SEBE'

Sebe' Sûresi mekkîdir. Yalnız İbn-i atıyye (.......) âyetinin medenî olduğu hakkında bir kavil de nakl etmiştir.

Âyetleri - Şamî ta'dadında elli beş, diğerlerinde elli dörttür.

Kelimeleri - Sekiz yüz seksen üçtür.

Harfleri - Üç bin beş yüz on ikidir.

Fasılası - (.......) harfleridir.

Sebebi nuzulü - Ebû Hayyanın Bahirde nakline göre şudur: Ebû Süfyan Mekke kâfirlerine: «Muhammed bizi ölümden sonra azâb ile tehdid ediyor ve ba's ile korkutuyor, Lât ü Uzzaya kasem ederim ki, bize o saat ebeden gelmiyecek ve biz ba's olunmıyacağız» demişti. Buna karşı Allahü teâlâ ya Muhammed (.......) buyurmuştur. Sûrenin bâkısi de bunu te'yid eden tehdid ve inzardır (.......) Bu miyanda bilhassa Sebe' Devlet ve medeniyyetinin suret ve esbabı inkırazından bahs edildiği için bu Sûre buna izafetle yad olunmuştur.

Sebe' - Âlûsî nin beyanı vechile Sebe' aslında bir recülün ismidir ki, Sebe' İbn-i Yeşcüb İbn-i Ya'rub İbn-i Kahtandır. Ba'zı haberlerde varid olduğu üzere Ferve İbn-i Mesîk radıyallahü anh demiştir ki, Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine vardım, ya Resulullah dedim: bana haber ver Sebe' erkekmidir kadınmıdır? Buyurdu ki, o Arabdan bir recüldür. On evlâdı olmuştur. Altısı uğurlu çıktı, dördü uğursuz. Uğurlu olanlar: Ezd,

Kinde, Mezhıc, Eş'arîler, Enmar, Becîle de onlardan. Uğursuz olanlar da Âmile, Gassan, Lahım, Cüzam (.......) Abdilmecid İbn-i Abdun kasıydesinin şerhinde Abdülmelik İbn-i Abdillah İbn-i Bedrunilhadramiyyilbüstî şöyle zikreder ki, «Sebe' İbn-i Yeşcüb bir kavle göre Yemen mülûkünün evvelidir. Kahtan evlâdından ilk evvel sebyeden, ya'ni esir alan o olduğu için Sebe' tesmiye edilmiştir. Mülkü, ya'ni kurmuş olduğu Devlet, dört yüz seksen dört sene sürdü, sonra kabîlenin ismi oldu (.......) Sûre-i Nemilde geçtiği üzere onların vatanı olan Me'rib diyarına da ıtlak olunur. Ebülfida tarihinde de der ki, Sebein ismi Abdişemisdir. Çok gazve ve Sebe' yaptığı için Sebe' denilmiştir. Sebe' İbn-i Yeşcüb İbn-i Ya'rub İbn-i kahtandır. Sebein müteaddid evlâdı vardı ki, Hımyer, Kehlân, Amr, Eş'ar, Amile hep benu Sebe'dir. Yemen Arablarının bütün kabîleleri ve mülûkü olan Tebâbia hep Sebe evlâdıdır. Ve Yemen Tebâbiasının hepsi Hımyer İbn-i Sebe' evlâdındandır. Ancak içlerinde Imran ile biraderi Müzeykıya, Kehlân İbn-i Sebe' evlâdından olan Ezdden Âmir İbn-i Harise oğullarıdır (.......) Fakat (.......) âyetinde Sebe'den murad bir adam değil, bir kavm olduğu zâhirdir. Demek ki, kavm, devletinin müessisi olan babalarının ismini almıştır. Sebe' Hükûmeti Sûre-i Nemilde geçtiği üzere Bilkısin zamanında Hazret-i Süleymana inkıyad etmiş idi. Anlaşılıyor ki, o zaman Arzı mukaddese kadar bütün Arabistan büyük bir ma'mure imiş.

Bu Sûre evvelki Sûrenin son âyetini bir nevi' tavzıh gibidir.

Kur’ân’da hamd ile başlıyan beş Sûre vardır: ikisi nıfsı evvelde, En'am ile Kehif, ikisi de nıfsı ahîrde, bu Sûre ile bundan sonraki Sûre-i Melâike, birisi de Fatihadır ki, hem nıfsı evvel ile okunur, hem nıfsı ahîr ile. Razî der ki, bunun hikmeti: Allahü teâlânın ni'metleri pek çok ve bizim ıhsaya kudretimiz yok olmakla beraber esas ı'tibariyle iki kısımdır: birisi iycad ni'meti, birisi de ibka ni'metidir. Çünkü Allahü teâlâ bizi evvelâ rahmetiyle halk buyurmuş ve bizim için durabileceğimiz şeyler de halk buyurmuştur. Bu ni'met bir de iâde olunacaktır. Çünkü o bizi neş'eti uhrâ ile bir daha halk edecek ve bizim için devam edecek şeyler de halk eyliyecektir. Demek ki, bizim bir ibtida ile bir iâde: iki halimiz vardır. Her iki halde de üzerimizde ni'met var: iycad, ibka, Fatihada her iki ni'mete işaretle (.......) buyurulduğu gibi nıfsı evvelde Sûre-i En'amda ni'meti iycad şükrüne işareten (.......) şükrüne işareten buyuruldu. Sûre-i Kehifte de ni'meti ibkaya şükr olmak üzere: (.......) buyuruldu. Çünkü kitab ve şeriat sebebi bakadır. Nıfsı ahîrde bu Sûre-i celîlede de ni'meti âhire ve halkı cedîd ıhtar olunarak buyuruluyor ki,

1

Hamd o Allah’ındır ki, Göklerde ne var, Yerde ne varsa hep onun, Âhırette de hamd onun, ve o öyle hakîm öyle habîr ki,

(.......) Hamd - övgü ile ta'zîm olunmak - Allah’ındır. Allah’ın hakkı, Allah’ın hassasıdır. (.......) o ki, (.......) bütün Göklerdeki ve Yerdeki hep onundur. - Onun halkı, onun milki, onun ni'metidir. Bu Dünyada insanların elinde ne varsa hep emanettir. (.......) Âhırette de hamd onundur. -

