AHKÂF(.......) Buna «Ahkâf» sûresi denir. Mekkîdir. Bir iki âyetinin Medenî olduğuna dâir de bir rivayet vardır ki, (.......) âyetidir. Âyetleri - Kûfîde otuz beş, diğerlerinde otuz dörttür. Ihtilâf (.......) dedir. Kelimeleri - Üçyüz kırk dörttür. Harfleri - İki bin üçyüzdür. Fasılası - (.......) harfleridir. (.......) âyeti dolayısiyle bu ismi almıştır ki, bir mevkı' adıdır. Bak 1Hâ mîm. 2Bu kitabın ceste ceste indirilmesi azîz, hakîm Allahdandır . 3Biz o Gökleri ve Yeri ancak hakk ile ve müsemmâ bir ecel ile yarattık, küfredenler ise inzar edildikleri şeylerden alındırmıyorlar. 4De ki, şimdi baksanız a şu sizin Allah’ın berîsinden yalvarıb durduklarınıza, gösterin bana onlar Arzdan hangi cüz'ü yaratmışlar, yoksa onların Göklerde mi bir ortaklıkları var? Haydin bana bundan evvel bir kitab yâhud ılimden bir eser getirin eğer sadıksanız (.......) Ilmden bakıyye kalmış bir eser, evvelki Peygamberlerin ılimlerinden kalma me'sur bir ılim, yâhud toz üstüne bir yazı. 5Hem o kimseden daha şaşkın kim olabilir ki, Allah’ı bırakır da kendisine Kıyamete kadar cevab veremiyecek kimselere duâ eder onlar ise onların duâlarından gafildirler 6Nâs toplanıp haşrolunduğu vakıt da onlara düşman olurlar ve ıbâdetlerini inkâr ederler 7Karşılarında âyetlerimiz açık açık, parlak parlak okunurken de o küfredenler dediler ki, hakka, kendilerine geldiği zaman: bu parlak bir sihir 8Yok, iftirâ etti mi diyorlar? De ki, ben onu iftirâ ettimse siz beni Allahdan kurtaracak hiç bir şey'e mâlik olamazsınız ve o sizin neye yaygara edip durduğunuzu pek âlâ bilir, ona benimle aranızda şâhid o yeter, hem de gafûr, rahîm o 9De ki, ben Peygamberler içinden bir türedi değilim, bana ve size ne yapılacağını da bilmiyorum, yalnız bana gönderilen vahye ittiba' ediyorum, ben başka değil, açık bir nezîrim (.......) BİDİ', BİD'AT, âdette hiç örneği geçmemiş, yeni türemiş, türedi, ya'ni ilk olarak Peygamberlik iddia eden, yâhud hiç bir Peygambere benzemiyerek kendi kendine Allah’ın izni olmaksızın bir takım örneksiz şeyler ibda' edecek bir mübdi' değilim. 10De ki, şuna vicdanınızda bir re'y edindiniz mi? Eğer bu, Allah tarafından da siz ona küfrettinizse ve Benî İsraîlden bir şâhid onun misline şehadet edip îman getirdi de siz kibretmek istedinizse? Şübhe yok ki, Allah zâlimleri doğru yola çıkarmaz (.......) Beni İsraîlden bir şâhid de onun misline şehadet edip îman getirir de - buradaki (.......) zamîrinde iki vecih vardır. Biri Kur’âna biri de Peygambere raci' olmasıdır. Kur’ân’ın Tevrat gibi Allah kitabı olduğuna, yâhud Hazret-i Peygamberin Musâ gibi bir Peygamber olduğuna şehadet ederek îman eyler de. Sûre-i Bakarede tafsıyli geçtiği üzere Tevratta Hazret-i Peygamber, Hazret-i Musâya (.......) diye Musânın misli bir Peygamber olmak üzere tavsıf buyurulmuş idi. Beni İsraîlden böyle şehâdet ile îman eden şahid de Cumhûrun kavline göre Abdullah İbn-i Selâm radıyallahü anhtir. İmamı Şa'bî gibi ba'zıları şâhidden murad Hazret-i Musâ olduğunu söylemişlerdir ki, mukaddema haber vermiştir. İbn-i Cerîr ve daha sâirlerinin rivayetlerine göre Sa'd İbn-i Ebi vakkas radıyallahü anh demiştir ki, Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellemi «Yer yüzünde yürüyen bir kimse hakkında o ehli Cennettir» derken işitmedim, Abdullah İbn-i selâmdan başka ki, (.......) de onun hakkında nâzil oldu (.......) Sûre Mekkî, Abdullah İbn-i Selâmın îmanı ise Medinede vaki' olduğu cihetle bu surette bu âyet gayb haberlerinden demek olur. Lâkin balâda işaret olunduğu üzere ba'zıları Sûre, Mekkî olmakla beraber bu âyetin medenî olduğunu söylemişlerdir. Hasenden rivâyet olunur ki, şöyle demiştir: bana şu vasıl oldu: Abdullah İbn-i Selâm islâma girmek istediği zaman ya Resulallah dedi: Yehûd bilir ki, ben onların ulemasındanım. Babam da onların ulemasından idi, halbuki şimdi ben şehâdet ediyorum ki, sen Allah’ın hak Resulüsün ve onlar seni Tevratta yazılı bulurlar. Şimdi filâna filâna ve daha Yehûdîlerden adlarını saydıklarına adam gönder ve beni evinde gizle de onlara benden ve babamdan sor, çünkü onlar sana benim kendilerinin en âlimi olduğumu, babamın da en âlimlerinden bulunduğunu şübhesiz söyliyeceklerdir, ben de o vakıt çıkarım, senin Resulullah olduğunu ve onların seni yanlarındaki Tevratta yazılı olarak buluyor idiklerine ve hakikaten senin hidayet ve hak din ile gönderildiğine şehadet ederim. Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem de öyle yaptı, onu evinde gizledi, Yehudîleri çağırttı, yanına girdiler, derken Resulullah sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki, «sizin içinizde Abdullah İbn-i Selâm nedir?», «kendisi de dediler: bizim en âlimimiz, babası da «o halde o müsliman olduysa ne dersiniz?», «olmaz» dediler, üç kerre tekrar ettiler, bunun üzerine çağırdı, o da çıktı, sonra (.......) dedi, deyince Yehudîler biz senden bunu beklemezdik ya Abdullah İbn-i Selâm dediler, küfredecek çıktılar. Allah azze ve celle de bunu indirdi: (.......) Buna dâir daha diğer rivayetler de vardır. Bununla berâber Mesruk da demiştir ki, bu Abdullah İbn-i Selâm hakkında nâzil olmadı, Mekkede nâzil oldu, Abdullah İbn-i Selâm ise Medînede müsliman oldu. Bu ancak Resulallahın kavmına karşı bir ıhtıcacdır. Tevrat Kur’ân gibi Musâda Muhammed gibidir sallallahü aleyhima vesellem. Onlar Tevrata ve Peygamberlerine îman ettiler de siz küfr ettiniz demektir. İbn-i Cerîr der ki, gerçi Mesrukun dediği tenzilin zâhirine daha uygundur. Çünkü (.......) tarafı ilâhîden Kureyş müşriklerine karşı bir tevbıh ve Peygamberi için onlar aleyhine bir ihticac siyakındadır. Bu âyette makablindeki âyetlerin nazîridir. Onlar