RÛM

Mekkiyyedir.

Âyetleri - altmış.

Kelimeleri - sekiz yüz on dokuz.

Harfleri - Üç bin beş yüz on dört.

Fasılası - (.......) harfleridir

Evvelki sûrede mu'cize istiyenlerden bahsile (.......) buyurulmuş, ve mücahede ve ihsan ile hatmolunmuştu. Bu Sûrede de Kur’ân’ın her türlü mu'cizeye kifayeti anlatılmak için gaybdan haber vererek kat'î mu'cize olduğu fi'len tebeyyün etmiş bir âyet ile başlanıp âyâti ilâhiyye tafsıl olunacaktır. Şöyle ki,

1

(.......) Allahü a'lem: Kur’ân’ın ma'nâsındaki mu'cize olan âyâttan evvel nazmındaki ı'cazı ifade eden ilâhî sirre işarettir. Sûre-i «Bakare» de de geçtiği üzere «elif», boğazın en içinden: bâtından «lâm», dilden: berzahtan, «mîm» dudağın en kenarından zâhirden çıktığı için bu üç harf mahreclerin usulünü teşkil eden üç mahrecten çıkan bütün harflerin bir nazmı bedii'ni iş'ar eder.

2

Rum mağlûb oldu

(.......) Rum mağlûb oldu - bi'seti seniyye sıralarında şarkî Roma ile İran, Dünyanın en büyük iki Devleti idiler. Hindli Süleyman Nedevî Efendinin asrı saadet tarihinde tahrir ettiği üzere bi'setin beşinci, ya'ni Milâdın altı yüz on üçüncü senelerinde bu iki komşu ve rakîb Devlet birbirleriyle kanlı bir muharebeye girişmişlerdi. İran ikinci Husrevin, Rum Hiraklin tahti hukmünde idi. Hududları Dicle ve Furat nehirleri üzerinde birbirine temass ediyordu. Filestın, Suriyye, Mısır ile Irakın bir kısmı ve küçük Asya (Anadolu) Rumlara tabi' idi. İranlılar Rumlara iki taraftan hücum ettiler, Dicle ve Furat üzerinde (.......) Suriyyeye, Azerbaycan ve Ermenistan tarafından küçük Asyaya tearruz ettiler. İran orduları Rum kuvvetlerini her iki cebheden geri atarak denize dökünciye kadar ta'kıb etmiş, Suriyyedeki bütün mukaddes şehirleri zabteylemiş, Mîlâdın 614 üncü senesinde bütün Filestıni ve Kudsi şerifi istîlâ etmişti. Bu istîlâ esnasında bütün kiliseler yıkılmış, bütün dinî mebanî tahrib ve telvis edilmişti, İranlılara iltihak eden yirmi altı bin Yehûdî altmış binden fazla Hıristiyanı kılıçtan geçirmişlerdi. İran Kisrasının kasrı otuz bin maktulün kafa tasıyle donatılmıştı.

Bu istîlâ tufanı burada durmıyarak Mısrı da basmış, Mîlâdın 616 ıncı senesinde İranlılar bir taraftan Nil vadîsini işgal ve İskenderiyyeye muvasalet, diğer taraftan bütün Anadoluyu istîlâ ederek İstanbulun Boğaziçi sahillerine kadar gelmişler, şarkî Roma imparatorluğunun payitahtı olan Kostantıniye (İstanbul) şehrinin karşısında görünmüşler, saltanatlarını Irak, Suriyye, Filestın, Mısır ve Anadoluya teşmil etmişlerdi. İranlılar girdikleri her yerde âteşgeler vücude getiriyorlar ve bu suretle Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde âteşperestlik neşrediyorlardı. Şarkî Roma imparatorluğunun bu hezîmeti karşısında kendisine tabi' bulunan bir çok vilâyetler ısyan etmiş Afrikadaki ülkeler Avrupa tarafındaki vilâyetler, hattâ İstanbula mücavir şehirler bu Devletin hakimiyyetinden çıkmak istemişler ve çıkmışlardı. Elhasıl Şarkî Roma İmparatorluğu târmâr olmuş, haki helâke serilmişti.

Romalıların bu mağlubiyyeti haberi Mekkeye vasıl olduğu zaman müşrikler ferahlamış ve müslimanlara karşı şematet yapmışlardı: siz ve Nesârâ ehli kitabsınız, biz ve Faris ümmîyiz, bizim ıhvanımız sizin ıhvanınızı tepelediler biz de sizi tepeleriz» demişlerdi. Bunun üzerine bir mu'cizei

Muhammediyye olmak üzere bu âyet nâzil olup buyuruldu ki, gerçi Rum mağlûb oldu

3

Arzın yakınında, maamafih onlar bu mağlûbiyyetlerinin arkasından bir kaç sene içinde muhakkak galebe edecekler

(.......) Arzın en yakınında - Mekke arzının, ya'ni Arabistanın en yakınında: Şamda yâhud Rum payitahtının pek yakınında ya'ni Anadoluda İstanbul civarında demek olabilir ki, ikisi de doğrudur. O sırada Rum İmparatorluğu öyle perişan olmuştu ki, dahilî ısyanlarla Devlet inhilâle uğramış, ordusu dağılmış, hazînesi boşalmış, İmparator Hirakl İstanbulu terk ederek Kartacaya kaçmağı bile kurmuştu. İranlıların galib kumandanları zaferin verdiği sermestî ile şusulhu teklif etmişler: İmparator, İranîler tarafından istenecek her şey'i verecektir. Ezcümle bin yük altın, bin yük gümüş, bin yük ipek, bin at, bin kadın teslim edecektir. Rum İmparatorluğu bütün bu zilletâver şeraiti kabul etmiş, bu esaslar üzerinde sulhu imzalıyacak murahhaslar göndermişlerdi.

Bu murahhaslar İranlıların nezdine vardıkları zaman Husrev şu sözleri de söylemiş: bu kâfi değildir. Bizzat İmparator Hirakl karşıma zincirler içinde gelerek maslûb ilâhına bedel ateş ve Güneşe tapmalıdır (.......) İşte o mağlûbiyyet, böyle bir mağlûbiyyet idi. Böyle bir izmihlâl için de Romalıların bir kaç sene zarfında canlanıp yeniden galib geleceklerine kat'ıyyetle hukmetmek şöyle dursun ihtimal vermek bile âdeten akılların havsalasına sığacak bir şey değil idi. Fakat böyle bir hengâmda Allahü teâlâ Resulüne gaibden şu haberi bildiriyordu: (.......) maamafih onlar bu mağlûbiyyetlerinin arkasından (.......) kat'ıyyen galebe edecekler - hem uzak değil

4

Önünde de sonunda da emir Allah’ın, ve o gün mü'minler Allah’ın nusretiyle ferahlanacaklar

(.......) bıd'ı sinîn içinde: ya'ni bir kaç sene zarfında - ki, bidı' üçten dokuza kadardır. Netekim bu âyet nâzil olunca Hazret-i Ebi Bekir radıyallahü anh o sevinen müşriklere şöyle demişti: Allah sizin gözlerinizi aydınlatmıyacak, Peygamberimiz haber verdi. (.......) Rumlar bıd'ı sinîn içinde Farislere mutlak galebe edecekler. Buna karşı Übeyy İbn-i Half «yalan söylüyorsun, haydi aramızda bir müddet ta'yin et seninle bahse girelim» dedi ve tarafeynden on deve üzerine bahse girişip üç sene müddet ta'yin ettiler, Ebû Bekir keyfiyyeti Resulullaha haber verdi, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem «bıdı', üçten dokuza kadardır. Hatarı artır, müddeti uzat» buyurdu, bunun üzerine Ebû Bekir çıktı, Übeyye rast gelince o, galiba peşiman oldun dedi, hayır dedi, gel seninle bahsi artıralım, müddeti de uzatalım, haydi dokuz seneye kadar yüz deve yap, o da haydi yaptım dedi. Tirmizînin sahîhinde rivayet ettiği üzere «Bedr» günü Rumlar Fürslere galib geldiler, Ebû Bekir de sonra onu Übeyyin veresesinden aldı, Peygambere götürdü, aleyhıssalâtü vesselâm da ona bunu tesadduk et buyurdu.

