FETHSûre-i «Fetih» Medenîdir. Fakat Medînenin içinde nâzil olmuş ma'nâsına değil, hicretten sonra nâzil olmuş ma'nâsına Medenîdir. Çünkü hicretin altıncı senesi seferde Hudeybiye dönüşünde Mekke civarında nâzil olmuştur. Âlûsî nin naklettiği vechile: İbn-i ebi Şeybe, Ahmed, Buharî tarihinde ve Ebû Davud ve Nesâî ve daha bir cemaat İbn-i Mes'uddan şöyle tahric eylemişlerdir ki, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem ile beraber Hudeybiyeden dönmüştük, ya'ni hicretin altıncı senesi ki, aleyhissalâtü ves-selâm ona Zilka’denin hilâlinde isneyn günü çıkmıştı, orada on küsur - bir kavilde yirmi - gün durdu, sonra avdet buyurdu, yürüdüğümüz sırada idi ki, ona vahiy geldi, vahiy geldiği vakıt da üzerine şiddet gelirdi, derken açıldı, kendisinde maşaallah sürur vardı: o vakıt bize (.......) nâzil olduğunu haber verd. Ahmed ve Buharî ve Tirmizî ve Nesâî ve İbn-i mâce ve İbn-i Merduye de Ömer ibnil hattab radıyallahü anhten şöyle tahric etmişlerdir: demiştir ki, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem ile seferde idik, ona bir şeyden üç kerre suâl ettim, cevab vermedi, ben de devemi sürdüm, sonra nâsın önüne geçtim, ve hakkımda Kur’ân indirilmesinden korkmuştum, çok durmamıştım bir bağıran işittim, bana bağırıyordu, korktum, zannediyordum ki, hakkımda bir şey nâzil oldu, vardım Hazret-i Peygamber sallallahü tealâ aleyhi vesellem buyurdu ki, bu gece üzerime bir Sûre indirildi, bana Dünya ve mâfîhâdan daha sevgili (.......) Yine Ahmed ve Ebû Davud ve gayrilerinin Mücmi' İbn-i Cariyetel'ensarîden tahric ettikleri bir hadîs-i sahihte aleyhissalâtü ves-selâmın Hudeybiyeden hareketinden sonra nüzulünü ve bunun. «Küraulğamim» yanında olduğunu ve aleyhissalâtü ves-selâmın onu râhilesi üzerinde nâsa karşı okuduğunu ifade eder. İbn-i Sa'dın ondan rivayetinde de bunun Dacnanda olduğuna delâlet vardır. Ve bu Bikaîden naklolunmuştur. Dacnan, Kamusta mezkûr olduğu üzere Mekke kurbünde bir dağdır. Bunlar gösteriyor ki, nüzulü Mekke ile Medîne arasında olmuştur. Böyle olanlara da Medenî denildiği meşhurdur. Zira Medenî hicretten sonra nâzil olandır ki, gerek Medînede olsun gerek Mekkede, gerek seferde, Mekkî de Medîneye hicretten evvel nâzil olandır. Âyetleri - Yirmi dokuzdur. Kelimeleri - Beş yüz altmıştır. Harfleri - İki bin dört yüz otuz üçtür. Fâsılası - Hep (.......) harfidir. İki Sûre arasındaki münasebet de baştan ahire vücuh ile aşikârdır: biri mukaddem, biri talî demektir. Zira nusrat ve zafer ma'nâsına fetih islâhı bâl ile kıtâle müterettibdir. Orada istigfar ile emredilmiş, burada mağfiretin vukuu haber verilmiş, ona istibdal inzariyle hıtam verilmiş, buna fütuhat tebşiriyle ibtida olunmuştur. İbn-i Sa'dın rivayet ettiği Mücmi' İbn-i Cariye hadîsinde varid olmuştur ki, Cebrâil aleyhisselâm bu Sûre ile nâzil olduğu zaman; tehnie ederiz seni ya Resulallah demiş, Cibril, tehnie edince müslimanlar da tehnie etmişlerdir. Bu Sûrede islâmın bütün edyâne galebesi de va'd olunmuştur. 1Elhak biz sana bir fethi mübîn açtık (.......) Elhak biz sana bir fethi mübîn açtık - istıkbali açan: ileride vuku' bulacak bir çok fetihlerin mebdei olan bir fetih. Ba'zı müfessîrin bunu Mekkenin fethini va'd diye telâkkî etmişlerse de Cumhûr bunun Hudeybiye sulhunu ıhbar olduğunu söylemişler. İbn-i Abbas, Enes, Şa'bî ve Zührîden de böyle rivayet eylemişlerdir. İbn-i atıyye buna (.......) demiştir. Ma'lûm ki, fetih, aslında açmak, ya'ni kapalılığı gidermektir. Bir memleketi fetih de Keşşafın beyanı vechile ona harbli veya harbsız, unveten ve sulhan zafer bulmaktır ki, zafer bulmadıkça kapalıdır. (.......) mısdakına muhalif gibi görünen Hudeybiye sulhunun bir fetih olması eshabdan ba'zılarına bile hafî kalmıştı. Cenâb-ı Allah bunun bir fethi mübîn olduğunu beyan buyurmuştur. Evvelâ bir fetholması: gerçi Peygamber bunda bir harb için değil, bir ömre niyyetiyle hareket etmiş ve kurbanlıklar sevkeylemişti, fakat müşrikler çarpışmayı kurmuştu, şiddetli bir kıtâl olmamış, lâkin tarafeynden ok ve mancınık atışmak olmuş (.......) buyurulduğu üzere müslimanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokmuşlardı ve sulha müşrikleri mağlûb edip diyarlarına sokmuşlardı ve sulha müşrikler talib olmuşlardı. Saniyen bunun bir fethi mübîn olmasına gelince: bu sulh ile ilk evvel müslimanlığın âlemde bir Devlet olarak mevcudiyyeti düşmanları tarafından dahi tasdık olunarak bir mukaveleye rabt edilmiş bulunuyordu. Bu suretle bu bundan sonra zuhura başlıyacak bir silsilei fütuhatının başı ve fatihası olmuş ve bundan sonraki islâm fütuhatından her biri bunun tahtinde bir şu'besi mesabesinde olarak mev'ud bulunmuş oluyordu ki, Sûrenin başı bunu ilâhî bir lisan ile izah etmektedir. Filvakı' yine Sûrenin içinde Fethi, karîb diye işaret olunduğu üzere bunu pek yakından Hayber fethi ta'kıb etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş, sonra da islâmın bütün edyâne galebesi va'd buyurulmuştur. Zührî demiştir ki, Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır. Bu sâyede Müşrikler Müslimanlarla ihtilâta girişmiş ve sözlerini işitmeğe başlamış ve bu onların kalblerinde yer etmiş ve binaenaleyh üç sene zarfında bir çok halk müsliman olarak islâmın çoğalmasına sebeb olmuştur (.......) Bütün bunlar Sûre-i Muhammedin başında geçen âyetlerin feyzı hukmüdür. MÜBÎN, açık, parlak, yâhud ilersini açan gösteren demektir. Cenâb-ı Allah bu fethin mübîn olmasının hikmetini şu dört vechi cem'ile beyan buyuruyor: 1) Mağfiret, 2) itmamı ni'met, 3) bir sıratı müstekıme hidayet. 4) nasrı azîz. Ya'ni bunların her birini ayrıca değil mecmuunu birden bir hikmet olmak üzere bir lâmi akıbet ile şöyle buyuruyor: 2Ki, Allah senin zenbinden geçmişini ve geleceğini mağfiret buyurup üzerindeki ni'metini tamamlıyacak ve seni dosdoğru bir caddeye çıkaracak (.......) ki, Allah senin zenbinden mâtekaddem ve mâteahhari: geçmişi ve geleceği mağfiret buyura – Kâdî Beyzavî der ki, fetih küffara cihad ile şirkin def'ine ve dînin i'lâsına ve nüfusı nakısanın tedricen ihtiyarlarıyle tekemmül edebilmeleri için kahran sevkına ve zuafâyı zalemenin elinden tahlîsa say etmenin bir netîcesi olmak i'tibariyle mağfiret fetha ıllet kılınmıştır (.......) Ki, murad ılleti gaiyye, ya'ni hikmettir. Demek olur ki, buradaki feth-u mağfiret Sûre-i Muhammeddeki (.......) emrine imtisalin cevabı ve semeresi olmuştur. Âlûsî der ki, fetih, (.......) azamet nuniyle isnad olunduktan sonra mağfiretin (.......) diye ismi celâl ile isnad olunması şu nükteye işaret olabilir ki, fethi Allahü teâlâ vesait ile icra buyurursa da «mağfireti» zatı subhânîsi doğrudan doğru kendisi yapar, ba'zıları şunu tasrih etmişlerdir ki, büyüklerin kendilerinden biz diye mütekellim maalgayr sıgasıyle ta'bir âdetleri kendilerinden sadır olan fiıllerin ekseriya tevabi' istıhdam etmek suretiyle olmasındandır. Buna nasrın (.......) diye ismi celîle isnad olunmasıyle i'tiraz da edilmez (.......) hakikatlerine işaret olunmuş demek daha açık olacaktır. Zenbin mâtekaddem