FURKAN

Mekkiyyedir. Ancak (.......) den - (.......) ya kadar üç âyetin medeni olduğu hakkında İbn-i Abbastan bir rivayet vardır.

Âyetleri: - Yetmiş yedidir.

Kelimeleri: - Bin sekiz yüz yetmiş ikidir.

Harfleri: - Üç bin yedi yüz otuz üçtür.

Fasılası: - (.......) harfleridir: (.......)

Sebeb-i nüzulü: - Kâfirlerin üluhiyyet-ü nübüvvet hakkındaki küfür ve muanedeleri olduğu mündericatından anlaşılır.

Sûre-i Nurun âhıri ile bunun başlangıcı arasındaki münasebet gayet açıktır. Orada Peygambere ta'zîm ve itaatin vücubu ve emrine mühalefet edenlerin tahziri siyakında nihayet Allah’a irca' gününü ıhtar ile hatmi kelâm olunmuştu. Bunun üzerine azameti ilahiyyeyi takdis ile Sûre-i Fürkanın şu suretle başlaması ne parlak olmuştur:

1

"Tebarek" ne yüce (feyyaz) dır o ki, bütün âlemine bir nezîr olsun diye kuluna fürkanı indirdi

(.......) Tealâ gibi tefaul babından fi'limazıydir. Tasrif olunmaz, ya'ni diğer sıygaları çekilmez ve Allahdan başkasına isnad edilmez. İştikakta bereket maddesinin buna zâhir bir alakası vardır. Tefaul babından olması da bu ma'nânın mubalega ile kendisinden zuhurunu ifade eder. Bereket ise bir şeyde ilahî hayrın sübut ve sebâtı demektir ki, suyun havuzda birikip yükselerek durması ma'nâsından me'huzdur. İlahî hayrın bulunduğu şey'e mubarek denilir. İlahi hayır, hasr-u ihsa olunamıyacak gayri bahsûs bir surette sudur ettiği cihetle kendisinde hiss olunmaz bir surette ziyadelik müşahede olunan şey'e de mubarek ıtlak edilir. Şu halde (.......) kendisinden olmak üzere mubareklikte büyük bir yükseklik ile istıkrar ifade eder. Ve bunun Allahü teâlâ hakkında hudûs ve tegayyür şaibelerinden ârî olarak mülâhaza olunması lâzım gelir. Bu tahlilde mebdei mülâhaza olacak iki mefhum vardır: biri sübut biri de ziyadelik, onun için selefi müfissirîn de bunu başlıca iki ma'nâ esası üzere tefsir etmişlerdir. Birisi (.......) ma'nâsıdır ki, ezelen ve ebeden lüzumı vücud demek olur. Bunda sübut ve istıkrar mefhumu esas ittihaz edilmiştir. Diğerinde ise tezayüd ma'nâsı esas ittihaz edilerek iki vecih söylenmiştir. Ba'zıları Allahü teâlânın zatında kemalini ve masivânın noksanını mülâhaza ederek (.......) ma'nâsiyle tefsir etmişlerdir. Allahü teâlânın zatında bir şeyden yüksek olduğunu ifade eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Ba'zıları da sıfatı fi'lolarak mülâhaza edip (.......) diye hayır ve atâsının artıp çoğalmasıyle tefsir etmişlerdir. Ba'zı makamda bu ma'nâların birisi ba'zısında diğeri daha münasib oluyor. Şu halde İbn-i Abbas Hazretlerinden de iki rivayet varid olduğuna göre hem sıfatı zâtı hem sıfatı fi'li mülâhaza ederek bütün bu ma'nâları cem'etmek daha muvafık olacağından (.......) ya'ni hem zatında, hem sıfatında hem ef'alinde etemm ve eblâğ vech üzere tealâ celle şanuhu" mazmuniyle tefsir olunmuştur.

Ma'lûm ki, tealâ da ulüvden «tefaale» dir. Ulüvv, Türkçemizde ululuk diye ifade olunabilirse de âli ma'nâsına ulu vasfı ulumak masdarından emir sıygasına da muhtemil olmakla iyhamı kabîhten halî olmadığından lisan nezahetine dikkat eden üdebâ nezdinde isti'mali tervic edilmeyip yüksek vasfı buna tercih olunmuştur. Bununla beraber tefaul binasından anlaşılan «fiil binefsihi» ile mubalâğa nüktelerini ifade edecek bir sıyga da ta'yin edemediğimizden tealâ kelimesinin türkçe bir fi'il ile tam tercemesi kabil olamamıştır. Mesala «yükseldi» denilse «ala» yahud «ı'telâ» demek olabilirse de tealâ anlaşılmaz. Bahusus sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki bereket kelimesinin ayrıca bir Türkçesini kullanmadığımız cihetle (.......) fi'linin tercemesine hiç imkân bulamıyoruz. Bundan dolayı (.......) dilimizde aynen isti'mal oluna gelmiş, makamı hayret ve tahsinde (.......) ta'birleri de olduğu gibi mütearef olmuştur. Mubarek olsun yerinde kutlu olsun denirse de bereket yerinde kut demiyoruz. İşte bu gibi sebeblere binaen biz de meâlde (.......) fi'lini aynen muhafaza ile beraber «ne yüce feyyaz o» ta'biriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun yerinde «yüksek çok yüksek o» yâhud «çok pek çok feyz-u bereket sahibi o» yâhud «ne yüce kutlu o» demek mümkin olabilirdi.

(.......) İsmi mevsul, «Tebareke» nin faili - (.......) de onun sılâsıdır. FÜRKAN, mukaddimede geçtiği üzere esasen fark-u tefrik etmek, ya'ni ayırmak ayırd etmek ma'nâlarından masdardır. Ekseriyya fark ma'lukâtta, tefrık mahsûsatta kullanılır, sonra fürkan fârık veya mefruk ma'nâsına da gelir, bu suretle mühim da'vaları hall-ü fasleden kat'î bürhalara mu'cizelere fürkan ıtlak olunur. Bu ma'nâ ile Kur’ân’ın bir ismi de "elfürkan" dır.

TENZİL VE İNZAL indirmek demek ise de tenzil teksir ifade eder. Onun için birden indirmeğe inzal, ceste ceste bir çok def'alerde indirmeğe tenzil denilir. Sonra Arabcada gerek ismiyye ve gerek fi'liyye bir cümle-i haberiyye ile sılâlanarak izah olunan (.......) gibi mübhem isimlere ismi mevsul namı verilir, tesniyesi ellezani, cem'i ellezîne, müfred müennesi elleti, tesniye müennesi elletânî, cemi' müennesi ellâtî, vellâî, vellevatî gelir. Eskiden bunun tercemesinde «şol ki,» denilirdi, lâkin muhavere lisanımızda bu kelime her nedense kullanılışını gaib etmiş olduğundan bunun yerine «o ki, » diyoruz, halbuki «o» hem zamiri gaib, hem ismi işaret olarak kullanıldığı cihetle bir de ismi mevsul yerinde kullanılması lisanda bir darlık oluyor. Gerçi bizde asıl vasıl ma'nâsını ifade eden, ya'ni önündeki cümleyi üst tarafına rabteden edat «ki,» dir. Lâkin bu «ki,» ism olmayıp sade bir harfı mevsul olduğu için kelâmda mübteda, haber veya fail gibi rükn olamayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına sıfat yapar, onun için kendi başına bir ismi mevsulün yerini tutamıyarak, o, şu bu gibi bir mevsufa muhtac olur. Ve bu suretle sılâ ile sıfat beyni fark edilmemiş bulunur. Arabcada ise sıla ile sıfatın belâgat noktai nazarından mühim farkları vardır. Bundan dolayı Kur’ân’da lâtif ve ince zevkler ifade eden ellezi gibi mevsullerin tatlı terci'leri oku, şu ki,, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız tekrarlara sebebiyyet verildiği gibi bir çok yerlerde mevsul zayi' edilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar lisanların zarurî farklarıdır. Cümlenin mevsufu nekire olur. Lâkin mevsul behemehal ma'rifedir. Gerçi nadiren ahdi zihnî de olabilir. Fakat ekseriyyetle sılânın muhatab için vakı'de ma'lûm olması şarttır. Onun için burada şöyle bir suâl irad edilmiştir: (.......) cümlesi (.......) nin sılâsı olduğu için muhatablar ındinde ma'lûm olmak lâzım gelir, halbuki kâfirler fürkanın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar, o halde nasıl sılâ olabilir? Buna basît olarak şu cevab verilir: Peygamber ve mü'minler için fürkanın nüzulü ma'lûmdur. Burada doğrudan doğru muhatabda onlardır. Gerçi inzalin asıl hedefi kâfirler ve onların küfriyyatını ibta ile ahvali uhreviyyelerini haber vermektir. Lâkin doğrudan doğru kelâmı ilâhîye muhatab tutularak değil, hitabı Resulden tebliğ suretiyledir. Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib sıygasiyle mevzuıbahs olacaklardır. Muhatab cinsi beşer de olsa bu cevab kâfidir. Maamafih buna daha ince bir cevab da vardır. Şöyle ki, Fürkandan asıl murad, Kur’ândır. Kur’ân ise misli yapılamadığı tecribe ile ma'lûm daimi bir mu'cizedir. Bunu kâfirler de tecribe etmişler ve âciz kaldıkları için kalem ile muarazadan silâh ile muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur’ân’ın tecribe ile sabit olan ve bu suretle umum için emri meşhud haline gelen bu ı'cazi ayni zamanda kendisinin nüzulü hakkında yakînî bir bürhan ve fürkandır. Ebû bekri Bakıllânînin de ı'cazi Kur’ân nam eserinde beyan ettiği üzere Kur’ân’ın ı'cazi böyle emri meşhud olduğundan bunun nüzulünü tanımak istemiyenler elleriyle yokladıkları bir vâkıayı bile inkâra kalkışacak inadcılardır. Bundan dolayıdır ki, Sûre-i «En'am» da (.......) buyurulmuştur. Tecribe, nazarî bir zaruret ifade etmese bile alel'umum ılmi beşerin en yakînî ve fi'lî bürhanlarından olduğu için sâbit bir tecribe bürhanının ifade ettiği hakıkat umum için ma'lûm makamındadır. Bu sebeble Kur’ân’ın i'cazi ve nüzulü Arab müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerin fi'len ma'lûmu olmuş bulunduğu gibi diğerlerinin de ma'lûmu olmuş bulunduğu gibi diğerlerinin de ma'lûmu makamındadır. Bundan başka Kur’ân, bu hakıkati önceden sarahatle haber vermiş, haber ise esbabı ılimden birisi bulunmuş olduğu cihetle sılanın ma'lûmiyyeti için bu kadarı bile kâfidir. Mazmunu bir kere işitilmiş olan bir cümle-i haberiyye inanmıyanlarına karşı dahi bir sola olarak iyrad olunabilir. Bu hususta şart olan îman değil, bir ılmi cüz'îdir ki, ma'hudiyyet ifade edecek kadar bir sebkı zikir de bu babda kâfi gelir. Şunu da kaydedelim ki, ismi mevsul sılası söylenmeden evvel mübhemdir. Şayed (.......) gibi tabi' bir sıfat olarak gelirse Türkçemizin «öyle ki,» ta'biri gibi tavzıfte kuvvet iş'ar eden bir rabıt ifade ederse de (.......) gibi fâıl veya mücerred veya aslî bir ma'mul olarak geldiği zaman mübhem bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir kelâmda böyle bir zati mübhemin fâil yapılmasında ne faide olabilir de denemez. Çünkü «evvelen ibham saniyen tefsir evkau finnefis» tir derler. Bir şey evvelâ mübhem olarak söylenip de sonra tefsir olunduğu zaman muhatabın gönlünde kuvvetli bir tesir bırakır. Zira nefis, kolay duyduğu bir şey'i hafif geçer, ihmal eder, fakat evvelâ mübhem olarak işittiği zaman dikkat ve sarfeder, bilmek merakına düşer, bu şevk ve merak üzerine tefsir olunduğu zaman da zihninde iyi yerleşir. Arabî belâğatinin bu kaıdeleri zamanımızda Ilmi nefsin «hafıza, dikkat ile mütenasibdir». «dikkat de merak ile mütenasibdir» kaıdelerini ifade eder. Hattâ Firenklerde ve zamanımız yazıcılarının bir çoğunda bu ibham kaıdesi bir moda salgını halini almıştır. Bir mevzuu tasvir ederken merak celbetmek için sahifelerle ibham ettikleri görülüyor. Halbuki bunun ifratı da merak yerine usanç veya nisyan vermekten halî kalmaz. Çok naz âşık usandırır. Kur’ân’da ise onun en güzel gıdıklayıcı nümuneleri görülür. İsmi mevsuller de buna başkaca bir revnak verir. İşte (.......) bu kabîldendir. Allahü teâlânın zati ilâhîsi bilinemediği gibi (.......) de ilk nazarda bilinemiyecek bir zati mübheme delâlet ediyor. Karşısında bir kerre beşerî hiçliği duyuruyor, sonra o ibham, en belli, en mütemayiz sıfatların tecellisiyle izah ediliyor. evvelâ Kur’ân’ın, hakkı nâhaktan ayırd eden ma'lûm hassai ı'cazı Fürkan ismi ve «el» harfi ta'rifi ile hatırlatılıp (.......) sılasi ile (.......) mevsulünün ibhamı ta'rif olunarak Allahü teâlâ bilhassa bu fürkanı indirmiş olmak sıfatiyle tanıttırılıyor. Ve feyz-u bereketin yüksekliği ilk önce bu mu'cuzei bâhire delâletiyle i'lân ve tebcil ediliyor. Bu suretle ma'nânın hasıla da şu oluyor: «çok yüce, çok kutlu, hayr-ü atâsı, çok yüksek olduğunu ne şayanı hayret bir surette gösterdi» o: hani bildiğiniz o fürkanı, o hakk-u batılı ayıran, vazifelerinizi öğreten, bir mislini yapmaktan herkesi âciz bırakan Kur’ân mu'cizesini ıbadet ve ubudiyyet ile mümtaz ma'lûm kulana âyet âyet indiren o zati ecell». Şübhe yok ki, onun o Fürkan kendisine indirilmiş olan ma'lûm kulu: abdi hassı: Resuli ekremi Muhammed Mustafa sallallahi aleyhi vesellem olduğu da belli ((.......) bak). Ona o fürkanı niçin indirdi (.......) bütün zevil'ukul alemlerine bir nezir olsun diye - NEZİR, Münzir, ya'ni inzar edici ma'nâsına sıfati müşebbehedir, Beşîr ve mübeşşir gibi, inzar ma'nâsına masdar da olur nekîr ve inkâr gibi, burada inzar edici ma'nâsına olması zâhirdir.