(.......) Önünden de sonundan da emir Allah’ın - ya'ni Rumlar galib gelecekler diye ondan sonra Dünyada emr-ü irade, huküm ve kumanda Rumların olacak zannedilmesin, onlar galebe etmezden evvel emir, ne onların ne İyranîlerin olmayıp Allah’ın olduğu gibi onların galebesinden sonra yine Allah’ındır. O önce onları mağlûb ettiği gibi sonra da eder. (.......) Hem de o gün - ya'ni Rumların Fürse galib geleceği gün (.......) mü'minler ferahlanacak

5

o kimi dilerse muzaffer kılar ve azîz odur, rahîm o

(.......) Allah’ın nusratiyle - ya'ni ötede Rumlar İyranîlere galib gelirken aynı zamanda beriden müslimanlar da Allah’ın nusratiyle müşriklere karşı muzaffer olacaklar ve yalnız Rumların galebesiyle değil, Allah’ın bilhassa kendilerini muzaffer kılan nusratiyle sevinecekler, mü'minlere bu suretle va'd olunan bu nusrat, bu ferah

«Bedr» muzafferiyyetidir. Netekim tefsiri Taberîde (.......) demiştir. Fil'vaki' Tirmizînin rivayeti vechile Rumların Fürslere galebesi «Bedr» günü olmuştur. Fakat galebenin tafsılâtiyle tebeyyünü Hudeybiyye sıralarında ma'lûm olabildiği ve Hazret-i Ebi Bekir de develeri übeyyin kendisinden değil, sonra veresesinden aldığı cihetle ba'zıları bu ferah gününü Hudeybiyye günü sanmışlardır. Hindli Süleyman Nedevî Efendi asri saadet tarihinde bunu şöyle tesbit etmiş: «Resuli ekremin işareti mucebince dokuz sene sonra bu ıhbarı nebevî tehakkuk etmiş ve onun tehakkuku «Bedr» zaferinin ihrazına tesadüf etmiştir. (.......) Ba'zılarına göre bu haber, hicretin altıncı senesinde Hudeybiyye musalehası esnasında tehakkuk etmiştir. Lâkin bu doğru değildir. Bu sui tefehhümün sebebi şudur: sahîhi Buharînin beyanına nazaran Hazret-i Peygamberin Hirakle gönderdiği nâmeyi hamil elçi Suriyyeye muvasalet ettiği zaman Hirakl zaferini tes'id ediyordu. Bu elçi Hudeybiyye muselehası sıralarında gönderildiği için bir çokları Hiraklin o sıralarda zafer ihraz ettiğini zannetmişler. Halbuki: Hirakl zaferi çoktan kazanmış ve onu tes'id için Suriyyeye gelmiş bulunuyordu. Roma takvimine göre: bi'seti Muhammediyye altı yüz dokuz senesinde vuku' bulmuş, şarkî Roma ile İyran arasındaki muhasamat altı yüz onda başlamış on üç ile on dört seneleri harb içinde geçmiş altı yüz on altıda Romalılar mağlûb olmuşlar, altı yüz yirmi ikide mukabil harekete geçmişler, altı yüz yirmi üçte galebeye başlıyarak altı yüz yirmi beşte kat'î zaferi ihraz etmişlerdir. Mağlûbiyyetin başlangıciyle galibiyyetin başlangıcı arasında dokuz sene geçmiş olduğu gibi kat'î mağlûbiyyetle kat'î galibiyyet arasındaki müddet de dokuz seneden ıbaret bulunuyor (.......)

«Hicreti seniyye bı'setin on üçüncü senesi olduğu için altı yüz yirmi üç hicretin ikinci senesine müsadif olmuş olur ki, «Bedr» de o senedir. Demek ki, Rumlar mağlûbiyyetlerinin yedinci, harbin ikinci senesi galebeye başlamışlar ve onlar galebe etmeğe başladığı sıra müslimanlar da «Bedr» günü müşriklere galib gelerek ferahlanmışlar. Bununla beraber harb iki sene daha devam etmiş, bu müddette Rumlar İranîlerin işgal ettikleri bütün vilayetleri kurtararak düşmanlarını Dicle ve Furatın gerilerine atmışlardır. Bu suretle tam dokuz sene ve üç sene nihayetinde kat'î galebe tamam olarak (.......) haberi her vechile tehakkuk etmiştir. Şu halde bundan dokuz sene evvel, ya'ni hicretten yedi sene mukaddem bı'setin yedinci senesi Kur’ân bu haberi verirken sarahaten dokuz sene de demeyip (.......) diye bir nevi ibham ile ifade etmesinde de vakıa mutabakat noktai nazarından derin ve şümullü bir belâğat ve cem'ıyyet varmış. Çünkü bıd'ı sinîn demekle hem galebe müddeti olan üç seneye, hem mağlûbiyyet sonundan (.......) e müsadif ilk galebeye kadar olan yedi seneye hem de kat'î galebe müddeti olan dokuz seneye muntabık olabilecek bir işaret vermiş bulunuyor ki, bunlardan birisi tasrih olunsa idi vak'anın bütün safahatı gösterilmiş olmaz ve binaenaleyh bu cem'ıyyetli tarzı ı'caz bulunmazdı. Bir de bu beyandan asıl maksad, Rumların galebesinden ziyade mü'minlerin nusrati ilâhiyye ile ferahlanacakları günün tarihini tesbit etmek olduğuna işaret edilmiş oluyor. Zira bıd'ı sinîn mübhem olmakla beraber galebe vukuuna merbut olan (.......) muayyendir. Bu cihetle âyetin bu ferah gününü gösteren mu'cizesi Rum galebesini haber veren mu'cizesinden daha şanlıdır.

Böyle iken bir çoklarının bundan zühûl etmeleri ne kadar şayanı eseftir. Evet, buyuruluyor ki, «Rum mağlûbiyyetlerinin arkasından bıd'ı sinîn içinde galebe edecekler, önünde de sonunda da emir Allah’ın ve onlar galebe ettikleri sıra mü'minler de Allah’ın nusratiyle ferahlanacaklar» bu nasıl olur? demeyin (.......) o kimi dilerse mansur eder - dilediğini muzaffer kılar.

Ya'ni onun nusrati esbaba muhtac değil, esbab onun iradesine bağlıdır. Dün Fürsleri galib kılmış iken yarın Rumları galib kılar. Bir de bakarsın hiç ümid edilmedik bir zamanda tutan hiç bir kuvvetleri yok zannedilen mü'minleri hepsine karşı mansur ve muzaffer eder. (.......) ve azîz o rahîm o - hiç mağlûb olmak ihtimali olmıyan ızzet sahibi ancak odur. Yegâne rahmet edecek olan da odur. Onun için de bir zaman olur mağlûbları galib kılar, mü'minleri nihayet zafere irdirir.

6

Allah’ın va'di bu, Allah, va'dine hulf etmez ve lâkin nasın ekserisi bilmezler

(.......) Allah va'di - bu zikrolunan galebe ve nusrat öyle bir va'ddir ki, onu Allahü teâlâ va'd buyurdu. (.......) Allah, va'dine hulfetmez - binaenaleyh bunlar behemehal tehakkuk edecektir. Burada açık olarak iki va'd var. Birisi Rumların mağlûbiyyetlerinden sonra galib gelecekleri, birisi de mü'minlerin nusrat ile ferahlatacaklarıdır. Bu iki va'd çok geçmeden tehakkuk etti, Ebû Bekir bahsi kazandı. Bu suretle bunun nübüvveti Muhammediyyeyi isbat eden ilâhî bir âyet, bir mu'cize olduğu tebeyyün eyledi. Bu yüzden bir çoklarına hidayet yetişti müsliman oldular. Nüzulü daha mukaddem iken bu suretle mu'cizeliğinin tehakkuk ve tebeyyünü muahhar olmak hasebiyle tertibde obir Sûreden sonraya konuldu. Orada (.......) diye mu'cize istiyenlere karşı (.......) buyurulmakla buna işaret de olunmuştu. Maamafih bu iki açık va'd arasında (.......) ile anlatılan diğer bir va'd daha vardır ki, Rumların İranlılara galib olduktan sonra ileride müslimanlara mağlûb olacaklarına işaret eder. Netekim baştaki (.......) ma'lûm (.......) meçhul sıgasıyle okunduğu takdirde Ebû Saidi Hudrî ve sâireden rivayet edilen kıraeti şazze vechile «Rum galib geldi fakat onlar bu galebelerinden sonra ileride mağlûb olacaklar» diye doğrudan doğru bu ma'nâ tasrih edilmiş olur. Bu ise evvelkilerden daha uzak ve istikbale âid olmak ı'tibariyle daha mühim olan bir mu'cizedir. Fakat obirleri gibi Peygamberin zamanında zâhir olmayıp sonra tehakkuk edeceğinden âyette işaret ile gösterilip tarafı risaletten beyan buyurulmuştur. Filvakı' İranlılara galib gelen Hiraklin kendi hayatında Rum orduları Hazret-i Ebi Bekrin zamanı hılâfetindeki Yermûk muharebesinde ı'tibaren İslâm mücahidleri karşısında mağlûb olmıya başlıyarak Hazret-i Ömer zamanındaki futuhı Şamdan tâ İstanbulun fethine kadar devam etmiş ve bu suretle bu mu'cize dahi temamen tehakkuk ve tebeyyün eylemiştir.