da ne Ehli kitabın ne de Yehudun zikri geçmediği gibi mukaddema zikri geçenlerden kelâmın tahvîline delâlet eder bir karîne de görülmüyor. Fakat Resulullahın Eshabından bir cemaatten bununla Abdullah İbn-i Selâm kasdedilmiş olduğuna dâir haberler varid olmuştur. Ve Ehli te'vîlin ekserisi de bunun üzerine yürümüştür. Bunlar ise Kur’ân’ın ma'nâlarını ve nüzulünün sebebini ve ne murad olunduğunu daha iyi bilirler. Buna göre şâhid, Abdullah İbn-i Selâm, tevbıh olunan muhatablar da ma'şeri Yehûd olmuş oluyor (.......) Yalnız Taberînin «mukaddema zikri geçenlerden kelâmın tahvîline delâlet eder bir karîne görülmüyor» demesinde nazar vardır. Zira bir kerre başta (.......) buyurulmakla kelâmın asıl sevkı mutlak kâfirler hakkında olduğu gösterilmiş, sonra da iki (.......) hıtabı ile bunların iki kısmına işaret olunarak evvelkisinde müşriklere ikincisile de diğerlerine yâhud mecmuuna hıtab yapıldığı anlatılmıştır. Demek ki, hem asıl siyakın vahdeti muhafaza edilmiş hem de iki kerre (.......) buyurulmakla bir tahvîli hıtab karînesi de verilmiştir. Binâenaleyh (.......) evvel emirde Yehude muntabık olmakla beraber mehfum ı'tibariyle hepsinden eamdır. Bu cümle, şartın cevâbı makamına kaimdir. Ya'ni öyle olunca siz zulmetmiş olursunuz hidayete iremezsiniz. Çünkü... 11Bir de küfredenler, îman edenler hakkında dediler ki, eğer o bir hayr olsa idi bizden evvel ona koşmazlardı, bununla muvaffak olamayınca da şöyle diyecekler: bu eski bir yalan (.......) bu da hem müşriklere hem Yehûde muhtemildir. Ekser müfessirîne göre müşriklerdir. Mü'minlerin ekserisini Ammar, Suheyb ve Bilâl gibi fukara ve zuafâdan görerek tahkır etmek ve gûya bu suretle islâmı düşürmek istiyorlar. Sa'lebî Yehûdun Abdullah İbn-i Selâm ve eshabı hakkında mekalesi demiştir. (.......) bununla, ya'ni böyle demekle; îman edenlere ta'netmekle muradlarına muvaffak olamayınca islâmı ve Kur’ân’ı körletmek veya şehadeti ibtal eylemek maksadına iremeyince (.......) daha diyeceklerdir ki, bu bir ifki kadîmdir, eski uydurulmuş bir yalandır. - Ya'ni Peygamber hakkında evvelkilerden rivayet olunan tebşirat eski bir yalandır diyecekler, yâhud islâmı inkâr etmek için dini kökünden inkâr edecekler. Demek ki, istikbalin kâfirleri daha azgın olacaktır. 12Onun önünden Musânın kitabı var; bir imam ve rahmet, bu da tasdıklayıcı bir kitab, Arabca dilli, zulm edenleri inzar için ve muhsinlere müjde (.......) halbuki onun önünden - ya'ni Kur’ân’dan evvel nâzil olmuş (.......) Musânın kitabı var - bununla hem ifki kadîm demelerinin nereye kadar vardığını gösterilmiş oluyor, hem de cevabı verilmiş oluyor. Zira o öyle var ki, (.......) bir imam ve rahmet olmuş bir halde - Allah’ın dininde senelerce rehber, muktedabih edinilmiş arkasınca gidilmiş ve o sâyede Allahü teâlânın rahmetine, ni'metine irilmiş, Eğer o bir ifk, bir yalan olsa idi o feyz-ü rahmet olur muydu? (.......) ve işte bu da - ya'ni Kur’ân da (.......) dili Arabî olarak tasdık edici bir kitab - Musânın bir imam ve rahmet olan kitabını tasdık, onun esasındaki hakıkati isbat ve te'yid eyliyen Arabca dilli bir kitab - ki, tasdıkın hikmeti de (.......) zulmedenleri inzar etmek için - her kim olursa olsun kendisinden her hangi bir suretle zulum, haksızlık sâdir olanlara Allah’ın azâbını haber vererek akıbetin vehametini anlatmak için (.......) güzellik yapan muhsinlere de müjde için - şöyle ki,. 13Rabbımız Allah deyip de sonra doğru gidenler, her halde onlara bir korku yoktur ve onlar mahzun olmıyacaklardır (.......) ya'ni ılmin hulâsası olan tevhid ile amelin müntehâsı olan istikameti cemedenler. (.......) de bu âyetin nazîrine bak, orada Melâike vasıtasiyle tebşir yapılıyordu, burada doğrudan doğru 14Onlar Eshabı Cennettir, işledikleri amellere mükâfâten orada ebedî kalacaklardır 15Hem biz o insana vâliydeyni hakkında ıhsan tavsiye ettik, anası onu zahmetle taşıdı ve zahmetle vaz'etti, hamliyle süd kesimi de otuz ay, nihâyet kemaline irdiği ve kırk yaşına girdiği zaman "yarab! dedi: beni öyle sevk et ki, bana ve anama babama in'am buyurduğun ni'metine şükredeyim ve razıy olacağın salıh bir amel işliyeyim, zürriyyetim hakkında da benim için ıslâh nasîb eyle, çünkü ben tevbe ile cidden sana yüz tuttum ve ben gerçek müslimanlardanım (.......) tavsıye, bir kimseye yapması ıktiza eden bir şeyi, va'z-u nasıhat tarzında önceden söylemektir. Îman ve istikamet en birinci şiarları olan muhsinlerin şanı beyan olunurken anaya babaya ihsan bilhassa tavsıye edilmiştir. Bu tavsıye bir kaç yerde vârid olmuştur. Fakat her birinde başka bir nükte ve noktai nazarla sevkedilmiş olduğu için tekrar değil ayrı ayrı fâideyi müfiddirler. Netekim burada da (.......) münasebetiyle ihsan ve istikametin mühim bir misali olmak üzere irad buyurulmuştur. Ve rivâyet olunduğuna göre (.......) a kadar bu iki âyet Hazret-i Ebî bekri sıddık radıyallahü anh hakkında nâzil olmuş ve bir hayli ahkâmın da esaslarını ihtiva eylemiştir. Evvelâ, ahlâkî noktai nazardan valideye üç mertebede nazarı dikkat celb olunmuştur. Birincisi, babanın tahti galebesinde olarak (.......) tağlibi içinde, ikincisi, (.......) üçüncüsü (.......) ile vaz'-u irda' haysiyyetleridir. Valid ya'ni baba ise yalnız (.......) de birm kerre zikredilmiştir. Bir Hadîs-i şerifte beyan olunan şu mazmun ile mütenasibdir: bir adam: ya Resulallah (.......) ben kime çok iylik edeyim?» Demişti, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki, (.......) sonra kime? dedi yine (.......) buyurdu, sonra kim? dedi: yine (.......) buyurdu, sonra kime dedi (.......) buyurdu. (.......) anası onu kürh ile zahmet ve meşekkat ile yüklendi (.......) yine