Ya'ni bu önün bir sonu, bu Dünyanın bir Âhıreti var. O Âhıret ve Âhıretteki ni'metler de onun ve onun için önünde hamd onun olduğu gibi sonunda da hamd onun. Âhıret, kesb ile alâkadar olduğu için orada hamd, onun hakkı değil zannedilmesin. Onu hikmetiyle hazırlıyın, çalışanların sa'yini zayi' etmeyip kesbine göre ecrini verecek olan odur. Ve gerek nia'mi Dünya ve gerek nia'mi Âhıret kesb ile ne kadar alâkadar olursa olsun esas itibariyle istihkaktan ziyade tefaddul târikıyle olduğunda da şübhe yoktur. Ehli Cennet (.......) diye (.......) diye (.......) diye türlü hamidlerle hamdedecekler ve bütün da'valarının, duâlarının sonu da (.......) olacaktır. Dünyada hamd, bir vazife, bir ibadet, Âhırette ise bir telezzüz bir zevktir. (.......) ve o, öyle hakîm hikmetiyle Dünyayı Âhırete, Âhıreti Dünyaya raptederek iki âlemin de umurunu muhkem surette tedbir eden hamde müstehıkk olan hâkim (.......) öyle habîr - her şey'in sirr-ü künhünü, önünü sonunu bilir. Bilerek tedbiri umur eder. Öyle habîrdir ki,

2

Yere ne giriyor ve ondan ne çıkıyor, Gökten ne iniyor ve ona ne çıkıyor hepsini bilir, hem o, öyle rahîm, öyle ğafûr

(.......) bilir (.......) Arza ne giriyor - Arzın içine muhîtından ne sokuluyor, meselâ neler yağıyor, neler gömülüyor, neler ekiliyor, neler saklanıyor (.......) ve ondan ne çıkıyor: ne huruc ediyor. - Hayvanattan, nebatattan, meadinden: buhardan, rayihadan, hararetten, bürudetten ve saireden neler içinden dışına çıkıyor. (.......) ve Semâdan ne iniyor, meselâ yağmurdan kardan, şimşekten, saıkadan, taştan, şihabdan, zıyadan, hararetten ve sair maddî ve ma'nevî kuvvetlerden ve Melâikeden neler Arza iniyor (.......) ve ne ona uruc ediyor, çıkıp yükseliyor. Meselâ ne buharlar, ne ğazler, ne gibi maddeler kuvvetler, Melekler, ruhlar, duâlar, hamiller, akisler Semaya yükselip çıkıyor Hasılı hem Göğün mütekabilen iyrad ve masraf büdcelerini sâde bütün müfredatiyle değil, bütün tehakkukatiyle de temamen bilir ve hepsinin önünü sonunu o suretle idare eder. (.......) hem o öyle rahîm, öyle gafur - hakîm habîr olduğu gibi rahîm gafurdur da Hamd edenlere rahîm, kusur edenlere gafurdur. Bu haysiyyetle de Dünya ve Âhıret hamd onundur Burada bu esmâi hüsnânın zikri Âhıretin imkânını kolay tesavvur ettirmek içindir.

3

Küfredenler ise "bize o saat gelmez" dediler, de ki, hayır, rabbım hakkı için o size behemehal gelecek, gaybi bilen rabbım ki, ondan Göklerde ve Yerde zerre mikdarı bir şey kaçmaz, ne ondan daha küçüğü, ne de daha büyüğü, hepsi mutlak bir "kitabı mübîn" dedir

(.......) öyle olmakla beraber küfredenler, ya'ni Allah’a o suretle hamd etmeyip o sıfatlarını ve Âhırete kudretini inkâr edenler dediler ki, ilh...

(.......) vavi kasemdir (.......) nin sıfatıdır. Taberînin beyanına göre gaybden murad halkın henüz vukufu olmıyan mümkinattır ki, gerek hiç vücudu gelmemiş olsun, gerekse vücud verilmiş de henüz kimse muttalı' olmamış bulunsun. Burada bu vasf ile tavsıf, iki nükte ifâde eder. Birisi geleceği haber verilen saatin ne vakıt geleceğini yalnız onun bildiğini anlatır, birisi de dağılmış eczanın toplanmasını istib'ad ederek onu inkâr edenlere cevab noktasını gösterir. Bunun nazîri Sûre-i «kaf» ta (.......) dir.

Ya'ni ılmi böyle olan habîr-ü hakîme o, nasıl mümteni' olur? (.......) Ne Semalarda ne de Arzda zerre miskali, ya'ni en küçük karınca mikdarı, ufak bir mikrob veya molegül ondan uzak kalmaz. Ilminden kaçmaz (.......) ve ne ondan, o zerre miskalinden daha küçüğü - atum, elektron, cüz'i ferd, cüz'i lâyetecezza derecesinde asgari mütenahi (.......) ne de daha büyüğü - hey'eti mecmuasına varıncaya kadar hiç biri onun ılminden gaib olmaz (.......) hepsi huzurunda ap açık bir kitabdadır. -

Müfessirînin çoğu burada kitabı mübîni Levhi mahfuz diye tefsir etmişlerdir. Fakat bunun (.......) de olduğu gibi doğrudan doğruya ılmi ilâhîyi tasvir olması daha zâhirdir.

Ya'ni gaib ve şâhidiyle bütün kâinat, Allah’ın huzurunda ap açık bir kitab gibi zâhir ve ma'lûm ve mazbuttur.

4

çünkü îman edip iyi ameller işliyenlere mükâfat verecek, işte onlar için bir mağrifet ve bir "rızkı kerîm" var

(.......) Bu (........) yukarıdaki (.......) fıline müteallık ve onun hikmetini beyandır.

Ya'ni Allah, o îman edip salihat işliyenlere mükâfat vermek için muhakkak o saat gelecek ilh... O halde kelâmın hasılı şu oluyor: hikmet o saatin gelmesini ıktıza ediyor. Hem gaybı hem de büyük küçük, gizli aşikâr, cemi'i cüz'iyyat ve külliyyatiyle bütün kâinatı muhît olan ılmi kâmil var, bütün onları iycad eden kudret de var, o halde o saat neye gelmesin? Elbette gelecek, bu önün bir sonu olacak, mü'minlere mükâfat, kâfirlere mücazat edecek. Kâfirler onu inkâr ediyorlarsa da onlara mukabil

5

Âyetlerimizi hukümsüz bırakmak için yarışanlar, onlar için de pislikten öyle bir azâb var ki, elîm

6

Kendilerine ılim verilmiş olanlar ise sana rabbından indirileni görüyorlar ki, o mahzâ hak, ve o ızzetine nihayet olmıyan sahib hamdin yolunu gösteriyor

(.......) kendilerine ılim verilenler - Resulullahın eshabı ve ümmetinden onların izince gidenler veya ehli kitab ulemasından ılmiyle âmil olup da îmana gelenler (.......) sana rabbından indirileni, ya'ni Kur’ân’ı görüyorlar ki, (.......) o mahzı hak (.......) hem de (.......)