Bir de Ebû Hayyan Bahri muhıt nam tafsirinde şunu kaydetmiştir: şeyh üstaz Ebû Ca'fer İbnizzübeyr hikâye ederdi ki, Ebülhakem İbn-i Berrecan müslimanların beyti makdisi fethedeceklerini (.......) kavli ilâhîsinden zaman ve günü muayyen olarak istihrac etmiş idi. Ve İbn-i Berrecan kendisi feth için ta'yin ettiği vakıttan evvel vefat eyledi, vefatından bir zaman sonra da müslimanlar onun ta'yin ettiği vaktıtta Kudsü feth ettiler. Müşarün'ileyh Ebû Ca'fer işbu Ebülhakem İbn-i Berrecanın kitabullahdan istihrac ederek mugayyebata dair bir takım şeylere muttali' olduğuna ı'tikad ederdi (.......) Muhyiddîni arabî, dahi işbu Kudüs fethi hakkındaki istihracdan bahs etmiştir. Demek olur ki, âyette ancak ricalullaha münkeşif olan daha diğer iymalar da vardır.

Alusî tesirinde de der ki, Muhyiddini arabî, ırakî ve sâire gibi arifînin Kur’ân’ı kerimden mugayyebat istihrac ettikleri meşhurdur. Bu bir takım kavaıdi hisabiyye ve a'mali harfiyye üzerine mebnîdir ki, onlara dair seleften bir şey varid olmamıştır. Hazret-i Ali kerremallahü vechehuye «Resulullah size başkalarından ketmeylediği bir sir söyledi mi?» diye sorulmuştu, dedi ki, hayır ancak Allahü teâlânın bir kuluna kitabında bir anlayış vermiş olması müstesna. (.......) Ve lâkin nasın ekserîsi bilmezler. -

Ya'ni bunların Allah va'di olduğunu ve Allah’ın va'di muhakkak vaki' olacağını bilmezler.

7

Bir zâhir bilirler Dünya hayattan, Âhıretten ise hep gafildirler

(.......) Sâde Dünya hayattan bir zâhir bilirler - bu gün kim galib gelir, ne yüze çıkarsa ona bakar, onu bilirler (.......) Âhıretten ise hep gafildir onlar - bu Dünyanın sonu nereye varacağını düşünmez ilerisi ne olacağının farkında olmazlar.

8

Nefislerînde bir düşünmediler de mi? Allah o Gökleri ve Yeri ve ikisinin arasındakileri başka değil, ancak hak sebeb ve müsemmâ bir ecel ile halk buyurmuştur, bununla beraber doğrusu insanlardan bir çoğu rablarının likasına kâfirdirler

(.......) Ye nefislerinde bir düşünmediler de mi? -

Ya'ni neye ilerisini düşünmüyorlar? Bu Dünya hayatın muvakkat olduğuna ve bunun bir sonu, hak ve sâbit bir Âhıreti bulunduğuna bütün Semavât-ü Arz delâlet edip dururken kendi kendilerine vicdanlarında ve

Yâhud kendi nefisleri hakkında neye bir düşünüp de bilmiyorlar ki, (.......) Allah o Gökleri ve Yeri ve ikisinin aralarındakileri başka türlü değil (.......) ancak hakk ile (.......) ve müsemmâ bir ecel, - ya'ni muayyen bir müddet ile yaratmıştır - ya'ni aşağıda ve yukarıda ve bütün bunların aralarında bulunan kâinattan hepsinin bir ömrü, muayyen bir müddet ile bir eceli, bir sonu vardır. Bununla beraber hiç biri boşuna yaradılmamış, her biri sâbit ve bâkıy bir hakka delâlet etmek üzere bir vechi hak, bir hikmeti hakk ile yaradılmıştır.

Onun için hepsi (.......) mantukunca bu Dünyanın fâni olup sonunda hakkın huzuruna gidilen bir Âhıret bulunduğunu anlatmaktadır. (.......) Bununla beraber insanlardan bir çoğu her halde rablarının likasına kâfirdirler - ya'ni bir çokları yalnız Âhıretten, tefekkürden gaflet ile kalmazlar da kendilerini yaradıp yetiştiren hakkın huzuruna gidilip mükâfat ve mücazata irileceğini kat'ıyyen inkâr dahi ederler. Ya Dünyayı ebedî imiş gibi farz ederler, yâhud da bütün hılkat, hikmetsiz, gayesiz, bâtıl imiş gibi her şey'in fânî olup sonunda boşa gittiğini ve binaenaleyh insanın sonu da bir ölümle hiç olup bittiğini iddia ederler, rablarının cemal-ü celâline irmeği tanımaz küfrederler.

9

Ya Yer yüzünde gezib bir bakmadılar da mı? Nasıl olmuş akıbeti kendilerinden evvelkilerin? Kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler, Arzı aktarmışlar ve onu kendilerinin ı'marından ziyade ı'mar etmişlerdi, Peygamberleri de onlara beyyinat ile gelmişlerdi, demek Allah onlara zulmetmiyordu velâkin kendileri nefislerine zulmediyorlardı

(.......) Ye o Arzda bir gezmediler mi? - O kâfirler (.......) bir gezip de baksalar a (.......) nasıl olmuş akıbeti o kendilerinden evvelkilerin - kendilerinden evvel küfreden Ad, Semûd gibi munkarız olmuş kavmlerin? (.......) Onlar kuvvetçe kendilerinden daha şiddetli idiler (.......) ve Arzı aktarmışlar - ekin ekmek veya su, ma'den çıkarmak için toprağın altını üstüne çevirmişler (.......) ve onu kendilerinin ı'marından daha ziyade ma'mur etmişlerdi (.......) Resulleri de kendilerine beyyinelerle, açık bürhanlar, mu'cizelerle gelmişlerdi - ya'ni onlara inanmadılar da helâk ve münkarız oldular (.......) demek ki, Allah onlara zulmetmiyordu - cürümsüz helâk etmiyordu, buna zulüm ta'bir olunması Allahü teâlânın kemali nezahetini ızhar içindir. Yoksa Allah cürümsüz de helâk etse hakıkatte yine zulm olmazdı. Çünkü Allah celle celâlühu maliki hakıkîdir. Mâlikin milkinde dilediğini yapması zulm olmaz. Zulüm, gayrın hukukuna tecavüzü tazammün eder. (.......) ve lâkin onlar, nefislerine zulmediyorlardı çünkü hikmeti ilâhiyyeye nazaran cem'ıyyetlerinin ve kendilerinin helâkini ıktiza eden ma'sıyetleri ihtiyar ediyorlardı

10

Sonra o fenalık yapanların akıbeti en fenası oldu, çünkü Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler ve onlarla eğleniyorlardı

(.......) sonra o kötülük yapanların akıbeti en kötüsü oldu - akıbetlerin en kötüsü, en kötü ukubet olan Cehennem azâbıdır. (.......) Çünkü Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler. (.......) ve onlarla eğleniyorlardı,

11

Allah halkı ilkin yapar, sonra da çevirir onu yeniden yapar, sonra hep döndürülüb ona götürüleceksiniz

12

O saat çattığı gün mücrimler her ümidi keserler

13

Kendilerine şeriklerinden şefaat edenler de bulunmaz, şeriklerine hep kâfir olmuşlardır

(.......) Allah’a karşı uydurup şirk koştukları ma'budlar.

14

Hem o saat çattığı gün o gün ayırd olurlar

15

İmdi îman edib salih ameller yapmış olanlar, o vakıt onlar bir ravzada neş'elenirler

(.......) RAVZA, esasında sulu, yeşillikli güzel bostan demek olup burada murad, Cennet ravzalarından bir ravzadır.

16

Âyetlerimize ve Âhıret likasına yalan deyib de küfredenlere gelince işte bunlar o vakıt azâb içinde ihzar olunurlar

(.......) ihzar olunacaklar -

İHZAR, mücrimi yakalayıp zorla mahkeme huzuruna getirmektir.

17

O halde tesbih Allah’a, o zaman ki, akşam edersiniz ve o zaman ki, sabah edersiniz

(.......) o halde tesbih Allah’a - mâdemki ilerisi öyledir: o saat gelip çatacaktır. O gün o ye's-ü ihzardan kurtulup bir ravzada neş'elene bilmek için şimdi Allah’a tesbih ediniz - her şey değiştiği halde kendisi zeval ve noksandan arî, tegayyür-ü tehavvülden münezzeh, vechi ehadiyyetiyle bâkıy sübhan olan Allah’ı zül'celâli şirk ve noksan şaibelerinden tenzih ediniz.

TENZİH, ya yalnız kalb ile olur: cezmen ı'tikad. Veya onunla beraber dil ile olur: zikri hissî, yâhud bunlarla beraber bir de erkân ve ef'ali mahsusa ile olur ki, ameli salihtir. Evvelkisi asıl, ikincisi onun semeresi, üçüncüsü de ikincinin semeresidir. Çünkü insan, kalbinden bir şeye ı'tikad edince o dilinden zâhir olur. Söylediği zaman da sıdkı, ahval ve ef'alinden belli olur. Lisan, kalbin tercümanı, amel de lisanın bürhanıdır. Erkânın efdâli ise hem lisan ile zikri, hem kalb ile niyyeti tezammun eden namazdır. Onun için namaz hem zikirdir, hem bir tenzih ve tesbihtir. Binaenaleyh tesbih denilince her nev'ine şamil olursa da mutlak kemaline masruf olacağına göre en evvel namaza mahmul olur.