zahmet ve meşakkat ile hamlini vaz'etti (.......) hamli ve fisâli de otuz aydır - (.......) de (.......) da (.......) buyurulduğuna göre bu otuzun iki senesi emzirme müddeti altı ay da hamil müddeti olmuş oluyor. Demek ki, hamlin ekalli müddeti, rıdaın da ekseri müddeti gösterilmiştir. Zira bunlara kadının namusu, neseb ve hurmeti nikâh cihetleriyle pek çok ahkâmı mühimme teferru' eder. Rivâyet olunur ki, Hazret-i Ömer radıyallahü anhe bir kadın mürafeaya götürülmüştü ki, altı ayda doğurmuştu, haddini emretti, Hazret-i Alî radıyallahü anh bu âyeti ıhtar ederek had lâzım gelmez hamlin ekalli müddeti altı aydır diye ı'tiraz etti, Hazret-i Ömer de tasdık eyledi. Fahruddini Razî bunu naklettikten sonra der ki,, akıl ve tecribe dahi bunun böyle olduğuna delâlet ederler. Eshabı tecârib diyorlar ki, cenînin tekevvünü için mukadder bir zaman vardır, o zaman tezauf edince cenîn harekete başlar. Bu mecmua iki misli munzamm olunca cenîn anasından infisal eyler: meselâ: cenînin hılkatı otuz günde tamam olduğunu farzedelim, bu zaman katlanıp altmış gün oldu mu cenîn hareket eder. Bu mecmua iki misli olan yüz yirmi daha artınca yüz seksen eder ki, altı aydır, o vakıt cenîn infisal eder. Hılkati otuz beş günde tamam olduğunu farzedelim: o vakıt yetmiş günde hareket eder, iki misli yüz kırk daha ılâve olununca mecmuu iki yüz on gün eder ki, yedi aydır, çocuk infisal eyler. Kırk gün farzetsek seksende hareket eder, iki yüz kırk günde infisal eyler ki, sekiz aydır, kırk beş günde tamam olduğunu farzedelim doksan günde hareket eder iki yüz yetmiş günde infisal eyler ki, dokuz ay eder. İşte tecribecilerin zikrettikleri zâbıt budur. Calînus demiştir ki, ben, hamil zamanlarının mıktarlarını çok merak ile araştırırdım bir kadın gördüm ki, yüz seksen dört günde doğurdu. İbn-i Sinâ da kendisinin bunu müşahede etmiş olduğunu kaydeylemiştir. Demek ki, hamlin ekalli müddeti Kur’ân’ın nassına göre de, tıbbın tercibelerine göre de bir olarak altı aydır. Amma hamlin ekseri müddeti hakkında Kur’ân’da bir delâlet yoktur. Ebû Ali İbn-i sîna unvanı Şifâdan dokuzuncu mekalenin altıncı faslında demiştir ki, tamamiyle ı'timad ettiğim mevsuk bir yerden bana baliğ oldu ki, bir kadın hamil senelerinin dördüncüsünden sonra bir çocuk doğurdu, dişleri bitmişti hem de yaşadı, Eristatalisten de şöyle hikâye olunmuştur. Hayvanların vilâdet ve hamil zamanları mazbuttur. İnsandan başka ki, gebe bir kadın ba'zan yedi ayda, ba'zı sekiz ayda doğurur, sekizinci de Mısır gibi muayyen beldelerden mâadasında az yaşar. Galib olan dokuzuncu aydan sonra doğmaktır. Ehli tecarib şunu da ıhtar ederler ki, bervechi balâ tezâuf suretiyle beyan ettiğimiz zabıt, tahdîdî değil takrîbîdir. Ba'zan günlerde ziyâdelik, eksiklik olabilir. Sonra Razî Cenînin tamamlandığı müddeti de altı kısma taksim ederek tecribî ma'lûmatına göre kayd etmiştir ki, zamanımızda buna «mebhasi rüşeym» denilmekte ve bir tasnifi mahsusa tâbi' tutulmaktadır. Nihâyet der ki, altıncısında a'zalar birbirinden seçilir ve hissolunacak vechile tebeyyün eyler bunun mecmuu kırk gündür, ba'zı da kırk beş güne kadar teehhur eder. Ekalli de otuzdur. Şu halde bu tıbbî tecribeler dahi sadık masduk nebiyyi zîşanın şu hadîsinde haber verdiğine mutabıktır: (.......) = her birinizin hilkati anası karnında kırk günde toplanır.» Tecribe sahibleri derler ki,. Kırktan sonraki sıkıt selâsı yarılıp da soğuk suya konulduğu zaman etrafı mütemeyyiz küçük bir şey zuhur eder (.......) Hasılı hamlin ekalli müddeti altı ay olduğu gibi rıda' müddetinin de ekseri iki senedir. (.......) mecmuunun haberidir. Ancak İmamı a'zam Ebû Hanîfe Hazretleri bu âyette bir de şu ma'nâ ıhtımalini nazari dikkate almıştır: hamli de fısali de otuz aydır. Bu surette hamil müddeti de otuz ay rıda' müddeti de otuz ay olmak ve ikisinin de ekseri beyan edilmiş bulunmak lâzım gelir. Hazret-i Âişenin rivâyet eylediği bir Hadîs-i şerif hamlin ekseri müddeti iki seneden ziyâde olamıyacağını isbat etmiş olmakla hamil hakkında mezkûr ıhtımal, sakıt olmak lâzım gelirse de fısal hakkında iki sene (.......) kaydiyle mukayyed bulunduğu için nikâhın hurmetini ifâde eden müddeti rıda' noktai nazarından ekserin otuz ay olması şübhesi bâkîdir. Bu ıhtımali ref'edecek bir delîl yoktur. Binaenaleyh, muharrim, mübiyha tercih olunmak kaidei usuliyyesi mucebince otuz ay içinde emişenler hakkında ıhtıyaten hürmeti rıda' sabit olmak lâzım gelir. Lâkin Sûre-i (.......) da (.......) mutlak olduğu için İmameyn bu şübheye iştirâk etmemişlerdir. Fetvâda da bu tercih olunmuştur (Fıkıhtan Hidâye ve etrafına bak). İşte babanın ananın böyle hukukundan dolayı onlara ihsân ile muâmele etmesini o insana tavsıye ettik (.......) ta ki, eşüddüne irdi - kuvvet ve kemal çağına irdi, kuvveti ve aklı sağlamlaştı, bunu ba'zıları bülûğ ile ba'zıları da kühulet ile tefsir etmişlerdir. Bu şuna daha akrebdir (.......) ve kırk yaşına irişti - denilir ki, Peygamberler hep kırktan sonra ba's edilmiştir. Maamafih Hazret-i Isâ ile Yahyanın sabavetlerinde nübüvvetleri de mevzuı bahistir: İşte tam aklını, kuvvetini toplayıb da kırkına irdiği vakıt o tavsıyeyi yerine getirerek (.......) dedi: - Allahdan üç murad istedi. Birincisi şöyle ni'metlerine şükür niyazı: (.......) ya rab! bana öyle ilham et, öyle şevk ver ki, (.......) ni'metine şükredeyim – Evvelâ şükrü istemesi, şükür dâima bir neş'ei ni'met ile alâkadar olduğundan evvel emirde kalbin neş'esini bulmak içindir. İşte her muvaffakıyyetin sirri de bu neş'edir, o neş'e ile dir ki, rızaya uygun büyük salih ameller yapılabilir. (.......) hem bana in'am ettiğin ni'metine hem vâlideynime - anama