AZİZ - çok ızzetli çok onurlu, kahreder de asla mağlûb edilmez,

HAMİD - o hamdin sahibi Dünyada ve Âhırette hamd kendisinin hakkı olan Mahmud tealânın yoluna hidayet ediyor. Doğrudan doğru caddeyi gösteriyor, o yüksek ızzet ve hamdi duyuruyor. Ona irmek zevkını veriyor, yolunu da bildiriyor, böyle iken

7

Böyle iken o küfredenler şöyle dediler: size bir adam gösterelimmi ki, temamen didik didik didiklendiğiniz vakıt muhakkak siz, yeni bir hılkat içinde bulunacaksınız diye size Peygamberlik ediyor?

(.......) o küfredenler, âyetlerimizi hukümsüz bırakmak için çalışan yarışan kâfirler dediler - Kureyş kâfirleri nübüvvet ile istihza yollu aralarında demişlerdi ki, (.......)

8

Bir yalanı Allah’a iftira etmekte mi? Yoksa kendisinde bir cinnet mi var? Hayır doğrusu o Âhırete inanmıyanlar uzak bir dalâletle azâb içindeler

(.......) hayır, doğrusu Âhırete inanmıyanlar uzak dalâl ile azâb içindedirler. - Onun için öyle hezeyan ediyorlar. Âhırete îmanı olmıyanların Âhırette görecekleri azâbdan başka Dünyada da vicdanları azâb içindedir. Zira Dünyanın fanîliği meşhud olduğu cihetle Âhıret akıdesi olmıyanların bedbiyn (pesimist) olmaları tabiîdir. Akıbeti hakkında bedbiyn olan vicdanların ise azâb içinde bulunduğunda şübhe yoktur. Meğer ki, ölümü kendisi için halâs addettirecek bir azâb içinde bulunsun. Peygambere karşı o heyezadan bulunan kâfirler de böyle telâş ve şaşkınlık içinde idiler. Bu suretle bu ıdrab Allahü teâlâ tarafından o kâfirlerin hallerini beyan ile sözlerini ibtaldir.

9

Ya Gökten ve Yerden önlerindekine ve arkalarındakine bir bakmazlar mı? Dilersek kendilerini Yere geçiriveririz, yâhud Gökten üzerlerine parçalar düşürüveririz hakıkaten onda inâbe edecek (hakka gönül verecek) bir kul için şübhesiz bir âyet vardır

(.......) Ya körler mi o Semâ ve Arzdan önlerindekine ve arkalarındakine bakmazlar mı? Nasıl bir vaz'ıyyette bulunuyorlar? (.......) Dilersek biz onları yere geçiriveririz. - Bir zelzele ile Yerin yarılıvermesi bir anlık bir iş (.......) yâhud üstlerine Semadan parçalar düşürüveririz - bunun için de bir haceri semavî parçaları veya bir yıldızın Arza çarpıvermesi kâfi. Bu tehdid cümlesi, arada bir cümle-i mu'tarıza gibidir. (.......) şübhesiz ki, onda o

Göğe ve Yere bakıp da önünü ardını düşünmekte (.......) mutlak bir âyet bulunur. Bir delil, bir açık alâmet bulunur ki, Allah’ın kudretini ve Peygamberin dediğini ve hakıkaten didik didik dağıldıktan sonra da bir halkı cedîd muhakkak olduğunu ve bu hılkatin bâtıl bir oyuncaktan ıbaret olmayıp bu Dünyanın bir Âhıreti bulunduğunu anlatır. Fakat herkesin değil (.......) her abdi mübîn için - inabe eden, ya'ni teassubdan geçip hakka dönen her kul için.

Buna tarihten güzel bir misal vermek üzere buyuruluyor ki,

10

Şanım hakkı için Davuda bizden bir fadıl verdik: ey dağlar çınlayın onunla beraber ve ey kuşlar! dedik ve ona demiri yumuşattık

(.......) Hakıkaten şanım için Davuda - en güzel inâbe etmiş olan Davud aleyhisselâma - verdik (.......) bizden, bizim tarafımızdan - ya'ni alel'âde değil, azameti ilâhiyyeyi ayrıca bir hususiyyetle ifâde eden mahzâ ilâhî bir atıyye, fevkal'âde bir mu'cize olarak (.......) bir fadıl -

o vakte kadar diğer Enbiyaya verilenlerden fazla bir âyet, bir ni'met verdik. Şöyle ki, (.......) ey dağlar, dedik: onunla beraber te'vib, ya'ni terci' yapın: ötün çınlayın (.......) siz de ey kuşlar - Sûre-i «Enbiya» da geçen (.......) Sûre-i (.......) da gelecek olan (.......) bunun tefsiri demektir.

Ya'ni Davuda öyle güzel bir ses, öyle şanlı bir eda verilmişti ki, akşam sabah tesbih ettikçe onun sesine bütün dağlar ve kuşlar iştirâk eder, çınlar öterlerdi. Demek ki, güzel sesle husni elhan Davudun bir fazıleti mahsusası, kuşları dahi başına toplıyan bir mu'cizesi olmuştu. Bu ma'nâ iledir ki, savti Davudî meşhur olduğu gibi mezamîri Davud da meşhurdur. Bu güzel san'ati islâmda sureti mutlakada mezmum zannedenler olmuştur. Fakat bilmek lâzım gelir ki, mezmum olan lühunı fısıktır. Yoksa Kur’ân okurken tertil ve tahsini savt, me'murun bihtir. Bu babda kütübi sıhahta hayli hadîsler vardır. Bir çokları ğınanın, ya'ni Musikînin tesirini ruhanî zannederler. Böyle bir zan, ruhu heva zannetmektir. Ses bir heva ihtizazı olduğu için Musikînin doğrudan doğru verdiği tesir ve heyecan, bir buse zevkı gibi cismanî ve asabî bir tesirdir. Teganni ancak bir kelimenin, bir kelâmın ma'nâsını ruha duyurmağa hizmet etmesi ı'tibariyledir ki, ruhanî bir kıymet alabilir. Ehli fısk, hep şehevanî mevzularla cismanî heyecan aradığı için ma'nâyı öldürerek sâde a'saba basan kuru nağmelerle cismanî tesir arar. Bu ise ruhanî şuuru terbiye değil, ifnâ eder. Belki fasık için bütün şuurundan geçip mesti lâya'kıl olmak bir zevktir. Fakat dinin, şer'ın vermek istediği zevk bu değil, güzel ma'nâlı, mukaddes şuurlu bir hayat yaşatmaktır. Şerı istiyor ki, Kur’ân okunurken ses güzelleştirilsin, teganni edilsin, ancak nazmı bozarak ma'nâyı unutturarak kuru ses ta'kıb eden ehli fısk elhan ve nagamatiyle değil,