Onun için burada beş vakıt namaz saatleri telhıs olunmuştur ki, zamanın Âhırete doğru akışını gösteren en mühim inkılâb lâhzalarını ta'kıb eden bereketli saatleridir.

Evvelâ makam, makamı inzar olmak ı'tibariyle geceye doğru (.......) o zaman ki, akşamlarsınız - bu iki vakta şamildir. Birisi Güneşin gurubunu ta'kıb eden mağrib (ışai evvel) ya'ni ilk akşam vaktı ki, şafak denilen kızıllık veya beyazlık gaib olana kadar, ikincisi şafakın gaib olmasını ta'kıb eden ışai ahîre, ya'ni yatsu vaktı fecre kadar.

Üçüncüsü (.......) ve o zaman ki, sabahlarsınız - fecri sadıktan, ya'ni tan yeri ağardıktan Güneş doğana kadar. O ne güzel zaman ve ne güzel ni'met.

18

Hem hamd ona Göklerde ve Yerde ve ikindileyin ve o zaman ki, öğle edersiniz

(.......) Göklerde ve Yerde hamid de onun (.......) ve ikindiyin -

AŞİY, akşam üstü demek olduğuna göre ikindi vaktı asrı sani olmak gerektir. (.......) hem o zaman ki, öğlen ederseniz - bu ikisile tam beş vakıt olmuş olur.

Burada öğlenin te'hıri fasılaya riayet için denilmiş ise de inzar nüktesiyle akşamın takdimindeki tekabüle riayet için ikindinin «aşiy» ta'biriyle takdim edilmiş olması makama daha münasibdir.

19

O ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır ve toprağa ölümünden sonra hayat verir, sizler de işte öyle çıkarılacaksınız

(.......) ölüden diri çıkarır - gıdadan hayvan, yumurtadan civciv, nutfeden insan, cahilden âlim, kâfirden mü'min gibi ki, uyuyandan uyanık da öyledir. Ve bu münasebetle zikrolunmuştur. Ve bil'âkis (.......) ve diriden ölü çıkarır. - Bunun misali çoktur (.......) ve Arza ölümünden sonra hayat verir. - Hazandan sonra bahara bak

(.......) işte siz de öyle çıkarılacaksınız - bu noktada tabiatçılık hatasına düşülmemek için tabiatler üzerinde hâkim olan Allahü teâlânın kudreti delillerinden ba'zıları ıhtar olunarak buyuruluyor ki, :

20

Ve onun âyetlerindendir ki, sizi bir topraktan yarattı, sonra da siz şimdi bir beşersiniz intişar edip duruyorsunuz

(.......) ve onun âyâtındandır. - Yukarıki haberler gibi şu da Allah’ın ülûhiyyeti âyetlerinden: eşyanın tabiate mahkûm olmayıp tabiatler üzerinde hâkim ve onun için ba'se dahi kadir bulunduğuna delâlet eden alâmetlerindendir: (.......) ki, sizleri bir topraktan yaratmış Arz üzerinde hiç insan yok iken onu bulunduğu tabiatte bırakmayıp kuru toprağa hayat vererek (.......) müeddasınca çamurdan bir sülâleden siz insan cinsini halk etmesi ki, eğer o tabiate mahkûm olsa idi câmid toprağa o tahavvülü vermek kabil olmazdı. Evvel bir insan huceyresi yaratılamıyacağı gibi bu gün de bir insan gıdası yapılamazdı, halbuki yaradılmış (.......) sonra da şimdi siz bir beşersiniz, intişar edip duruyorsunuz - derisi çıplak zarif bir mahluk olarak tenasül edip çoğalıp yayılıyorsunuz - bir kara toprağın bu derece tekâmüle irdirilmesi, işte hâlık tealânın rübubiyyetini ve ölüleri diriltmeğe kudretini gösteren âyâtındandır.

21

Yine onun âyetlerindendir ki, sizin için nefislerinizden zevceler yaratmış kendilerine ısınırsınız diye ve aranızda bir sevgi ve bir esirgeme yapmış, şübhesiz ki, bunda düşünecek bir kavm için âyetler var

(.......) yine onun âyâtından - ülûhiyyetin eltafını gösteren âyetlerinde: (.......) ki, sizin için nefislerinizden - ya'ni maymun veya diğer bir hayvandan değil, kendi özlerinizden ayni insan, beşer cinsinden - zevceler halketmiş (.......) kendilerine ısınasınız: mey! edip ülfet eyliyesiniz diye - çünkü cinsiyyet koklaşmağa ıhtilâf ürküntüye sebeb olur. İnsan eşini başka hayvandan aramak mecburiyyetinde kalsa idi ne feci' olurdu? (.......) hem aranızda bir meveddet ve rahmet koymuş - izdivac vasıtasiyle öyle insanî bir seviş ve esirgeyiş ki, hayvanlar gibi kızışma demlerine munhasır değil, hattâ yalnız zevclerle zevceler arasına değil umumiyyetle siz insanlar arasında bir meveddet ve merhamet hissi yapmıştır (.......) şübhesiz onda - nefislerinizden zevceler yaratıp aranıza meveddet ve rahmet bırakmakta (.......) âyetler var, sâde bir âyet değil, bir çok âyetler, Allahü teâlânın tabiatleri halk ve tahvil edip kemale irdiren kudretiyle beraber rahmetine, ve bilhassa insanlar hakkındaki ınayeti rahmaniyye ve ahkâmı rabbaniyyesine dahi delâlet eyliyen deliller vardır. (.......) tefekkür edecek bir kavm için - ya'ni bu âyet, çok düşünülecek bir âyettir. Hem sâde ferdin düşünmesi kâfi değil cem'ıyyetle kavm düşünmelidir. Düşünecek bir kavm için insan hılkatinin bu âyetinde öyle hikmetler, delâletler vardır ki, insanlığın nasıl yüksek bir ahlâk ve sevimli bir medeniyyete müstaıd ve ne kadar mes'ud bir hayat ve nı'mete namzed olarak yaratıldığını ve bu hayatın bir rüknü olan kadının sükut ve zilletten muhafazası için sevgi ve esirgeme hisleriyle nasıl bir nizamı ictimaî ta'kıb edilmek lazım geldiğini gösterir.

22

Yine onun âyetlerindendir: Göklerin ve Yerin yaradılışı ile dillerinizin ve benizlerinizin muhtelif oluşu, şübhesiz ki, bunda âlimler için âyetler var

(.......) yine onun ayâtındandır Göklerin ve Yerin yaradılışı - iki noktai nazardan Allah’ın vücud ve sıfatının alâmetleridir.

EVVELÂ, maddenin böyle muhtelif ecram ile yükseklere ve alçaklara ayrılarak tabiatin esasında tenevvu' husule getirilmesi kendi kendine kanunı ıttıraddan başka bir şey olmamak lâzım gelen tabiatin fevkında hâkim olan hâlık tealânın kudretini gösterir.

SANİYEN, Semavât ve Arzın yaradılışında öyle yüksek san'at vardır ki, her noktası onu yaradan Allah’ın ılm-ü irâdesiyle sıfatının kemalini gösterir (.......) ve dillerinizin, benizlerinizin (renklerinizin) değişişi - lisanların ıhtılâfı ta'biri, umumiyyetle lügatlerin taaddüdünden, lehce ve şive gibi hususî söyleyiş tarzlarının ıhtilâfına kadar hepsine sadık olabilir. Arabın dili başka, Acemin dili başka, Türkün dili başka, Rumun dili başka, Frengin dili başka ilh... her kavmin dili başka başka olduğu gibi ayni kavmde muhtelif kabîlelerin, zümrelerin de dillerinde başkalık vardır, Meselâ Yemenlininki ile Necidlininkinin farkı olur. Hattâ her şahsın bile dili diğerlerinden tefrıyk olunur. Renk beniz de böyledir. Kiminin beyaz, kiminin siyah, kiminin sarı, kiminin kırmızı olduğu gibi her şahsın benzinde bile diğerlerine nazaran bir hususiyyet hissedilebilir. Sonra söylenen söze göre de renklerin bir değişişi vardır. (.......) şübhesiz bunda - bu halk-u ıhtilâfta - ılmi olanlar için âyetler vardır. - Ilim, temyiz ifade eder. Temyiz ve temayüz de fasıl ve ıhtilâf ile olur: buna işareten burada âlimîn buyurulmuştur. Bu surette ılm ehli olan âlimler bilirler ki,

EVVELÂ, bütün bu tenevvu' ve ıhtilâf, tabiatin ıttradını değiştirerek muhtelif tabiatler yaradan Allahü teâlânın kudretini gösterir. Ve bütün bu ıhtilâf içinde nizamı külli hıfz-u idare etmesi de ılim ve sun'undaki kemal ve hikmetini gösterir.