babama, ya'ni ni'meti dîn ve ni'meti vücud İkincisi (.......) ve senin razı olacağın salih bir amel işleyeyim - (.......) de tenvin, ta'zîm için, ya'ni büyük bir iş. Yâhud teksir için: bir çok iş, yâhud vahdeti nev'ıyye ki, ameli sâlih cinsinden Allahü teâlânın rızasını bilhassa câlib olacak bir nevi' amel, tâatı marzıyye. Üçüncüsü (.......) zürriyyetimde de benim için ıslâh nasîb et - ya'ni salâhı onlara da sirâyet ettir, içlerinde sabit kıl. (.......) Çünkü ben tevbe ile sana yüz tuttum - senin razı olmıyacağın fiillerden veya senin zikrinden alıkoyacak şeylerden tevbe edip sana yöneldim (.......) ve çünkü ben müslimîndenim - kendilerini ıhlâs ile senin birliğine teslim edenlerdenim. Bu iki cümle duânın sıhhati tevbe ve islâma mütevakkîf olduğuna işarettir. İbn-i Abbas radıyallahü anhüma Hazretleri demiştir ki, Allahü teâlâ Ebû Bekr radıyallahü anhın duâsını kabul buyurdu da mü'minlerden dokuz kişiyi azad eyledi ki, Bilâlı Habeşî ve Âmir İbn-i Füheyre bunlardandır ve her ne hayir murad etti ise Allahü teâlâ ona yardım etti, zürriyyeti hakkında da duâsını kabul buyurdu, evlâdlarının hepsi îman ettiler, ona hem anasının babasının hem de evlâdlarının cemi'sinin islâmı müyesser oldu. Babası Ebû Kuhâfe - Osman İbn-i amr ve anası Ümmül'hayr binti sahr ibin Ömer - oğlu Abdurrahman İbn-i ebî bekir ve onun oğlu Ebû atıyk hepsi Peygambere yetiştiler. Ve Hazret-i ebî bekrin mazhariyyeti derecesi Sahabeden hiç birine müyesser olmadı. (.......) Maamafih Eshab-ı kiramın hepsi böyle ihsan ve istikamet hissi ile meşbu idiler. Buna işareten buyuruluyor ki, 16İşte bunlar Eshabı Cennet içinde o mumtazlardır ki, kendilerinden yaptıkları amellerin en güzelini kabullanacağız ve günahlarından geçeceğiz, bu şaşmaz doğru va'd iledir ki, va'd olunmakta bulunuyorlar (.......) işte bunlar - böyle bu güzel evsaf ile muttasıf olan muhsin, şâkir insanlar (.......) o eshab-ı Cennet içinde, ya'ni îman ve istikametleri hasebiyle haklarında (.......) buyurulan ve kendilerine Kıyâmet günü havf-ü huzn olmıyan ehli Cennet içinde öyle mümtaz kimselerdir ki, kendilerinden amellerinin en güzelini kabullanırız ve günahlarından geçeriz - burada (.......) ta'biri hakkında müfessirînin iki kavli vardır. Birisi «ahsen», «hasen» ma'nâsınadır denilmiş, birisi de (.......) den murad mubahın mâfevkı olan taâttır ki, mendub ve vacibe şamildir. Zira mubah, çirkin değil, hasendir. Lâkin ona sevab ve ıkab terettüb etmez (.......) Fakat zâhir olan şudur ki, bunların seyyiatlarından geçilmiş olduğu gibi alel'âde hasenatları da onlara keffaret gibi olarak Cennetteki mertebeleri en güzel amellerine göre olmasıdır. Burada Mücâhidden Taberî, Hazret-i Ebî Bekirin Ömere olan vasıyyetini nakleder şöyle ki, Hazret-i Ebi Bekir Hazret-i Ömeri radıyallahü anhüma çağırdı da ona dedi ki, ben sana bir vasıyyet edeceğim onu iyi hıfzedesin, Allah’ın gecede bir hakkı vardır, onu gündüzün kabul etmez ve gündüzün bir hakkı vardır, onu da gece kabul etmez, bizim hiç birimiz için farzı eda etmedikçe nafile yoktur. Kıyamet günü mizanları ağır gelenlerin mîzanlarının ağır gelmesi hep Dünyada hakka ittiba'ları ve onun onlara ağır gelmesi sebebiyledir. Haktan başka bir şey konmıyan bir mîzanın ağır gelmesi ise hakkıdır. Kıyamet günü mizanları hafif gelenlerin mîzanlarının hafif gelmesi de Dünyada batıla tâbi' olmalarından ve onun onlara hafif gelmesindendir. Batılden başka bir şey konmıyan bir mîzanın hafif gelmesi de hakkıdır. Görmez misin Allahü teâlâ Ehli Cenneti en güzel amelleriyle zikretmiştir. Onun için bir kail der ki, benim amelim bunların ameline nerede irişecek? Onun sebebi: çünkü Allahü teâlâ onların kötü amellerinden geçmiştir de onları ızhar etmez ve görmez misin Allahü teâlâ Ehli narı en kötü amelleriyle anmıştır da bir kail der ki, ben amelce onlardan iyiyimdir, onun sebebi çünkü Allahü teâlâ onların en güzel amellerini kendilerine reddetmiştir. Görmez misin Allahü teâlâ şiddet âyetini rızâ âyetinin yanında ve rızâ âyetini şiddet âyetinin yanında indirmiştir ki, mü'min hem ümidli hem saygılı olsun da kendi eliyle tehlükeye atılmasın ve Allah’a karşı hakk olmıyan bir kuruntuya kapılmasın. 17Şöylesi ise ki, "anasına babasına of size, dedi: bana çıkarılacağımı mı va'dediyorsunuz? Halbuki benden evvel nice karnlar geçmiş; ikisi de Allah’a el'eman çekerek yazık sana, îmana gel, her halde Allah’ın va'di haktır diyorlar da o yine diyor ki, bu, eskilerin esatîrinden başka bir şey değildir (.......) Bununla evvelki âyetin temamen zıddına, ya'ni anasına babasına ezâ edenlere intikal ile inzara geçiliyor. Mervan bunun Abdurrahman İbn-i ebî bekir hakkında nâzil olduğunu iddia etmiş ise de doğru değildir. Hikâye olunuyor ki, Mervan bir gün mescidde hutbesinde «ben Emîrül'mü'minînin, ya'ni Muaviyenin Yezîdi istihlâf etmesi hakkındaki re'yini güzel görüyorum, çünkü Ebû bekir de istıhlâf etti Ömer de» demişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn-i ebî bekir (.......) ya'ni kırallık mı? Ebû bekir radıyallahü anh vallahi onu ne evlâdından birisi ne de Ehli beytinden birisi hakkında yapmadı, Muaviye ise sırf oğluna rahmet ve kerâmet yaptı» dedi. Mervan: sen (.......) değil misin? dedi, Abdurrahman da: Sen Resulullahın lâ'netlediği mel'unun oğlu değil misin? dedi, Hazret-i Âişe işitti, Mervana; sen Abdurrahmana şöyle şöyle mi dedin, yalan söylemişin. Vallahi o onun hakkında nâzil olmadı, isteseydim kimin hakkında nâzil olduğunu söylerdim dedi. (.......) bana çıkarılacağımı mı va'dediyorsunuz? - öldükten sonra kabirden ba'solunacağımı mı va'dediyorsunuz (.......) halbuki benden evvel nice karnlar geçmiş - ya'ni onlardan