elfazın tecvidini fesahatini bozmıyarak, ma'nâsını belâğatinin incelikleriyle duyurarak şuurlu bir hayat yaşatacak olan bir lâhnile okunsun ki, buna hadîsi nebevîde lühuni Arab ta'bir buyurulmuş ve Ilmi edada tecvid ile ta'rif olunmuştur. Bu suretle biz Kur’ân okunurken Hazret-i Davudun mu'cizesini yaşamış oluruz. Netekim Kur’ân’ı güzel okuyan hakkında «Âli Davudun mezamîrinden bir mizmar verilmiştir» diye sitayiş buyurulmuştur. Hazret-i Davudun dağları teshir eden, uçan kuşları durduran mu'cizesi de kuru bir ses oyunundan ıbaret terennümati mücerrede değil, ruhtan kopup Hudaya arz olunan takdisat ve tesbihat idi. Netekim bu ma'nâyı belâğatle ifade için onun maıyyetinde dağlar zevil'ukul gibi gösterilerek (.......) diye nidâ (.......) onun mahalline atf edilmiştir. Dağlar, kuşlar böyle müsahhar olduğu gibi (.......) ve ona demiri de yumuşattık - müfessirîn bunu şöyle tefsir ediyorlar: kızdırmağa, döğmeğe muhtac olmaksızın elinde bal mumu gibi dilediği surete koyuverdi. Fahruddini Razî der ki, Allah’ın kudretinden bunu istib'ad etmemelidir. Çünkü görülüyor, ateşte öyle yumuşuyor ve öyle münhall oluyor ki, yazı yazılan mürekkeb haline geliyor. O halde her hangi âkıl onu kudreti ilâhiyyeden istib'ad eder? Maamafih ba'zı nâs bundan murad ateş ile ve alât isti'maliyle demir eritmeyi keşf ve istihrac etti demek olduğuna kail olmuştur, Lâkin bu doğru değildir. I'tikadının za'fı ve Allah’ın kudretine ademi ı'timadi onu bu fikre sevketmiştir. (.......) Böyle olmakla beraber âyetin bu ma'nâya da ihtimali yok değildir. Demirin keşfi ve izabesi daha eski olsa gerektir. Fakat onu mum gibi dilediği şekle koyarak elbise dokuyacak derecede ince sanayia tatbik etmek Davud aleyhisselâma nasîb olmuş bir san'attir. Netekim Sûre-i «Enbiya» da (.......) buyurulmuştu ki, bundan bu san'atin ahlâfa da yadigâr kaldığı anlaşılıyor. Zira (.......) hıtabı ümmeti

Muhammededir. Burada ise bu hikmet şöyle ifâde olunuyor:

11

Bol bol zırhlar yap ve iyi biçime yatır diye. Siz de salâh ile çalışın, daha iyi işler yapın, çünkü ben her yapacağınızı gözetiyorum

(.......) yap diye (.......) bol bol, geniş geniş zırhlı elbiseler (.......) ve serdinde takdir sahibi ol - dokunuşunu ve biçimini iyi ölç: biçiminde maharetli ol, iyi biçime yatır. Deniliyor ki, Allahü teâlânın bu san'ati senâ buyurmasının hikmeti şudur: bu san'atte (.......) buyurulduğu üzere ındallah mükerrem olan âdemiyyeti katilden muhafaza ile ruhu vikaye vardır. Onun için bunu yapan, kılıç ve saire gibi taarruz silâhı yapanlardan daha hayırlıdır. Âlemde fazla bir silâh keşfeden ve onu kullanmasını bilenler beşeriyyete bir haysiyyetle müfid iseler, ondan vikaye vasıtasını keşfedenler, sulh-u salâha hizmet ettikleri için daha ziyade faidelidirler. Bu hikmetle buyuruluyor ki, (.......) hem salâh ile çalışın iyi bir iş yapın - burada (.......) denilmeyip de (.......) denilmesi şayanı dikkattir. Bu cümle zamirinin Davud ile beraber maıyetindeki ehline raci' olduğunu söylemişler ise de biz bunun (.......) gibi kıssânın bir ıbreti olmak üzere ümmeti Muhammede hıtab ile bir tezyil olduğu kanaatindeyiz ki, şöyle demek olur: sizde ey ümmeti Muhammed! Salâh ile çalışın, daha güzel işler yapın (.......) çünkü ben ne yapacağınızı gözetiyorum, her ne yaparsanız görürüm - ya'ni ona göre mükafatını veririm

12

Süleymana da rüzgâr: sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay, erimiş bakır menbaını da ona seyl gibi akıttık, hem rabbının iznile elinin altında Cinnîlerden de çalışan vardı, onlardan da her kim emrimizden inhiraf ederse ona Saîr azâbını tattırırız

(.......) Süleymana da rüzgârı - râm ettik, müsahhar kıldık. Deniliyor ki, Süleyman aleyhisselâma müsahhar kılınan bir riyhi mahsus idi, bütün şu rüzgârlar değil idi, çünkü onlar hacet vakıtlarında umumun menafiı içindir. Onun için bütün kıraetlerde bu (.......) müfred okunmuş, hiç birinde (.......) okunmamıştır.

Ya'ni Süleyman aleyhisselâm isterse âlemin rüzgârını tutabilirdi demek değil, heva da bir cereyanına tasarruf edebilir ve onunla dilediği yere gidebilirdi. O bir rüzgâr idi ki, (.......) sabah gidişi bir ay (.......) akşam dönüşü de bir ay - şer'an bir günlük yol altı saat olduğuna göre otuz kilometre ı'tibar edilirse gidişi dokuz yüz kilometre, gelişi de dokuz yüz kilometre olarak bin sekiz yüz kilometre kat'eder. Burada (.......) nın zamiri riyha gönderilmiş (.......) diye Süleymana irca' edilmemiş olduğuna göre yalnız rüzgârın sür'ati gösterilmiş demek olur. Süleyman aleyhisselâm bununla balon gibi mi yoksa tayyare gibi mi giderdi orasını Allah bilir.