SANİYEN, demek ki, elsine ve elvanın ıhtilâfında hikmet vardır. Ve bu hikmetlerden birisi de (.......) buyurulduğu üzere intişar içinde teârüftür. Böyle muhtelif lisanları ve ırkleri muhtevi bir cemıyyet teşkil edebilmek de ancak ılm ile kabil olabilir. Demek ki, bir insan ne kadar çok lisan bilirse Allahü teâlânın âyâtı hakkında o kadar çok ma'lûmat edinmiş olacaktır. Ve demek ki, ılmi sîmayi beşer de ılmi elsine gibi ulumi mühimmedendir ilh...

(.......) yine onun âyâtındandır gecede ve gündüzde uyumanız - uyuyup istirahat etmeniz (.......) ve fadlından nasîb aramanız - san'at ve ticaret gibi esbabdan birine teşebbüs ile Allah’ın lûtf-ü fadlından rızk istemeniz, gerek uyku, gerek kesb, ikisi de Allah’ın ni'metidir. Uykunun nasıl bir büyük ni'met olduğunu uykusuz kalanlardan dinlenmeli, çalışabilmenin ne büyük bir ni'met olduğunu da işsiz güçsüz kalanlardan bir sormalı. Görülüyor ki, burada menam, ibtiğaya takdim olunmuştur. Çünkü çalışmak için dinlenmeğe ihtiyac vardır. Bir de istirahat, lizatiha matlûbdur, taleb ise hacet dolayısiledir. Sonra (.......) buyurulmuş ve bununla şu nükteler izah olunmuştur:

1 - Çalışmalı, fakat kısmet olan nasîbi kendinden bilmemeli, Allah’ın fadlından bilmelidir.

2 - İnsan her gün bir kâr ve terakkı aramalıdır. Zira fadıl, ziyade demektir, ticaret de kâr kazanmaktır. Netekim (.......) iki günü müsavi olan ziyanda» demektir.

3 - Aramak Hak teâlânın fadlını sezmek ummaktır. Ve hattâ çalışıp arayabilmenin kendisi bile Allah’ın fadlındandır.

(.......) Şübhesiz ki, bunda - bu uyumada ve aramada (.......) kulağı olan bir kavm için çok âyetler vardır. - Uykuda olsa uyanır, ba'se inanır. Uyuyan kimse en ziyade kulaktan uyanacağı gibi taleb ve teharrîde bulunan kimselerin de ilk işleri etrafı dinlemek istihbarattan istifade etmek olacağı için burada (.......) buyurulmuştur. Lisanlar bilindikten sonra kulak verip dinlemek de cidden münasib olur.

23

Yine âyetlerindendir: gecede gündüzde uyumanız ve fazlından nasîb aramanız, şübhesiz ki, bunda eşitecek bir kavm için âyetler var

24

Yine onun âyetlerindendir: size hem korku ve hem tama' için şimşek gösteriyor ve Semâdan bir su indiriyor da onunla Arza ölümünden sonra hayat veriyor, şübhesiz ki, bunda akledecek bir kavm için âyetler var

(.......) Yine onun âyâtındandır: (.......) size hem korku ve hem tama' için şimşek gösterir. - Hem celâl sıfatı vardır hem cemal, ba'zan bir hâdisede iki zıd te'siri birden halk ederek ikisini birden tecelli ettirir, hem korkutur hem ümidlendirir. Meselâ size şimşek gösterir, göstermek esasen onun âyatından biridir. Bununla beraber şimşek gösterir ki, onunla korku ve ümid iki zıd haleti ruhiyyeyi birden telkın eder. Korku yıldırım, tama' rahmet ümididir. O ümid tehakkuk eder mi? (.......) Ve Semadan bir su indirir de (.......) onunla Arzı ölümünden sonra diriltir (.......) şübhesiz ki, bunda aklı olan bir kavm için âyetler var - aklı olan çok düşünmiye hacet kalmadan bir hads ile anlar ki, bunu yapan ölüleri diriltmeğe kadirdir. Ölmüş bir kavm de bir şimşek parıltısı arasında Semadan inen su gibi bir neş'ei hayat ile diriliverir. Ve binaenaleyh hem onun azabından, yıldırımından korkmalı mağrur olmamalı hem de rahmetine şevk-u ümid ile sarılmalı me'yus olmamalı.

25

Yine onun âyetlerindendir: Göğün ve Yerin onun emriyle durması, sonra sizi bir çağırış çağırdığı vakıt Arzdan derhal siz çıkarsınız

(.......) Yine onun âyâtındandır: (.......) Göğün ve Yerin onun emriyle durması - ya'ni vücudda kaim olması hep onun «kün» emriyledir. Cazibe ve muvazene kanunları hep onun emrinden ıbarettir. (.......) Sonra sizi bir çağırış çağırdığı vakıt Arzdan (.......) derhal siz çıkarsınız - kabirlerden çıkar, Mahşere koşarsınız. Burada islâm mücahidlerinin hurucunu da bir işaret vardır.

26

Hem Göklerde ve Yerde kim varsa onun, hepsi ona divan durmaktadır

(.......) Hem Göklerde ve Yerde kim varsa hep onundur. - Onun milkidir. (.......) Hep ona munkaddırlar - ya'ni gönliyle itaat etmek istemiyen kâfirler bile istemiyerek de olsa nihayet ona inkıyad etmeğe mecbur olurlar. Kat'î hukmüne karşı gelemezler

27

Hem odur o halkı ilkin yaratan, sonra onu çevirip yeniden yapacak olan ki, bu ona daha kolaydır, Göklerde ve Yerde destân en yüksek şan onun ve azîz o hakîm o

(.......) ve işte odur o halkı ibtida yapan, sonra onu döndürüp tekrar yapacak olan (.......) ki, o, ona daha kolaydır. -

Ya'ni iâde ibtidadan daha kolaydır. Çünkü tabiî noktai nazardan bakıldığı zaman evvelki tabiatin hılâfı iken ikincisi tabiî olmuş olur. (.......) Göklerde ve Yerde dâstan, en yüksek şan da onundur. - Kudreti tamme, hikmeti bâliga, hâlikıyyet, ma'budiyyet gibi en yüksek vasıflar ancak onundur. (.......) dır. (.......) Ve o öyle azîz öyle hakîmdir. Öyle yüksek şanına yetişmek ıhtimali olmıyan kadir. Ve yaptığını hikmet-ü maslâhat ile muhkem yapan hakîmdir.

28

Size kendinizden bir temsil yaptı: hiç size kısmet ettiğimiz şeyde elleriniz altındaki milklerinizden ortaklarınız bulunur da onlarla siz müsavi olur kendilerinizi saydığınız gibi onları sayar mısınız? İşte akledecek bir kavm için âyetleri böyle ayırd ediyoruz

(.......) O sizlere nefislerinizden bir temsil yapmıştır. - Bu temsil şirkin butlânını bedahetle göstermek içindir.

Ya'ni bir mâlike milkinden şerik farz etmek tenakuzdur, batıldır. Bunu nefislerinizden bir pay biçerek bizzarure anlıyabilirsiniz, hiç sizin köleniz, uşağınız, hayvanınız haşerâtınız gibi elleriniz altında milkiniz olan şeyler, Allah’ın size bahş ettiği milkinizde sizin şerikiniz, denginiz olur da memlûk mâlikine müsavi olabilir mi? olamaz değil mi? Halbuki sizin milkleriniz Allah’ın vergisi, malikiyyetiniz arazî ve gelib geçicidir. Bütün mevcudat kendisinin iycaden milki olan Allahü teâlânın ise malikiyyeti lâyezal, milkinden çıkmak muhaldir. Allahü teâlâ bu hakıkatleri böyle ayırd edip anlatmıştır. İmdi sizin milkinizden size şerik olamazken Allahü teâlânın milkinden mahlûkatından, kullarından kendisine şerik nasıl olabilir?

29

Fakat zulmedenler hiç bir ılimsiz hevalarına uydular, artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirebilir? onlara yardımcılardan eser de yoktur

(.......) Fakat (.......) o zulmedenler, ya'ni o haksızlığı yapıp Allah’a şirk koşanlar hiç bir ılimsiz hevalarına tabi' oldular -

HEVA, nefsin şehevata meyli demektir ki, keyf dahi ta'bir olunur. Burada (.......) kaydinden anlaşılıyor ki, heva iki kısımdır: birisi ılme muvafık olan, birisi de olmıyandır. Ilme muvafık olan heva, nazari hakta fıtrat gayesine mutabık olan meyillerdir. Zira Şehvetlerin yaradılışı da boşuna değil, onlar insanları hılkatlerinin gayesine irdirmek için tarafı ilâhîden birer sâik ve daıyedir. Ancak Şeytanî olan zekâyi beşer onu gayesinden çevirerek ılmin zıddına olarak mücerred zevk için boşuna da israf eder. Meselâ ıffet ve tenasül niyyetiyle nikâh arzusu gayei fıtrate muvafık ve binaenaleyh ılme mutabık bir meyildir. Zina ve sifah meyli ise ılme muhalif mücerred bir hevadır. Ekseriya da heva böyle şey'e ıtlak olunur. Ve işte müşrikler bir şey bildiklerinden dolayı değil, ılme uymıyan hevâları ardında koştuklarından dolayı kendilerini hevesata esîr ederek haksızlıkla zulümkârlıkla şirke saptılar, maliki milkine ortak etmek, müsavi tutmak haksızlığıyle Allah’a milkinden, mahlûkatından şerîkler uydurarak onlara taptılar, onları kendilerinin mâliki imiş gibi tuttular da hurriyyetlerini onlara verdiler. (.......) Artık Allah’ın şaşırdığını kim yola getirir? - Önce hevalarına ittiba' kendi fiılleri olarak gösterilmiş kendilerine nisbet olunmuş iken burada ıdlâl, Allah’a isnad edilmiştir. Çünkü onlarda o hevaları yaradan Allahü teâlâ olduğu gibi arzularına göre dalâli, şaşkınlığı halkeden de odur. Bu ıdlâl de hatim ve tabı' mertebesine gelmiş bulunursa hiç bir vechile hidayet ıhtimali kalmaz.