ve mâteahhari geçmişi ve geleceği hepsini ihatadan kinâyedir. Bu suretle Peygambere cemîi zünübdan mağrifetle tahâret ve berâet tebliğ buyurulmuştur. Ancak matekaddem ta'biri zenbin vukuunu iş'ar ederse de mâteahhar ta'biri farz olduğunu ıhtar eyler. Bunun için burada Peygamberden suduru melhuz olan zenbin ne olabileceği hakkında bahis yapılmıştır. Muhyiddîni Arabî gibi ba'zıları murad, ümmetin zenbi olduğuna kail olmuşlardır. Netekim (.......) âyetlerinde murad Peygambere değil, dolayısiyle ümmete hıtab olduğu müttefekun aleyhtir. Ancak bu te'vil (.......) âyetinde yaraşmaz. Ba'zıları da demişlerdir ki, zenbin vukuu murad olmıyarak terkîbin hey'eti mecmuası ademi muahazeden kinâyedir. Ekser müfessirînin kavlince ise vahiy varid olmıyan hususattaki ictihadatında mekamına nisbetle hilâfı evlâ kabîlinden olan ıhtıyarlarıdır ki, (.......) gibi hıtabatı ilâhiyye ile ıhtar buyurulmuştur. Buna zenb tesmiyesi mekamı risâlete nisbetledir. Çünkü (.......) dir. Buradan bundan böyle risâlet vazifesinin iyfasında evvelki mihan-ü mezâhimin ağırlığı kalmıyacağına da istidlâl olunabilir. Netekim Sûre-i (.......) ta (.......) buyurulmuştur. Semeratı iktitaf olunmağa başlıyan vazifelerin müşkilâtı muvaffakıyyet neş'eleriyle örtülmüş olur. (.......) Ve üzerindeki ni'metini temamlaya - risaletteki muvaffakıyyetine bir de mülk zammolunmak gibi dinî ve dünyevî ni'metler ifaza eyleye (.......) ve seni bir sıratı müstekîme hidayet kıla - gerek rısâletin iyfasında ve gerek riyâsetin merasimini edâda doğrudan doğru Allah’ın rızasına irdiren bir istikamet yoluna çıkara ki, bu yol (.......) mantukunca bütün insanlığın nümunei imtisalı olmak üzere umurı islâmın ağyar te'sîratından azâde olarak mahza şer'ı hak dairesinde bilistıklâl idaresi yoludur. Gerçi aslı istikamet fetihten evvel de mevcud ve gidilen yol o yol ise de fetihden sonra istıklâlin resmen haric ve dahilde tanınmasiyle hidayet ve tevfık başkaca bir vuzuh ve revnak kesbetmiş ve bundan böyle (.......) mısdakınca büyüyüp inkişaf etmek nevbetine girmiştir. Onun için de buyuruluyor ki, 3Ve nazîrsiz bir muzaffariyyet ile seni Allah mansur ve muazzez kılacak (.......) ve Allah seni azîz bir nasr ile, ya'ni misli bulunmaz bînazîr bir nusrat-ü zafer ile, mansur ve muazzez kıla - bu da (.......) ile tavzıyh olunacaktır. İşte bu fetih böyle mübîn bir fetihtir. 4O, odur ki, mü'minlerin kalblerine o sekîneti indirdi, iymanları üstüne îman artırsınlar diye (.......) o - Allah (.......) o zati celîldir ki, (.......) mü'minlerin kalblerine o sekineti indirdi - SEKÎNET, sükûn ve itmi'nan, sebat ve temkin ma'nâsına masdardır ki, nefisteki telâş ve halecanın kesilmesiyle hasıl olan ve kalb oturması, yürek ısınması, gönül rahatı ta'bir olunan huzur ve sükûn haline veya onun men'şeine isim dahi olur. Sekînetin inzali halk-u iycadı demektir. Şanının yüksekliğine iyma için inzal ta'bir buyurulmuştur. Râgıb der ki, Allahü teâlânın kuluna ni'metini inzali ı'tası demektir. Ki, ya o şey'in kendisini inzal ile olur Kur’ân’ın inzali gibi, yâhud da esbabını indirip ona hidayet etmekle olur. Demiri ve saireyi indirmek gibi (.......) Maamafih burada kondurmak kalblerini sekînete menzil ve makarr yapmak ma'nâsına da olur. Hazret-i Alîden bir rivayette de denilmiştir ki, «sekînet mü'minin kalbine sâkin olup onu te'min eyliyen bir melektir. Sekîne hakkında Futuhati Mekkiyyenin şu müteleası hoştur: Sekînetin başlangıcı, emri her vechile ihata tarikıyle mütaleadır. Böyle olmayınca sekînet sahih olmaz. İbrahim aleyhisselâm (.......) dedi, itmi'nanı bed'i sekîne yaptı, çünkü ona ıhyanın vücuhu muhtelif gelmişti, kendisini her taraftan çekiştiriyordu. Allahü teâlâ ona keyfiyyeti müşahede ettirince o muhtelif vücuhtan gelen cezbelerle ıztırabdan sükûna iriverdi: işte bu suretle matlûbun husul, yâhud tahsılinden yeis o matlab hakkında sekînetin başı olduğu gibi korkulan şeylerde de lâyıkı vechile böyle olur. İnsan böyle iymanın şartlarını tekmil edip muhkemleyince haktan o mü'minin kalbine bir tecellî hasıl olur ki, o tecellîye zevk tesmiye edilir. O sekîneti o sıfattaki mü'minin kalbinde o husule getirmiştir ki, o sekînet onun için îman vakı' olacak gaib emrin husulüne bir kapı ve bir merdiven olsun da onun beraberinde evvelki emrin müeddasına vücuh ile sükûn yüz gösterip esbaba alışmış olan kimselerin esbaba sükûnü gibi bir emri mu'tad halini alsın. Bu ise asla gaybden olmaz; belki zevkten, ya'ni muayeneden olur. Meselâ insanın yanında bir günlük nefakası bulunursa o günün vereceği ıztıraba karşı nefis bir sekînet bulur. Çünkü nefakasının milkinde husulünü bilmuayene görmektedir. İşte nezdinde îman bu derece hukmü tahtinde hasıl olmuş ise o, sekînet sahibidir. Ve eğer insan, iymanın hukmü altında ıyan kendisine münazea ediyorsa onda sekinet hasıl olmamıştır. Şu da bilinmeli ki, kalblerin ittisaf ettiği maâni, ba'zan Allahü teâlâ onların kullarından dilediği kimselerin nefislerinde husulüne haricden bir alâmet de yapar, o alâmete de nefiste hasıl olan ma'nânın ismi verilir. Ki, o, onun kalbinde husulüne alâmet olduğu bilinmek için. Netekim Benî İsraîlin tâbûtunda böyle bir sekîne konulmuştu ki, o bir şekil, bir suret idi, ıhtilâflı olan tafsıline lüzum yok, o suretin bir halinden veya bir hareketinden nusrat ma'nâsı anlıyarak kalbleri onu görünce sükûnet bulurdu, alâmet olan o surete de sekîne denilmişti. Fakat ma'lûm olan sekînenin mahalli ancak kalbdir. Allahü teâlâ bu ümmet için sekînetin husulüne kendilerinin harcinden bir alâmet yapmamıştır. Onlar için onun kalblerinde husulünden başka bir alâmet yoktur. Bu ümmetin sekîneti Benî İsraîlde olduğu gibi hariçten bir delîle muhtac olmaksızın bizzat kendi nefsinde kendine delîldir. Sekînetin mebdei anlaşıldıktan sonra kendisine gelelim: sekînet şol emirdir ki, nefis onunla kendisine edilen va'de veya kendisinde hasıl olan bir matlûba sükûnet bulur. Buna sekîne yâhud sekînet denilmesi şunun içindir ki, bu hasıl olunca nefsin diğer cihete olan esintilerini keser atar, netekim bıçağa sikkîn denilmesi onunla sahibinin kesecek şeyleri kesmesinden dolayıdır. Ve bu lâfız sükûnden müştaktır. Sükûn ise hareketin zıddı olan sübuttur. Çünkü hareket bir nakledir. Sekînet ise nefsin mutmeinn olduğu şey üzerine sübut verir ki, velevse hareket olsun. İşte sekînetin hakıkati budur. Ve bu ancak bir mutalea veya müşahededen olabilir. Bu sebeble mü'minlerin üzerine iner ve inmesiyle onları bulundukları îman mertebesinden muayene makamına nakleder. Ve böyle ıyan ile iymanlarını katlar (.......) ki, iymanları ile beraber îman artırsınlar diye - basît olan aslı iymanda ziyade ve noksan olmasa bile müeyyidatı arttıkça iymanın kemalinin de artacağında şübhe yoktur. Bir de iymanın esbab ve müteallikatı arttıkça aslı tevhid olan îman bir ağaç gibi füru' ve şuabatını artıra artıra nüşû ve nema bularak nihayet matlûb olan meyvelerini verir. Aslı îmana nazaran ise ziyade ve noksan, şiddet ve za'f ile tefsir olunur, çünkü asıl tasdık kemmiyyet