Seyretti heva üzre denir tahtı Süleyman

Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde

(.......) hem ona - ya'ni Süleymana - kıtr ya'ni erimiş bakır pınarını seyl gibi akıttık - ya'ni ma'denden su akar gibi akıttık. Kâdî Beyzavî bunun Yemende olduğunu kaydetmiştir. Âlûsî de şu rivayetleri kaydediyor: İbn-i Münzir, Ikrımeden şöyle tahric etmiştir: Allahü teâlâ bakırı üç gün su gibi akıttı dedi, nereye denildi, bilmem dedi. İbn-i Ebihâtim de Süddîden şöyle tahric etmiştir: ona üç gün bir bakır ma'deni akıtıldı. Bahirde de İbn-i Abbas, Süddî ve Mücahidden şöyle nakledilmiştir: demişler ki, üç gün üç gece akıtıldı ve Yemende idi. Mücahidden bir rivayette de bakır San'adan aktı, ayda üç gün aktığı da söylenmiştir. Biz bunun bir atıyyei ilâhiyye olan bir ılm-ü san'atle akıtılmış olmasını daha ehemmiyyetli görüyoruz.

(.......) Cinden de - müfredi cinni olan Cin, bizim izah edemiyeceğimiz gizli mahluklar (Sûre-i En'amda (.......) âyetine bak). Cinden denilmekle anlaşılıyor ki, hepsi değil ba'zı Cin (.......) rabbının izniyle - yoksa Cin inse çalışmaz (.......) Bu cümle Cinlerin dahi mükellef olduğuna tenbihtir. Bununla beraber Hazret-i Süleymana çalışan Cinlerin cüz'î bir inhiraf ile yanacak vaz'iyyette ateş kenarında şiddetli bir tazyık içinde çalıştıklarına da işarettir. Burada Cinlerin esrarı san'ati hâiz san'atkârlar olduğu da şundan anlaşılıyor

13

Onlar ona, mihrablar, timsaller ve havuzlar gibi çanaklar ve sâbit kazanlardan her ne isterse yaparlardı

(.......) onlar ona ne isterse yaparlardı = mihrablar ve timsaller -

MİHRAB, mif'al ismi âlet vezni olduğu gibi bir de midrar gibi mubalega sigası olur ki, mihrabın esasen bu ma'nâdan me'huz olduğu söyleniyor. Keşşafta der ki, meharîb, ibtizalden masun olan şerefli mesakin ve mehafil demektir. Bunlar hamiyyet ile muhafaza ve müdafea olunduklarından dolayı meharîb tesmiye edilmiştir. Maamafih burada mesacid diye de tefsir olunmuştur. Temasîl, timsalin cem'idir. Timsal canlı veya cansız bir şey'in suretine mumasil tasvir olunan her hangi bir surettir. Burada temasîl, Melâike ve Enbiya ve salihîn suretleri denilmiştir. Halk görsün de onlar gibi ıbadet etsinler diye mescidlerde bakırdan, pirinçten, sırçadan mermerden bunların suretleri yapılırmış. Böyle tasvirler yapılmasına Süyelman aleyhisselâm nasıl cevaz verdi? diye sorabilirsin, cevaben derim ki, tasvir, yalan ve zulüm gibi aklın takbih ettiği şeylerden değildir. Böyle olanlarda şeriatlerin ihtilâfı câizdir. Ebül'âliyeden merviy olduğu üzere o zaman ittihazı suver haram kılınmamıştı. Bununla beraber temasîlin hayvan sureti olması lâzım değildir. Ağaç gibi cansız resimleri olması da câizdir (.......) Onun için Razi yalnız nukuş demekle iktifa etmiştir. (.......)

CİFÂN, çanak ma'nâsına cefnenin cem'i.

CEVAB da büyük havuz ma'nâsına câbiyenin cem'idir. (.......)

KUDUR, kıdrin cem'i, kıdr, gerek topraktan ve gerek sair ma'denden çömlek, tencere ve kazgan gibi yemek pişen kablar,

RÂSİYAT, yerinden kalkmaz ağır ve sâbit ma'nâsına rasiy veya râsiyenin cem'idir. Demek ki, çok yemekler pişiriliyor, pek büyük sofralar kuruluyormuş (.......) çalışın ey Davud hanedanı, o büyük şükr için çalışın.

Ya'ni o büyük ni'met ve refah içinde atalet ve sefahete dalmayın, çalışın, hem çalışmanız bu ni'metlerin şükrünü eda etmek, her birini yerinde sarf ederek Allahü teâlâya daha güzel amellerle kulluk eylemek için olsun ki, (.......) Maamafih kullarım içinde şekûr olan azdır. -

ŞEKÛR, çok şükr eden, bütün vus'unü şükre sarf eden kalbi, dili ve sair a'zası hem i'tikad, hem i'tiraf, hem çalışmakla ve ekser evkatta şükr ile meşgul olandır. İbn-i Abbastan bir rivayette: bütün ahvalinde şükredendir. Sûre-i Nemilde geçtiği üzere (.......) duâsını vird edinmiş olan Süleyman aleyhisselâm o, az olan şekûr kullardandır. Rivayet olunur ki, Hazret-i Ömer bir adamın (.......) Allah’ım, beni o azdan kıl» diye duâ ettiğini duymuş, bu nasıl duâ diye sormuş. O zat: «işidiyorum ki,,» demiş Allahü teâlâ (.......) buyuruyor, ben de beni o azlardan kılmasını istiyorum» bunun üzerine Hazret-i Ömer herkes Ömerden a'lem» demiş.

14

Çalışın ey Davud hanedanı şükr için çalışın, maamafih kullarım içinde şekûr olan azdır

(.......) Burada Arz, Yerin ismi değil (.......) fiılinden ekl vezninde masdardır. Erda namındaki böceğin fi'li, ya'ni ağaç kurdu denilen bir nevi' güvenin yemesi, kırkması ma'nâsınadır deniliyor, bir güve böceği demek olur. Süleyman aleyhisselâmın sureti vefatı hakkında türlü rivayetler varsa da biz onlardan sarfı nazar ediyoruz.