kim kabirden çıkmış ta ben çıkacakmışım? diyor (.......) o ikisi - ya'ni anası babası ise (.......) Allah’a sığınıyorlar - onun böyle inkârından, cür'etinden, küfründen el'aman çekerek neûzübillah aman yarabbi diye feryad ediyorlar (.......) yazıklar olsun sana (.......) inan îman getir, her halde Allah’ın va'di haktır diyorlar. - VEYLEK, veyl sana, aslında bizim canı çıkası, geberesi ta'birimiz gibi bir helâk duâsı olmakla beraber hakıkaten helâk için değil, azarlıyarak teşvık ve tergib için de kullanılır ki, burada da maksad odur. Onun için buna yazıklar olsun sana demek daha muvafık olacaktır. (.......) o, yine onları tekzib ederek, bu sizin Allah’ın va'di dediğiniz evvelkilerin esâtîrinden başka bir şey değildir. - Hiç aslı olmıyarak yazılmış masallardır - der. 18İşte bunlar İns-ü Cinden önlerinde geçen ümmetler içinde üzerlerine söz hakk olmuş olan kimselerdir, çünkü bunlar hep husrana mahkûm olmuşlardır (.......) işte bunlar - obirlerinin tam zıddına olarak (.......) Cinn ve İnsten kendilerinden evvel geçen ümmetler içinde aleyhlerine söz hakk olmuş kimselerdir - kavilden murad (.......) kelimei azabıdır. Burada (.......) yukarıdaki (.......) nin mukabilinde olarak Eshabı Cehennemi gösteriyor ve bu âyetten Cinnin dahi İns gibi ölümü olduğu anlaşılıyor. (.......) çünkü bunlar kendilerini ziyan etmiş, husrana düşmüş kimselerdir. 19Her biri için de yaptıkları amellerden dereceler vardır, bu da hiç hakları yenmiyerek bütün amellerini kendilerine temamen ödemek içindir (.......) ve her biri için -ya'ni şu zikrolunan iki kısımdan: Eshabı Cennet ile hâsirînden her bir kısm için (.......) amellerinden dereceler var - işledikleri hayır veya şer amellere göre muhtelif dereceleri vardır Ehli Cennetin de dereceleri muhteliftir, kavil hakk olanların da. Çünkü gerek mahiyyet, gerek tarz ı'tibariyle amelleri muhteliftir. Onun cezası olan dereceleri de ona göre muhteliftir. Bunun için buyuruluyor ki, (.......) bu da onlara hiç bir zulm edilmeksizin amelleri kendilerine temamen ödenmek içindir - onun için kimininki Dünyada tamamlanır, kimininki Âhırette. Bu suretle kâfirler sırf Dünya için çalışdıkları ve yaptıkları iyi amellerin mükâfatını behemehal Dünyada alacakları cihetle 20Ve küfredenler ateşe arzolunacağı gün şöyle denir: siz bütün tayyibâtınızı (lezaizinizi) Dünya hayatınızda giderdiniz ve onlarla zevkyab oldunuz, alacağınızı aldınız, artık bu gün hakaret azâbiyle cezalanacaksınız çünkü Yer yüzünde haksızlıkla kibir taslıyordunuz ve çünkü dînden çıkıp fasıklık ediyordunuz (.......) o küfredenler ateşe arz olunacağı gün de - ki, Kıyamet günü - şöyle denecektir. (.......) Hazret-i Ömer radıyallahü anhten merviydir: istesem ben sizin en hoş yemekliniz, en güzel yiyimliniz olurdum ve lâkin gördüm ki, Allahü teâlâ bir kavme tayyibatlarının fena haberini vermiş (.......) buyurmuştur, ben tayyibâtımı bâkıy kılmak isterim demiştir. Yine rivâyet olunur ki, Şama geldiği vakıt ona mukaddema misli görülmedik bir yemek yapılmış idi, buyurdu ki, bu bizim, fakat vefat etmiş olan fukarai müslimîn için ne var? Onlar arpa ekmeğinden doymuyorlardı, Halid İbn-i Velid onlara Cennet var dedi, deyince Ömerin gözleri doluktu da vallahi bizim hazzımız bu hutamda olup da onlar gittiler ise!... Dedi ki, Allahü a'lem Cennette aramız ne kadar uzak olur? demektir. Resuli ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem bir gün Ehli suffenin yanlarına girdi, elbiselerine yamalık bulamadıklarından deri ile yamıyorlardı, buyurdu ki, siz bu gün mü daha hayırlısınız? Yoksa her biriniz sabah bir hulle akşam bir hulle giyeceğiniz ve sofranızda sahnın biri gelib biri gideceği ve evi Kâ'be örtülür gibi örtüleceği gün mü? Biz bu gün daha hayırlıyız dediler. Evet buyurdu: bu gün daha hayırlısınız (.......) İbn-i Zeyd bu âyetin tefsirinde şu âyetleri okumuş (.......) ve demiştir ki, işte Dünya hayatlarında tayyibâtlarını giderenler bunlardır. (.......) hun azâbı - hevan, ya'ni zillet ve hakaret azâbı. Bunun bir misal ile izahı: 21Bir de Âd’ın kardeşini an, Ahkafta kavmını inzar ettiği vaktı: ki, önünden ve ardından nice nezîrler de geçmiştir, Allahdan başka ma'bud tanımayın diye, çünkü ben size büyük bir günün azâbından korkuyorum (.......) Âd’ın kardeşi - ya'ni (.......) buyurulduğu üzeri Âd kavmının içlerinden kendilerine Peygamber olan Hûd aleyhisselâm (.......) Ahkafta - AHKAF, esâsen uzun ve i'vicaclı yüksekce kum yığını demek olan «hıkf» ın cem'idir ki, o eğri büğrü kum tepeleri demek olup Âd kavmının o inzar sırasında mevkı'leri bu nâm ile yâdolunmuştur. İbn-i zeyd ve Katâdeden: Yemen bilâdından Şıhr denilen Arzda denize doğru kumluklarda sakin olurlardı, diye İbn-i Abbastan: Uman ile Mehre arasında, diye rivâyet edilmiş, Muhammed İbn-i Ishak: da demiştir ki, Hûd aleyhisselâm ba's olunduğu vakıt Âd’ın menazili ve cemaatleri Ahkaf, Umân mâbeyninde Hadramuta doğru kumluk, sonra da bütün Yemen idi, bununla beraber Arzın her tarafına yayılmış ve Allah’ın verdiği fazla kuvvetleriyle ahalisini kahretmişlerdi (.......) Mu'cemülbüldanda der ki, bu üç rivâyetin üçünde de ma'nâ birdir (.......) Ancak Dahhâkten Şamda bir dağdır diye bir rivâyet de varid olmuş ise de İbn-i atıyye tefsirinde sahih olan demiş: Âd’ın bilâdı Yemende idi (.......) onların idi (.......) ((.......) bak). Demek ki, ahkaf kelimesi mefhum i'tibariyle Âd’ın kuvvetlerine rağmen mevkı'lerindeki çürüklüğü ış'ar eden ve inzar ile mütenasib olan bir kelimedir. Bu cihetle (.......) de nüzür inzar ma'nâsına nezîrin cem'i olması da mülâhaza olunabilir. Lâkin masdarın cem'i hilâfı zahir olacağından münzir ma'nâsına nezîrin cem'i olmak daha doğrudur, ya'ni Hûddan daha evvel ve daha sonra inzar edice Peygamberler de gelmiş geçmiş ise de şimdi sen bilhassa Hûdun inzarını yadet: (.......) 