kabîlinden değildir. (.......) ve Göklerin ve Yerin orduları hep onundur. - Sekînetin mebdei olan ihatalı görgü ile bütün eşyayı Allah tealaya teslime işarettir. Ya'ni Gökleri ve Yeri tutan yukarıda ve aşağıda mevcud olan bütün kuvvetler onundur. Dilediğine dilediği gibi nusrat verir ve işte mü'minlerin kalbine indirdiği sekînet de onun cünudundan biridir. Onunla Cahiliyyenin verdiği galeyanlar def'edilerek iymanlar arttırılır, o sayede haller, salâhlar, muvaffakıyyetlerle öyle büyük fetihler kazanılır (.......) ve Allah bir alîm hakîm bulunuyor - her şeyi ve bütün umuru kemali ılmile bilir ve hikmet ile takdir ve tedbir eyler. Binaenaleyh Gökteki ve Yerdeki bütün o orduları da ılm-ü hikmetiyle dilediği gibi gâh birbirine taslıt ederek ve gâh beyinlerinde sulh yaptırarak tedbir ve idâre eder, şunun için ki, 5Öyle ya Allah’ındır bütün o Göklerin ve Yerin orduları ve Allah, bir alîm, hakîm bulunuyor (.......) bu (.......) ın (.......) gibi (.......) veya (.......) ye yahud (.......) ye müteallık olması ihtimalleri de söylenmiş ise de Zemahşerî gibi muhakkıkînin muhtarına göre (.......) dan münfehim olan ılm-ü hikmetin, makama tatbık ve tefrime müteallıktır ki, şöyle demek olur: o orduları idare eden ılm-ü hikmetin füruatından birisi de mü'minlerin kalblerine sekîneti indirip Hudeybiye sulhune ısındırarak büyük fütuhata ihzar etmesidir. Bunu böyle yapması da şu hikmet içindir ki, mü'minlere ondaki ni'metlerini tanıtsın, şükrünü eda etsinler, sevaba müstehıkk olsunlar de onları Cennetlerine koysun, fevzi azîm olan en büyük murada irdirsin. Bunu hoşlanmıyan Münafıkları ve Müşrikleri de 6Mü'minleri ve mü'mineleri ebediyyen içinde kalmak üzere altından ırmaklar akar Cennetlere koymak ve kabâhatlerini taraflarından keffaretleyip örtmek için ki, Allah yanında bu bir fevzi azîm bulunuyor Ve o Allah’a sûi zanneden Münafıkları ve Münafıkaları ve Müşrikleri ve Müşrikeleri, o kötülük kirdâbı başlarına dönesileri ta'zib etmek için ki, Allah onlara gadab etmiş, lâ'net etmiş ve kendilerine Cehennemi hazırlamıştır, ona gidiş de ne fenâdır (.......) buyurduğu vechile muazzeb kılsın. Münafıkların müslimanlara zararı müşriklerden daha çok olduğu için evvelâ onların ta'zibi söylenmiştir. (.......) Allah’a sûi zannedenler - ki, Allah Peygamberine ve mü'minlere yardım etmez sanırlar, Peygambere ve mü'minlere kötülük gözetirler, geleceği vechile (.......) derler, hatta kendi haklarında da îman edip husni himmet besleyib de Allahdan hayr-ü rahmet istemezler. Hasılı Allah’a karşı doğru zanda bulunmazlar (.......) kötülük dâiresi, ya'ni fesad girdâbı yâhud kasırgası başlarına dönesiler! 7Allah’ındır evet, o Göklerin ve Yerin bütün orduları ve Allah, bir azîz hakîm bulunuyor (.......) evet Göklerin ve Yerin orduları Allah’ındır. - Bunu iki def'a ihtarın hikmeti hakkında demişlerdir ki, Allahü teâlânın hem rahmet orduları hem de azâb orduları bulunduğuna tenbihtir. Bu ikincisinden murad cünudı azâbdır. Netekim ızzet vasfını ıhtar ile «azîzen hakima» buyurulmuştur. Evvelkisi tebşir ikincisi inzar siyakında olmak üzere zikrolunmuştur. Onun için her iki haysiyyeti cem'ile buyuruluyor ki, 8Elhak biz seni hem bir şâhid gönderdik hem bir mübeşşir hem bir nezîr (.......) elhak biz seni bir şâhid olarak gönderdik - Fahruddini Razî der ki, burada müfessirîn (.......) medlûlünce ümmetin fiıllerine şâhid demişlerdir. Lâkin evlâ olan (.......) buyurulduğu vechile (.......) emri mucebince Allah’ın birliğine şâhid demek olmasıdır. (.......) hem bir mübeşşir hem de bir nezîr - o şehadeti kabul edip mucebince amel edenlere müjdeci, etmeyenlere de inzarcı. Bu suretle Resul gönderilmenin faidesini beyan için de Peygambere ve ümmetine hıtaben buyuruluyor ki, 9Ki, Allah’a ve Resulüne îman edesiniz de bunu takviye ve tevkır edip ona sabah akşam tesbih edesiniz (.......) burada bir kaç vechile ma'nâ vardır: birisi bu dört emrin her biri irsal, şehadet, tebşir, inzardan her birine müterettib olmaktır. Şöyle ki, irsal, Allah’a ve Resulüne îmanı ıktıza eder, şehadet ta'ziri ya'ni dînine nusrat ile takviyeyi, tebşir, tevkır ve ta'zîmi, inzarda azâbdan korunmak için tenzih ve tesbihi ıktıza eyler, yâhud her biri bu dördü ıktıza eyler. Bunların dördü mecmuu evvelkilerin her birine terettüb eder ki, bu da ikinci ma'nâdır. Bu iki takdirde zamirler, hep Allah’a raci'dir. Diğer bir ıhtimale göre de (.......) zamirleri Resule (.......) zamiri Allah’a raci' olur ki, bu surette (.......) üzerinde vakıf vardır. Mushaflarımız da buraya vakfı mutlak işâreti olan (.......) konulması bu ma'nâya göredir. 10Her halde sana biy'at edenler mahzâ Allah’a biy'at ederler, Allah’ın eli onların elinin üstündedir, onun için her kim cayarsa sırf kendi aleyhine cayar, her kim de Allah’a ahid verdiği şeyi iyfâ ederse o da ona yarın bir ecri azîm verecektir (.......) Muhakkak ki, o sana biy'at edenler sırf Allah’a biy'at ederler - çünkü Resule Resul olması haysiyyetiyle itaat onu gönderene itaattır. (.......), Sûre-i (.......) de (.......) âyetine bak. Bunun nüzulü biraz sonra geleceği vechile Hudeybiyede ağacın altında yapılan biy'atı rıdvan hakkındadır. Kaçmamağa veya ölüme söz vererek biy'atleşmiş idiler. Fakat mefhum, ammolmak lâzım gelir. (.......) Allah’ın eli onların ellerinin fevkında - ya'ni mubâyea bir alım satım gibi el ele vererek karşılıklı bir mukavele ve muaveza halinde ise de hakikatte bundan istifade edecek olanlar onlardır. Çünkü Allah’ın eli onların ellerinin fevkındadır. İbn-i cerîr tefsirinde der ki, bunda iki vecih vardır: birisi: biy'at yaparlarken Allah eli onların ellerinin fevkında demektir. Çünkü onlar Allah’ın Peygamberine biy'at etmekle Allah’a biy'at etmiş oluyorlardı. Birisi de: Allah’ın kuvveti onların kuvvetinin fevkındadır demektir (.......) Birinci veche göre cümle, biy'atı tasvir halinde bir te'kid olarak Peygamber, Allahü teâlânın bir Resulü, ahkâmını icraya me'mur bir âleti olmak i'tibariyle Allah’ın bir eli gibi tasvir ve tahyil olunmuştur. Çünkü Allahü teâlânın kendisinden bir cüz' olmak ma'nâsına carihadan münezzehtir. İkinci ma'nâya göre ise cümle-i istînafiyye olarak yed, kuvvet ve kudret veya ni'met ma'nâsına te'vil olunmuştur ki, ikisinin de hasılı bu biy'atten hasıl olan asıl faidenin biy'at edenlere âid olacağını beyandır. Onun için buna tefrian buyuruluyor ki, (.......) bunun üzerine her kim cayarsa sırf kendi aleyhine olarak caymış olur (.......) her kim de Allah’a üzerine ahd verdiği şey'i iyfa ederse (.......) o muhakkak ileride ona büyük bir ecir verecektir - ki, Cennet ve rıdvandır. Onda gözlerin görmediği kulakların işitmediği ve beşer kalbine henüz hutur bile etmemiş şeyler vardır. 11Yakında diyecek sana o a'rabîlerden geri bırakılanlar ki, "bizleri mallarımız ve âilelerimiz oyaladı, onun için bize istiğfar ediver!" Kalblerinde olmıyan şey'i ağızlariyle söyliyecekler, de ki, şimdi hakkınızda Allahdan kim bir şey'e mâlik olabilir eğer size bir zarar irâde buyurur yâhud bir menfeat irâde buyurursa? Doğrusu Allah ne yapıyorduğunuza habir bulunuyor (.......) A'RAB, bedevîler. (Sûre-i (.......) de (.......) bak). Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem Hudeybiye senesi Ömre için Mekkeye gitmek istediği sırada Kureyşin bir tearruzu veya mümaneati ıhtimaline karşı Cüheyne, Müzeyne, Gıfar, Eşca', Düil, Eslem kabîlelerinin dahi seferber olarak beraber hareket etmesini istemiş ve maksadı harb olmadığını anlatmak için maıyyetinde kurbanlık hediyyeler dahi sevkeylemiş idi. Bu zikrolunan bedevî kabileler karşısında Kureyş ve Sekîf ve kinâne ve Mekkeye mucavir Ehâbiş denilen kabîleler gibi büyük bir düşman görerek gitmekten çekindiler, henüz îman kalblerinde yerleşmemiş olduğu için Resulullah ile beraber gitmeyip kaldılar, Muhammed ve eshabı bu seferden avdet etmez dediler. İşte burada Cenâb-ı Allah bunların bu sözlerini ve edecekleri ı'tizarı Resulüne henüz kendilerine vüsulünden evvel bildirmiş ve öyle de olmuştur. 12Doğrusu siz, Peygamber ve mü'minler ebeden âilelerine dönemiyecekler zannettiniz, ve bu, kalblerinizde allandı pullandı kötü zanna düştünüz de düşkün bir kavm oldunuz a 13Her kim Allah’a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki, biz, kâfirler için bir çılgın ateş hazırlamışızdır 14Ve Allah’ındır hep o Göklerin, Yerin mülkü: kimine diler mağfiret buyurur, kimine de diler azâb eyler ve Allah bir gafur, rahîm bulunuyor 15Yakında diyecek ki, o geri bırakılanlar - sizler bir takım ganimetlere koştuğunuz vakıt onları almak için - "bırakın bizi arkanızdan gelelim", Allah’ın kelâmını tebdil etmek istiyecekler, de ki, siz bizim arkamızdan asla gelmiyeceksiniz, hakkınızda bundan evvel Allah böyle buyurdu, ona da diyecekler ki, hayır bizi kıskanıyorsunuz, hayır ince anlamazdırlar anlayışları az (.......) o geri kalanlar - Ya'ni yine o zikrolunan A'rab (.......) siz ganîmetler almak için gittiğiniz vakıt diyecekler - rivayet olunur ki, Allahü teâlâ Peygamberine Hayber gazâsını emreyleyip fethini va'd buyurmuş ve oraya giderken o A'rabîlerin şöyle diyeceklerini de haber vermiş ve öyle de olmuştur. Evvel gitmediklerine peşiman olarak o a'rabîler o vakıt diyecekler (.......) bırakın bizi size ittibâ edelim - ardınızca gidelim, böyle demekle (.......) Allah’ın kelâmını değiştirmek istiyecekler - çünkü Allahü teâlâ o ganîmetleri bilhassa Hudeybiye de bulunanlara va'detmiş iken onlara iştirâk etmeğe kalkışarak Allah’ın va'dini tebdil etmek istiyecekler. (.......) de ki, siz bize asla ittiba' etmiyeceksiniz - ya'ni biz o ganîmetlere giderken asla arkamızdan gelmeyin (.......) bundan evvel, ya'ni siz ittibâa hazırlanmadan evvel Hüdeybiyye dönüşünde - Allah hakkınızda böyle söyledi (.......) buna karşı da diyecekler ki, (.......) hayır bize hased ediyorsunuz - size ganîmette iştirâk edeceğiz diye kıskanıyorsunuz (.......) hayır ince anlamıyorlar (.......) ancak pek az bir anlayışları var, mes'elenin fıkhını, ledünniyyatını anlıyacak bir halde değiller, ancak Dünyaya müteallık az bir anlayışları var, ganîmet denince gelmek isterler de ganîmete ne ile ne hakkile irilir, Peygambere karşı nasıl idarei kelâm edilir bilmezler, cehalet ile hased ediyorsunuz derler. Te'kidi nefiy suretinde (.......) ile ittibaı nehyeden (.......) men'i, ebedî olmadığına ve ganîmete irmek hakkı ancak Allah yolunda çarpışmakla hasıl olacağına tenbih ile istikbaldeki vukuatı ihbar sadedinde buyuruluyor ki, 16De ki, o geri bırakılan a'râbîlere: siz ileride şiddetli harb ehli bir kavme çağırılacaksınız, onlara muharebe edersiniz yâhud müsliman olurlar. Eğer itaat ederseniz o vakıt Allah size güzel bir ecir verir ve eğer bundan evvel yaptığınız gibi aksine giderseniz sizi elîm bir azâb ile ta'zib eyler (.......) de ki, o geri kalan a'rabîlere (.......) siz ileride şiddetli beis sahibleri, ya'ni kuvvetli harb ehli çetin bir kavme da'vet olunacaksınız -onlarla harb için çağırılacaksınız - ba'zıları bu kavım, Müseylimenin kavmı olan Benî hanîfe olduğunu rivayet etmişlerdir ki, buna da'vet Hazret-i Ebî bekir zamanında oldu. Ba'zıları da Fürs diye rivayet etmişlerdir ki, Hazret-i Ömer, Medîne, Cüheyne, Müzeyne a'rabını Fâris kıtâline da'vet etmişti, diğer ba'zıları da Rum demişlerdir ki, bu da'vet de Mûte ve Tebûk gazvelerinde Hazret-i Peygamber tarafından başlamıştır. Ebû hayyan derki bu kaviller hasr için değil, misal tarikıyle söylenmiştir. Evvel ve âhir tehallüf hususunda ma'zireti olanlar için de buyuruluyor ki, 17A'maya harec yok, aksağa da harec yok, hastaya da harec yok bununla beraber her kim Allah’a ve Resulüne itaat eylerse onu altından ırmaklar akan Cennetlere kor, ve her kim aksine giderse onu da elîm bir azâb ile ta'zib eyler (.......) a'maya harec yoktur. ilh... - Ya'ni gitmek için tazyık yoktur, a'ma, topal, hasta geri kalabilir, bunlar ma'zurdurlar. Bununla beraber menhiy de değildirler. Kendi arzulariyle gidebildikleri takdirde meni'de olunmazlar. Başkalarına bâr olacak derece de olmamak şartıyle mudâafen me'cur bile olurlar. Netekim İbn-i ümmi Mektum radıyallahü anh Hazretleri a'ma olmakla beraber Kadisiyye harblerinin ba'zısında bulunmuş, bayrak tutmuştu. Ebû hayyan Bahirde der ki, eğer müslimanlar muhasara olunursa farzı cihad da vüs'u nisbetinde müteveccihtir. (.......) Mütehallifleri, ma'zurları zikirden sonra halîs mü'minlerin halini beyan ile buyuruluyor ki, 18Hakıkaten Allah o mü'minlerden râzıy oldu, ağacın altında sana biy'at ederlerken, ki, kalblerindekini bildi de üzerlerine o sekîneti indirdi ve kendilerine bir yakın fethi sevab verdi (.......) İşte yukarıda da zikri geçen bu biy'at, Hudeybiyede yapılan ve bu âyet mucebince Allahü teâlânın rızâsıyle mübeşşer olduğundan dolayı Biy'atürrıdvan namı verilmiş olan biy'attır. Kıssayı müfessirîn şöyle hulâsa etmişlerdir: Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem Hudeybiyeye indiğinde Huzâilerden Hıraş İbn-i Ümeyyeyi Sa'leb namındaki devesine bindirip Mekkelilere gönderdi, muharebe niyyetinde olmayıp mücerred Kâ'beyi ziyaret ve Ömre için geldiğini bildiriyordu, bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek için hücum ettiler, fakat Ehabîş araya girip kurtardılar, o da gelip keyfiyyeti Resulullaha haber verdi, bunun üzerine Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem Hazret-i Ömeri göndermek için çağırdı, Hazret-i Ömer radıyallahü anh ya Resulallah dedi: onlar benim kendilerine olan gayz-u adavetmi bilirler. Ben onlara emniyyet edemem, şayed bir ezaya ma'ruz kalırsam Mekke içinde beni müdafea edecek hısımlarım adiy oğullarından kimse yoktur. Binaenaleyh Osman İbn-i Affanı gönderseniz, orada onun akrıba ve teallûkatı çoktur, hem onu severler, iradenizi o tebliğ edebilir. Bunun üzerine Resulullah Hazret-i Osmanı çağırdı, Kureyşe gönderdi «biz onlarla muharebeye gelmedik, yalnız Ziyaret ve Ömere için geldik, bunu onlara haber ver ve kendilerini islâma da'vet eyle» dedi ve Mekkede îmana gelmiş bir takım erkeklere ve kadınlara varıp fethi tebşir etmesini ve Allahü teâlânın