İNZAR; Korkunç haber vermek, bir şey'in akıbetindeki ve hamet ve tehlükeyi ıhbar ederek kocundurmak sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek demek olan müjdenin zıddıdır [Sûre-i Bakarede (.......) bak]. Binaenaleyh beşîr ve mübeşşir müjdeci demek olduğu gibi nezîr ve münzir de tehlüke haberiyle korkutan muhbir, Peygamber, Resul demek olur. Sahib fürkan sallallahü aleyhi vesellem (.......) gibi âyetlerle ma'lûm olduğu üzere hem mübeşir hem münzirdir. Allahü teâlânın hem rahmetinin müjdecisi, hem azâblarının habercisidir. Fakat makamına göre ba'zan bunların birisiyle iktifa olunmuştur. Netekim Sûre-i Enbiyada (.......) buyurulduğu gibi burada da (.......) buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki beyanattan anlaşılacağı vechile burada sebeb-i nüzul olan kâfirlerin küfr-ü muanedelerine karşı inzar makamında tebşir kelimesinin tasrihi beraati istihlâl belâgatine münasib olmazdı. Ve bu nükte (.......) nin ulüvv ve azamet ma'nâsına olmasını takviye eder. Bununla beraber bu inzarda ve bunun kuvvetini ifade eden Furkanın tenzilinde Peygamber ve mü'minlere bir tebşir ve rahmet ma'nâsı mündemicdir. Bu cihetle tebşirin fahvayi kelâm ile iltizamen ifade edilmesi dahi ayrıca bir belâgat olmuştur. Bu da

«Tebareke» nin feyz-u ata ma'nâsını tebadür ettirir. Fatihada tafsıl olunduğu üzere âlem kelimesi Allahü teâlânın zat ve sıfatından maadanın hepsine ıtlak olunur, cemi'lenmesi de bütün envaına şümul ifade eder. Onun için burada ba'zı müfessirîn (.......) mazmunu üzere Hazret-i Peygamberin kâffei mahlûkata da meb'us olduğuna istidlâl etmişlerdir. Lâkin aklı olmıyanları inzarın hikmet ve faidesi anlaşılmaz. Binaenaleyh burada Fatihadaki gibi taglibe karîne yoktur. Âlemîn cem'i hakikati üzere zevilukul âlemlerine masruf olmak zâhirdir. Cumhurun da kavli budur. Zevilukul âlemleri ise İns-ü Cinn ve Melâikedir. Âlûsî  tefsirinde der ki, aleyhıssalâtü vesselâmın İns-ü Cinne mürsel olduğu dinde bizzarure ma'lûmdur. Münkiri ikfar olunur. Sübkî gibi bir zümrei muhakkikîn Melâikeye dahi mürsel olduğuna kail olmuşlar ve ba'zıları bu âyetle istidlâl eylemişlerdir. Ma'sum olanlara irsalin faidesi de da'vetine ittiba ile şerefine hizmettir. (.......) Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün âlemîni inzar salahiyyeti ne büyük kuvvet-ü şandır ve bu kuvveti getiren Fürkan ne büyük bürhan ve fermandır. İşte Peygambere bu fürkan ile bu büyük kuvvet ve salâhiyyet bahş edilmiş bulunuyor. O halde o kulun efendisi ona o fürkanı indirmiş olan mevla ne yüce, ne kutlu tanrıdır!..

2

O ki, hep Göklerin, yerin mülkü onun, hem hiç bir veled edinmedi, hem mülkte ona hiç ortak da yok, her şeyi yarattı da bir takdir ile her birinin hadd-ü mıkdarını ta'yin ederek hepsinin mukadderatını hazırladı

(.......) bütün Göklerin ve Yerin mülkü hep onun - gerek Gökler ve gerek Yer ve gerek bunlardaki yukarıda ve aşağı bütün şeylerde mülk ya'ni tasarrufı küllî; yaratmak, yok etmek, yaşatmak, öldürmek, muktezayı hikmetine göre dilediği gibi emr-ü nehy ile hükümdarlık, saltanat, şehinşahlık hep onun, yalnız onun, başkasının istiklâli olmadığı gibi iştiraki de yok. (.......) Hem hiç veled edinmedi - veledi olmaktan münezzeh olduğu gibi bir evlâdlık da edinmiş değil, Nesara, nın dediği gibi değil (Sûre-i Bakareye ve Sûre-i Mâideye ve surei Tevbeye bak) (.......) Hem mülkte hiç bir şeriki de yok Sineviyyenin dediği gibi de değil (.......) kavli celîlindeki kasırdan bu da anlaşılmıştı. Böyle iken ayrıca tasrih edilmesi, ikidir, üçtür diye şirk iddia edenleri açıkça redde ihtiman içindir. (.......) Cümlesinin araya konması da bunun içindir. Bu suretle evvelâ bunun evvelkine tabi' olmayıp ayrıca maksud bizzikr olduğu gösterilmiş, saniyen veled ittihazının neticesi dahi şirk demek olacağından ademi ittihazın hikmeti de anlatılmıştır.

Ya'ni bu cümle evvelkine değil, ikinciye ma'tuftur. İyi amma bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar büyük mülk evlâdsız ortaksız yap yalnız nasıl idare olunur denecek olursa buna karşı vavı istiynafiyye ile buyuruluyor ki, (.......) her şeyi yarattı - başka birinden almadı, kazanmadı, doğurmadı, yarattı, yokken vücude getirdi (.......) de künhüne irilmez bir takdir ile her birine bir hadd-ü mıkdar ta'yin ederek hikmetine göre dilediği gibi hepsini bütün mukadderatıyle hazırladı - onun için güçlük yok, her şey bütün mukadderatıyla - onun yedi kudretinde müsahhar, mümlûk, mahlûk, hepsini dilediği gibi kullanır, bu suretle her şeyin bir hadd-ü var ki, onu tecavüz edemez. Onun kudretine ise hadd ü pâyan yok, binaenaleyh hiç bir şey, mahlûkıyyet haddini tecavüz edip de ona şerik olmasına imkân bulamaz, o öyle yüksek, öyle Tebarek.

Bu Fürkan ile hakıkat, tesbit ve tebliğ edildikten sonra inzarın sebebine geçilerek buyuruluyor ki,

3

Böyle iken andan başka bir takım ma'budlar edindiler ki, hiç bir şey halk edemezler, kendileri halk olunup duruyorlar, kendi kendilerine, ne bir zarara ne de bir menfeate malik değiller, ne mevte mâlikler, ne hâyata ne de nüşûre

(.......) böyle iken tuttular da ondan başka bir takım ilâhlar (ma'budlar) edindiler - o her şeyi yaradını bıraktılar da onun berisinde öyle şeylere taptılar ki, (.......) hiç bir şey yaratamazlar (.......) fakat kendileri halk edilir dururlar - ya'ni kendilerinin mahlûk oldukları görülüp duruyor. yâhud ma'bud diye yalan yere uydurulup duruyorlar.

HALK, yokken iycad etmek, ya'ni yaratmak ma'nâlarına geldiği gibi (.......) kabîlinden yalan uydurmak ma'nâsına dahi gelir. Burada ba'zı müfessirîn bu ma'nayı tercih etmişlerse de zâhir olan evvelkidir. Allahdah ma'adâ tapılan şeylerin hepsi putlar gibi yalan, uydurma ma'bud olduğu, mahlûk olmalarından da anlaşılır. Ilmî noktai nazardan ifadenin asıl ruhu da mahlûkün hâlık yerine tutulmasındaki tenakuzu göstermektedir. Bunu daha ziyade izah için buyuruluyor ki, (.......) ve kendi kendilerine bir zarara da malik değiller bir men'feate de - bu cümlenin tefsirinde «ve kendilerinden ne bir zararı def'a ne de kendilerine bir menfeati celbe güçleri yetmez » deniliyor, çünkü (.......) müahhar olan zarar fi'linin sılası addolunuyor. Ve bir şey'in kendine ızrar etmesi ma'kul olmadığından, darr, def'ı darr ma'nâsına hamledilmiş oluyor. Bu ma'nâ ise sâlibei külliyye olarak yalnız câmid putlara muntabık olabilir. Bu ise hem kasır hem de nazmı celîlin zâhirinden uzaktır, (.......) da asl olan ta'lil olduğu gibi (.......) ye taalluku da zâhirdir. (.......) değil (.......) buyurulmuştur. O halde (.......) demek olmalıdır. Nefyedilen yalnız kendilerine teallük eden nefi' ve darr değil, kendi zatlarının ılliyyetiyle mutlak nef'i ve darrdır.

Ya'ni kendiliklerinden lizatihim hiç bir zarar ve menfeat yapmağa kadir değillerdir. Bizatihim olsalar bile lizatihim değillerdir. Şayed ba'zılarında mesalâ Güneşte veya Firavn gibilerde, yâhud Mesih gibilerde bir menfeat veya mazarrat görülmüşse o onların lizatihi kendi kudretlerinden, milklerinden değil, hâlık tealânın verdiği kudret ve kuvvettendir. Lizatihi olsa idi fanî olmazdı. Bu ma'nâ (.......) mazmununa da mutabıktır. Burada zararın takdim edilmesi de şayanı dikkattir. Def'i zarar celbi menfeatten akdemdir kaidesine işaretle zararı def'edemiyen bir benfeat celbedemiyenden daha âciz olduğunu anlattığı gibi izrar etmenin nâfi' olmaktan kolay olduğunu da anlatır. Bir de Allahdan başkasına tapanların menfeat hissinden evvel zarar korkusiyle taptıklarını iş'ar eder. Çünkü cebabire ve zalime insanları en ziyade tedhiş siyasetiyle kendilerine perestiş ettirmeğe uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok zavallılar o kuvveti onların kendilerinin imiş gibi farz ederek korku belâsıyle onları ma'bud yerine koyar Allah’ı unuturlar ve lâkin bilmeleri lâzım gelir ki, esasen o kuvvet ve kudret onların değildir, Allah murad etmeyince onlar kendi başlarına ne bir zarar yapabilirler ne bir menfeat (.......) ne mevte maliktirler ne hayata, ne de nüşure - NÜŞUR, neşir gibi ba'zan müteaddi ba'zan lâzım olur. Meteaddi olurlarsa bir şey'i açıp yaymak ma'nâsına gelirler ki, lisanımızda neşr ve neşriyyat ve menşur bu ma'nâdandır. Bunun lâzımına intişar denilir, lâzım oldukları zaman ise ölmüş bir şey'in dirilip kalkması ma'nâsınadır ki, Kur’ân’da nüşur umumiyyetle bu ma'nâyadır. Bunun müteaddisinde inşar denilir. (.......) gibi. Binaenaleyh bu ma'nâ şu olur: ne ölüm ellerindedir ne dirim, ne de ölümden sonra Âhırette kalım, bunların hiç birinde ne kendileri ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf edemezler. Bunlara malik olmıyan ise ma'bud olamaz. Böyle iken bütün bunlara malik olan Allah’a kulluğu bıraktılar da öyle âcizlere taptılar. Nübüvvete gelince:

4

Ve o küfredenler "bu sırf bir iftira onu o, uydurdu, diğer bir kavim de buna karşı ona muavenette bulundu" dediler, doğrusu zulm-ü tezvire gittiler

(.......) ve o küfredenler - bu beyanata karşı - dediler ki, (.......) bu - Kur’ân fürkan falan değil (.......) sırf bir iftira (.......) onu o uydurdu - (.......) ve buna karşı diğer bir kavim de ona yardım etti - yabancılardan Yehüdîlerden öğreniyor dediler (Sûre-i Nahilde (.......) bak). (.......) böyle zulm-ü tezvire - büyük bir haksızlığa ve yalancılığa - gittiler

5

"Ve o evvelkilerin esatıyrı, onları yazdırtmış da sabah akşam kendisine onlar okunuyor" dediler

(.......) ve evvelkilerin esatıyrı -(esatıyr kelimesi hakkında Sûre-i En'ama bak) (.......) onları kendine yazdırtmış da (.......) işte sabah akşam kendisine o okunup duruyor» dediler - haksızlıkta, yalancılıkta, müzevvirlikte bu derece ileri gittiler. Böyle zalim müzevvirlere karşı başka sözün lüzumu yok, sade

6

De ki, onu, o göklerde ve Yerde sirri bilen indirdi, hakikaten o, rahim bir gafûr bulunuyor

(.......) onu, de: «o Göklerde ve Yerde sirri bilen indirdi - ya'ni o sizin zu'munuz gibi uydurma veya eşatirî evvelîn değil, esrarı ilâhiyyeyi mütezammın Semavi bir kitabı münzeldir. Çünkü onu Göklerin Yerin sirrini bilen Allahü teâlâ indirdi (.......) o hakıkaten gafur bir rahîm bulunuyor - onun için o zulm ü tezvire karşı ukubetlerinizi isti'cal etmiyor da te'hır buyuruyor.