Şu halde burada ıdlâlden murad dalâli hatim demek olur. Sûre-i «Bakare» de (.......) bak (.......) onlara yardımcılardan eser de yoktur - yola gelmesi ihtimali kalmamış olan o zalimleri ne Dünyada o şaşkınlığından ne de Âhırette onun muktezası olan azâbdan kurtaracak hiç bir yardımcı da yoktur.

Ya'ni o taptıkları şeylerin kendilerine hiç bir faidesi olmıyacaktır. (.......) O halde - ya'ni şirk öyle bâtıl, mâlike milkinde yine milkinden şerîk farz etmek gibi nefislerinizde tecviz edemiyeceğiniz bir tenakuz, büyük bir haksızlık, Allah’ın tafsıl ettiği âyetlere ılim fıtratine muhalif bir hevayi dalâl ve sonunda kurtuluş da mahâl olunca

30

O halde yüzünü dine bir hanîf olarak tut: o Allah fıtratına ki, insanları onun üzerine yaratmıştır, Allah yaradışına bedel bulunmaz, doğru sâbit din odur, velâkin nâsın ekserisi bilmezler

(.......) sen yüzüne dîne hanîf olarak tut -

HANÎF, hanef masdarından bir sıfattır. Aslı lügatte hanef ise dalâlden istikamete, çarpıklıktan doğruluğa meyildir. Netekim doğruluktan eğriliğe, haktan nâhakka meyletmeğe «cîm» ile cenef denilir. Şu halde hanîfin asıl mefhumu eğriliği bırakıp doğrusuna giden demektir. Bu mefhum ile urfte İbrahim milletine ismolmuştur ki, başka dînlerden, bâtıl ma'budlardan çekinip yalnız bir Allah’a eğilen müvahhid demektir (.......)

Demek ki, burada hanîfen ötedeki şirkin bigayri ılmin hevaya ittibaın tam zıddı olan meyli hakkı, istikameti, tevhidi ifade etmektedir. Ve ma'nâ şu olur: sen yüzünü dîne öyle tut, öyle tam yönel ki, o eğriliklerden, o bozuk hevalardan bâtıl meyillerden sakınıp yalnız hakka meylederek dos doğru (.......) Allah fıtratine - dini veya hanîfliği izahtır.

Ya'ni fıtrat olan Allah dinine, Allah’ın o fıtretine, o yaradışına sarıl (.......) ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Hepsi fıtrat mîsakında (.......) hıtabına belâ demiştir. İnsan olarak yaradılmayı kabul etmekle yaradanın rübubiyyetine şâhid olmağa ahid vermiştir. Fıtratin fâtırına delâleti meb'deinde vicdanının derinliğinde bir hak duygusu, ma'rifetullah gizlidir. Onun içindir ki, başlarının son derece sıkıldığı ıztırar zamanlarında anud kâfirler bile derinden derine yaradana bir iltica hissi duyarlar, netekim (.......) âyetiyle bu ıhtar olunacaktır.

(.......), fıtrat kelimesi hakkında yukarılarda ba'zı iyzahât geçmişti. Burada da şunu ıhtar edelim ki, fıtrat, ilk yaratmak demek olan (.......) den masdar binâi nevi' olarak yaradılışın ilk tarz ve hey'etini ifade eder. Burada (.......) kaydinden de anlaşıldığına göre murad her ferdin kendine mahsus olan fıtrati cüz'iyyesi değil, bütün insanların insan olmak haysiyyetiyle yaradılışlarında esas olan ve hepsinde müşterek bulunan fıtrati külliyyedir. Haricî te'sîr ve kesb-ü âdet gibi derecei sâniyede vakı' olan avarızından kat'ı nazarla mülâhaza olunması lâzım gelen fıtrati ulâ ve fıtrati asliyye dahi denilen asıl fıtrattir. İnsan (.......) tabiati. Meselâ insanın fıtratinde iki gözü bulunması asıldır. Bununla beraber anadan a'mâ doğanlar da bulunabilir. Fakat bu umumiyyetle insanların üzerine yaradıldığı fıtrati asliyye ve tabiati nev'ıyye değil, derecei saniyede arazî olarak mülâhaza edilecek bir hılkati cüz'iyye ve ferıyyedir ki, insan hakıkati onsuz da tahakkuk eder. Ferdin hılkati cüz'iyyesinde her hangi bir sebeble eksiklik bulunabilirse de asıl fıtrat, sahih ve sâlimdir. Meselâ gözün fıtrati hakkın âyâtını görmektir. İyi görmiyen bir göz arazî bir sebeble hasta demektir.

Bunun gibi bütün a'zanın hılkatinde esas olan bir fıtrat vardır ki, ona o a'zânın menfeati: vazifesi, fonksiyonu, fizyolojisi yâhud garîzesi ta'bir olunur. İnsan nefsinin bütün meyillerinde böyle yaradılış hikmetine doğru esaslı bir garîze vardır ki, ona da fıtrat denilir. Ve fıtrat hep hakk-u hayra müteveccih bir istikamet ta'kıb eder. Meselâ insanın acıkması ve yemeğe içmeğe meyli yaşamak için kendisine lâzım veya nâfi' veya evlâ olanı almak hikmeti içindir. Yoksa zehir yutmak veya kuru bir zevk için israf ile mi'desini bozmak için değildir. O vakıt fıtrat bozulmuş, dalâle düşülmüş olur. İnsanın, insan ruh ve zekâsının aslı fıtrati de hakkı tanımak ve hak yaradanından başkasına kul olmamak içindir. İnsana ruh yanlış duysun, Şeytana uysun diye değil, hak ve hayrını duysun, meb'de' ve meadını ve ona karşı vazıfesini bilsin diye nefholunmuştur. Netekim fıtrat üzere giden veya fıtrate yakın olan safi ruhlar yalanı, eğriliği bilmez, eğrilik meyli sonradan arazî olarak iktisab olunur bir azmanlıktır.

Hasılı (.......) Hadîs-i şerifi ile anlatıldığı üzere insanlar altın ve gümüş ma'denleri gibi ma'den ma'den muhtelif hılkat ve seciyyelerde bulunabilirse de asıl insanlık fıtrati, insan tabiati noktai nazarından hepsi birdir. Benî âdemdir. İnsanın insan olmak haysiyyetiyle asıl fıtrati fâtırına inkıyad, (.......) buyurulduğu vechile yaradan Allah’a ubudiyyettir. Dinsizlik fıtrate muhalif bir dalâl olduğu gibi Allahdan başkasına tapmak da öyledir. Fıtrat dîni, Allah dîni, hanîflik, islâmdır.

(.......) binaenaleyh din hususu hevalara göre değil, Allah’ın birliğiyle insanlık vahdeti üzerine yürümelidir.

Müfessirînin çoğu fıtrati, hakkı kabul ve idrâk kabiliyyeti diye, fıtrate sarılmayı da mucebince amel ile tefsir etmişlerdir.

Hazret-i Enes radıyallahü anhten rivayet olunan bir hadîste (.......) buyurulmuştur. Ebû Hüreyreden rivayet olunan bir Hadîs-i şerifte de buyurulmuştur ki, (.......) her doğan fıtrat üzere doğar. Öyle iken ebeveynidir ki, Yehudîleştirir veya Nasrânileştirir veya Mecusîleştirir, netekim behîme derli toplu bir behîme yavrular, içlerinde bir inenmiş görür müsünüz?» Demek ki, aslı fıtrat, tam ve sâlimdir, burnu kulağı sonradan kesilir. Maddeten böyle olduğu gibi ma'nen ve ahlâkan da böyledir. Fıtratin bu selâmeti şuur sahasında ve ictimaî şeraıtle terbiye muhîtınde, âdetlerin cereyanı içinde ya bozulur veya güzel bir inkişaf ile kemalini bulur. Âhıret de bu iki neticenin birine göre olur.