dînini yakında Mekkede ızhar eyliyeceğini haber vermesini dahi emreyledi, bu suretle Hazret-i Osman Kureyşe gitti, kendisini Eban İbn-i Saîd İbnil'as karşıladı, hayvanından indi onu bindirdi ve kayırdı (himayesini teahhüd etti) böylelikle Kureyşe vardı, me'mur olduğu haberi tebliğ etti, dediler ki, «istersen sen Beyti tavaf et, lâkin hepinizin üzerimize gelip girmeniz olamaz, ona yol yok». Müşarun'ileyh radıyallahü anh «Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellem tavaf etmedikçe ben tavaf edemem» dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular, göz habsine tuttular, beriden ise Resulullaha ve müslimanlara «Osman katlolunmuş» diye duyuldu. Bunun üzerine aleyhissalâtü ves-selâm «o kavm ile çarpışmadan gitmeyiz» dedi ve aleyhissalâtü ves-selâmın münâdîsi şöyle nida etti: haberiniz olsun ki, Resulullaha Ruhulkudüs indi de ona biy'at emretti, hemen çıkın Allahü teâlâ namına Peygambere biy'at edin. Derhal müslimanlar fırladılar ve Resulullaha biy'at eylediler. Bu biy'at bir ağacın altında olmuş idi ki, bir semüre ağacı idi. Denilmiştir ki, Resulullah ağacın dibine oturmuştu, dallarından bir dal sırtının üzerine geliyordu, Abdullah İbn-i Mugaffel radıyallahü anh demiştir ki, ben baş ucunda dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı koruyordum dalı sırtından kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine biy'at ettiler, Resulullah onlara «siz bu gün ehli Arzın en hayırlısısınız» buyurdu. Müslim ve sairede rivayet olunduğu üzere Câbir İbn-i Abdillah radıyallahü anh «biz Resulullaha bîati firar etmemek üzere yaptık, ölüme biy'at etmedik» demiştir. Buharîde Seleme ibnilekva' radiyallahü anhten de şöyle rivayet eylemiştir: ben Resulullaha ağacın altında biy'at ettim demiş, ne üzerine biy'at ettiniz denildiğinde de kaçmamak üzere demiştir. Müslim, Ma'kıl İbn-i Yesarden de: biyat ederlerken Resulullahın yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivayet eylemiştir. İlk biy'at eden Ebusinani Esedî olmuştur ki, Ukâşe İbn-i Muhsının biraderi Vehb İbn-i Muhsındır. Beyhekînin Delâilinde Şa'bîden rivayetine göre, bu zat Hazret-i Peygambere «elini uzat sana biy'at edeyim» dedi. Hazret-i Peygamber «ne üzerine biy'at edeceksin» buyurdu: «nefsindeki ne ise onun üzerine» dedi. Müslimin rivayet eylediği Câbir hadîsinde: Hazret-i Câbir: «biz aleyhissalâtü ves-selâma biy'at ettiğimizde yedi saadetlerini Ömer radıyallahü anh tutuyordu» demiştir. Fakat bu, biy'atin sonlarına doğru olduğu anlaşılıyor. Zira Sahibi Buharîde Nafı'den: Ömer radıyallahü anh Hudeybiye günü oğlu Abdullahı Ensardan bir zatın yanında bulunan feresini üzerinde kıtâl etmek üzere getirmeğe göndermişti, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem ağacın yanında biy'at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah biy'ati yaptı, sonra gitti feresi getirdi, Ömer radıyallahü anh kıtâl için zirh giyiyordu. Kendisine Resulullahın ağaç altında biy'atleştiğini haber verdi, hemen beraber gitti, Resulullaha biy'at etti» diye de merviydir. Demek ki, ondan sonra Hazret-i Ömer Resulullahın yorulmaması için yedi saadetini tutmuştu. Bir de Resuli ekrem Sallallahü aleyhi vesellem sağ eline obir eline vurup bu da Osmanın biy'ati demişti, müşrikler bu biy'ati işittiler ve korktular ve Hazret-i Osman ile beraber müslimanlardan bir cemaati de salıverdiler, bu biy'ati rıdvanı yapan mü'minlerin adedi en sahih rivayet bin dört yüzdür. Bin beş yüz kadar ve daha ziyade rivayetleri vardır. Denilmiştir ki, birinde küçükler ve tabi'ler sayılmamış, diğerlerinde hepsi sayılmıştır, orada mevcud olanlardan hiç biy'at etmiyen kalmamış, yalnız Cedd İbn-i Kays namında bir münafık devesinin karnının altında gizlenmiş kalmış idi Nafı'den rivâyet olunduğu üzere altında biy'at vakı' olan o semüre ağacına bilahare nâs gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hazret-i Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz Cahiliyye âdetini unutmıyanların fitneye tutulup Allah’ın gayrisine ıbâdet etmesinden sakınmıştı. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellemden hadîste vârid olmuştur ki, «biy'ati rıdvanda bulunan kimse nâre girmez» bu âyette de kasem ile (.......) buyurmuştur. Ebû hayvan derki: burada rıza, üzerlerine ızhari ni'am ma'nasına sıfati fiıldir. Sıfatı zât değildir. Çünkü (.......) diye zaman ile takyid edilmiştir. Hasılı: namına kasem olsun ki, Allah o mü'minlerden râzıy oldu, o ağacın altında sana biy'at ederlerken (.......) çünkü kalblerindekini bildi - sıdk-u ıhlâslarını ve Müşriklerin fiıllerine karşı teesür ve heyecanlarını bildi (.......) de üzerlerine o sekîneti indirdi - sulha yatıştırdı (.......) ve kendilerine yakın bir fethi sevab verdi - Mekkeden dönüşte Hayberin fethini kendilerine bir mükâfat olarak va'd buyurdu. Bir de harbsiz olarak Hecr arazısi fetholunmuştu ki, bir çok zaman hasılâtından istifade ettikleri güzel bir fetihtir. Haseni Basrî fethi karîbden murad bu olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise Hayber demişlerdir. 19Bir çok da ganîmetleri ki, onları alacaklar ve Allah bir azîz, hakîm bulunuyor (.......) bir çok da ganîmetleri ki, onları alacaklar - bu ganaimi kesîre Hayber ganîmetleridir ki, süvarîye iki sehim piyadeye bir sehim olarak taksim olundu 20Size Allah bir çok ganîmetler va'd buyurdu, onları alacaksınız, şimdilik bunu size pişîn verdi ve sizden o nâsın ellerini çekti ki, mü'minlere bir âyet olsun ve sizi doğru bir caddeye çıkarsın (.......) daha Allah sizlere bir çok ganîmetler va'd buyurdu ki, onları alacaksınız - bunlar da Kıyamete kadar müslimanların futuhatı ve alacakları ganâimdir. (.......) şimdilik bunu size pişîn verdi - va'd olunan bir çok ganîmetlerden önce Hayber ganîmetini müsta'celen verdi (.......) ve sizden nâsın ellerini çekti - Hayberlilerin müttefıkleri olan Esed ve Gatafan kabileleri onlara yardım etmek istediler de korkup kaçtılar. Hudeybiye sulhıyle Kureyşin de eli çekildi, Handak vak'asında olduğu gibi müslimanlara saldırmak isteyen düşmanların sultaları kırılıp ba'dema islâm devleti emniyyet sahasına girdi (.......) hem de mü'minlere bir âyet - istikbalde mev'ud olan fütuhat ve ganâimin tehakkukuna bir emare ve alâmet olsun (.......) ve sizi doğru bir yola hidâyet buyursun - muvaffak kılsın ki, o yol müstekıllen Allah’a ve Allah’ın fadlına i'timad yoludur. 21Bir diğerini daha ki, ona henüz eliniz irmedi, fakat Allah onu ihata buyurmuştur, daha da Allah her şeye kadir bulunuyor (.......) Bu pişinden başka diğer bir ganîmeti daha isâbe buyurdu ki, (.......) ona henüz gücünüz yetmedi -ya'ni daha elinize geçmedi (.......) lâkin Allah onu muhakkak surette ihata ve istîlâ buyurdu - ya'ni zaferinizi takdir ve kat'ıyyen va'd buyurdu, mü'minler için hıfz etmektedir. Ki, buda Hevâzin veya Fâris ganâimidir. (.......) daha da Allah her şey'e kadir bulunuyor. - Onu verdikten sonra daha neler neler verebilir. 