7

Bir de "bu Peygambere ne oluyor? dediler: yemek yiyor ve çarşılarda yürüyor, ona bir Melek indirilse de maıyyetinde yaver bir savulcu olsa ya!

(.......) Rivâyet olunduğuna göre Kureyşten Utbe ve Şeybe ibnârebîa, Ebü Süfyan İbn-i Harb, Nadr ibnilharis, Ebülbuhtüri, Esved İbnilmuttalib Zem'atibnil'esved, Velid İbnilmugıyre,

Ebû cehl İbn-i Hişâm, Abdullah İbn-i Ebîümeyye, Ümeyyetibni Half, As İbn-i Vail, Nebih İbn-i Haccac ile Münebbih İbn-i Haccac toplanmışlar ve birbirlerine «Muhammede bir haber salın, kendisiyle bir konuşun, bir muhasebe münakaşa edin ki, ma'zur olasınız » demişler ve bunun üzerine «kavmin senin için toplandılar, seninle konuşmak istiyorlar» diye haber salmışlardı. Aleyhıssalâtüvesselâm geldi» ya Muhammed, biz senin hakkında ma'zur olalım diye sana haber gönderdik. İmdi bak sen eğer bu sözle mal istiyorsan sana mallarımızdan mal toplarız ve eğer şeref istiyorsan seni Efendi tanırız, büyükleriz ve eğer mülk istiyorsan seni melik yaparız» dediler. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki, «bende dediklerinizden hiç biri yok, ben size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref için, ne de üzerinizde melik olmak için getirmedim ve lâkin Allahü teâlâ beni size bir Resul olarak gönderdi ve bana bir kitab indirdi ve size bir beşîr-ü nezîr olmamı emreyledi, ben de size rabbımın risaletini tebliğ ve hayırhahlıkla nasıhat eyledim. Eğer siz getirtiğimi kabul ederseniz o sizin Dünya ve Âhırette nasibinizdir ve eğer onu bana reddederseniz Allah azze ve celle benimle sizin aranızda hukmünü verinciye kadar ben Allahü teâlânın emrine sabrederim. Ya Muhammed, dediler! Eğer arz ettiklerimizden hiç bir şey kabul etmiyeceksen o halde kendin için rabbından işte: maıyyetinde seni tasdık edecek ve senden bizi def'eyliyecek bir Melek göndersin, hem işte sana bağlar bostanlar ve altından gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmadan kurtarsın, çünkü sen de bizim gibi çarşılarda dolaşıyor geçimlik arıyorsun, eğer zu'mettiğin gibi Resul isen o vakit fadlını ve rabbının ındindeki menzileni anlarız. Buna karşı Resulullah hayır, ben size onun için ba's olunmadım, Allahü teâlâ beni bir beşîr-ü nezîr olarak ba'ş buyurdu dedi, işte bu âyetler bu sebeble inzal buyuruldu. (.......)

(.......) de «ma», istifhamiyye, «lâm » harfi cerrolduğundan kaide (.......) şeklinde muttasıl yazılmak idiyse de hattı İmamda (.......) suretinde «lâm» ayrı yazılmış ve binaenaleyh burada yazılmak sünneti mu'tebere olmuştur.

8

Veya ona bir hazîne bırakılıverse, yâhud güzel bir bağçesi olsa da ondan yese ya! hem o zalimler "siz, sırf büyülenmiş bir adama tabi' oluyorsunuz" dediler

9

Bak senin hakkında ne kıyaslar, ne temsiller - yaptılar da çıkmaza saptılar, artık hiç bir yol bulamazlar

10

Öyle yücedir o ki, dilerse sana ondan daha hayırlısını verir, Altından ırmaklar akar Cennetler, sana köşkler de yapar

(.......) Ne mübârekedir o ki, dilerse - (.......) sana ondan - onların söyledikleri hazine ve bağçelerden - daha iyisini verir - sâde bir Cennet değil (.......) Cennetler - hem (.......) altından ırmaklar akar Cennetler - verir, ya'ni Âhırette va'd buyurduğu Cennetler gibi dilerse Dünyada da verir, dari islâm olur (.......) senin için köşkler de yapar.

11

Fakat onlar saati tekzib ettiler, biz ise o saati tekzib edenlere öyle bir saıyr, çılgın bir ateş hazırladık

(.......) BEL, Bir atıp harfidir ki, asıl ma'nâsı ıdrabdır. Ba'zanda hattâ gibi terakkı ifade eder. IDRAB, Sözü üstünden altına çevirmek, ya'ni mâkablinden sarfı nazar ettirerek maba'dine tevcih eylemektir. Bunu belki diye terceme etmek meşhur olmuştur. Filvakı' lâfzan da ondan me'huz denecek kadar uygundur. Lâkin lisanımızda «belki» ıdrabdan ziyade ümid ve ihtimal için kullanılmaktadır. «Dur bakalım belki gelir»

demekte hiç ıdrab ma'nâsı yoktur. Idrab, «yok, hayır» «daha doğrusu» demektir. Bu ma'nâ kasr-u istidrâke şebîh olduğu cihetle son zamanlarda fakat kelimesi de «bel» ve «lâkin» yerinde kullanılır olmuştur. Bu surette «fakat onlar saati tekzib ettiler» demek olur - bu cümle yukarıdaki (.......) kıssasına ma'tuf ve ondan ıdrab ile diğer küfürlerini hikâyeye ve inzari sariha intikaldir.

Ya'ni daha doğrusu onlar Sâate, Kıyamet ve Âhırete inanmıyorlar, Kur’ân’ın öyle uydurma olmadığını bilmediklerinden değil, Âhırete, cezaya inanmadıklarından dolayı o küfrü dalâle düşüyorlar, o zulm'ü tezvire gidiyorlar. (.......) Halbuki biz o sâati tekzib eden kimselere öyle hâil bir saıyr hazırlamışızdır ki,

12

Ki, onları gördüğü vakıt ona mahsus bir hışımlanma, bir zefîr işitirler

(.......) onları uzak bir mekândan gördüğü vakıt - ki, onlar gerek görsünler gerek görmesinler (.......) onun müdhiş bir gazablanma ve sümürmesini işitirler - TEGAYYÜZ, Gayzlanmak, öfkelenmek, ZEFÎR, içeri nefer almaktır. Demek ki, Cehennem onları uzaktan gördüğü vakıt öfkesinden dehşetli sesler çıkarıyor ve sümürmek için içine çekiyor. Burada görülüyor ki, gayzlanmak zefîrlenmek gibi görmek de Saıyre nisbet edilmiştir. Onlar Cehennemi gördüğü vakıt değil, Cehennem onları gördüğü vakıt, bu ise Cehennem ateşini bir idrâk sahibi gibi tasvir demektir. Bunu bir çokları «görünecek bir mevkı'de bulundukları vakıt» demek gibi mecazî bir ma'nâya hamletmek istemişlerdir. Lâkin Cehenneme fi'li idrâk nisbet edilmesi sâde burada değil (.......) âyeti (.......) hadîsi gibi diğer yerlerde de vârid olmuştur. Bir de Âlûsî nin naklettiği vechile Taberanî ile İbn-i

Merduye Mekhûl tarikıyle Ebû Ümâme radıyallahü anhten şunu tahric eylemişlerdir: demiştir ki, «Resulullah sallallahü aleyhi vesellem: her kim müteammiden bana atfen yalan söylerse Cehennemin iki gözü arasında oturacağı yere hazırlansın» buyurdu, ya Resulallah Cehennemin gözü var mıdır dediler, işitmediniz mi Allahü teâlâ (.......) buyuruyor, gözleri olmasa görür mü? » Buyurdu. Şu halde te'vile gidilmeyip mes'eleyi Allahü teâlânın kudretiyle sirrî bir surette mülâhaza etmek ıktiza eder. Bâhusus (.......) ıhtarından sonra bunun o sirriyyete bariz bir alâkası göze çarpmaktadır.

13

Ve çatılıp çatılıp onun dar bir yerine atıldıkları vakıt de orada helâke haykırırlar

(.......) Orada «süburâ» ya'ni ey sübûr, ey helâk neredesin gel de bizi kurtar diye feryad ederler.

14

Bir helâke haykırmayın bugün çok helâke haykırın

15

Ya o mı hayırlı, yoksa müttekilere va'dolunan Huld Cenneti mi Ki, kendilerine bir mükâfat, ve âkıbet varacakları bir me'va bulunuyor

16

Onlar için orada ne isterlerse var, hem ebedî kalacakları, Rabbının uhdesinde bu "bir va'di mes'ul" bulunuyor

(.......) Va'di mes'ul, istenecek va'd, yâhud istenildiği halde va'd, ya'ni Allahü teâlâ onu kullar tarafından istenilmek şartıyle va'd-ü teahhüd buyurmuştur.

17

Hele o gün ki, onları Allahdan başka taptıkları şeylerle haşredip de siz mi saptırdınız kullarımı yoksa kendileri mi yolu gaib ettiler diyeceği gün?

18

Sübhansın, demişlerdir: Senden başka veliler ittihaz etmemiz (olunmamız ) bize yaraşır değildi ve lâkin sen onları ve atalarını zevka daldırdın, o kadar ki, nihayet zikri unuttular ve helâke giden bir kavm oldular

19

Demek sizi sözünüzde yalancı çıkarmışlardır, artık ne savmağa ne de bir yardıma çare bulamıyacaksınız ve içinizden her kim zulmederse ona büyük bir azâb tattıracağız

20

Biz senden evvel de Peygamberleri başka türlü göndermedik, şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşılarda geziyorlardı (sokaklarda yürüyorlardı) bir de ba'zınızı diğerine bir fitne kılmışızdır ki, bakalım sabredecek misiniz? Maamafih rabbın basîr bulunuyor

21

Bununla beraber likamızı ümid etmiyenler dediler ki, "o melâike bizim üzerimize indirilse ya, yâhud rabbımızı görsek â" celâlime kasem ederim ki, doğrusu nefislerinde kendilerini büyüksündüler, büyük azgınlık ettiler

(.......) bu cümle (.......) cümlesine ma'tuf ve o kâfirlerin diğer saçmalarını hikâye ile redd ü inzardır.

RECA, meşhurda emel (arzu) demektir. Ekser lügaviyyun birini diğeriyle tefsir etmişlerdir. Maamafih aralarında ince fark gösterenler de vardır. İbn-i Hilâlin Fürukunda «emel, müstemirr bir recadır. Onun için bir şey'e nazar, müstemirr olup uzayınca «teammül etti» denilir. Bir de emel, mümkinde ve muhalde olur, reca ise mümkine mahsustur. denilmiş» Mısbahta da derki: emel, ye'sin zıddıdır. Ve ekser isti'mali, husulü beîd olandadır. Tama husülü karib olanda olur. Reca ise emel ile tama' arasındadır. Çünkü reca eden me'mulünün hasıl olmamasından korkar, bu i'tibarla tama'ma'nâsına da kullanılır. (.......) Reca nefiy halinde ba'zan havf ma'nâsını da ifade eder ki, buna lügati tihamiyye denilmiştir. Buna göre (.......) korkmazlar», meşhure göre arzu etmezler, tahkıka göre de ümid etmezler demek oluyor ki, burada en münasib olanda budur. LİKA, aslında bir şey ile buluşmaktır. Temass, şart olmaksızın bir şey'e vüsul diye de ifade edilmiştir. Rü'yete de ıtlak olunur. Binaenaleyh likaullak rü'yetullah veya Allah’a irmek yâhud Kıyamet günü hisab ve ceza için Allahü teâlânın karşısına çıkmak demek olur. Ve karşımıza çıkacaklarını ümid etmiyenler demek haşr-ü neşre, Âhıret mes'uliyyetine inanmadıkları için Allahdan korkmayanlar demeyi de ifade eder.

Ya'ni: Allah’ı görmiye yüzü olmıyan, Allah’ın karşısına çıkacaklarını, azâbına çatacaklarını ümid etmiyen, Âhırete inanmaz Allahdan korkmazlar (.......) o Melekler bizim üzerimize indirilse ya (.......) yâhud rabbımızı görsek a dediler (.......) celâlim hakkı için gönüllerinde kendilerini büyüksündüler - çünkü öyle demekle kendilerini Peygamberin yerinde veya daha üstün görmek istiyorlar ve hattâ Allah’a karşı azamet furuşluk ediyorlar (.......) ve büyük bir haksızlıkla azgınlık ettiler - bunca beyyinâtı tanımadılar da nüfusi kudsiyyenin bile önüne çekilmiş olan (.......) perdesinin nefsi habîslerine karşı yırtılmasını istediler.