Bu vechile dînin iki kaynağı vardır: Biri fıtrat, biri kesib. Fıtrat, sırf ilâhîdir. Bir sevkı haktır. Allah’ın emrini yerine getirerek Allah’a irmek için hep hakka doğru bir insiyak ifade eder. Kesb, enfüsî ve âfakî muhtelif şeraıt içinde hissin teheyyücleri, zihnin tefekkürleriyle alâkadar olduğundan fıtratin istikametine muhalif hevalara, zararlara haksızlıklara, ısyan ve şirke sürükliyebilir. Bundan koruyacak olan ise dîndir. Bunun için buyuruluyor ki, dîne hanîf olarak yüz tut, Allah’ın fıtratına sarıl (.......) Allah’ın yaratmasını değiştiren yok, yâhud Allah yaradışına bedel bulunmaz - bu cümle inşa veya ıhbar olarak bir kaç ma'nâya muhtemildir: ya'ni Allah’ın esas yaradışı olan fıtrati muktezası hilâfına giderek bozmağa,

değiştirmeğe kalkışmayın, çünkü Allah’ın yaradışına bedel bulunmaz, zayi' ettiğiniz bir kabiliyyeti hiç bir san'atle yerine koyamazsınız.

Yâhud Allah’ın yarattığı fıtratin hılâfına dîn uydurmağa ahkâm vazetmeğe kalkışmayın. Siz meselâ erkeği dişi, dişiyi erkek yapamazsınız.

Yâhud Allah’ın halkını başkalarına isnad etmeğe, başkalarını hâlık yerine koyup da şirk koşmağa, Allah’ın hukmünden çıkmağa çalışmayın, çünkü Allah’ın yarattığı milki sizin milkleriniz gibi tebdil olunmaz. Dîn, fıtrati değiştirmek için değil, fıtratteki umumî selâmeti inkişaf ettirmek içindir. (.......) İşte doğru paydar dîn odur.

Ya'ni eğriliklerden sakınıp umum insanların üzerine yaradılmış olduğu fıtrati istikametle ta'kıb etmektir. (.......) Velâkin insanların ekserisi bilmezler - de çarpık giderler, dîni fıtratte değil, âdette ararlar veya hevalarına uyar, Allah’ın halkını değiştirmeğe kalkarlar.

31

Başkasından geçerek hep ona gönül verin ve ona korunun ve namaza devam edin de müşriklerden olmayın

(.......) Hanîfen gibi hal olarak oraya merbuttur. (.......) emrinin ammolarak herkese hıtab olduğuna ve cemaatin lüzumuna işaret olmak üzere burada cemi' sıgası getirilmiştir.

Ya'ni her biriniz Allah fıtratine, o tevhide öyle sarılın ki, hepimiz tevbe ve ıhlâs ile Allah’a rücu' ve dehalet ederek, (.......) hem ondan korkun (.......) namazı güzel kılın (.......) ve müşriklerden olmayın - amelleriniz yalnız Allah için yapın, açık veya gizli bir şirk karıştırmayın - burada hanîfliğin tam zıddı olan müşriklik yalnız meşhur ma'nâsiyle şirki celîden ıbaret zannedilmeyip celî, hafî şirkin her türlüsünden ihtiraz edilmek için bedel tarikıyle izah olunarak şöyle buyuruluyor.

32

Onlardan ki, dinlerini ayırıb öbek öbek olmuşlardır, her hizib kendilerindekine güvenmektedir

(.......) Onlardan ki, dînlerini ayırdılar da şîa şîa öbek öbek oldular - ya'ni umumî fıtrati kavrıyacak açık bir ruh ve geniş bir hak vicdanı ile hareket etmeyip her biri kendi hususiyyetine, kendi çıkarına, dar kafasiyle kendi kuruntusuna göre bir heva ile dînini ayırıp ayrı bir başbuğ arkasına düşerek şîa şîa fırka fırka olmuşlar (.......) her bölük kendilerindekine güvenmektedirler - Fıtratten ayrılıp teassub ile hakkı gözetmemektedirler. Halbuki (.......) dır. Bu noktada insanların üzerine yaradılmış olduğu fıtratin başka değil, yalnız Allah’a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki,

33

Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu vakıt her şeyden geçerek rablarına yalvarır, duâ ederler, sonra tarafından bir rahmet tattırıverdiği vakıt da bakarsın onlardan bir kısmı tutar o rablarına şirk koşarlar

(.......) bununla beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu vakıt (.......) bütün o güvendiklerinden ve her şeyden geçip yalnız yaradan rablarına gönül vererek hep ona yalvarırlar - netekim Çanakkale, Sakarya, Afyon muharebeleri sırasında biz Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki, fıtrat dîni sâde Âllah dînidir. Her zaman paydar dîni kayyim yalnız odur. (.......) böyle iken sonra o, onlara tarafından bir rahmet tattırıverince: o sıkıntıyı açıp bir ni'met ihsan ediverince de (.......) ne bakarsın içlerinden bir kısmı o rablarına şirk koşuyorlardır. - Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu, benden oldu senden oldu diyerek Allah’ın lûtfunu başkalarına isnad etmeğe kalkarlar.

34

Ki, kendilerine verdiğimiz ni'mete küfran etsinler, haydi zevk edin bakalım yarın bileceksiniz

(.......) Ki, kendilerine verdiğimiz ni'meti küfran ile: nankörlükle karşılamak için (.......) haydin yaşayın zevkedin bakalım

(.......) yarın bileceksiniz

35

Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de ona şirk koşmalarını o mu söylüyor?

(.......) yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de (.......) ona şirk koşmalarının cevazını o mu söylüyor? - Hayır öyle bir kitab ve bürhan indirilmemiştir. Lâkin onlar yukarıda söylendiği vechile bigayri ılmin hevaları ardında gitmişler, keyflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna perestiş etmişlerdir. Âlemde esbab yok değildir. Fakat hâkimiyyet, esbabın değil, Allah’ındır. Allah izin vermeyince hiç bir sebeble bir yaprak bile oynamaz. Böyle olduğunu fıtret bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah’a yalvarır

36

Bir de biz insanlara bir rahmet tattırdığımız vakıt ona güveniyorlar da ellerinin takdim ettiği bir sebeble başlarına bir fenalık gelirse her ümidi kesiveriyorlar

(.......) bir de biz insanlara bir rahmet tattırdık mı (.......) ona güvenirler - şımarırlar gerçi (.......) buyurulduğu üzere Allah’ın fadl-ü rahmetiyle sevinmek memnu değil, belki me'murünbihtir. Fakat o ferahtan maksad mün'ımı tanıyarak hamd-ü şükrünü bilmek ma'nâsına ferahtır. Burada ise mün'ımi hisaba almayıp sâde ni'mete güvenerek şimarıp hevalarına uyan kimselerin hali beyan buyuruluyor ki, bunlar ibadet ederlerse bile Dünya menfeati için ederler ve sırf ni'mete güvendikleri için (.......) ellerinin takdim ettiği sebeblerden birisile de başlarına bir fenalık gelirse (.......) derhal me'yus olur, Allah’ın rahmetinden büsbütün ümidi kesiverirler. - Çünkü nazarları bâkı olan Allah’a değil, fâniyedir.

Bir Hadîs-i şerifte buyurulmuştur ki, mü'min tâze ekine benzer rüzgâr estikçe yatar yine kalkar, kâfir çam ağacına benzer rüzgâr estikçe güler fakat bir kerre yıkılınca artık kalkamaz.» Bunlar neye öyle ni'mete güveniyorlar

37

Görmediler de mi? Allah dilediğine rızkı serer hem de sıkar, şübhesiz bunda îman edecek bir kavm için âyetler vardır. O halde yakınlığı olana da hakkını ver, miskîne de yolcuya da, Allah yüzünü murad edenler için o daha hayırlıdır, felâh bulanlar da işte onlardır

(.......) ya görmüyorlar mı da ki, Allah rızkı dilediğine açıyor da sıkıyor da - ba'zı kimselere bol ba'zılarına dar verir ve hattâ bir kimseye de ba'zan genişlik ve ba'zan darlık verir. (.......) şübhe yok ki, bundan îman edecek bir kavm için çok âyetler var - bunu görenler ne ni'mete güvenirler, ne ümidi keserler, bollukta da darlıkta da Allah’a iymanlarını tam tutarlar. Bunun üzerine dînin amelî tezahürü hulâsa edilerek buyuruluyor ki,

38

Nâsın mallarında nemalansın diye verdiğiniz ribâ (fâız) Allah yanında nemalanmaz, Allah yüzünü murad ederek verdiğiniz zekât ise katlayanlar işte onlardır

(.......) o halde ya'ni dîne hanîf olarak yüz tutup Allah fıtratına sarıl da - yakınlığı olana da hakkını ver (.......) miskîne de yolcuya da - hak dîninin, doğruluğunun muktezası böyle uzak yakın demeyip hakkı yerine koymaktır. Kimsenin hakkını yemedikten maada kim olursa olsun muhtac olanlara mümkin olan muaveneti yapmak, infak, tasadduk vesair envaı birr-ü hayırdan biriyle bakmaktır. Muhtac olan akribanın insanda bir hakkı olacağı gibi geçimsiz kalmış bir bîçarenin, yolda kalmış bir seyyahın bütün cem'ıyyette bir hakkı vardır. Binaenaleyh bunları gözetecek müesseseler yapılmalıdır. (.......) Bu - bunlara hakkını vermek (.......) Allah yüzünü murad edenler için - ya'ni Allah’ın rızasını arayanlar için hayırlıdır. (.......) Ve felâh bulacak olanlar işte onlardır. - Allah rızasını gözeterek umumî olsun hususî olsun hakkını yerine koyanlardır.