22Eğer o küfredenler sizinle çarpışa idiler mutlak arkalarını döneceklerdi, sonra da ne bir veliy bulabileceklerdi ne de bir nasîr (.......) Ve eğer o küfredenler size kıtal etmiş olsalardı - ya'ni Mekkeliler musaleha yapmayıp size muharebe etselerdi (.......) muhakkak arkalarına dönüp kaçacaklardı - çünkü Allah sizin biy'atinizden razı olmuş ve isabenizi takdir buyurmuş idi, onun için kaçacaklardı (.......) sonra da ne himaye edecek bir sahib, ne de öc olacak bir yardımcı bulamıyacaklardı 23Allah’ın öteden beri cereyan edegelen sünneti, Allah’ın o sünnetine bir tebdil de bulamazsın (.......) Allah’ın öteden beri geçe gelen sünneti - âdeti böyle, ya'ni onun Peygamberlerinin galebesi eski ümmetlerden beri cereyan edegelen bir âdetidir. (.......) sen de Allah’ın o sünnetine bir tebdil bulamazsın - fakat bu sulh sayesinde onlardan da bir çoğuna îman nasîb olarak kurtulacaklardır. 24Ve o dur ki, onların ellerini sizden sizin ellerinizi de onlardan çekti Mekke deresinde onlara karşı size zafer vermişken, hem Allah, her ne yaparsanız basîr bulunuyor (.......) Mekke deresinde size onların üzerine bir zafer verdikten sonra ellerinizi çekti -bu zafer nasıldı. Evvelâ: müslimanların Hudeybiyeye kadar varıp da orada ordu kurmaları bile bir zaferdi. Çünkü Halid İbn-i Velîd iki yüz kadar Kureyş süvarisinin kumandanı olarak Kürâı gamîme kadar gelmiş idi, eshaba yaklaşmak istedi, Resulullah Abbad İbn-i Bişri me'mur etti, o da süvârileri ile ileri vardı, karşılarında saf bağladı, öğle vaktı olmuş idi, Resulullah salâti havf kıldı, Halid çekildi gitti, Resulullah da yolu sağ tarafta yokuşa durup Hudeybiyeye kadar vardı diye nakledilmiştir. Saniyen, Tirmizî ve gayrileri Hazret-i Enesten rivayet etmişlerdir ki, seksen kişi sabah namazı vaktı Peygamberi katil kasdiyle cebeli Ten'îm tarafından Peygamber ve eshabının üzerine inmişlerdi, yakalandılar, sonra da Peygamber onları azad etti (.......) Bir de bu âyetin Mekke fethi hakkında olduğuna dâir İmamı a'zam Ebû Hanife Hazretlerine nisbet edilen bir kavil vardır. Öyle zafer elvermişken el çektirmenin hikmeti beyan olunmak üzere buyuruluyor ki, 25Onlar o küfredip de sizi Mescidi haramdan ve durdurulmakta bulunan hediyyeleri mahalline varmaktan men'eden kimselerdir, eğer kendilerini bilmediğiniz bir takım mü'min erkekler ve mü'mine kadınları bilmiyerek çiğneyip de şânınıza o yüzden şeyn gelecek olmasa idi, Allah dilediğini rahmetine koyacağı için, eğer onlar çekilebilselerdi elbette içlerinden o küfredenleri elîm bir azâba düçar ederdik (.......) onlar o kimselerdir ki, küfredip sizleri Mescidi haramdan (.......) ve o bekletilen kurbanlık hediyyeleri mahalline, ya'ni kurban edilmesi halâl olan mekânına, Mina mevkıine varmaktan meni' ettiler - binaenaleyh azâb ve ukubete lâyık idiler, bu hediyyeler yetmiş kadar vardı. El çektiren sebebe gelince (.......) eğer onların arasında bir takım îman etmiş erkekler ve îman etmiş kadınlar bulunmasa idi (.......) ki, siz onları bilmiyordunuz - şahıslarıyle tanımıyordunuz (.......) eğer onları bilmiyerek çiğnemeniz, çiğneyib de o yüzden size bir mazarrat gelecek olmasa idi - mü'minin hataen katlinden dolayı keffaret ve diyet gibi bir mes'uliyyet veya dindaşı öldürmek gibi agyar nazarında şanınıza leke getirecek veya vicdan azâbı verecek bir şemâtet yâhud günah olmasa idi... MEARRE: uyuz ılleti gibi rahatsız eden maddi veya ma'nevî derd ve meşakkat veya garamet ve günah demektir. Burada ba'zıları diyet, ba'zıları keffaret, ba'zıları günah, ba'zıları da küffarın serzenişi veya vicdanda elem ve teessüf ile tefsir etmişlerdir. İbn-i Atıyye der ki, günah ve diyet kavilleri zaıyftır çünkü dari harbde îmanı mestur olan bir mü'minin katlinde isim ve diyet yoktur (.......) Keffaret hakkında da eimmenin ıhtilâfı vardır: Âlûsî şunları kayd etmiştir: Fusuli madiyyede Fıkıhta Te'sîsünnezairden naklen şöyle zikreder: bizim eshabımız -ya'ni Hanefiyye - demişlerdir ki, dari harb şübehat ile münderi olanların vücubunu men'eder, zira bizim ahkâmımız onların darinde cereyan etmez, onların darlarının hukmü de bizde cereyan etmez. Şafiîye göre ise dari harb (.......) in vücuduna mani' olmaz. Bunun beyanı: bir harbî dari harbde müsliman olsa da eman ile darlarına girmiş olan bir müslimi katleylese bize göre kısas da, diyet de yoktur, Şafiîye göre ise kısas vardır. Kezalik iki müslim müste'min olarak dâri harbe girseler de birisi diğerini katleylese yine huküm böyledir: bizce kısas yok, şafiîce vardır. Sonra Ebû Hanîfe, Ebû Yûsüf ve Muhammed beyninde ıhtilâflı bir mes'ele de zikretmiş de demiştir ki, iki esırin birisi arkadaşını dari harbde katleylese Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsüf ındinde ona keffaretten başka bir şey lâzım gelmez. Çünkü esîr onların elindedir, ehli harbden birisi gibi olmuştur. Fakat İmamı Muhammed ındinde diyet vacib olur. zira esîre kendi nefsinin hukmü vardır. Yalnızca kendi nefsindeki hukme ı'tibar olunur (.......) Kâfîden de şu mes'eleyi nakl eder: bir kimse dâri harbde müsliman olmuş da bize hicret etmemiş, bir müslim de onu amden yâhud hataen katleylemiş ve onun orada müsliman vârisleri de bulunmuş olsa eğer amden ise bir şeyi zâmin olmaz, hataen ise keffareti zâmin olur, diyeti değil. Zemahşerî şöyle der: onları bilmiyerek katlettiklerinde isabet edecek mearre nedir? der isen, derim ki, diyet ve keffaretin vücubu ve dindaşlarını fark-u temyiz etmiyerek bize yaptıklarını yaptılar diye kâfirlerin kötü sözleri, bir de biraz taksîr cereyan etmiş ise isim isabet eder (.......) Ancak diyetin vâcib olması dari islâmda ve yâhud (.......) kaydiyle mukayyed olduğu unutulmamak lâzım gelir. Müfessirîn derler ki, burada iycazi hazif vardır: (.......) nın cevabı kelâmın delâletiyle hazfedilmiştir ki, (.......) demektir. Ya'ni o îman edenler olmasa idi onlardan ellerinizi çekmezdi». Bununla beraber Zemahşerî der ki, (.......) ile (.......) bir ma'nâya racı' olmak ı'tibariyle bir tekrir gibi olup (.......) nın cevab olması da câiz olur (.......) Keşşaf Muhaşşisi İbn-i Münir Ahmed de bunu te'yid ederek şöyle der: gerçi (.......), bir vücuddan dolayı imtinaa delâlet etmek, (.......) de imtina'dan dolayı imtinaa delâlet eylemek ı'tibariyle aralarında münafat varsa da burada (.......) ya dahil olmuş, tezeyyül de ademi vücuda racı' bulunmuş olduğu cihetle mealen birleşmiş olurlar. Ceddim merhum bu ikinci vechi ıhtiyar eyler ve buna «tatrie, ya'ni tazelemek» tesmiye ederdi ve ekseriya kelâm uzayıp evveli uzaklaşarak âhırin evvele reddine ihtiyac hasıl olduğu zaman yapılır. Ba'zan ayni lâfz ile ba'zan da onun müeddasını eda edecek diğer bir lâfz ile tazelenir. Bunun bir çok emsali geçmiştir (.......) Bu vecih, haziften selâmet ı'tibariyle bizim de hoşumuza gider gibi ise de çokları evvelkini tercih ediyorlar. Filvakı' şu cümlenin cevab ile irtibatı da esbabı tercihten sayılır (.......) Allah dilediğini rahmetine idhal buyuracağı için - bu cümle kelâmın gelişinden anlaşılan ve âyetin masiyka lehi olan ma'naya müteallıktır ki, Mantık ta'birince (.......) kazıyyei