Evet, onlar Melâkeyi görmiyecek değiller fakat

22

Melâikeyi görecekleri gün, mücrimlere o gün müjde yoktur, (.......) yasak yasak diyeceklerdir

(.......) Melâikeyi görecekleri gün (.......) mücrimlere o gün müjde yoktur - o halde o azgın mücrimlere hiç müjde yoktur (.......) ve (.......) derler (.......) bir düşman rastgeldiği veya bir mekruh hücum ettiği sırada söylenir bir ta'bir dir ki, fi'li mahzûf mef'uli mutlak halinde te'kidi bir cümledir. Fi'li (.......) veya (.......) takdirinde emir veya mazı olabilir ve bu suretle yerine göre ya bir duâ ve istiaze, ya'ni bir yalvarış ve sığınış yâhud da bir men-u tehdid ifade eder. Bir duâ olduğuna göre "etme kıyma, evlerden ırak, dağlara taşlara" demek mealinde olur. O birinde de «yasak memnu' yâhud davranma» demek gibidir. Burada her iki ma'nâ ile tefsir edilmiştir. (.......) Zamiri mücrimlere raci' olduğuna göre mücrimler o Melâikeye «aman etmeyin kıymayın bizim yanımıza yanaşmayın öte öte» derler, Melâikeye raci' olduğu takdirde de Melâike, o mücrimlere «davranmayın size o müjde ve Cennet men'edilmiş yasak, kat'ıyyen yasak» derler.

23

Hem varmışızdır da her ne amel işledilerse onu bir hebâi mensûre çevirmişizdir

(.......) Hem varmışızdır (.......) amel denecek, ya'ni hayır kabilinden her ne yapmışlarsa da (.......) onu bir hebai mensûre çevirmişizdir. Heder etmişizdir.

HEBA, bir pencereden Güneşin zıyası vurduğu zaman içinde uçuştuğu görünen tozdur. MENSÛR, saçılmış demektir. Zaten dağınık demek olan hebâyı bir de bu suretle tavsif, onu bir daha saçılmış olarak tasvirdir ki, hiç görülmez olur. Burada bir istiarei temsiliyye vardır. Şöyle ki, bütün amelleriyle halleri, ısyan etmiş ve binaenaleyh hukümetleri tarafından varılıb bütün tutamakları parçalanarak dağıdılıb ifna edilmiş bir kavmin haline benzetilmiştir.

Yâhud kudum kasıddan mecaz olduğu gibi büsbütün heder edilmiş hiçe indirilmiş olan amelleri de kendisinden maksud olan gayeden uzak kalmak ve bir hedefe dizilmeleri kabil olmamak i'tibarıyle bir hebâi mensûre benzetilerek teşhibi müfred suretiyle ayrı ayrı birer istiare yapılmıştır.

Ya'ni o mücrimlerin müsafire bakmak, akribayı gözetmek, biçarelere yardım etmek, insanlığa yarar bir iş yapmak gibi ba'zı amelleri varsa bile o küfr-ü tuğyanları yüzünden hepsi heder olmuştur. Hiç birinin hayrını göremezler. Öyle mücrimler değil,

24

Eshabı Cennettir ki, o gün eğlendiği yer hayırlı, dinlediği yer pek güzeldir

(.......) eshabı cennet - ya'ni (.......) âyetiyle beyan buyurulduğu üzere Cennet kendilerine mev'ud olan müttekıler. (.......) O gün - o Melâikeyi görecekleri gün (.......) karargâhca hayırlı (.......) istirahatgâha daha güzeldir - MÜSTEKARR, karargâh, ya'ni oturmak konuşmak için ekser evkatta durduğu yer, MAKÎL, kaylûle yeri, habgâh, kuşluk uyuduğu, istirahat ettiği yer demektir. Cennette uyku olmadığına göre burada makîl, sade istirahatgâh diye tefsir olunuştur. Bununla beraber o günün yarısında hisabdan kurtulunacak da ehli Cennet Cennette, ehli Cehennem de Cehennemde bir kaylûle yapacaklar diye de rivayet olunmuştur.

25

Hem o, Semânın gamâm ile yarılacağı ve Melâikelerin peyderpey indirildiği gün

(.......) Hem Semanın gamâm ile çatlıyacağı - (.......) kavli celîlinde zikr olunan gamâmın tulûu sebebiyle Semanın şakkolacağı (.......) ve Melâikenin peyderpey indirildiği o gün

26

Mülk o gün elhak rahmânındır, kâfirlere ise o pek zorluklu bir gün olur

(.......) mülk o gün elhak Rahmanındır. - Çünkü o gün her mülk zeval bulur. Ancak Rahmanın hakkı olan mülk kalır (.......) ve kâfirlere pek zorluklu bir gün olmuştur.

27

Hem o gün ki, zalim ellerini ısıracak eyvah diyecek keşke Peygamberin maıyyetinde bir yol tutaydım

(.......) Hem o gün ki, zalim ellerinin üstünü ısıracak (.......) eyvah bana diyerek: keşke ben Peygamberin maıyyetinde bir yol tutaydım - ma'lûm ki, el ısırmak hıddet ve hasretle nedametten kinayedir, zalimden murad cinstir. Şu kadar ki, sebeb-i nüzul Ukbetübni Ebi müayt denilmiştir.

28

Eyvah keşke falanı dost tutmıyaydım

(.......) Vay şu başıma gelene (.......) keşke ben (.......) fülanı dost edinmeyeydim - fülan, a'lâmdan kinayedir, netekim ecnastan kinaye de (.......) hen (lisanımızda şey) denir.

29

Vallahi o sapıttı beni zikirden, bana gelmiş iken, öyle ya Şeytan insana çok hızlânkâr bulunuyor

(.......) alimallah beni şaşırttı, zikirden sapıttı: gelmişken bana - zikirden murad, zikrullah, kitabullah yâhud Peygamberin va'z-u nasıhatı, yâhudda sebeb-i nüzulüne nazaran kelimei şahadettir. (.......) Ukbetübni Ebi müayt Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellemin meclisine çokça gelirmiş, bir gün zıyafete da'vet etmiş, iki kelimei şehadeti söylemedikçe yemeğini yemekten imtina' buyurmuş, o da yapmış, Übeyy İbn-i half de onun sadikı imiş, kendisine ıtâb etmiş

«sapıttın» demiş, yok demiş ve lâkin evimde yemeğimi yemekten imtina' etti, onun için utandım da şehadet ediverdim, hayır demiş, sen ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden hoşnud olmam, bunun üzerine Darünnedvede secdede iken rast getirmiş, o haltı etmiş.

O vakıt aleyhissalâtü ves-selâm, Mekke haricinde rast gelirsem sana mutlak başına binerim buyurmuştu. Bedr günü esir edilmekle Hazret-i Aliye emir buyurup boynunu vurdu, Übeyy de Uhudde bübarezede aldığı yaradan Mekkeye vardığında öldü, işte Ukbeye zikir, o suretle gelmişken Übeyy şeytanetle onu sapıtmıştı - (.......) öyle ya Şeytan, insana çok hızlânkâr olmuş - HIZLÂN, yardımsız bırakmaktır. Hazul ondan mubalâga sıygasıdır.

Ya'ni gerek Cinden olsun gerek İnsten Şeytan insanın hayrına dost olmaz, kendi hisabına bir felâkete sürüklemek için dost gürünür, nihayet başı sıkıntıya gelince onu yardımsız bırakır çekiliverir.

30

Peygamber de "yarab, kavmim bu Kur’ân’ı mehcur tuttular" demekte

(.......) Peygamber de, ya rab! demekte - ya'ni bir taraftan da Peygamber Allah’a böyle şikâyet etmektedir: (.......) kavmin bu Kur’ân’ı mehcur tuttular - mechur tutmak iki ma'nâya gelir birisi terkedib uzak durmak, amel etmemektir. Netekim bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: «her kim de Kur’ân’ı öğrenir de mushafını asar, ilişik etmez ve bakmazsa Kıyamet günü gelir yakasına sarılır «ya rab! bu kulun beni mehcur tuttu, benimle arasında hukmünü ver» der. Birisi de hakkında hezeyan ettiler, saçma, esatırul'evvelin diye saçmaladılar demektir. Peygamberin bu suretle şikayetini söylemek ise büyük bir tehdiddir. Çünkü Peygamberler kavmini Allah’a şikayet ettikleri zaman haklarında azâb ta'cil buyurulmuştur.

31

Ve işte biz böyle her Peygamber için mücrimlerden bir düşman yapmışızdır, maamafih hâdi de rabbın yeter nasîr de

(.......) Ve işte böyle - ya Muhammed, sana yaptığımız gibi (.......) her Peygamber için de mücrimlerden düşman yaptık - ve binaenaleyh sen de onlar gibi sabret, onları kahretmek için (.......) yolu gösterecek, yardım edecek de rabbın yeter.

32

Yine o küfredenler dediler ki, o Kur’ân ona cümlesi birden indirilseydi ya! Biz onu gönlüne iyi tesbit edelim diye böyle ındirdik ve fevkal'âde bir tertil ile tertil eyledik

(.......) yine küfredenler (.......) Kur’ân onun üzerine cümlesi birden indirilseydi ya dediler - ki, ma'nâsız bir ı'tiraz [1] gûya Tevrat birden indirilmiş te Kur’ân da öyle olsa imiş, halbuki ruhı mes'ele olan ı'caz keyfiyyeti müteferrikan indirilmesiyle cümleten indirilmesinden fark edecek değil, bil'akis tefrikın fazla fevaidi de var. Ezcümle (.......) bu vechile kalbini iyi tesbit edelim diye böyle indirdik - böyle ayrı ayrı cümle cümle indirilmekle evvelâ, zabt-u hıfzı sağlam olacak, saniyen, peyderpey vakayia göre inişinde ma'nâ ı'tibariyle daha ziyade bir basıyret ve derinlik, hem nazarî ve hem amelî bir kıymet ve kuvvet bulunacak, salisen, her yeni inen necm ile ayrıca bir tehaddi yapılıp muarazasından âciz bırakılmakla her birinde yeni bir kuvveti kalb verilecek, rabian, nâsıh ve mensuh ile zamanına göre ahkâm teşriı, beyan ve tefsirin usul ve kavaıdi metenevviası öğretilecek ilh... Bu suretle (.......) ve emsalsiz bir tertil ile tertil eyledik - ağır ağır, güzel bir okuyuş okuduk

33

Hem onlar sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki, mutlak biz sana hakkı ve tefsirin daha güzelini getirmiş olmıyalım

(.......) hem sana her hangi bir mesel ile gelmezler ki, - ya'ni mesel denecek derecede acîb her hangi bir suâl veya hal ile gelmezler ki, - (.......) behemehal biz sana hakkı ve tefsirce daha güzelini getirmiş olmıyalım - işte cümlesinin birden indirilmemesinde bir de bu fâide vardır.

34

O yüzleri üstü Cehenneme haşrolunacaklar, onlar mevkı'ce çok fena, yolca da en sepıktırlar

(.......) Öyle Cehenneme yüzleri üstü - ya'ni tepeleri aşağı veya sürüklenerek, yâhud kalbleri süfliyyâta mâil olduğu gibi yüzleri de ona müteveccih olarak - haşrolunacak kimseler - (.......) işte onlar mevkı'ce en fena ve yolca en şaşkın, en sapkın kimselerdir.

35

Celâlim hakkı için Musâya o kitabı verdik, biraderi Harûnu da maıyyetinde vezir yaptık

36

Haydi âyetlerimizi tekzib eden o kavme gidiniz, dedik, binnetice o kavmi tedmir ederek helâk ettik

37

Nuh kavmini de Resulleri tekzib ettikleri vakıt gark edib kendilerini insanlara bir ıbret kıldık: hazırladık da zâlimlere elîm bir azâb

(.......) Resulleri tekzib ettikleri vakıt - burada Resullerin cemi' sıygasiyle getirilmesi şayani dikkat görülmüştür. Kavmi Nûh’un Nuhtan başka tezkib ettiği Resuller kimler? Buna şu cevablar veriliyor:

1- Nuh ve ondan evvelki Resuller, demek ki, Nuhtan evvel de Resuller varmış. Kavmi Nuh (.......) demekle hepsini inkâr etmişlerdir.

2- Hepsi tevhidde müttefık oldukları için yalnız Nûh’u tekzib de hepsini tekzib demektir.

3- Alel'ıtlak bi'seti Rüsülün cevazını inkâr etmişlerdir. Denilmiş, lâkin dördüncü bir ihtimal de varidi hatır oluyor ki, o da Nuh aleyhisselâmın gönderdiği Resuller ma'nâsına olmasıdır. Burada bu ma'nâ bize diğerlerinden akreb geliyor. Ancak bunu ikinci ile birleştirmek mümkindir.

