irdiklerinde kendilerinden evvelkilerin istizan ettikleri gibi istizan etsinler, işte böyle size Allah, âyetlerini beyan ediyor, ve Allah alîmdir hakîmdir

(.......) Sizden olan çocuklar da bülûğa irdiklerinde-ki, asıl delili ihtilâmdır. Yaşının da asgarîsi kızda dokuz oğlanda on iki, mütevassıt ve mu'tadı on dört, on beş, müstehası on yedi on sekizdir. İstiyzan etsinler (.......) netekim kendilerinden evvelkilerin istiyzan ettikleri gibi-ya'ni kendilerinden mukaddem olan siz büyüklerinin onların odalarına girmek için balâda geçen (.......) mucebince her vakıt istiynas ve selâm ile istiyzan etmeniz lâzım olduğu gibi onlar da yalnız o üç vakıtta değil, her vakıt yanınıza gireceklerinde istizan etsinler (.......) bu iki âyette bu ıhtarın tekrar edilmesi, istiyzan emrini kemali vuzuh ile te'kiddir. Zira yabancı büyüklerde ihtiraz hissi, bunlarda ise müsameha şübhesi galib olduğundan burada o şübheyi kesmek için emir, tebyin ve te'kid edilmiştir. Maatteessüf bu noktadan zuhul ve gaflet çoktur.

60

Nikâh ümidi kalmıyan oturmuş kadınlara ise bir ziynet ile gösterişe çıkmamaları şartıyle çarşaflarını bırakmamalarında kendilerine bir günah yoktur, maamafih afîfâne sakınmaları kendileri için daha hayırlıdır ve Allah, semi'dir alîmdir

(.......) Ve oturmuş kadınlar (.......)

ki, bir nikâh ümidi beslemezler (.......) bir ziynet ile teberrüc etmek sizin üst örtülerini kesilmiş kadınlar yukarıda geçen (.......) emri mucebince gizlemeleri lâzım olan ziynetlerden hiç birini ızhar etmemek şartiyle üzerlerindeki çarşaf, ferace gibi dış elbiselerini bırakıp yalnız baş örtüsiyle çıksalar bir beis yoktur, günah olmaz. Lâkin teberrüc gencler için günah olduğu gibi ihtiyarlar içinde günahtır. Süslenmeleri günah değil, süsle yabancı erkeklere çıkmaları günahtır. Ihtiyar kadınlar süslenir mi dememeli? Ne acuzeler vardır ki, genclerden ziyade güzel görünmeğe özenirler (.......) maamafih isti'fafları kendileri için daha hayırlıdır. -

Ya'ni süslü olmadıkları halde de ıffet adabına riayet ederek gençler gibi sakınmaları üst örtülerini bırakmamaları haklarında daha hayırlıdır. Çünkü töhmetten daha sâlimdir. (.......) ve Allah, semi'dir. -Gizlide açıkta ne söylediklerini işitir. (.......) alîmdir. -Maksadları da bilir, sonunda ona göre cezalarını verir. Binaenaleyh müslimanız diyen zemâne kadınları bu âyetleri dinlesinler de düşünsünler.

(.......) âyeti nâzil olduktan sonra kör, topal, hasta, özürlü fakır müslimanlar, sağlam kimseler tiksinirler ve rızaları olmaz diye beraber yemek yemekten sakınır veya bir kimse bunları kendi evinden başka akraba veya ehibbasının birinin evine yemeğe götürecek olsa belki hoşlanmazlar diye çekinir olmuşlardı. Bir de muharebeye gidenler, öyle ma'lûlîn ve zuafayı evlerine bırakırlar ve anahtarlarını teslim edip içlerindeki yiyeceklerden yemelerine izin verir giderlerdi. Fakat onlar gaib oldukları için izinleri tıybi nefs ile olmaz diye korkarlar, lüzumundan ziyade sakınırlardı. Bir de ba'zı kimseler kendi evlerinden başkasında yemek yemekten çekinir, ba'zı mü'minler de ayrı yemekten sakınır, behemehal müsafirle beraber yemek isterdi, hattâ bir müsafir bulunmazsa bütün gün bekliyen kimseler olurdu. Şu âyet de bu sebeble nâzil olmuştur

61

A'maya harec yok, topala harec yok, marazlıya harec yok, kendilerinize de kendi evlerinizden veya babalarınızın evlerinden veya analarınızın evlerinden veya biraderlerinizin evlerinden veya hemşirelerinizin evlerinden veya amucalarınızın evlerinden veya halalarınızın evlerinden veya dayılarınızın evlerinden veya teyzelerinizin evlerinden veya anahtarlarına malik olduğunuzdan veya sadîkınızın evinden yemenizde harec yok, gerek toplu ve gerek dağınık yemenizde de beis yoktur, binaenaleyh evlere girdiğiniz vakıt Allah tarafından mübarek, hoş bir sağlık olmak üzere kendilerinize selâm veriniz, işte böyle size Allah âyetlerini beyan ediyor, gerek ki, aklirdiresiniz