Allahü teâlâya inâbesi güzel, ni'metlerine şükrile bahtiyar olan Davud ve Süleyman aleyhimesselâmın hallerini beyandan sonra küfranda bulunanlara misal olmak üzere Sebe' kavminin hali hikâye olunarak buyuruluyor ki,

15

Sonra vaktâ ki, ona ölümü hukmettik, onlara onun ölümünü sezdiren olmadı, yalnız bir güve böceği (Arza) dayandığı asasını yiyordu, bu sebeble yıkıldığı zaman tebeyyün etti ki, Cinler eğer gaybi bilir olsalar o zilleti azâb içinde bekleyib durmazlardı

(.......) Sebe' kavminin meskenlerinde - balâda izah edildiği üzere ataları Sebe' İbn-i Yeşcüb İbn-i Ya'rub İbn-i Kahtanın namiyle yad olunan Sebe' kavmi Sûre-i Nemilde kıssaları geçtiği vechile mukaddemâ Güneşe taparlarken. Bilkîs idaresinde Hazret-i Süleymana itaat ederek memleketlerini kurtardıktan başka terakkı etmişlerdi. Meskenleri, merkezleri Yemende Me'rib şehri idi ki, Sebe' ona dahi ıtlak edilir. Bunların meskenlerinde kendileri için (.......) bir âyet, bir ıbret vakı' olmuştu, bu âyet zikrolunacak iki cennet zannedilebilirse de Keşşafın ıhtarı vechile yalnız o değil, kıssalarının hey'eti mecmuasıdır. Şöyle ki, (.......) sağ ve soldan iki Cennet - iki taraflı bağlar, bostanlar, lisani hal ile diyorlardı ki, (.......) rabbınızın rızkından yiyin de ona şükredin - bu ni'metin kadrini bilerek ona göre ıbadet edin. Çünkü (.......) beldeniz bir beldei tayyibe gayet hoş bir belde, rabbınız mağrifeti çok bir rab - onun için şükrünü bilin de iyi hizmet edin. İttifakâtı bedîadandır ki, (.......) lâfzı ebced hisabiyle İstanbulun fethine tarih düşmüştür. Molla Camî merhumun bir hediyyesi olmak üzere ma'ruftur.

16

Celâlime kasem ederim ki, Sebe' için meskenlerinde hakıkaten bir âyet vardı: sağ ve soldan iki Cennet, yeyin diye rabbınızın rızkından da ona şükredin, ne güzel: hoş bir belde, gafur bir rab Fakat onlar bakmadılar, biz de üzerlerine arim seylini salıverdik ve o dilber iki Cennetlerini buruk yemişli, ılgınlık, az bir şey de sidirden iki harap Cennete çevirdik

(.......) fakat onlar, o Sebe'liler ı'raz ettiler - rivayete nazaran on üç Peygamberleri kendilerini da'vet ettikleri halde şükürden kaçındılar, hizmetine bakmadılar (.......) biz de üzerlerine arim seylini salıverdik - arim seyli önüne geçilmez sarp seyl, yâhud Arim denilen seddin seyli veya

Arim deresinin seyli. Ebül'fida' tarihinde «bu seddi Me'rib arzında sebe' İbn-i yeşcüb yapmış ve ona yetmiş kadar çay akıtmış ve uzak vadîlerden seylleri celbeylemiş idi» der. Âlûsî  de, Keşşafta da der ki, «bu sed, Bilkısin yaptığı sedd idi ki, iki dağın arası taş ve zift ile kapatarak menba' ve yağmur sularını birikdirtmiş ve iska için lüzumu kadar haklar bırakmıştı». Âlûsî nin nakline göre, seddin arkasına suyu habs edip birbiri üzerine müteaddid kapılar ve önüne nehirlerinin adedince on iki havuz yapmıştı. Bir kavilde bu seddi Yemen kabailinin babası olan Hımyerin yaptığı söylenmiş, bir kavilde de Lokmani ekber İbn-i Âd’ın yaptığı ve taşlarını kalay ve demirle perçinlediği ve bir fersah murabbaında olduğu söylenmiştir. Bunların cem'ınde münafat yoktur.

Evvelâ sebein başlamış olması, sonra Hımyerin, sonra Lokmanın ve Zül'karneynin daha sonra da Bilkısin peyderpey muhtelif inşaat ve ta'miratta bulunmuş olmaları pek melhuzdur.

(.......) acı, kekre veya boruk (.......) esl ağacı - tarafe veya tarfâdan bir nev'ı, büyük nev'ı diye tefsir ediyorlar. Kamus tercemesinde tarfâ ılgın ağacı ve esl onun acı ılgın denilen iri kısmı diye mezkûrdur. (.......) sidir Arabistanın en makbul ağaçlarından olmak üzere ma'ruftur. Meyvesine nıbk ve Arabistan kirazı ta'bir olunduğu Kamus tercemesinde mesturdur. Ezheri demiştir ki, sidir ikidir. Birisinden intifa' olunmaz ve yaprağı yıkamalara yaramaz. Meyvesi kekredir, yenmez, dâl denilen budur. Bir kısmı da su üzerinde biter, meyvesi nıbktır, yaprakları gasûldür, unnab ağacına benzer (.......)

(.......) Burada ikinciye «cenneteyn» ta'biri müşakele ve tehekküm içindir. Türkcemizde ma'ruf bir mesel vardır: «bakılırsa bağ olur bakılmazsa dağ olur»

17

Bunu onlara nankörlüklerinin cezası yaptık ve biz hep öyle çok nankör olanları cezalandırırız

(.......) bu (.......) küfrandandır.

Ya'ni nı'mete nankörlüklerinden dolayı

18

Biz onlarla o feyz-u bereket verdiğimiz memleketler arasında sırt sırta karyeler meydana getirmiştik ve onlarda muntazam seyr-ü sefer takdir eylemiştik, gezin oralarda gecelerce ve gündüzlerce emniyyet içinde demiştik

(.......) hem onlarla o mübarek kıldığımız içlerine bereket verdiğimiz karyeler arasında sırt sırta karyeler yapmıştık - o bereketli karyelerden murad Şam bilâdıdır. (.......) Katâdeden rivayet olunduğu üzere zahr zahra, ya'ni sırt sırta mülâsık diye tefsir edilmiştir. (.......) ve onlar da, ya'ni o karyeler de seyr-ü seferi muayyen mıktar üzere tertib ve tanzîm etmiştik - her biri yolcu için birer istasyon ve birer merhale halinde idi, birinden çıkan azık taşımadan ve açıkta yatmadan ve tehlike görmeden diğerine gidebilir öyle ki, (.......) o kurayi zâhire içinde geceler ve gündüzlerce emniyyet ve âsayiş ile gidin gezin - öyle muntazam, öyle emniyyetli idi, demek ki, yalnız sebe' değil, Yemenden Şama kadar Arabistanın bütün vaz'ıyyeti böyle bir ma'mure imiş ki, bu çok calibi dikkattir.