38

Âdi de, Semûdu da, Eshabı ressi de bunların arasında daha bir çok kurunu da

(.......) RESS, örülmedik kuyu demektir, lâkin bu Eshabı ress kimler olduğu ta'yin olunamıyor. İbn-i Abbastan «o, Semûddur» diye bir rivayet var, halbuki burada atıf, mugayereti ıktiza ediyor. Katadeden «Yemamede ress, namı âharle felc denilen büyük bir karyenin sahibleri olup Semûdun bekayasından idiler, Peygamberlerini katlettiler, helâk oldular» diye rivayet olunmuş

Kâ'b, Mukatil, Suddi: «Şanı Antakyesinde bir kuyunun sahibleri ki, sahib (.......) Habibi neccarı katletmişlerdi» demişler. Vehb ve Kelbiden: «Eshabı ress eshabı Eyke gibi Şuayb aleyhisselâmın gönderildiği bir kavm idi, esnama taparlardı, kuyuları ve mevaşileri vardı, kendilerini islâm ve itaate da'vet etti, tekzib edip tuğyan ve ezada devam ettiler ve günün biri örülmemiş kuyuları olan Ressin etrafında bulundukları sırada orası çöktü yere geçtiler diye nakledilmiş. Eshabı ress Eshabı uhduddur denilmiş Hanzalete İbn-i Safvan nam Peygamberin kavmi olup ankal muğrib [1] denilen ve Fetih nam dağda sakin olarak avsız kaldıkça çoluklarını çocuklarını kapan ve her rengi bulunan büyük bir kuşla mübtelâ kılınmış idiler ki, Hanzelenin duâsıyla saıka isabet edip telef olmuş, sonra da müşarün'ileyhi katletmişler ve bunun üzerine helâk olmuşlar da denilmiş. İbn-i Abbastan bir rivayette de Ress Azerbeycan kuyusudur diye nakledilmiş, bir de Ress Meşrık bilâdından bir nehirdir, bunun sahiblerine Allahü teâlâ Yehuza İbn-i Ya'kub evlâdından bir Peygamber göndermişti, onu kuyuya attılar ve bu yüzden helâk oldular denilmiş ve daha başka rivayetler de vardır. Maamafih rivayetlerin ekserîsi Peygamberlerini öldüren veya kuyuya atan bir kavm oluduğunu söylemiş oluyorlar. Mu'cemülbüldanda der ki, «ress: kuyu, ress: ma'den ress: kavmin arasını ıslâhtır. Ebü İshak demiştir ki, Kur’ân’da ress kuyu demektir. Rivayet olunur ki, bunlar Peygamberlerini tekzib edip bir kuyuya ress, ya'ni dess eden bir kavimdir. Ress, Yemamede Felc denilen bir kavm olduğu ve Semûddan bir taifenin diyarı bulunduğu rivayet olunuyor. Her kuyu resstir. İbn-i Düreyd demiştir ki, «ress» ve tasgıri «rüseys» Necidde iki vadi veya iki mevzi'dirler. Zemahşeri diyor ki, Uleyy «ress kabliyye vadilerindendir» demiş, gayrisi de «Beni esedden Beni münkız İbn-i A'ya

nın bir suyudur demiş, asmai, ress Beni a'yanın, rüseys Beni kâhilindir demiş, diğerleri de (.......) âyetinde demişlerdir ki, ress Azerbeycan vadisidir, ve Azerbaycanın haddi «maverâyi ress» dir. Ve deniliyor ki, ress üzerinde «Erran» da bin şehir vardı, Allahü teâlâ onlara Musâ namında bir Peygamber gönderdi, Musâ İbn-i İmran değil, onları Allah’a îmana da'vet etti, tekzib ve inkâr ettiler, ısyan eylediler, o da aleyhlerinde duâ etti, Allahü teâlâ da Taiften Haris ve huveyrisi tahvil edip üzerlerine gönderdi, onun için deniliyor ehli Ress şu iki dağın altında kaldılar. Bu Ressin mahreci Kalikalâdan başlar, errana sonra Versane, sonra Mecmea uğrar, orada «Kürr» le birleşir ve ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi bir geçer Cürcan denizine munsabb olurlar. Bu Ress pek acayib bir vadidir, balığın envaı bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur derler. Miş'ar İbnilmühelhil « Beszzbabik» şehrini anlatırken demiştir ki, bir canibinde Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan sahrasına doğru çıkar, bu sahrada sahili bahir boyunca berzendden berzaaya ve oradan versan ve Beylekana doğrudur, bu sahrada beş bin kadar karye vardır ve ekserîsi harabdır. Ancak toprağı iyi ve sağlam oluduğu için dıvarları ve ebniseyi kalmıştır. İşte bu karyeler Kur’ân’da mezkür olan Eshabi ressin idi deniliyor ve bunlar Davud aleyhisselâmın katlettiği Calûtun kavmi idiler de deniliyor. (.......)

39

Ki, her birine nasıyhat olarak emsal anlatmıştık ve her birini mahv-ü perişan ettik de ettik

40

Celâlim hakkı için o fenalık yağmuruna tutulan karyeye de vardılar, artık onu görüyor değiller miydi? Doğrusu nüşur arzu etmiyorlar, uyanmak istemiyorlardı

(.......) O fenalık yağmuru yağdırılan karye - Lût kavmi şehirlerinin en büyüğü olan Sedum kasabası ki, taş yağdırılmıştı, Kureyş, Şam ticaretine giderken buraya uğrayorlardı.

41

Senide gördükleri vakıt sırf bir eğlence yerine tutuyorlar, bumu o Allah’ın Peygamber diye gönderdiği? diyorlar

42

Sahih be! Az kaldı bizi ma'budlarımdan sapıtacaktı, eğer üzerlerine sebat etmesekti! diyorlar, fakat ileride bilecekler, azâbı görecekleri gün: kimmiş o yolu daha sapık olan ?

43

Gördünmü o ilâhını hevâsı ittihaz edeni? Artık ona sen mi vekîl olacaksın

(.......) Gördün mü o ilâhını hevası ittihaz eden - HEVÂ nefsin kendiliğinden meylettiği arzusu,

mücerred keyfidir. Hevasını ilâh ittihaz eden denilmeyip de ikinci mef'ulün takdim olunması, kasır ifade etmek içindir ki, canının istediğinden başka kendine ilâh tanımayan demektir. Böyle kimselerde hiç hak perestişi yok sade bir hodkâmlık vardır. Kâmı da hakikî menfeati üzere değil, sırf nefsî ve ındî kuru kuruntudan ıbarettir. Bunlar değil, sırf nefsî ve ındî kuru kuruntudan ıbarettir. Bunlar delil, bürhan, hak, hukuk saymaz, sade kendi keyf-ü zevkına perestiş ederler, zevkleri kendilerinin mahzı felâketi olduğunu bilseler yine hakkı zevklarına feda ederler, dini de insanın mücerred hıssiyytından, ya'ni sadece keyf ve zevkından ıbaret tanırlar: gönülleri neye çekerse ona taparlar, hak zevkını aramaz, hakkın rızasını düşünmez; düşünmek istemezler, bilseler yine tanımazlar, Taberanî ve Hılyede Ebû Nüaym Ebû Umame radıyallahü anhten tahric etmişlerdir: demiş ki, Resulullah sallâllahü aleyhivesellem şöyle buyurdu (.......) Allah azze ve celle ındinde Semâ gölgesi altında Allahdan başka tapılan ma'budlar içinde uyulan hevadan daha büyüğü yoktur. (.......) artık sen mi onun üzerine vekîl olacaksın ? - evvelki istifham, takrirî bu istifham inkârîdir.

Ya'ni gördün a ona vekîl olamazsın, üzerine müvekkel olup da kurtarmazsın

44

Yoksa onların ekserîsini işitirler veya akıl ederler mi zannediyorsun? Onlar sırf hayvan gibi hattâ gidişçe daha sapkındırlar

(.......) yoksa onların ekserîsi işidir veya akleder mi sanısın? - Hayır ne delîli sem'î tanır söz dinlerler ne de delîli aklî tanır akl ile hareket ederler (.......) onlar sırf en'am gibidirler - akl-ü sem'a göre hareket etmez, mücerred hissiyyatlarına tabi' olurlar (.......) hattâ gidişce daha sapkındırlar - çünkü en'am, ehlî hayvanlar bakanlarına inkıyad ederler, kendilerine iyilik edenlerle

kötülük edenleri seçerler, menfeatlerini arar, zarar verenden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır öğrendiği yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilmiş olan kuvvetleri ta'tıl etmez, mâhulika lehine sarf eder, hak ve hayır akîdesi yoksa zulm-ü şerr akîdesi de yoktur. Onlar ise rablarını tanımazlar, onun ihsanlarına karşı nankörlük ederler, ebedi men'feat olan sevabı istemez, en büyük zarar olan ıkabdan korunmazlar, vatanlarına bile hıyanet ederler, fıtrati bozmağa, fitneler çıkarmağa çalışır, zulm-ü fesad ile türlü tezvirât ve tesvilât ile Dünyayı karıştırırlar.

Bu suretler hevaperestânın delâleti anlatıldıktan sonra Hak teâlânın delâili rübubiyyetinden, eltafı sübhaniyye ve kudreti samedaniyyesinden ba'zı şuuna nazarı dikkat celb olunarak buyuruluyor ki, :

45

Bakmaz mısın rabbına? Gölgeyi nasıl uzatmakta? Dilese idi elbet onu sâkin de kılardı, sonra nasıl Güneşi, ona delil kılmışız?

(.......) Ru'yet, «ilâ» ile sılalanınca nazar ma'nâsına olmak yâhud nazar tazaınmun etmek ıktıza eder: « bakmaz mısın rabbına» yâhud «görmedin mi baksana rabbına» demek olur. Bu bakış ve görüş kalb fi'line irca' olunmak kabil ise de zâhir olan göz fi'li olmaktır. Halbuki zatı rab, bu âlemde göz ile görülmez. Onun için müfessirîn burada bir te'vil aramışlardır. Çokları (.......) «rabbının sun'ına takdirinde olduğunu söylemişler. ba'zıları da «baksana gölgeye rabbın onu nasıl uzattı» mealinde bir kalb gözetmişlerdir. Ve bu hazif veya kalbe nükte olmak üzere de «nazardan gaye, eserde kalmayıp müessire varmak oluduğuna tenbihtir» demişler, bu ise fi'li basardan binnetice fi'li kalbe geçmek demektir. Fehmi acizaneme göre (.......) cümle-i istifhamiyyesi mahallen mecrur olarak (.......) den bedeli iştimal yapıldığı surette ne hazfe, ne kalbe hacet kalmaksızın aynı ma'nâyı anlamak kabildir. Bu surette rabba nazar, mücerred zatı i'tibariyle değil, meddi zıll keyfiyyeti gibi fi'li ve şuunı rübubiyyeti haysiyyetiyle maksud olduğu anlaşılır ki, (.......) meşhuresine muvafık olan da budur. Maamafih en doğrusu bu gibi mevaki'de ru'yeti nazardan murad müşahedesi asara müstenid ma'rifeti kalbiyyedir. Nazmı celîlin tertibi şunu iş'a eder ki, evvelâ muhatabı rabbanî olan zatı risalet gibi ehli ıhtisasın sadece izafeti nefsiyye

ile bâtından rabba bir nazar vardır. Sonra bu nazarın haricinde bir inkişaf ile fiilden faıle geçerek ona vasıl olması matlûbdur . Âyetin mazmunu bunu ne güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız:

(.......) O zılli nasıl meddetti? - Gölgeyi nasıl uzattı? - Nasıl saye endaz oldu ? - Ma'lûm ki, zıll gölge demektir. Güneşin zevalinden sonraki gölgeye Arabcada «fey» denildiği için zıll ba'zan ona mukabil olarak bilhassa sabah gölgesine denirse de esas i'tibariyle eammdır.

Ya'ni mutlaka gölge demektir. Zıll zıya ile zulmet arasında lâtıf bir keyfiyyet ve huzur ve istirahatın en mühim şartlarından olan bir ni'mettir. Kur’ân’da zulümat, nura tekabül ettirilirken zıll de harure tekabül ettirilmiştir. (.......) demek ki, zıll nurun değil, yakıcı zıyanın zıddıdır. Şu halde zulmet gibi ademî olmayıp nur ile nevamma bir imtizacı bulunan ve bir himaye ma'nâsını tazammum eden bir keyfiyyettir. Bu sebeble zıll, himaye ma'nâsına geldiği gibi bir himayenin sahai şumulüne ve orada zevk-u huzur ile istifade olunan ni'mete dahi ıtlak olunur ki, lisanımızda bu ma'nâca daha ziyade saye ta'biri kullanılır. Mesalâ zılli Arş, Arşın gölgesi, Arşın himayesi demektir. «Sâye endaz oldu sâyesinde sâyeban olduk» demek «himaye etti ni'metiyle mütena'ım olduk» demektir.

Bu ma'nâ ile dir ki, Kur’ân’da Cennete «zılli memdud» ıtlak olunmuştur. Meddi zıll ta'birinin buna da bir iyması vardır. Bu âyette (.......) «elif» lâmın ahid veya cins olmasına ve ukulün derecati fehmine göre mertebe mertebe müteaddid ma'nâlara muhtemildir. Ve hepsinde zıllin bir ni'met olması haysiyyeti melhuzdur.