şartıyyesinin mukaddimei istisnaiyyesine ıllettir. Bu istisna ya mahzuf olan cevabın nekızını istisna eyliyen bir mukaddimei râfiadır: Ma'na şöyle demek olur: (.......) Ya'ni o îman eden rical ve nisa (.......) bulunmasa idi ellerinizi ondan çekmezdi, lâkin ellerinizi onlardan çekti, çünkü Allah dilediğini rahmetine koyacaktır. Bu ma'naya göre cevab burada mukadder olmak ıktıza eder. Bizim bir mülâhazamıza göre ise burada kelâmın asıl mesiyka lehi olan mukaddimei istisnaiyyeyi talînin değil de mukaddemin nekıyzını istisna ederek ma'na da mukaddimei vâzıaya racı' bir mukaddimei rafia olmak üzere takdir etmek (.......) nın vaz'ına daha muvafık olacaktır. Çünkü geçtiği üzere (.......) nın vaz'ı medhulünün vücudundan dolayı cevabının imtinaını ifade etmektir. Buna göre ma'nâ şu olur: Eğer o îman edenler... Mevcud olmasa idi (.......) lâkin mevcud oldular, çünkü Allah dilediğini rahmetine koyacağı için onların iymanlarını dilemiş idi, binaenaleyh o yüzden size bir mazarret gelmesin diye ellerinizi onlardan çekti. Kâdî Beyzavînin burada (.......) diye tefsir etmesi bu ma'nayı andırır. Bu ma'naya göre cevab, muahhar olabilirse de burada mahzuf olması daha müfid olacaktır. Şu da bir tekrir değil, daha ziyade bir tavzıhtır: (.......) cem'i müzekker zamirleri rical ve nisanın ictimaı halinde ikisine de şamil olacağından burada da mü'minîn ve mü'minat mecmuu muraddır. Maamafih mü'minler ve kâfirler mecmuuna rücuu ıhtimali de söylenmiştir. Tezeyyül, fark-u temyiz, ya'ni ayrılıp seçilmek demektir. Ya'ni o mü'min erkeklerle mü'mine kadınlar kâfirlerin içinde ayrılıp da çekilebilseler, çiğnenmeksizin oradan ayrılıp sizden tarafa geçebilselerdi, yâhud kâfirlerle mü'minler fark edilebilselerdi (.......) onlardan - ya'ni Mekke ehalisi içinden - küfredenleri elbette (.......) elîm bir azâb ile ta'zib ederdik - ya katledilirlerdi ya esîr. 26O küfredenler kalblerinde o hamiyyeti: Cahiliyye hamiyyetini kaynattığı sıra, ki, o vakıt Allah Resulünün ve mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi ve onlara kelimei tekvâyı ilzam buyurdu, onlar da ona ehakk-u ehl idiler, evet, Allah her şeye alîm bulunuyor (.......) o vakıt ki, o küfredenler kalblerinde o hamiyyeti kaynatmıştı - burada (.......) in yukarıdaki (.......) ya yâhud mukadder (.......) e teallûku dahi tecviz edilmiş ise de zâhir ve karîb olan (.......) ya müteallık olmasıdır. HAMİYYET, namus gayretiyle kızmak, bir şeyden arlanarak istinkâf etmektir. Râgıb der ki, kuvvei gadabiyye kabarıp çoğaldığı vakıt hamiyyet ta'bir olunur. (.......) filâna karşı hamiyyete geldim» kızdım demek, (.......) ona gadab ettim öfkelendim demektir (.......) o Cahiliyye hamiyyeti - Cahiliyye milletinin hamiyyeti, yâhud Cahiliyyet hamiyyeti, ya'ni cahillik hamiyyeti veya cahilâne hamıyyet, ki, yerinde olmıyan ma'nâsız hamiyyet yâhud hakkı kabule mani' olan hamiyyet. Netekim (.......) yazılmasını istememişler, (.......) yazılsın demişlerdi, Resulullah namını kabul etmemişler, Kâ'benin ziyaretini bu sene için durdurup gelecek seneye bırakmak istemişlerdi (.......) de ona karşı Allah gerek Resulünün üzerine ve gerek Mü'minlerin üzerine sekînetini indirdi - Sûrenin başında beyan olunduğu üzere hak itmi'nanı ile kalblerdeki heyecanı teskîn edip hilm-ü vekar verdi - rivayet olunur ki, Kureyş, Süheyl İbn-i Amri Kureşîyi ve Huveytıb İbn-i Abdiluzzayı ve Mükriz İbn-i Hafsı Ahyefi, gelecek sene Mekke Kureyş tarafından üç gün tahliye edilmek üzere bu senelik avdet buyurmasını Resulullaha arzetmek için, göndermişlerdi. Resulullah da kabul etti, aralarında bir musalehaname yazdılar, Resuli ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem Hazret-i Alî radıyallahü anhe yaz, (.......) buyurdu, Süheyl ve arkadaşları biz onu tanımıyoruz (.......) yaz dediler, sonra yaz: (.......) bu, Resulullahın ehli Mekkeye yaptığı musaleha şartlarıdır buyurdu, buna da: biz senin Resulullah olduğunu bilsek seni Beytten men'etmez, harbe kalkışmazdık ve lâkin (.......) yaz dediler, aleyhissalâtü ves-selâm ben şehadet ederim ki, ben Resulullahım ve ben Muhammed İbn-i Abdillahım yaz arzularını buyurdu, müslimanlar bundan müteessir oldular onların tekliflerini kabul etmek istemediler, herifleri tutuvermeği kurdular, derken Allahü teâlâ üzerlerine sekînetini indirdi de hilm-ü vekar ile yumuşadılar yatıştılar (.......) İbn-i Cerîrin zikrettiğine göre: Resulullah tavaf etmek için beytin tahliye edilmesi şartını teklif eylemişti, Süheyl, sıkışmışlar diye Araba söz ettirmeyiz, bu sene olmaz ve lâkin gelecek sene dedi, yazıldı, sonra Süheyl şu şartı teklif etti: bizden sana bir adam gelirse senin dininde dahi olsa bize iade edersin, dedi, müslimanlar: sübhanallah müslim olarak gelen bir adam müşriklere nasıl reddolunur? Dediler, bunun müzakeresi esnasında idi, Süheylin oğlu Ebû Cendel kendisine vurulmuş olan bukagılarıla sekerek Mekkenin altından çıkmış kendisini müslimanların içine atmıştı, babası Süheyl ya Muhammed! ilk evvel ben bunun bize reddini taleb ederim dedi - Resulullah, gel bunu benim için kurtar buyurdu, senin için kurtarmam dedi - etme yap buyurdu - yapmam dedi, arkadaşı Mükriz yanında idi, biz senin için müsaade ederiz dediler, Ebû Cendel de öteden, ey Müslimanlar! Ben size müslim olarak gelmişken müşriklere red mi olunacağım? Görmüyor musunuz ne haldeyim dedi, Allah yolunda çok ta'zib olunmuştu, bu noktada Hazret-i Ömer dayanamamış, Hazret-i Peygambere gelmiş demiş idi ki, biz hakk üzere değilmiyiz? Resulullah evet buyurdu, o halde ne için dînimizde bu zillete söz veriyoruz? dedi, ben Allah’ın Resulüyüm ona asî olmam, o benim nâsırımdır buyurdu - ya sen bize Beyte varacağız onu tavaf edeceğiz demiyor muydun? dedi, evet amma bu sene varacağız dedim mi sana buyurdu? Hayır, dedi öyle ise yine varacaksın, tavaf edeceksin buyurdu. Sonra Ebû bekre varıp: bu hakka Allah’ın Peygamberi değil mi? dedi, Ebû bekir evet dedi - biz hakk üzere değil miyiz? dedi - hakk üzereyiz dedi o halde dînimizde bu zillete niçin söz veriyoruz? dedi, Ebû bekir demişti ki, behey adam, o Allah’ın Resulüdür, rabbına ısyan etmez, sen vefatına kadar onun rikâbına iyi yapış, vallahi o şübhesiz hakk üzerindedir. - Ya bize Beyte varacağımızı ve tavaf edeceğimizi söylemiyor mıydı? Dedi - evet amma sana bu sene varacaksın dedi mi? Hayır dedi o halde varacaksın ve tavaf edeceksindir dedi. Hazret-i Ömer bunu kendisi nakletmiş ve Peygambere karşı islâmından beri bir kerre olmak üzere yaptığı bu kusurdan dolayı da bil'ahare keffaret olmak üzere bir çok ameller yapmıştır ki, onları Hadîs ve Siyer kitabları anlatırlar. Sûre-i Muhammedde (.......) buyurulmuş olmak ı'tibariyle müslimanların ve Hazret-i Ömerin bu heyecanları zâhire nazaran bir vazife demektir. Biy'ati rıdvan da böyle bir heyecan ile yapılmıştır. Fakat Allahü teâlâ bu sulhu yaptırmakla bir çok mü'minîn ve mü'minatı kurtaracak ve bunu bir fethi mübînin mebdei yapacaktı. Onun için o kâfirlerin hamiyyeti cahiliyye saikasiyle islâma karşı gösterdikleri