19

Buna karşı onlar "ya rabbenâ, seferlerimizin arasını uzaklaştır" dediler ve nefislerine zulmettiler. Biz de onları efsanelere çevirdik ve temamen didik didik dağıttık, şübhesiz ki, bunda çok şükredecek her sabırlı için elbette âyetler var

(.......) İşte bu ni'mete karşı da onlar küfrederek ya rabbena dediler (.......) bizim bu seferlerimizin mesafesini uzaklaştır. - Beni İsraîlin hayr olan a'lâyı ednaye değişmek istedikleri gibi bunlar da o ma'muriyyetten bizarlık gösterdiler, onların ortadan kalkıp aralarına uzun mesafelerin, sahraların girmesini istediler. Bunu hakikaten böyle kavlen istemiş olmaları melhuz ise de yaptıkları küfrân ve ısyan ile hâlen istemiş olmaları da zannedilir. Öyle dediler (.......) ve nefislerine zulmettiler, kendilerine yazık ettiler, zira belâlarını aradılar (.......) biz de kendilerini uhduselere; efsânelere,

masallara çevirdik. Denilir ki, ciddî bir süvari iki aydan ziyade ma'mure içinde giderdi ve dört aylık mesafeden ahali yekdiğerinden ateş iktibas edebilirlerdi (.......) ve didik didik darmadağınık ettik, Gassân, Şama iltihak etti, Enmar Yesribe, Cüzam Tihâmeye, Ezd, om ana ilh. (.......) Şübhesiz ki, bunda - sebein zikr olunan bu kıssasında (.......) elbette âyetler var, ıbret alacak delâletler var (.......) çok şükredecek her çok sabırlı için - ya'ni çok şükr edici şekûr olmak için çok sabırlı olmak lâzımdır. Ve işte böyle çok sabırlı olup çok da ni'metlere irmek ve çok şükr edici olmak şanından olan kimseler için işbu Sebe' kıssasında mühim âyetler vardır. Heva ve heveslerini zabt edip zahmetlere meşakkatlere tahammül ederek vazife ve ıbadetlerine çalışan sabırlı kimseler memleketlerini Allah’ın ınayetiyle Cennet gibi ma'mur eder ni'metlere irerler. Allah’ın pek az olan şekûr kullarından olmak istiyenler de o ni'metlerle azmayıb yine sabr-u sebat ile şükrüne ıkdam edecek ehli sabır-u mücahede içinde bulunurlar.

20

Yine celâlime kasem ederim ki, İblîs, onlar aleyhindeki zannını hakıkaten doğru buldu da içlerinde mü'minlerden ıbaret bir fırkadan maadası ona tabi' oldular

(.......) Yine celâlıma kasem ederim ki, İblis onlar.

Ya'ni Sebe'liler yâhud Beni Âdem aleyhinde zannını doğru çıkarttı (.......) demiş olan İblis dediğini tahakkuk ettirdi (.......) onun için halis mü'minlerden ıbaret bir fırkadan maadası o İblise tâbi' oldular, ardınca sürüklendiler, bu sürükleniş de onun kudretinden değil kendilerinin Âhırete iymansızlıklarındandır. Çünkü Allahü teâlâ olanla olmıyanın Âhıretini ayırmıştır. Onun için o ittiba', esas i'tibariyle Şeytanın bir galebesinden değil, emr-ü iradei hakkın galebesindendir. Yoksa Allah’ın iradesinin zıddını tahakkuk ettirmek kimin haddine, her şey'e karşı hâfîz, muhafız, hâkim ancak rabbın Allah’ındır. (.......) Onun için hiç bir şeyden korkmıyarak:

21

Halbuki onun onlar üzerinde hiç bir saltanat kudreti yoktu, lâkin biz Âhırete îmanı olanı belli edecek, ondan şekk içinde bulunandan ayırd eyliyecektik. Öyle ya rabbın her şeye karşı hafîzdir

22

De ki, Allah’ın berisinden o zu'mettiklerinize istediğiniz kadar yalvarın, ne Göklerde ne Yerde zerre mikdarına güçleri yetmez, onların bunlarda bir ortaklığı da yok, onun onlardan bir zahîri de yoktur

23

Huzurunda şefaat faide de vermez, ancak izin verdiği kimseninki müstesna, nihayet kalblerinden dehşet giderildiği zaman "rabbınız ne buyurdu?" Derler. "hakkı" derler, o öyle yüksek, öyle büyük

(.......) ancak kendisine şefaat için izin verilmiş olan kimse müstesna - ki, evvelâ mekamı Mahmudda Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhivesellem, sonra alâ meratibihim diğer Enbiya ve Melâike ve salihîn (.......) ya'ni izin verdiklerinin şefaati de birdenbire oluvermez, mevkıfte çok tevakkuf ederler, dehşetli korku, halecanler içinde beklerler, o dereceye kadar beklerler ki, nihayet kalblerinden o dehşet ve halecan giderildiği, ya'ni şefaate izin verildiği zaman şefaat bekliyenler şefaat eden şefaatcilerine (.......) derler (.......) rabbınız ne söyledi? - Şefaatinizi kabul buyurdu mu? Şefaatciler de cevaben (.......) hakkı derler -

Ya'ni hakkı söyledi, hakkı ne ise o olsun buyurdu derler, binaenaleyh kâfirlere şefaat olmaz (.......) mısdakınca yalnız Allah’ın razı olduğu mü'minlere şefaat ederler.

24

Size, de: Göklerden ve Yerden kim rızık veriyor? Allah, de: ve her halde biz veya siz mutlak bir hidayet üzerindeyiz veya açık bir dalâl içinde

25

De ki, siz bizim cürümlerimizden mes'ul edilmezsiniz, biz de sizin yaptıklarınızdan mes'ul olmayız

26

De ki, rabbımız hepimizi bir araya toplıyacak, sonra da hak hukmü ile aramızı ayıracak, o öyle fettah, öyle alîmdir

27

De ki, ona şerik diye takıştırdıklarınızı bana gösterin bakayım: hayır öyle şey yok, doğrusu bu: Allah yegâne azîz, yegâne hakîmdir

28

Seni de başka değil, ancak bütün insanlara şamil bir risaletle rahmetimizin müjdecisi, azâbımızın habercisi gönderdik ve lâkin insanların ekserisi bilmezler

(.......) Bu âyet de risaleti Muhammediyyenin Arab ve gayri Arab bütün insanlara kâffeten amm-ü şamil olduğuna delil olan âyetlerdendir.