EVVELÂ cinsi zıll bir ağaç, bir bina, bir dağ, bir bulut ve Arz gibi gölge vermek şanından olan her hangi bir cismi kesîfin istifade olunan gölgesi mülâhaza olunurki Ebüssüudun muhtarı budur. Çünkü herkesin anlıyabilceği gölge budur.

SANİYEN ma'nâyi ahd ile gelgelerin en hoşu olan sabah gölgesi, ya'ni tandan Güneş doğana kadar olan sabah namazı vaktı ki, ufkı şarkînin garba doğru uzanmış gölgesidir.

Müfessirînin çoğu buna kail olmuşlardır. Bunu herkes kavrayamasa bile ekseriya hevâperestlerin gâfil bulundukları bu gölgedeki ma'nâi ni'metin bir ehemmiyyeti mahsusası vardır.

SALİSEN Arzın üzerinde gök kubbe halinde imtidad eden ve hakıkî bir gölge mahiyyetinde bulunan Semâ diye tefsir edilmiştir ki, bâlâda geçen hadîsteki (.......) ta'biri izafeti beyaniyye ile bu ma'nâyı iş'ar eder.

RABİAN ma'nâyi işarî olarak bütün âlem, zıll demek olan âlemi ecsam ve HAMİSEN bütün âlem üzerindeki himayei ilâhiyye mülâhaza olunabilir ki, gölge onun bir temsili zâhirîsidir. Medd çekip uzatmak mekânda veya zamanda imtidad-ü inbisat vermek veya ibtidaen mümtedd olarak yaratmak ma'nâlarını ifade eder. Rü'yet karînesile gölgenin uzatılması ecsamın hayellerile uzak mesafelerden göze verilmesi ma'nâsına da haml olunabilir, bu da mühim bir ma'nâ olur. Hasılı gölgenin aid olduğu cisimden öteye acâib bir uzantısı vardır ki, onu uzatan rabbındır. Hevalarına tapanlar düşünmezler ki, en birinci hevaları bir gölgenin himayesine sığınmaktır. O gölgeyi uzatan ise rabbındır. O halde gölgeye değil, onu uzatan rabbına tapmak lâzım gelir.

(.......) dilese idi elbet onu sâkin de kılardı.

- Bu cümle, ma'tuflar arasında bir mu'terızadır ki, ecsamın tabiî kanunu atalet olduğuna, ya'ni hareketi ve sükünu kendiliğinden olamayıp ne verilirse onu kabul ettiğine ve hıkıkî müessir, esbabı âdiyye değil, mahzâ meşiyyeti rabbaniyye olduğuna bilhassa bir tenbihtir.

Ya'ni rabbın dilese idi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra degiştirmez, bir kararda durdururdu, lâkin durdurmaz değiştirir (.......) sonra nasıl ona güneşi delil kılmışız - (.......) medd üzerine ma'tuftur ve onun hukmünde dahıldir. Binaenaleyh «keyfe» başında demektir. Sonra burada gıyabdan tekellüme iltifat yapılmış ve azamet için cemi' sıygası irad buyurulmuştur ki, nazar eden muhataba matlûbunu gösteren bu iltifat, tam makamında ve pek ehemmiyyetli olmuştur. Öyle ki, bu azametin karşısında tutunabilecek hiç bir şey kalmıyacak ve onun için hepsi kabz olunacaktır. Güneşin gölgeye delîl kılınması ne demektir. Burada Güneş, kurs değil, zıya ma'nâsınadır. Biz biliriz ki, gölge zıyanın mukabilinde ahzi mevkı' eder.

Ve bundan bir çokları gölgeyi güneş yapıyor zannederler, gölgenin ılleti zıya sanılır, halbuki zıya gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yerde gölge kalmaz, gölge zıyanın eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır, o zıyadan evvel mevcuddur. Fakat görünmez görünüp bilinmesi zıya vasıtasile olur, zıya olması idi gölgenin mevcudiyyeti bilinmez idi, bu suretle zıya, zıddı olan gölgenin vücuduna bir delîl, bir alâmet yapılmıştır. Ziyanın muhtelif ahval ve evsafından gölgenin tahavvülât ve tağayyüratına istidlâl edebilirsiniz, gördüğünüz cisimleri zıyanın delâleti ve kılaguzluğile gördüğünüz gibi gölgelerini de zıya ile görürsünüz, ohalde görülenler eşyanın zıya ile çizilen mürtesemleri, zıya ile göze uzatılan gölgeleri, hayalleridir. Bu surette bütün görülen âlem (.......) mantukunca bir zıll-ü hayal ve bu hayal rabbına dâldır.

46

Sonra nasıl tutıp onu azar azar kendimize almaktayız?

(.......) sonra da onu tutup azar azar kendimize almaktayız. -

Ya'ni güneş doğdukça gölge çekilmekte ve Allahdan geldiği gibi yine tedricen Allah’a irca' edilmektedir. Şemsi hakıkat görününce gölge söner, Hakka döner; işte haktan uzanmış bir gölgeden ıbaret olan bütün âlemin de mahiyyeti bu, sonu budur. Maamafih iş bununla kalmıyacaktır. Bu kabzın bir de nüşuru, bu ölümün Âhırette yeni bir dirimi vardır ki, bunu şu âyetten anlıyabilirsiniz:

47

Odur o ki, size geceyi bir geygi yaptı, uykuyu bir ta'til de, gündüzü bir nüşur kıldı (yeni bir hayat )

(.......) Hem o rabbındır ki, size geceyi bir libas yaptı - bu uzatılan gölgeden birisi: Arzın gölgesi olan geceyi bedeni örten elbise gibi üzerinize bir örtü yaptı, Güneşin iz'acı delâletinden, ağyarın didei siayetinden saklar, istirahatiniz esbabından birini teşkil eder. (.......) uykuyu bir sübat - SÜBAT, kesmek, ta'tıl etmek ma'nâsından me'huz olarak rahat ve ölüm ma'nâlarına gelir, netekim istirahat gününe yevmi Sebt denilmiştir. Illeti dinip istirahat eden hastaya mesbut denildiği gibi ölüye de hayatı kesildiği için mesbut denir. Ebû müslim, rahat ile tefsir etmiş, sahib Keşşaf da mevt ma'nâsına olmasını tercih eylemiştir. Çünkü mukabilinde nüşur geliyor. (.......) gündüzü de bir nüşur kıldı - ya'ni gecenin kabzolunduğu gündüzü de yeniden bir hayata kalkış, bir ba's ba'delmevt kıldı. Balâdaki (.......) bak. Geceleyin rahat döşeğine yatıp ta'tıli faaliyyet ederek (.......) medlûlünce ölmüş bulunanlar, sabahleyin o gölge kabz olunurken uyanıp hareket ve intişara başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu nüşuru ummayanlar o hayatı arzu etmiyenlerdir.

48

Yine odur o ki, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci göndermekte, ve semâdan pampâk bir su (bir mai tahur) indirmekteyiz.

(.......) Odur da o ki, rahmetinin iki eli arasında - ya'ni önünde - müjdecileri olarak rüzgârlar göndermekterdir. - BÜŞREN, müjdeci demek olan «beşîr» in cem'i, ba'zı kıraetler de «nun» ile (.......) okunur ki, «nâşir» in cem'idir. Neşriyyatçıları, yayıcıları demek olur. Masdar olarak (.......) kıraeti de vardır ki, neşr için demektir. Netekim ba'zı kıraette de (.......) müfred olarak (.......) okunmuştur. Yağmur yerine rahmet ta'bir buyurulması iki nükteyi ifade eder: birisi tufanı felâket teşkil eden yağmurlardan ıhtiraz, o biri de mazmununun diğer ni'metlere dahi şümulünü iş'ardır. Zira rahmet yağmurdan min vechin eâmmdır.

Ya'ni yalnız hevâ cereyanlarından ıbaret olan rüzgârların değil, nevmi gafletten uyandıran ilâhi hareketler, fikri ve ictimaî cereyanlar dahi rahmeti ilâhiyyenin müjdecileri, nâşirleridirler, gerçi rüzgârların hepsi müjdeci değildir. Mühlik fırtınalar, her şey'i tedmir eden âsıflar, sarsarlar vardır. Nice milletler, şikak ve ıhtilâf ile çarpışmaktan mahv olmuştur. Lâkin rahmeti ilâhiyye de durgun hevada gelmez, önünde gönderilen rüzgârların müjdesiyle gelir ve onların derecei intişarına göre intişar eder. Bu haysiyetledir ki, (.......) buyurulmuştur. İş, tabiate kalsa idi bu cereyanlar olmaz, atalet kanunu mucebince her şey aldığı bir nesak üzere giderdi, lâkin tabiatler üzerinde hâkim olan meşiyyeti ilâhiyye, kudreti rabbaniyye rahmetini neşr-ü ta'mim için bu cerayanları uyandırır. (.......) Bir de Semâdan pâk ve pâklayıcı bir su indirmekteyiz - pislikleri temizliyecek ve hayat menşei olacak temiz su ki,

49

Diriltelim diye bununla ölü bir beldeyi ve sulayalım diye mahlûkatımızdan nice hayvan sürülerini ve bir çok insan kümelerini

(.......) işte bütün bunlar, Allah’ın varlığını ve birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren fi'li ve sun'u ve ölümden sonra dirilmenin misal ve delîlleridir.

50

Celâlım hakkı için onu aranızda evirip çevirmekteyiz düşünsünler ıbret alsınlar diye yine de nâsın ekserîsi dayatmakta nankörlükten başkasına yanaşmamakta

(.......) Celâlim hakkı için biz bunu beyinlerinde - insanlar arasında - evrip çevirmeteyiz -

TASRİF, bir şeyi tâğyir ederek türlü şekillere koymaktır ki,, evirip çevirmek de odur. Bu (.......) zamiri neye râci' ve tasrif olunanın ne olduğu hakkında bir kaç vecih, söylemiştir. Ba'zısı yağmur, rüzgâr, bulut ve sair mâzükir demiş, ba'zıları da bu kavli, ya'ni rüzgâr gönderip yağmur indirmek sözünü Kur’ân’da tekrar tekrar zikrettik ma'nâsını vermiş ise de en zâhiri, Cumhûrun dediği gibi suya raci' olmasıdır. Suyun insanlar arasında evirilip çevirilmesi ise üzerinde icra edilen fi'lî ve kavlî tasarrufattır. Muhtelif mevsimlerde, muhtelif mevkı'lerde muhtelif surette yağar, muhtelif mevkı'lere taksim olunur, muhtelif şekillere girer, donar buz olur, kurur buhar olur, bulut olur, tekrar yağmur veya kar veya dolu halinde yağdırılır, acılanır tatlılanır, hep bunlar filen tasrifi ilâhî olduğu gibi bu suretle Kur’ân’ın müteaddid yerlerinde bunun ıhtarı ve Kur’ân’ın o suya teşhibi de kavlen tasrifi ilâhîdir. Bir su maddesi, su mevzuu üzerindeki kavli ve fi'lî bütün bu tasrifler (.......) o insanlar tezekkür etsinler - düşünüb ıbret alsınlar, mebde'ü meadı anlasınlar, rablarına şükretsinler diyedir. (.......) Böyle iken o nasın ekserîsi dayatmakta, nankörlükten ötesine yanaşmamaktadır. - Bunca kâfirlere karşı

51

Dilese idik elbet her köyde bir nezîr gönderiridik

(.......) ve eğer dilese idik her köyde inzar yapacak - o kâfirlere azabı haber verecek - bir Peygamber ba's ederdik. - Bu kazıyyei şartıyye, mefhumı şart ile, şöyle bir kıyası istisnai teşkil ediyor: lâkin ba's etmedik, demek ki, öyle dilemedik, yalnız seni ba's ettik, Sûrenin başında ferman buyurulduğu

üzere bütün âlemine nezir kıldık

52

Mâdamki yalnız seni gönderdik o halde kâfirlere itaat eyleme de bununla onlara cihad et büyük cihad

(.......) o halde kâfirlere itaat eyleme de (.......) bu Fürkan ile onlara karşı mücahede et büyük bir mücahede - her karyede bir Peygamber ba's olunduğu takdirde o Peygamberlerin hepsinin yapacağı mücahedeye muadil bir mücahede elbette büyük bir mücahededir. Bir cihadı kebîrdir. Bu Sûre, mekkî olduğu için henüz kıtal emri verilmezden evvel olan bu cihadı kebir emri her mücahedenin başı olan bir mücahededir. Düşünmeli ki, bu ne büyük emirdir. Buna me'mur olan Peygamberlerin elinde Kur’ân’dan başka bir silâh yok iken o kelâmullah mu'cizesi o büyük cihadı yapmağa kâfi geliyor ve Mekkeden başlıyan bu cihad bütün cihana yayılıyor. Bu emri müteakıb şu âyet bakınız ne büyük te'minattır :

53

O odur ki, iki deryayı birbirine salmış: şu tatlı, yürek tazeler, şu tuzlu çorak, aralarına da bir berzah ve bir "hıcri mahcûr" koymuştur

(.......) Yine odur o ki, iki deryayı birbirine salmıştır (.......) su tatlıdır hararet söndürür Nil ve Furat gibi ki, ehli îman da böyledir (.......) şu tuzludur acıdır - Şab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir (.......) aralarına da bir berzah koymuştur - BERZAH iki şey arasındaki hâil, iki deniz arasındaki dil (.......) ve bir hıcri mahcur - ya'ni bir nefret ve zıddıyyet, bir haddi mahdud çizmiştir ki, birbirlerine davranma yasak derler dururlar. Böyle tatlı ile tuzlunun birbirine karışmıyarak âlemde karşı karşıya ahzi mevkı' etmiş olmaları mücerred Allahü teâlânın vaz-u himayesinin eseridir. Buradan Allah’ın bilhassa insan hılkati üzerinde tecelli eden delâili kudretine geçilerek buyuruluyor ki,

54

Odur o ki, sudan bir beşer yarattı da onu bir neseb ve bir sıhir kıldı, rabbın kadîr bulunuyor

(.......) hem odur o ki, sudan bir beşer yarattı - yalnız mâi dâfık, mâi mehîn denilen insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken alel'umum hayatın menşei olan ve Semadan indirildiği zikredilen (.......) buyurulan sudan (.......) yarattı da onu bir neseb kıldı bir de sıhir - ya'ni soy sop olmak üzere iki nev'e tenevvü' ettirdi: erkek ve dişi: bu suretle insanlara bir hususiyyet verdi.