22Sen, dediler: bizi ma'budlarımızdan çevirmek içinmi geldin bize? Haydi getir! O bize va'd edib durduğun azâbı sadıklardan isen 23Dedi: o ılim ancak Allah yanında, ben size gönderildiğim şeyi tebliğ ediyorum ve lâkin sizi öyle bir kavım görüyorum ki, cahillik ediyorsunuz 24Derken vaktâ ki, onu vadîlerine karşı gelen bir bulut halinde gördüler, bu, dediler: bir ârız (ufukta beliren bir bulut) bize yağmur yağdıracak, hayır, o sizin acele istediğiniz şey: bir rüzgâr ki, onda çok acıklı bir azâb var (.......) ÂRIZ, aslı ma'nâsında bir yanı zuhur eden demek olup bundan muhtelif ma'nâlarda kullanılmıştır. Bu cümleden olmak üzere «ufukta arzan zuhur eden buluta» da ârız denilir ki, burada bu ma'nâ ile tefsir edilmiştir. 25Rabbının emriyle her şey'i tedmir eder, derken öyle oluverdiler ki, meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu, işte öyle mücrim bir kavme biz böyle ceza veririz (.......) İşte biz böyle cezalandırırız öyle mücrim kavmları - ya'ni her vechile onun gibi değil, fakat fecaat i'tibariyle öyle, ummadıkları bir surette gelip her şey'i tedmîr eden bir rüzgâr sür'at ve dehşetiyle saran bir helâk cezası. İbn-i ebiddünya Kitabı sehabda ve Ebuşşeyh Azamette İbn-i Abbastan şöyle tahric etmişler ki, onun azâb olduğunu ilk tanımaları şöyle olmuşdur: çıkmış olan yüklerinin ve mevâşîlerinin birer kuş tüyü gibi Gök ile Yer arasında uçuşmağa başladığını görmüşler, derhal evlerine girmişler ve kapılarını kapamışlar, derken rüzgâr gelmiş, kapılarını açmış, yedi gece sekiz gün üzerlerine kum seyli akıtmış, sonra da Allahü teâlâ rüzgâra emretmiş üzerlerinden kumu açmış ve hepsini denize dökmüş, işte (.......) budur (.......) Yine rivâyet olunmuş ki, içlerinde azâbı ilk gören bir kadın olmuştu, ateş alevi gibi bir rüzgâr görmüştü (.......) Hûd aleyhisselâma gelince: şöyle rivâyet olunmuş. Rüzgârı hissettiği zaman kendinin ve mü'minlerin üzerine bir hat çizmiş, bir menba' civarına doğru çekilmişti. İbn-i Abbastan da şöyle merviydir ki, maıyyeti ile beraber bir hazıyreye çekilmişti, onlara rüzgârdan ancak derileri yumuşatacak ve nefislere neş'e verecek kadar dokunuyor ve fakat Âde uğrayınca Yer ile Gök arasında göç ittiriyor ve taşlarla beyinlerini parçalıyordu (.......) bu gösteriyor ki, onlar için ondan tahaffuz mümkin idi, eğer Allahü teâlânın onlara göstermiş olduğu âyat ve delâili inkâr etmeyip de Hûd aleyhisselâmın inzarı vechile îman ve itaat etselerdi, helâk olmıyacaklardı, lâkin dinlemeyip eğlendikleri için (.......) o istihza ettikleri - haydı, getir bize dedikleri - azâb da kendilerini kuşatıverdi - şu halde onlardan daha zayıf olan sizleri kuşatamaz mı? Görülüyor ki, bunlarla bütün âfatı Semaviyye beşerin bir cürmüne ıkab olmak üzere anlatılmış olmuyor, Beşerin kesbi ile alâkadar olan afatın dehşeti ve Allahü teâlânın her kuvvet fevkındaki kudreti anlatılmış oluyor. (.......) 26Yemîn ile söylerim: doğrusu biz onlara öyle şeyler vermiş idik ki, size o kuvvet ve mükneti vermemişizdir, hem kendileri için kulak ve gözler, gönüller yapmış idik ki, ne kulakları, ne gözleri, ne gönülleri kendilerine bir faide vermedi, zira Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlardı, o istihza ettikleri şey de kendilerini kuşatıverdi 27Celâlım hakkı için hakikaten etrafınızdaki memleketleri helâk etmişizdir, âyetleri tasrif de etmiştik, gerekti ki, rücu' edeler (.......) Misal tarikıyle ehli Mekkeye hıtabdır. Etraflarındaki helâk olan memleketler, Me'rib, Semûdün Hıcri, Sedûm, Eyke gibi (.......) âyetleri tasrif etmiştik - ya'ni inzar âyetlerini hep onlara türlü şekillerde evirip çevirerek tekrar da eylemiştik, (.......) ki, rücu' edeler - şirkten, ısyandan vaz geçip tevhide döneler, zâten bu inkılâbâtın her biri diğerleri için başlı başına bir âyet bile oluyordu, gösteriyordu ki, Allahdan başka dayanılıp perestiş olunacak yoktur. 28O vakıt Allah’ın mâsivâsından yakınlık için ilâh ittihaz eyledikleri kimseler onları kurtarsalardı ya! Bil'âkis onlardan savuşub yittiler gittiler, ki, işte onların sapıtmalarının ve uydurup durdukları iftirâlarının hasılı budur (.......) O vakıt onları kurtarsa idi ya!... (.......) O Allah’ın berisinden yakınlık için (.......) diye şefaat için ilâhlar diye tutundukları kimseler, o ma'bud taslakları neye kurtarmadılar? (.......) hayır bil'âkis onlardan gaib olup gittiler - ya'ni onları bırakıp Dünyadan ve ı'tikadlarından silinip gittiler (.......) ve işte bu - dalâl, bu inkisari hayal (.......) onların ifkleri, ya'ni eseri ifkleri, yalan ve bâtıl ı'tikadlarının vardığı netîcedir (.......) ve uydurdukları iftiranın hasıli mealidir. 29Bir de şu vaktı anlat ki, Cinlerden bir takımını Kur’ân dinlemek üzere sana sevketmiştik, bu suretle vaktâ ki, ona hâzır oldular, susun dinleyin dediler, sonra bitirildiği vakıt da döndüler, inzar etmek üzere kavımlarına gittiler (.......) yukarıdaki (.......) üzerine ma'tuf zannedile bilirse de değildir. (.......) Takdirinde (.......) cümlesine ma'tuftur. Arabcada NEFER kelimesi üçten ona ve ondan kırka kadar toplanmış bir cemaate ıtlak olunur. CİN, İns mukabili gizli mahlûklar, (Sûre-i (.......) da (.......) âyetinde bu kelimenin iyzahına ve Sûre-i (.......) e bak). Bu tezkirde mahza ıbret ve inzar için bir kaç rivâyette varid olduğuna göre bunlar Diyarbekir tarafından Nusaybîn Cinlerinden imiş, Ninovalı da denilmiştir. Fahrüddini Razî der ki, bu vakıanın keyfiyyetinde iki kavil vardır, evvelkisi: Saıd İbn-i Cübeyr demiştir ki, Cinler