62

Mü'minler ancak şöylelerdir ki, Allah’a ve Resulüne îman etmişlerdir, cem'ıyyetli bir işte bulundukları vakıt da ondan istiyzan etmeyince gitmezler, filhakıka senden izin istiyenler, onlar öyle kimselerdir ki, Allha ve Resulüne inanırlar, binaenaleyh ba'zı işleri için senden izin istediklerinde sen de onlardan dilediğine izin ver, onlar için Allahdan mağrifet isteyiver, şübhe yok ki, Allah, gafurdur rahîmdir

(.......) Mü'minler ancak onlardır ki, (.......) Allah’a ve Resulüne hakıkaten îman etmişlerdir. -Yukarında zikri geçenler gibi yalnız îman ettik demekle kalmayıp samîmi kalbden inanmışlardır. (.......) ve maıyyetinde-ya'ni Peygamberin maıyyetinde ki,, İmamül'müslimînin maıyyeti de aynî hukme tabi'dir. (.......) cem'ıyyetli bir emir üzerinde bulundukları vakıt-cum'a, bayram, müşavere, muharebe gibi toplanmayı ıktıza eden veya menfaat ve mazarratı umumî olan bir iş üzerinde bulundukları zaman (.......) ondan izin almadıkça gitmezler-münafıklar gibi kaçmazlar (.......) filvaki' senden istiyenler yok mu (.......) onlar Allah’a ve Resulüne îman eden kimselerdir. (.......) Binaenaleyh ba'zı işleri için senden istiyzan ettiklerinde (.......) sen de onlardan dilediğin kimseye izin ver-ya'ni her izin isteyene izin vermek vacib değildir. Hikmet ve maslâhatın icabını gözetmek lâzımdır. Bir de Sûre-i«Berae»de geçen (.......) kazıyyesi unutulmamalıdır. İzin ver (.......) ve onlar için Allah’a istiğfar eyle-zirâ istiyzan her ne kadar özri kavî ile sadâkata müstenid olsa da Dünya işini Âhıret işine takdim etmek gibi bir kusur şaibesinden hâli kalmaz. Sen istiğfar edersen (.......) şübhe yok ki, Allah, gafurdur ve rahîmdir. -Bu noktada Resulullaha hıtabdan ümmetine hıtaba iltifat ile buyuruluyor ki, :

Ey müslimanlar!

63

Peygamberin duâsını aranızda birbirinize ettiğiniz duâ gibi farz etmeyin, içinizden birbirini siper ederek sıvışıp sıvışıp gidenleri Allah muhakkak biliyor, binaenaleyh onun emrinden hılâfına gidenler başlarına bir fitne inmekten veya elîm bir azâb irmekten hazer etsinler

(.......) Peygamberin da'vetini, duasını aranızda (.......) ba'zınızın ba'zınıza da'veti, duâsı gibi kıyas etmeyin-onun da'vetine icabet farzdır. Duâsı ındallah hemen müstecab olur. Binaenaleyh emirlerine kemali hahişle itaat ve imtisal etmeli ve onu gücendirmekten son derece sakınmalıdır. (.......) içinizden biribirini siper ederek sıyrılmak istiyenleri Allah biliyor. (.......) binaenaleyh onun emrinden hılâfına gidenler (.......) kendilerine bir fitne isabet etmekten

-ya'ni Dünyada bir belâ ve mıhnete çarpmaktan (.......) yâhud-Dünyada olmazsa Âhırette (.......) bir azâbi elîm musıbeti irmekten hazer etsinler. -Burada terdid yalnız me'nı hulüvv içindir. Yoksa Dünya musıbetiyle Âhıret azâbının cem'ınde münafat yoktur. Filvakı' Peygamberin emr-ü sîretine imtisal eden müslimanların nasıl yükseldiklerine tarih şâhid olduğu gibi müslimanız deyip de hılâfına giden kavimlerin ne fitnelere, ne musıbetlere ne azâblara giriftar olmakta bulundukları göz önündedir. Hemen Cenabı Hak cümlemizi hidayetiyle dilşad buyursun.

64

Uyanın! her halde Göklerde ve Yerde ne varsa hep Allah’ındır, muhakkak o, sizin ne üzerinizde bulunduğunuzu bilir, hele ona irca' olunacakları gün ki, ne yaptıklarını kendilerine haber verecektir, ve Allah her şeye alîmdir.

(.......) evet, Semevat ve Arzda ne varsa hep Allah’ındır. -Kâinatın hepsi, halkan ve milken, gerek icad ve gerek ı'dam, gerek bedi gerek iade ile tesarrufen onundur. (.......) muhukkak ki, o sizin üzerinde bulunduğunuz hâli (.......) ve onların -o muhaliflerin ona irca' olunacakları günü biliyor (.......) binaenaleyh onlara yaptıklarını anlatacaktır. (.......) Ve Allah her şey'e alîmdir. -Ilminden bir zerre kaçmaz, hakk ile batılın temamen ayrılacağı fürkan günü neler olacağını anlamak için, şimdi Sûre-i Nûrun akıbinde Sûre-i Fürkanı dinleyiniz.

0 ﴿