Burada tekâmül kanununun muhtelif safahatı veciz, bir surette irâe olunarak arz ettiği delâili rübubiyyet ne güzel gösterilmiştir.

EVVELÂ bütün âlemi ecsamı temsil eden bir gölge.

SANİYEN buna verilen hareket ve sükûndan husule getirilen menazır ve tahavvülât.

SALİSEN bu miyanda bir su inzalinden husule getirilen hayat.

RABİAN aynı zemîn üzerinde onun tenevvüatı (varyeteleri).

HAMİSEN ondan bilhassa bir nev'inin yaradılışı.

SADİSEN beşerin tenvvuu ki, hep bunlar âlemin yarıdıldığı altı gün gibi meratibi tekâmülün en büyük hadleridir. Ve her birinden Hâlık tealânın kudreti daha ziyade kemal ile tecelli eylemiştir. (.......) Rabbın çok kudreti bulunuyor. - Ne garîbdir ki, zamanımızda bir çokları tekâmülün bu mertebelerini görüyorlar da bundan Hâlikın kudret ve rübubiyyetini anlıyacak yerde inkâra vasıta ittihat etmek istiyorlar, bir kurbağanın maymun olduğunu ve maymundan bir insan doğduğunu

farzetmekle yaradan Allah’a ihtiyac kalmazmış gibi ılim namına küfrediyorlar. Şu âyet onlar hakkında da temamen okunur :

55

Böyle iken Allah’ı bırakıp da kendilerine ne menfeat ne zarar edemiyecek şeylere tapıyorlar ve kâfir o rabbının aleyhine zahîr oluyor

(.......) Böyle iken Allah’ı bırakıyorlar da (.......) kendilerine ne menfeat ne mazarrat veremiyecek şeylere tapıyorlar (.......) ve kâfir rabbının aleyhine zahîr oluyor - Resulüne itaat etmedikten başka husumet için çalışıyor. Bu âyet, Ebû cehil hakkında nâzil olmuştur. Ve onun gibilerin ahvalini nâtıktır.

56

Halbuki seni mahzâ bir mübeşşir ve nezîr olarak gönderdik

(.......) Halbuki seni mahza bir mübeşşir ve nezir gönderdik - yalnız inzar için değil, ondan evvel tebşir için, kulluk edenlere Allahü teâlânın rahmetini müjdelemek, rahmâni rahim olduğunu anlatmak için gönderdik. Bundan anlaşılıyor ki, Sûrenin başından beri yalnız inzardan bahs olunması tebşiri dinlemedikleri içindir, ne büyük cehalet! Ne azîm husran!

57

«Ben buna karşı sizden bir ecir değil, ancak rabbına bir yol tutmak istiyen kimseler istiyorum» de

(.......) de ki, Buna karşı - ya'ni risaletin tebliği işinden dolayı - sizden başka bir ecir istemiyorum (.......) ancak rabbına bir yol tutmak dileyen kimseler istiyorum - ya'ni da'vet ettiğim îman ve itaatle Allah’a yakınlık ve erğinliği dilek edinmiş kimseler, böyle eshab ve ümmet istiyorum –

58

Ve o hayyi lâ yemuta tevekkül (ve ı'timad) kıl da ona hamd ile tesbiyh eyle, kullarının günahlarına onun habîr olması yeter

(.......) ve o hayyi lâyemute tevekkül kıl - onların şerlerinden kurtulmak ve ecirlerinden müstagni olmak için yalnız o ölmez diriye dayan, ölüm şanından olan fâniler

yıkılır, dayananları zayi' olur. (.......) Ve ona hamdiyle tesbiyh eyle - ni'metlerine şükr için her türlü kemal sıfatlarıyle arzı ta'zimat ederek noksan sıfatlardan tenzih eyle (.......) kullarının günahlarına da onun habîr olması yeter - hiç kimse muttali olmasa onun muttali' olması kâfidir. Hiç bir muhbire muhtane olmaksızın aşikâri ve gizliyi bilen o habîr, cezalarını verir. Başka hiç bir ceza vermiyecek olsa bile sadece bilmesi bir ceza olarak kâfidir.

Ebediyyet ve ılim gibi sıfatı zayiyesinde kemalini beyandan sonra sıfatı fi'liyyesindeki kemali beyan içinde ikinci bir sıfat olarak şöyle buyuruluyor :

59

O hayyi lâ yemut ki, Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı ve sonra Arşın üzerine istivâ buyurdu o rahmân, haydi ni diliyeceksen o habîrden dile

(.......) O hayyi lâyemut ki, (.......) Gökleri ve Yeri ve aralarındakileri altı günde yarattı - altı gün hılkatı âlemin terbiye kanunu mucebince en umumî tasnifindeki tekâmül lâhzalarına işarettir. (.......) bak.

Ya'ni zatı ekmel olduğu gibi fi'li de o kadar ekmeldir ki, yoğu yaratır ve bütün bu gökleri ve Yeri yaratmıştır. Yaratmak, bir lâhzada takdir ve icad etmek «ol» demekle olduruvermekte ibaret olmakla beraber o bunların hepsini birden değil, hikemi sübhanesiyle terbiye ede ede nâkıstan kâmile doğru bir silsilei müterakkiye ile kemallandıra kemallandıra her bir devri tekâmül olan altı günde yarattı ki, altıncısı, insanın yaratildığı Cuma, ya'ni cem'iyyet günüdür. Âdem’in yaradılması ve esmanın ta'lim olunmasile tahti hılâfet kuruldu (.......) sonra raş üzerine istiva buyurdu - icrayı hukm ü saltanat edip duruyor. (Sûre-i A'rafa bak). (.......) rahmandır o - bütün mahlükat, rahmetinden mütena'ım

oluyor. (Fatihada rahmanın tefsirine bak) (.......) işte ne dileyeceksen o habîrden dile - yâhud bu babda bu halk-u emr işinde daha ziyade tafsıyl istersen başkasından değil, her şey'i bilen o habirden sor. Çünkü başkası bilmez.

60

Maamafih "Rahmâna secde edin" denildiği vkıt onlara "Rahmân ne imiş? Bize emrediyorsun diye secde mi ederiz? " dediler ve daha ziyade vahşetlerini artırdı

«SECDE AYETİDİR» (.......) o rahmana secde edin denildiği vakıt da onlara - o kâfirlere (.......) rahmân nedir ? - Rahmân nedir suâli, bu ismin mefhumunu veya müsemmâsını ve mahiyyetini istifsar olabildiği gibi inkâr da olur. Şübhe yok ki, Arab rahman kelimesinin mefhumunu anlamaz değildir. O halde ya Allah’ın ismi olduğunu bilmiyorlardı veya Allah’ı inkâr ediyorlardı, daha doğrusu Allah’ın rahmet sıfatını inkâr ediyorlardı. Bu ismin ifade ettiği rahmet ve merhamet vasfına âşına değillerdi. Onun için (.......) sen bize emrediyorsun diye secde mi edeceğiz? Dediler - ya'ni bilmediğimiz bir şey'e mücerred senin emrinle secde eder miyiz? Dediler (.......) ve bu emr onların daha ziyade vahşetlerini arttırdı - Dahhâkten rivayet olunduğuna göre Resulullah sallâllahü aleyhivesellem Ebü Bekir, Ömer, Osman, Ali, Osman İbn-i Maz'un Amr İbn-i Uneyse secde ettiler. Müşrikler bunların secde ettiklerini görünce istihza ederek mescidin obir tarfına doğru uzaklaşıp gittiler. (.......) Buna karşı o Rahmanı, mekân-ü zamanda meşhud olan rahmet-ü bereketinin azamet ve yüksekliği ile tebcil ve Rahmanın müjdeye lâyık kullarını ta'rif için buyuruluyor ki, :

61

(.......) ne yücedir o ki, Semâda burclar yapmış, hem içlerinde bir kandil, bir de nûrlu bir ay asmış

(.......) Burclar - BURC esasen yüksek köşk demektir. Semada her cümle-i kevkebiyyeye, ya'ni bir teşekküli mahsus arzeden yıldız takımlarından her birine burc veya suret ıtlak edilmiş ve kelimenin hakıkati şayiası bu olmuştur. Arz haritasında şehirler ve şehir haritasında mebanii âliye nasılsa Semâ haritasında da burclar öyle gibidir. Bize Semadaki yıldızların birer zümre halinde ahzi mevkı'etmiş olduklarını gösterir. Gerçi bunların hakıkî vaz'ıyyetleriyle hududlarını buradan ölçüp takdir edemeyiz, lâkin lâekal manzaralariyle tenevvür edebiliyoruz ve bu suretle hakıkatleri ve adedleri tam ma'lûmumuz olmadığından

tenkir ile (.......) buyurulmuştur. Kevakibin mutaleası için burc taksimatı pek eski zamandan beri nazari itibare alınmış, hattâ İdris aleyhisselâma kadar nisbet edilmiştir. Batlimyus yirmi biri Şimalde on beşi Cenubda, on ikisi vasatta muaddilünnehar etrafında Şemsin bir sene zarfında kat'eder göründüğü mahrekinin bulunduğu noktada olmak üzere mecmuu kırk sekiz burc saymıştı. Bu kırk sekiz burc bin yirmi dokuz kevkebden ibaret olup üç yüz altmış biri Şimal burclarında, üç yüz on sekizi Cenub burçlarında, üç yüz ellisi de mıntakatülburuc denilen orta mıntakadadır. Bu mıntakai buruc üzerindeki on iki burc bir sene zarfında adetâ Şemsin biribirini müteakıb uğradığı haneler gibi mülâhaza olunur.

Hamel-ü Sevr ile Cevzade olur faslı bahar Seratan-ü Esed-ü Sünbüledir yazda karar Tuttu güz faslını Mizan ile Akreb dahi Kavs Cediv-ü Delv ile Hüt olduzimistane medar Amerikanın keşfinden sonra burcların adedi yüz on yediye kadar çıkarılmış olmakla beraber on iki burc yine aynidir. Maamafih bu on iki burc ı'tibarîdir, âlemi katı' olmak üzere farzolunan ma'lûm altı dairenin tansıfiyle hasıl olan on iki kıt'adan biri demektir.

Ya'ni birer cümle-i kevkebiyye değil onunla ı'tibar olunan birer mıntakadır. Burc bu ma'nâca telâkki olunacak olursa bu on ikiye munhasır olur. Hey'et kitablarında burc bu on iki hakkında ıstılâh olmuş. diğerlerine burc denilmeyip suret ta'bir edilmişdir. Bundan dolayı müfessirînin çoğu Seyyaratın menazili gibi ı'tibar olunan bu on iki burcu söylemişlerdir. Fakat lügat noktai nazarından âyette bu tahsısa karîne yoktur. Âyetin zâhiri mec'ul olan burucun, ı'tibarî değil, Şems-ü Kamer gibi hakıkî olmasıdır.

(.......) zamiri yine Semaya raci' olmak muhtemil ise de burcu akrebdir. (.......)

- SİRAC, şavk veren şey: kandil lâmba ki, murad Güneştir. Ba'zı kıraetlerde (.......) in ve (.......) in zammile cemi' olarak (.......) okunmuştur. Bu kandiller ise Güneşten ma'ada büyük yıldızlara da şamildir. (.......) KAMERİ MÜNİR, mahitâbân, aydın ay - üç güne kadar hilâl ondan sonra Kamer tesmiye olunur. MÜNİR, nurlu veya nurlandıran. Görülüyor ki, Rahman tealânın rahmetinin feyz-u bereketi gösterilirken Sema burclariyle tasvir edilmiş ve içine bir sirac ile bir de Kameri münir konulmuştur. Gayet sâde görünen ve fakat bütün manzarai âlemi ıhtiva eden bu parlak ifade de çok derin hakıkatler müncelîdir. Burcların bize karşı manzaraları ne kadar nisbi olursa olsun hakıkatte ecramın takım takım muhtelif suretlerde birer manzume teşkil etmekte olduklarını gösterir. Ve bu suretle hududuna erilmez bir kudretin sun'undaki azameti anlatır. Eğer bu ecramın maddeleri fezada tefrik edilmiş olmayıp da hepsi sırf tabiî bir nesakta bırakılmış, hepsi bir cirm olarak toplanmış olsa idi ne bu ecram ve büruc olur ne bu feyz-u bereket bulunurdu. Kezalik bu maddelerin eczai basîtası atumları arasındaki müvazenet ve nisbet hiç değiştirilmemiş olsaydı, tabiati asliyyesine bırakılsa idi yine bu ecram ve buruc bulunmaz ve bu feyz-u rahmet olmazdı. Sonra bütün maddeler alesseviyye tefrık ve terkib edilmiş, hepsi müsavi ecrama ayrılmış olsa idi böyle münevvi, burclar teşekkül etmez ve bu sirca ve kamer temayüzü olmaz idi. Demek ki, Semadaki burucun o manazırı muhtelifesi her şeyden evvel tabiatler üzerinde hâkim olan Sanı' tealânın bürhanı san'atidir.