istima' ederlerdi, vaktâki recm olundular, Semâda olan bu hâdise her halde Arzda bir şeyden dolayı hâdis olsa gerektir diye sebebini aramağa gittiler, o sırada Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Mekke ehalisinin kendisine icâbetlerinden me'yus olarak islâma da'vet için Taife çıkmıştı, Mekkeye dönmek üzere bulunduğu zamana tesadüf ediyordu. Batni nahıl nam vâdîde kalkmış sabah namazında Kur’ân okuyordu, işte oraya Nusaybîn Cinlerinin eşrafından bir bölük Cin uğramıştı, çünkü İblis onları Semanın rücum ile korunmasını iycab eden sebebi öğrenmek üzere göndermişti, Kur’ân’ı işittiler ve sebebin o olduğunu anladılar. İkinci kavil: Allahü teâlâ Peygambere Cinleri de inzar edip da'vet etmeğe ve kendilerine Kur’ân okumağa me'mur etmişti, onun için Allahü teâlâ ona Kur’ân dinlemek ve kavımlarını inzar eylemek üzere bir takım Cinn göndermişti (.......) Ebû Hayyan da Bahirde derki: Cinn kıssası iki kerre olmuştu, birisi Taiften avdetinde ki, eshabı Siyerin zikrettikleri kıssa vechile onlardan ensar aramağa çıkmıştı. Vâdii nahlede namaz kılarken dinlediler, o bilmiyordu, sonra Allahü teâlâ onların dinlediklerini haber verdi, diğer bir kerre de Allahü teâlâ Peygambere Cinleri inzar eyleyip onlara Kur’ân okumasını emir buyurmuştu, bunun üzerine ben Cinlere Kur’ân okumağa me'mur edildim, arkamdan kim gelecek dedi, bunu üç kerre söyledi, Abdullah İbn-i Mes'uddan başkası ses çıkarmamış önlerine bakmışlardı. Abdullah İbn-i Mes'ud radıyallahü anh demiştir ki, Cin gecesi benden başka kimse hâzır olmadı, gittik Ta hacun şı'bine vardığımızda bana bir hat çizdi, ben gelinciye kadar bundan çıkma dedi, sonra Kur’ân okumağa başladı, ben şiddetli bir şamata işittim, hattâ Resulullaha bir şey olmaktan korktum, onu bir çok karaltılar kapladı, onunla benim arama hâil oldu, hattâ sesini işitmez oldum, sonra bulut parçalanır gibi parçalandılar sonra bana: bir şey gördün mü? dedi, evet beyaz esvaba bürünmüş siyah adamlar gördüm dedim, işte onlar «Nusaybîn» Cinleri buyurdu (.......) Taberî tefsirinde der ki, Allahü teâlânın (.......) buyurduğu Cin neferinin kaç aded olduğu hakkında ehli te'vil ıhtilâf etmişlerdir. Ba'zısı yedi nefer idi dedi: ezcümle İbn-i Abbastan Ikrime demiştir ki, Nusaybîn ehalisinden yedi nefer idiler. Resulullah onları kavımlarına Resul yaptı, diğer bazıları da dokuz idi dediler. Ezcümle Zirr İbn-i Hubeyş demiştir ki, Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Batnı nahlede iken (.......) inzal buyuruldu, dokuz idiler birisi Zevbea idi: (.......) kavli, ya'ni Allah’ın Resulüne sarf buyurduğu Cin neferleri Peygamberin huzuruna vardıklarında demektir (.......) Âlûsî de şunları kaydetmiştir: «İbn-i Ebi Hatimin Mücahidden tahricine göre, yedi idiler: üçü Harrandan, dördü Nusaybînden, isimleri de: Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme, El'ahkam yâhud Elahkab idi, Taberânî Evsatta ve İbn-i Merduye, Cinnin Resulullaha iki kerre gönderildiğini nakleylemişlerdir. Şihabi Hafacî de - Kâdî haşiyesinde Sûre-i Cinde - zikreylemiştir ki, hadîsler cinnin gönderilmesi altı kerre vakı' olduğuna delâlet eylemektir. Rivâyetlerde gerek aded ve gerek sâir hususta görülen ıhtilâf da bununla tevfık edilmiş olur. Netekim Ebû Nuaym tahric etmiştir ki, ehli Nusaybînden dokuz nefer Batni nahleden gittiler, bunlar fulân ve fulân ve fulân vel'erdevanyan vel'ahkab kavımlarına münzir olarak vardılar, sonra da çıktılar, Resulullaha vefd «hey'eti murahhasa» olarak geldiler, üç yüz idiler. Hacune kadar geldiler, el'ahkab geldi, Resulullah sallallahü aleyhi veselleme selâm verdi: ve kavmımız likana nâil olmak üzere Hacunda hâzır bulunuyorlar dedi: Resulullah da Hacunda geceden bir saata va'd verdi (.......) İbn-i ebî hatimde Ikrimeden: bu âyette onların Musıl cezîresinden on iki bin olduklarını tahric eylemiştir. Bu adedi Keşşafta da hikâye eder. Resulallahın onlara okuduğu Sûre (.......) idi. Bununla beraber Bahirde İbn-i Ömer ve Cabir İbn-i Abdillah radıyallahü anhümadan nakletmiştir ki, aleyhissalâtü ves-selâm onlara (.......) Sûresi okudu (.......) dedikçe: hayır rabbımızın âyâtından hiç bir şey tekzib etmeyiz (.......) derlerdi. Bir de Ebû Nuaym Delâilde Resulullaha cinnin gelişi, nübüvvetin on birinci senesinde olduğunu tahric eylemiştir. Bu kıssa hicretten üç sene evvel idi denilen de bu ma'nadadır (.......) 30Ey kavmımız! dediler: haberiniz olsun: bizler bir kitab dinledik, Musâdan sonra indirilmiş önündekini tasdık ediyor, hakka ve bir doğru yola hidâyet eyliyor (.......) Musâdan sonra deyipde Isâyı söylememelerine iki vecih beyan etmişlerdir: Birincisi, zira Musâ aleyhisselâm iki Ehli kitab beyninde müttefekun aleyhtir ve ona indirilen kitab Kur’ân’dan evvel ecelli kütüb idi, Isâ aleyhisselâm da onunla amele me'mur idi. İkincisi; Ata demiştir ki, çünkü Yehûd milleti üzere idiler (.......) Bu ifâdelerin bir hayli noktaları bu gizli mahlûkların zannedildiği gibi sâde mücerredattan ıbaret olmadıklarını ış'ar etmekten hâlî kalmıyor. Onun için Mütekellimîn bunlara ecsamı latîfe ta'bir etmişlerdir. (.......) Önündekini, ya'ni Tevratı yâhud bütün kütübi sâlifeyi tasdıklıyor (.......) hakka, ya'ni usul i'tibariyle sahih i'tikada (.......) ve doğru bir yola - füru' i'tibariyle de doğru Allah’ın rızasına irdirecek amelî ahkâmı şer'ıyyeye hidâyet eyliyor. 