39

Allah odur ki, sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir, hiç sizin şeriklerinizden bunlardan birini yapacak var mı?

(.......) Halkın mallarında nemalansın diye verdiğiniz riba - burada iki ma'nâ beyan etmişlerdir. Ba'zıları bundan murad, ma'ruf olan riba, ya'ni fâiz olduğunu söylemişlerdir ki, zâhir olan da budur. Netekim Süddî bu âyetin Sekıyfin ribası hakkında nâzil olduğunu rivayet eylemiştir. Çünkü Sekıyf ve Kureyş kabîleleri fâizcilik ederlerdi. Buna göre demek olur ki, riba, henüz menedilmeden evvel de zemmedilmiştir. Fakat diğer bir çok müfessirîn burada riba ta'birinin mecaz olup murad, ziyadesiyle karşılığı gözetilerek verilen fazla hediyyeler, atıyyeler olduğuna kail olmuşlardır ki, bu ma'nâ İbn-i Abbastan merviydir. Buna göre fazlasiyle karşılığı gözetilerek verilen hediyyeler bir nevi' fâizciliğe teşbih olunarak zemmedilmiş olacağından bil'ıktıza ribanın men'inde daha beliğ olmuş olur. Netekim ma'ruf riba hakkında yemek ta'biri kullanılmıştır. Şu halde ma'nâ şöyle olur: halkın mallarında riba nemalanarak fazlasiyle karşılığını almak için verdiğiniz atıyyeler, hediyyeler (.......) Allah yanında nemalanmaz, artmaz - ribanın Allah yanında hiç bir sevabı olmadığı gibi halktan karşılığı maa ziyadetin alınmak niyyetiyle verilen hediyyeler de öyledir. Gerçi bu günah değildir, fakat sevabı da yoktur (.......) Allah yüzünü, Allah rızasını murad ederek verdiğiniz zekât ise (.......) işte kat kat katlayanlar onlardır (.......) Dini tevhid hakkındaki bu emirlerden ve bu beyanattan sonra zat ve sıfatı ilâhiyye hakkında türlü felsefelerle ihtilâfa düşülmeksizin Allah’ı tanıtmak için şöyle buyuruluyor:

40

Çok münezzeh ve çok yüksektir o sübhan onların şirkinden

(.......) Allah odur ki, (.......) sizi yaratmıştır - ya'ni Allah’ı tanımak için onun zatı hakkında tefekküre dalmamalı, gayet açık olan ef'al-ü asarını, âlâ ve eltafını düşünmelidir. Şübhesiz ki, sizi yaradan var, işte o sizi yaradandır (.......) sonra size rızk vermekte - beslemekte - dir (.......) sonra sizi öldürür (.......) sonra sizi yine diriltir (.......) hiç sizin şeriklerinizden bunlardan bir şey yapan varmı? - Yok olduğu şübhesiz. (.......) Münezzeh ve çok yüksektir o sübhan onların şirkinden.

41

İnsanların ellerinin kesbi ile karada ve denizde fesad meydan aldı, yaptıklarının ba'zısını kendilerine tattırmak için ki, rücu' etsinler

(.......) karada ve denizde fesad zuhura geldi - fıtrî nizam bozuldu, gerek tabiî ve gerek ictimaî şeraıtta uygunsuzluk meydan aldı (.......) insanların ellerinin kesbi yüzünden - fıtratin hılâfına ta'kıyb olunan şirk, ahlaksızlık, haksızlık, muhtelif hevalar, türlü mezheblerle beşerî ıhtirasların çarpışması sebebiyle ki, (.......) yaptıklarının ba'zısını Allah kendilerine (bu Dünyada) tattırmak için - temamını ise Âhırete tatacaklar, asıl cezasını orada çekecekler, fakat bu Dünyada da biraz tattırılırlar (.......) gerek ki, rücu' ederler diye - ya'ni amellerinin acısını biraz tatsınlar da tevbekâr olup şirkten vaz geçerek fıtrat dinine, tevhidi hakka, salâha rücu' etsinler diye. Ve işte bı'seti Muhammediyye insanları tevbe ve salâha da'vet ile selâmete çıkarmak içindir. Bunun için buyuruluyor ki, Resulüm!

42

De ki, Arzda bir gezin de bakın: bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların ekserisi müşrik idiler

(.......) de ki, (.......) Arzda bir gezin de (.......) bakın bundan evvelkilerin akıbeti nasıl olmuş (.......) onların ekserisi müşrik idi - şirk koşmakla Allah’ın hikmetine karşı ahkâm vaz'ına kalkışmakla Allahdan kurtulmanın çaresini bulamadılar, sonunda ister istemez Allah’ın hukmüne râm olarak kahrolup gittiler. Onun için

43

De de yüzünü o doğru ve sâbit dine tut, Allahdan reddine hiç çare olmıyan bir gün gelmezden evvel ki, o gün hep ayırd olurlar

44

Her kim küfrederse küfrü kendi aleyhinedir, her kim de salâh ile çalışırsa sırf kendileri için döşemiş olurlar

45

Çünkü îman edip de salih salih işler yapanlara fazlından mükâfat verecek, çünkü o kâfirleri sevmez

46

Ve onun âyetlerindendir müjdeciler halinde rüzgârlar göndermesi ki, hem rahmetinden size tatırmak için, hem emriyle gemiler akmak için, hem arayıb fazlından kazanmanız için, hem gerek ki, şükredesiniz diye

(.......) Bu âyetler ıbaresiyle ahvali kevniyyedeki tasarrufatı ifade ederken işaretiyle de ahvali ictimaiyyedeki inkılâbatı temsil etmektedir. Rüzgârların inkılâbların münzirleri olduğu gibi mübeşşirleri de var. Tabiate ârız olan fesad onlarla düzelir.

47

Celâlim hakkı için senden evvel bir çok Resulleri kavmlerine gönderdik de onlara beyyinelerle vardılar, onun üzerine cürm işliyenlerden intikam aldık, mü'minlere ise nusrat uhdemizde bir hakk oldu

48

Allah odur ki, rüzgârları gönderir de bir bulut savururlar, derken onu Semâda nasıl dilerse öyle serer, parça parça da eder, derken yağmuru görürsün aralarından çıkar, derken onu kullarından kimlere dileyorsa döküverdimi derhal yüzleri gülüverir

49

Önce o kendilerine indirilmezden evvel ümidi kesmiş ye'se düşmüş iseler de

50

Şimdi bak Allah’ın rahmeti asârına, Arzı ölümünden sonra nasıl diriltiyor? Şübhe yok ki, o her halde ölülerin diriltir, daha da her şey'e kadirdir o

51

Celâlim hakkı için bir rüzgâr göndersek de onu - o eseri - sararmış görseler mutlak onun arkasından küfrana başlarlar

52

Çünkü sen ölülere işittiremezsin, o da'veti sağırlara da işittiremezsin, arkalarını dünmüş giderlerken

53

Körlerin de şaşkınlıklarından yol göstericisi değilsin, ancak âyetlerimize îman edeceklere işittirirsin de onlar islâma gelir, selâmeti bulurlar

54

Allah, o kadir ki, sizi bir za'ftan yaratmakta, sonra za'fın arkasından bir kuvvet yapmakta, sonra da kuvvetin arkasından bir za'f ve bir saç aklığı yapmakta, neyi dilerse halk ediyor, o öyle alîm, öyle kadîr

55

O gün ki, saat gelir Kıyamet kopar, mücrimler, bir saatten fazla durmadıklarına yemîn ederler evvel de böyle çeviriliyorlardı

56

Kendilerine ılm-ü îman verilenler de demektedir ki, alimallah, Allah’ın kitabınca ba's gününe kadar durdunuz. İşte bu, ba's günü velâkin siz bilmezler güruhu idiniz

57

Artık o gün o zulmedenlere ma'ziretleri faide vermez ve dertlerinin çaresine bakılmaz

58

Celâlim hakkı için bu Kur’ân’da her türlü meselden temsil getirdik, yemîn ederim ki, sen onlara başka bir âyet de getirsen o küfredenler yine diyecekler ki, siz her halde mubtılsiniz

59

Ilmin kadrini bilmiyenlerin kalblerini Allah, öyle tab'eder

60

Şimdi sen sabret, çünkü Allah’ın va'di muhakkak haktır ve sakın iykanı olmıyanlar seni hafifliğe sevk etmesinler

Hatimedeki bu nasıhati te'yid ile tebşir siyakında hikmetleri mütezammin olan Lokman Sûresi geliyor:

0 ﴿