29

Ve "ne vakıt bu va'd eğer gerçekseniz?" diyorlar

30

De ki, size bir gün mîadı ki, ondan bir saat geri de kalamazsınız, ileri de geçemezsiniz

31

Bununla beraber o küfredenler: "biz ne bu Kur’âna inanırız, ne de önündekine" dediler, fakat görsen o zalimler yakalanıp rablarının huzuruna durduruldukları zaman ba'zısı ba'zısına söz atarken, ki, taraftan zebun edilenler, o büyüklük taslıyanlara şöyle diyorlardır: siz olmasa idiniz her halde biz mü'min olurduk

32

Diğer taraftan büyüklük taslıyanlar o zebûn edilenlere şöyle demektedir: ya... Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik, hayır siz kendiniz mücrimdiniz

33

O zebûn edilenler de o büyüklük taslayanlara demektedir: hayır işiniz gece gündüz dolap, çünkü sizler bizlere hep Allah’a küfretmemizi ve ona menendler koşmamızı emrediyordunuz, ve böyle atışırlarken hepsi azâbı gördükleri o demde içlerinden pişmanlık getirmektedirler, tomrukları geçirmişizdir de boyunlarına hep o küfredenlerin, sâde yaptıklarının cezasını çekiyorlardır

34

Biz her hangi bir memlekette (bir nezîr) tehlikeyi haber veren bir Resul gönderdikse her halde onun refah ile şımartılmış olanları dediler ki, "biz sizin gönderildiğiniz şeyleri tanıyamayız"

35

Ve dediler ki, "biz emvalce de daha çoğuz evlâdca da, ve biz ta'zib olunmayız"

36

De ki, rabbım rızkı dilediğine döşer dilediğine sıkar ve lâkin nâsın ekserisi bilmezler

37

Halbuki ne mallarınız ne de evlâdlarınız değildir sizi huzurumuza yaklaştıracak olan, ancak îman edip salâh ile iş gören, işte onların amellerine karşı kendilerine kat kat mükâfat vardır. Ve onlar Cennet şehnişinlerinde emniyyet içindedirler

38

Âyetlerimizi hukümsüz bırakmak için yarış ederek çalışanlar ise hakkın huzuruna onlar azâb içinde ihzar edileceklerdir

39

De ki, hakıkaten rabbım kullarından dilediği kimseye rızkı hem döşer hem sıkar ve her neyi hayra sarfederseniz o ona halef de verir, hem o, rızık verenlerin en hayırlısıdır

(.......) Bu bir şahsısta iki vakta nazaran, yukarıki de muhtelif iki şahsa nazarandır. Onun için tekrar yoktur (.......) hem o hayrürrazikîndir. Çünkü diğerleri hakikaten râzık değil, onun rızkını iysale vasıtadır.

40

O gün ki, hep onları birlikte mahşere toplıyacağız, sonra Melâikeye diyeceğiz: şunlar size mi tapıyorlardı?

41

Demişlerdir: zati sübhanına arzı tenzih ederiz, sensin onlara karşı ekserisi onlara inanmışlardı

42

İşte o gün ba'zınız ba'zınıza ne bir menfeate, ne de bir zarara mâlik olamaz ve o zulmedenlere deriz: tadın bakalım o yalan deyip durduğunuz ateşin azâbını

43

Karşılarında açık beyyineler halinde âyetlerimiz tilâvet olunduğu zaman o zalimler: «bu başka değil, sırf sizi atalarınızın taptığı ma'budlardan men'etmek isteyen bir adam» dediler ve «bu (Kur’ân) başka bir şey değil, sırf uydurulmuş bir iftira» dediler ve o küfredenler hak kendilerine geldiği vakıt bu apaâçık bir sihirden başka bir şey değil, dediler

44

Halbuki biz onlara öyle ders alacakları kitablar vermedik ve kendilerine senden evvel bir nezîr de göndermedik

(.......) Kendilerine senden evvel bir nezîr de göndermedik - ya'ni o yaptıkları şirkler ne bir kitaba müsteniddir, ne de bir Peygambere, müşrikliği ihdas edenler Peygamber değildi, yoksa daha evvel İsmail ve İbrahim gönderilmemiş değildir. Onun için burada böyle buyurulması ileride (.......) buyurulmasına münafi değildir.

45

Onlardan evvelkiler de tekzib etmişlerdi, hem bunlar onlara verdiklerimizin onda birine ermediler, Resullerimizi tekzib ettiler de nasıl oldu inkârım?

46

De ki, size sâde bir tek nasıhat edeceğim şöyle ki, Allah için ikişer üçer ve teker teker kalkarsınız, sonra da iyi düşünürsünüz, arkadaşınızda cinnetten eser yoktur, o yalnız şiddetli bir azâbın önünde sizi sakındıracak bir Peygamberdir

47

De ki, ben sizden ücrete dâir bir şey istersem o sırf sizin kendiniz içindir, benim ecrim ancak Allah’a aiddir ve Allah her şey'e şâhiddir

48

De ki, hakıkaten rabbım hakkı fırlatır allâmül'guyubdur

(.......) Hakkı fırlatır, ya'ni kullarından dilediğinin kalbine indirir, yâhud bâtılın tepesine endaht eder de onun beynini parçalar, yâhud âfâka neşreder, bu surette islâmın intişarını va'd olur. Netekim

49

De ki, hak geldi, bâtılın önü de kalmaz sonu da

(.......) hak geldi, ya'ni islâm geldi, şirk muzmahill olacak.

50

De ki, eğer ben yanılırsam yalnız kendime kalarak yanılırım ve eğer hidayeti bulmuşsam bilmeli ki, rabbımın bana vahiy vermesiyledir, çünkü o yakındır, işitir, işittirir

(.......) Bunda Peygamberin de kendi kendine ictihad ile hareket ettiği takdirde hata edebileceğine delâlet vardır.

51

Görsen o telâşa düştükleri vakıt, artık kaçamak yoktur' yakın yerden yakalanmışlardır

(.......) o telâşa ve dehşete düştükleri vakıt - ölüm veya haşır dehşeti veya «Bedr» telâşesi

52

Ve «îman ettik ona» demektedirler, fakat onlara uzak yerden el sunmak nerede?

TENAVÜŞ, tenavül, el atmak, el sunmak demektir.

MEKÂNIBAÎD, ya'ni iymanın faide vereceği teklif zamanı, teklif dünyası geçdikten, azâb gelip çattıktan sonra îman, îmanı yeis faidesizdir.

53

Halbuki evvel ona küfretmişlerdi, uzak yerden gaybe taş atıyorlardı

54

Artık kendileriyle arzularının arasına sed çekilmiştir, tıpkı bundan evvel emsallerine yapıldığı gibi, çünkü hepsi işkilli bir şek bulunuyorlardı

(.......) Reyb veren şekk, ya'ni bir çok kimseleri de şübheye düşürmek isteyen veya kendi içlerini de rahatsız eden işkilli, tühmetli şekk, bütün o zalimlerin, kâfirlerin Âhırette böyle dehşetli azâba yakalanacaklarını va'd eden bu âyetler, gerek Peygamber ve gerek mü'minler için büyük bir müjde ve bütün ıbadullah için bir ni'met olduğu cihetle bunu müteakıb Sûre-i «Fâtır» ın da hamd ile başlaması ne kadar güzel olmuştur.

0 ﴿