Saniyen yüksek köşkler, kandillerle hey'eti Semada yüksek bir medînenin, bir medeniyyetin manzarai dilnişîni ifade edilmiş ve böyle yüksek bir manzarai içtimaiyyeye yükselmek hissi telkın olunmuştur. Onun için Buyuruluyor ki,

62

Yine odur ki, tezekkür etmek veya şükreylemek istiyenler için gece ile gündüzü birbirine halef kılmıştır.

(.......) Hem odur o, gece ile gündüzü birbirine bir nevi' halef kılan - ya'ni birinde yapılamıyanı diğerinde yapılmak için yerine koyan, yâhud birbirini ta'kıb ettirerek değiştirip duran (.......) tezekkür etmek veya şükreylemek istiyen için - ya'ni aklını başına alıp eksiğini tamamlamak, ılmi veya, amelî bir iş görmek isteyen kimseler için, çünkü düşünmeğe ve vazife görmeğe niyyeti olmıyan atıl kimseler için zamanın değişmesinde hiç bir ma'nâ yoktur. Onlar zamanı öldürmeğe çalışırlar. TEZEKKÜR: Bu asârı rahmet ve bürhanı san'ati düşünerek kendi noksanını ve sanii hakîmini kudret ve rahmâniyyetini anlamak. ŞÜMR: O Rahmana ubudiyyet vazifesini iyfa eylemek, Şimdi bunu tavzıh için vavı istinaf ile buyuruluyor ki,

63

Ve o Rahmânın kulları: onlar ki, Arzın üzerinde mülayemetle yürürler ve cahiller kendilerine lâf attığı vakıt selâmetle... derler

(.......) Ve o Rahmânın kulları, ya'ni zikir ve şükrünü bilerek yalnız o Rahmâna kulluk eden o bahtiyarlar - bu mübtedanın haberi tâ sûrenin âhirine doğru gelecek olan (.......) dir. Bununla beraber şu da olabilir: (.......) onlar ki, Arz üzerinde mülâyim yürürler - burada ıbadı Rahmân her biri bir zümreyi andıran sekiz sıfatla tavsıf olunarak islâm ahlâk ve medeniyyetinin, mefkûresinin bir fezlekesi yapılmıştır. Evvelkisi umumiyyetle siyretlerini gösteriyor, ya'ni Rahmânın kulları öyle kimselerdir ki, evvelâ gidişleri, Arz üzerinde yürüyüşleri ve tarzı hareketleri mülâyimânedir. Cebbarane, mağrurane, kibirli, saygısız, kaba ve haşin değil, sekînet ve vakar ile mütevazıâne, edibâne, nâzük ve yumuşak yürürler. Etraflarını iz'ac etmez, eza vermez,

sendeler gibi gitmez, hisablı, saygılı, tavrı merhametle emniyyet-ü âsayiş neşrederek giderler (.......) cahiller, ya'ni kendini bilmezler, edebsiz gûruh lâf attığı vakıt da kendilerine (.......) «selâm» derler - selâmetle neticelenecek söz söylerler, yâhud selâmetle derler. Onlara çatmağa tenezzül etmezler, tehammül de ederler.

64

Ve onlar ki, ya rablarına secdeler, kıyamlar ederek yatarlar

(.......) Ve onlar ki, rablarına sâcidin ve kaimîn olarak gecelerler - ya'ni gece hanelerine, yataklarına çekildikleri vakıt siyretleri bu olur. Rablarına halisâne namaz kılarlar. Yatışları, kalkışları da hep Allah için olur.

65

Ve onlar ki, ya rabbenâ, derler, sav bizlerden Cehennem azâbını,cidden onun azâbı belâyi mübremdir

(.......) Ve onlar ki, - gerek namazlarının arkasında ve gerek sair vakıtlarda - şöyle duâ ederler: (.......) ya rabbena def'et bizlerden Cehennem azâbını - ya'ni Cehennem azâbından halâs, ilk emelleridir. Ibadet ve ictihadlarına güvenmiyerek daima halâsa duâ ederler. (.......) çünkü onun azâbı bir garam olmuştur. - Bir alacaklı gibi enseye binmiş bir belâyı mübremdir.

66

Filhakıka o ne kötü makarr, ne kötü makam

(.......) Filhakıka o «Cehennem» ne kötü müstekarr ne kötü makamdır. - MÜSTEKARR; makarr, MÜKAM; ikametgâh, ikisi de durulan yer demek olduğuna göre farkları müşkildir. Müstekarr asîlere, mükam küffara nazaran denilmiş ise de bu ma'nâ Cennete cereyan etmiyeceğinden müstekarr, ikametgâh içindeki mevkıi mahsus olarak mülâhaza edilmek daha muvafıktır. Mesalâ bir köy ikametgâh ise müstekarr bir hâne, bir hane ikametgâh ise müstekarr

ondaki bir oda gibidir. İçi dışı bütün muhîtı fena demek olur.

67

Ve onlar ki, infak ettikleri vakıt israf etmezler, hısset de yapmazlar, ikisi arası denk giderler

(.......) ve onlar ki, masraf ettiklerinde (.......) israf etmezler - İSRAF, her hangi bir şeyde haddini aşırmaktır. İnfakda israf da sarfıyyatta haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret veya bir hacet veya bir husn için yapılır, zarurî olan masraf yapılmayınca hayat mümkin olmaz, mesalâ ölmiyecek kadar yemek bir zarurettir. Hacet bulunan masraf yapılmazsa güçlük çekilir, mesalâ doyacak kadar yemek bir ihtiyactır. Tahsînî olan masraf yapılmazsa güzel olmaz, hoş yemek gibi. Ferd veya cem'ıyyetin kendi kesbine göre bu mertebelerden bir haddi vardır. Şu halde ne zaruret, ne hacet ne de husn olmıyan. faidesiz, muzır, gayri meşru' cihetlere edilen sarfiyyat herkes için israf olduğu gibi ıbadullahın ihtiyacı karşısında fazla tena'um dahi husün değil, israf hududuna dahil olur. Hayır ve menfeat getiren şeylere sarfiyyat ise istihlâk değil, istihsal demek olacağından israf olmaz. Rahmanın kulları faidesiz, hayırsız yere masraf etmezler (.......) hakkını da kısmazlar (.......) ikisi arası denk olur. - İşte ıktisad denilen de budur. İstivadan seva gibi istikametten kavam, iki ucun denk gelmesidir ki, muvazene dahi deriz (Sûre-i Bakareye ve İsraya bak).

68

Ve onlar ki, Allah’ın beraberinde diğer bir tanrıya duâ etmezler, Allah’ın haram kıldığı nefsi haksız katleylemezler ve sinâ yapmazlar, her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarpar

(.......) Ve onlar ki, Allah’ın maıyyetinde diğer bir ilâhe çağırmazlar - şirk, katil, zinâ, kebairin en büyüğü olan bu üç kebire din, medeniyyet, beşeriyyet namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için burada bilhassa bunlardan ictinab zikredilmiştir.

(.......) Allah’ın tahrim ettiği, muhterem kıldığı nefsi Allah için söz verilmiş olan her hangi bir nefis ki, müste'mine dahi şamildir. Binaenaleyh hiç bir ahdi bulunmıyan harbîi mahızdan maadası ma'sumüddemdir. (.......) hakkıle başka - kısas ve hadd gibi (.......) ismincezası vebal.

69

Kıyamet günü ona azâb katlanır ve onda muhakkar, muhalled kalır

(.......) Hafs kıraetinde bu zamirin kaıde hılâfına meddi hulûdun imtidadına işareten ma'nâ canibine riayet için olsa gerektir. Bu zamirin azâba rücuu, hulûd nardadır, azâbda değildir diyenlerin aleyhine bir delîl teşkil eder.

70

Ancak tevbe ve îman edip salih bir amel işleyenler başka, çünkü bunların seyyiatını Allah hasenâta tebdil eder, ve Allah gafûr, rahîm bulunuyor

71

Ve her kim tevbe edip de salâh ile çalışırsa o muhakkak Allah’a makbul olarak döner

72

Ve onlar ki, yalana şâhid olmazlar ve lâğve rastgeldikleri vakıt kerîmâne geçerler

(.......) Ve anlar ki, yalana şâhid olmazlar - yalan yere şâhidlik etmedikleri gibi yalan söylenen ve tezvir yapılan mevkı'lerde de durmazlar (.......) LÂĞİV, faidesiz veya muzırr olduğundan dolayı terk-ü ilgası vacib olan bîhude şeyler demektir ki, lisanımızda lâğviyyat ta'bir olunur. Ba'zıları taat olmıyan şeyler diye tefsir etmişlerdir fakat mubah olan şeyler taat olmamakla beraber lâğiv de değildir.

Ya'ni lâğviyyata gitmezler, lâkin yolları düşer, rast gelirlerse (.......) haysiyyetleriyle kerîmâne geçer giderler - bunun tefsiri Sûre-i Kasasta (.......) âyetidir.

73

Ve onlar ki, rablarının âyetleriyle va'z-u nasıhat edildikleri zaman üstüne kör, sağır yıkılıp yatmazlar

(.......) Ve onlar ki, rablarının âyetleriyle tezkir edildikleri vakıt - ya'ni kendilerine ıhtar yapıldığı, va'z-u nasıhat olunduğu, ders verildiği vakıtlar (.......) o âyetlerin üstüne sağırlar, körler

halinde yıkılmazlar- ya'ni dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, lâkin görür göz, dinler kulak ile üşüşürler.

74

Ve onlar ki, ya rabbena! lûtfunla bizlere zevcelerimizden, zürriyyetlerimizden gözler süruru ihsan buyur ve bizi müttekıylere pişüva kıl derler

(.......) Ve onlar ki, ya rabbena! Bizlere zevcelerimizden ve zürriyyetlerimizden gözler süruru ihsan buyur - burada (.......) beyaniyye veya ibtidaiyye olduğuna göre iki ma'nâ caizdir: birisi bizlere gözler süruru zevceler ve zürriyyetler ver demek, diğeri de: zevcelerimiz ve zürriyyetlerimiz yüzünden bizlere gözler süruru ni'metler saadetler ve demektir. Bu taleb aile ve evlâd terbiyesine verilen ehemmiyeti gösterir. (.......) ve bizi müttekılere imam et derler - müttekıler, Allah’ın vikayesiyle Cehennem azâbından korunun bahtiyarlardır. İMAM, pişüva öncül, kendisine ıktida edilen metbu' demektir. Yalnız müttekı olmak değil, müttekılerin imamı olmak arzusu ne büyük gaye, ne mukaddes mefkûredir. Düşünmeli ki, Rahmanın kullarının ruhlarındaki büyüklüğü gösteren bu duânın mazmunu ne yüksek, ne cem'ıyyetlidir. Bundan yüksek fikri terakkı, himmeti âliye tasavvur olunmaz.

75

İşte hep bunlar sabırlarına mukabil gurfe ile (Cennet şehnişini ile) mükâfatlanacaklar ve orada sağlık ve selâm ile karşılanacaklar

(.......) İşte bunlar ettikleri sabırlarına mukabil gurfe ile mükâfatlancaklardır. (.......) olacaklar, ya'ni en yüksek dereceye, Cennet köşklerinin en yükseklerine çıkarılacaklar. GURFE, esasen yüksek âli bina ve konakların şehnişini, kulesi gibi en yüksek noktası demek olup burada Semanın burclarına nazaran bir yükseklik ifade etmektedir. Bu sebeble olmadıdır ki, Semai sabia diye de tefsir edilmiştir,

işte onlar öyle yükselecekler (.......) ve orada bir sağlık ve selâm ile karşılanacaklar -

TAHİYYE, sağ olasınız, Allah sağlık versin, Allah ömürler versin gibi hayat duâsı, selâm da selâmet duâsıdır. (.......),

76

Orada ebedi kalacaklar, ne güzel makarr ne güzel makam

77

De ki, rabbım size ne kıymet verir duânız olmasa? Demek ki, tekzib ettiler, o halde yarın ceza yapışacak

(.......) de ki, ne kıymet verir size rabbım duânız olmasa ? - ya'ni (.......) buyurulduğu üzere yaradılışınızın hikmeti ıbadet ve ubudiyyettir. Onun için ıbadet ve ubudiyyetiniz olmasa Allah ındinde ne kıymet ve ehemmiyyetiniz olurdu? (.......) duânız olmadığı takdirde tekzib etmişiniz, rabbınıza inanmamışınız demektir. (.......) o surette de o tekzibin cezası kesbi lüzum eder, yarın boynunuza geçer.

0 ﴿