31Ey kavmımız! Allah’ın da'vetcisine icâbet edin ve ona îman getirin ki, ba'zı günahlarınıza mağfiret buyursun ve sizi elîm bir azâbdan korusun (.......) Burada ba'zıyyet ifâde eden (.......) ile (.......) denilmesi şayanı dikkattır. Denilmiş ki, murad halîs hakkullah olan günahlardır. Zira ıbâdın hukuku mücerred îman ile mağfiret olunuvermez. Gerçi bir harbî kanlar döküp mallar yağma etmiş olup da sonra müsliman olsa islâmı hiç şübhesiz bütün geçmişlerini keser atar ise de yine o harbînin bir kaç sene evvel istîman ile gelip bir şahıstan borc almış olduğunu farz etsek bu kerre mücerred islâma gelmesiyle o borcun sâkıt oluvermesi lâzım gelmez. Ya'ni aynî dâr içinde zimmî ve muahidin islâmı, muayyen olan hukukı ıbâdi ıskat eylemez. Bu Cinlerde kendi kavımları içinde îmana da'vet eyledikleri için yalnız ba'zı zünubun mağfiretini va'd eylemişlerdir. Daha diğer vecihle de söylenmiştir. 32Ve her kim Allah’ın da'vetcisine icâbet eylemezse Arzda âciz bırakacak değildir ve ona onun berisinden sahib olacak veliyler de yoktur, öyleler açık bir dalâl içindedirler (.......) Her kim de Allah’ın da'vetcisine, ya'ni Peygambere ve Peygamberin elçilerine icâbet eylemezse Arzda âciz bırakacak değildir. - Ya'ni Allah’ı âciz bırakıp da onun azâbından kendini kurtarabilecek değildir. Bu âyet, tehdid ve inzarı hulasa etmiş oluyor. Ve burada Cinlerin sözü hıtam buluyor. Nihayet ba's-ü mead mes'elesi takrir olunmak üzere buyuruluyor ki, 33Ya görmedilerde mi ki, o Gökleri ve Yeri yaratmış ve onları yaratmakla yorulmamış olan Allah ölüleri diriltmeğe muhakkak kâdirdir, evet, hiç şübhe yok ki, o her şey'e kadirdir (.......) görmediler de mi - bu ru'yet göz görüşünden kalb görüşü ile re'y ve istidlaldir. Ya'ni şu görülüp duran Semâvât ve Arzı halk etmiş (.......) ve onları halk ile yorulmamış - bu kayd, Yehûdün (.......) demelerini reddir. Netekim Sûre-i (.......) da (.......) buyurulmuştur (.......) ıhyayı mevtâ (.......) mazmununca ıhyaya da şâmil olduğunda şübhe yokdur. (.......) Evet hiç şübhe yok ki, o her şey'e kadirdir - ıhyanın da her türlüsüne kadirdir. Onun için islâm her halde ebedî hayat bulacak, kâfirler Cehenneme girecektir. 34Ve o küfredenler ateşe arzolunacağı gün: nasıl bu hak değil mi imiş! diye, evet, rabbımız hakkı için diyecekler, buyuracak: "öyle ise haydin tadın azâbı, küfrede geldiğiniz için 35Binâenaleyh ülül'azim Peygamberlerin sabrettiği gibi sabret ve onlar hakkında ivedi etme, sanki onlar o va'dolundukları acıyı görecekleri gün gündüzün bir saatinden başka durmamışa döneceklerdir; kâfî bir tebliğ, demek ki, ihlâk edilecek başka değil, ancak taatten çıkmış fasıklar güruhudur (.......) Böyle olunca - ya'ni kâfirlerin âkıbeti böyle ateş olacak ve hakkı i'tirafa mecbur kalacak olunca ya Muhammed, sen sabret (.......) ülül'azim Resullerin sabrettiği gibi - çünkü sen de onlardansın. ÜLÜL'AZM, azim sahibleri, azm, bir işin icra ve infazına kalbi kat'iyyetle bağlamak, yâhud irâdede sabr-u sebat ile ta'kıbi murad, ictihad demektir. (.......) de (.......) beyâniyye ve teb'izıyye olmak muhtemildir. Beyan olunduğuna göre ülül'azimden murad Resuller olduğunu, Resullerin hepsi azim sahibleri bulunduğunu gösterir. Çünkü Peygamberlerin hepsi sabr-u sebat, azm-ü ıkdam sahibleridir. Ba'zıyye olduğuna göre de Peygamberler içinden azimlerinin fevkal'âdeliğiyle mümtaz bir kısım, ya'ni sahib şerîat olup onun te'sis ve taririnde çok çalışan ve onun meşakkatlerine ve hasımlarının düşmanlıklarına tehammül ederek sabreyliyen Rusüli kiram ki, bunların meşhurları (.......) âyetinde isimleri sayılanlardır. Bu babda daha başka kaviller de vardır. Bizim fikrimizce Kur’ân’da isimleri zikrolunan Peygamberlerin hepsi ülül'azim rusüldür denilmek de doğrudur. Zira rusül Kur’ân’da mezkûr olanlardan ıbâret değildir. (.......) vardır. (.......) sabret de onlar: o kâfirler, bahusus Kureyş kâfirleri hakkında azâbı acele etme (.......) sanki onlar va'dolundukları sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır - o saat gelince onun hevlinden ve Âhıretin uzunluğundan Dünyada durdukları senelerce ömür az o kadar az gelecektir. Müddeti devri felek bir gündür adem bir nefes. (.......) yeter. - ya'ni bu size edilen va'z-u tezkir son derece beliğ, kâfî bir öğüttür, elverir. Yâhud beliğ bir tebliğdir. Haberiniz olsun, duymadık demeyin (.......) hasılı helâk olacak başkası değil, ancak o fasıklar güruhudur. - Taatten çıkmış, öğüt dinlemez fasık kavımdır. Âlûsî tefsirinde der ki, bu sûrenin âyetleri miyanında işbu (.......) âyetinin bir hasıyyeti bulunduğunu iş'ar eden ba'zı asâr vardır: Taberanî duâda Enesten Peygamber sallallahü aleyhi vesellemden şöyle tahric etmiştir: buyurdu ki, bir hâcet diledin ve onun is'af olunmasını arzu ettin mi? şöyle de: (.......) Tek olan Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur. Onun hiçbir ortağı da yoktur. O çok yücedir, çok büyüktür. Tek olan Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O kullarına karşı çok yumuşak ve çok cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davranan kendisinden başka hiçbir ilâhı bulunmayan Allah'ın adıyla, yüce Arşın sahibi olan Allah'ı tesbih ederim. Hamd, âlemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur. Sanki onlar kendilerine vaad edilen sonu görecekleri gün bir günün bir saatinden fazla durmamış gibi olacaklardır. Bu yeterli bir tebliğidir. Helak olacak başkası değil ancak o fasıklar güruhudur. Allah'ım, senden rahmetine sebep olacak şeyleri, mağfiretine sebep olacak iradeni, her türlü günahtan kurtuluşu, her türlü iyiliği elde etmeyi, cennete kavuşmayı, cehennem ateşinden kurtulmayı diliyorum. Allah'ım bana bağışlamayacağın bir günah. Ferahlık vermeyeceğin bir sıkıntı, ödettirmeyeceğin bir borç, yerine getiremeyeceğim dünya ve ahiren ihtiyaçlarından herhangi bir ihtiyaç bırakma, ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım! Bunları rahmetinle ihsan et ya Rab!" |
﴾ 0 ﴿