ınada mukabil Allahü teâlâ hem Resulünün, hem mü'minlerin üzerine sekînetini indirerek bu heyecanları yatıştırdı, görülüyor ki, burada hamiyyet halkın fi'li gösterilmiş, sekînet, Allah’a muzaf kılınmıştır. Bununla o cahilâne hamiyyetin mezmum bir fi'li mükteseb, ona karşı o sekînetin ise ilâhî ve kudsî bir mevhibe olduğu anlatılmıştır. Bir de (.......) buyurulmuş, (.......) demekle iktifa olunmamıştır. Bunda da sekînetin her birine lâyık bir surette indirilmiş olduğuna bir iyma vardır. Bu suretle Allahü teâlâ sekînetini hem Resulünün üzerine hem de Mü'minlerin üzerine indirdi (.......) ve onlara kelimei takvayı ilzam buyurdu - iltizam ettirdi. TAKVÂ, Allah’ın vikayesine girmek: emrini tutup azâbından korunmaktır. Kelimei takvâ izafeti, ihtisas veya ednâ mülâbese veya beyaniyye olabilir: Evvelkisi, sebebin müsebbebine izafeti kabîlinden olarak: takvâ için esası şart, elzem olan kelime: korunmak için zarurî olan kelime, ehli takvânın kelimesi, korunanların şiârı olan kelime. Üçüncüsü, takvâ kelimesi, takvâ mahiyyeti demek olur. Bir çokları kelimei takvâdan murad kelimei tevhid ve şehadet olduğunu söylemişlerdir. Zira bütün takvânın başı ve esası şartı odur. Onun için Sûre-i Muhammedde (.......) buyurulmuş idi. Tirmizî ve Abdullâh İbn-i Ahmed ve Dârekutnî ve sâire Übeyy İbn-i Kâ'bden merfuan rivayet etmişlerdir ki, kelimei takvâ (.......) dır. İbn-i merduye dahi Ebû Hüreyreden ve Seleme ibnil ekva'den öyle rivayet etmiştir. Ebû Hüreyreden bir rivayette (.......) beraberdir. Ahmed ve İbn-i Hıbban ve Hâkim de Humrandan tahric etmişlerdir ki, Osman İbn-i Affan radıyallahü anh: Resulullah sallallahü aleyhi vesellemden işittim buyuruyordu: ben bir kelime bilirim ki, onu kalbinden hakk olarak söyliyen kul nâra haram olur. Dedi. Bunun üzerine Ömer ibnil hattab radıyallahü anh de dedi ki, ben size söyliyeyim nedir o? o kelimei ıhlâstır ki, Allahü teâlâ onu Muhammede ve eshabına ilzam buyurdu ve o kelimei takvâdır ki, nebiyyullah sallallahü aleyhi vesellem amcası Ebû talibe vefatı sırasında telkın buyurmuştu: (.......) Ebû hayyanın nakline göre Hazret-i Alîden ve İbn-i Ömer ve İbn-i Abbastan dahi rivayet olunmuştur. Hazret-i Aliden ve İbn-i Ömerden (.......) diye, Misver İbn-i mahremeden (.......) diye, Ata İbn-i ebî rebâhtan ve Mücahidden (.......) diye rivayet de olunmuştur. Haseni Basrîden menkul olduğu üzere ba'zıları da sebat ve ahde vefa demişlerdir. Ya'ni akdi sulhta sebat ile musaleha name ahkâmını iyfa etmeği iltizam eylemişlerdir. Buna göre kelimei tekvâ akdı sulh, ta'biri âharle sulh ahidnamesi demek olur. Çünkü bununla mü'minîn ve mü'minât korunacak ilerisi için hazırlanacak idi. Bunu da evvelki ma'nâda derc mümkin ise de bu ma'nâ nazmın sıyakına daha yakındır. Netekim şöyle buyuruluyor: (.......) ve onlar, ona ehak ve onun ehli idiler - o mü'minler ılmi ilâhîde o kelimeye daha müstehıkk hem de ehildiler, öyle bir kelime ile korunmak diğerlerinden ziyade onların hakları idi, hem de onu hıfz-u iltizama ehil Müşrikler değil onlar idi, çünkü Allah onlardan razı olmuştu o hamiyyeti cahiliyye sahibi Müşrikler korunmağa lâyık olmadıkları gibi onu muhafaza ve idâme etmek ehliyyetini de hâiz değil idiler. Netekim öyle oldu, mü'minler korundu ve akıbet onların oldu. Burada (.......) zamirlerini yukarıda zikri geçen Mekkeye gönderenler de olmuştur. Ya'ni mü'minler o Mekkeye Müşriklerden daha ehak ve ehloldukları halde Allah o hikmete mebni böyle takvâyı ilzam buyurup harb ettirmedi (.......) ve Allah her şey'e alîm bulunuyor. Filvaki' bu sulh müslimanlar için bir fethi mübîn mebdei olmuş ve çok geçmeden müslimanlar öyle çoğalmıştır ki, bu kerre Hudyebiyeye yalnız bin beş yüz kişi ile gelebilen müslimanlar, iki sene sonra on bin kişilik müeyyed bir ordu ile Mekkenin fethine gitmişlerdir. 27Şanına kasem olsun ki, Allah hakikaten Resulüne o rü'yayı hakkıyle sadık gösterdi, şanına kasem olsun ki, inşâallah Mescidi harama emniyyetler içinde, başlarınızı kazıtarak, kırkarak, korkunuz olmıyarak sureti kat'iyyede gireceksiniz, fakat sizin bilmediğiniz şeyleri bildi de ondan önce yakın bir fetih yaptı (.......) Şanına kasem olsun ki, Allah hakikaten Resulüne o ru'yayı bihakkın sadık etti - hakk olarak, yâhud iymanında sâbit olanlarla olmıyanları ayırd etmek gibi hak bir sebeb ve hikmet ile doğru gösterdi, yâhud doğru çıkardı, yalan çıkarmadı. Resulullah Hudeybiyeye çıkmazdan evvel görmüştü ki, kendisi ve eshabı emniyyetler içinde başlarını kazıtmış ve kırkdırmış olarak Mekkeye girmişlerdi. Bunu eshabına söylemiş, onlar da Peygamberin ru'yası hakk olduğunu bildiklerinden sevinmişler, müjdelenmişler ve bu sene gireceklerini zannetmişlerdi, netekim Hazret-i Ömerin söyledikleri geçmişdir. Halbuki o daha sonra olacaktı, onun için geri kalarak Medîneye dönüldüğünde Munafıklardan Abdullah İbn-i Übeyy ve Abdullah İbn-i Nüfeyl ve Rifaa İbnilharis: vallahi ne kazıttık, ne kırktırdık, ne de Mescidi haramı gördük diye dokunmak istemişler, onun üzerine bu nâzil olmuştur. Demek ki, bu âyet Medîneye avdetten sonra nâzil olmuştur. Bu sebeble Peygamberin o ru'yası kasem ve te'kidlerler tahkık ve kavlen ve fi'len tasdik ve te'yîd olunarak vahyi sarih ile beyan ve va'di kat'î ile i'lân edilmek üzere buyuruluyor ki, (.......) bu hem ru'yayı beyan hem de vahyi sarih ile yeni baştan va'd-ü i'lândır. (.......) kasem (.......) te'kîddir. (.......) demektir. Ya'ni siz mü'minler vallahi o Mescidi harama kat'î surette gireceksiniz inşâallah - (.......) kaydinde de bir kaç nükte vardır: evvelâ, bu gibi va'd makamlarında ta'lîm içindir, ikincisi, o giriş kendi celâdetleriyle değil, Allah’ın dilemesiyle olduğuna tenbih içindir, üçüncüsü muhatablar içinde o zamana kadar vefat edecekler bulunabileceğine işaret olmak üzere cemaatın mevcud efradına nazaran bir ıhtimali ış'ar içindir. İnşâallah öyle gireceksiniz ki, (.......) emniyyetler içinde - asûde asûde (.......) başlarınızı kazıtmış ve kırkdırmış olarak - ya'ni kiminiz kazıtmış, kiminiz kırktırmış bir halde - ihramdan çıkarken tıraş olmak nüsükdendir. Buradan anlaşılır ki, kazıtmak vâcib değildir. Taksîr, ya'ni kırkmak, kısaltmak da caizdir. Şu kadar ki, takdîminden anlaşıldığına göre kazıtmak evlâdır. Haberlerde varid olan da öyledir. Buharî, Müslim ve sâirede rivâyet olunduğuna göre Resulullah sallallahü aleyhi vesellem (.......) buyurdu, (.......) dediler (.......) buyurdu, üç kerre, yine (.......) dediler (.......) buyurdu. Kadınlara gelince Ebû Davud ve Beyhekî sünnette (.......) kadınlara kazıtmak yoktur. (.......) Korkunuz olmıyarak - ya'ni girerken emîn emîn girdiğiniz gibi girdikten sonra da korkmıyacaksınız, emniyyetli tam bir fethe nâil olacaksınız, bu muhakkak, Allah bunu hakkolarak dos doğru gösterdi (.......) fakat sizin bilmediğiniz bir şey, bir hikmet bildi (.......) de ondan önce - o duhulden beride (.......) yakın bir fatih yaptı - Hudeybiye sulhunu te'min ile Hayber fathini yaptı ve bunu o ruyanın sıdkına bir delîl ve alâmet kıldı. Hem bu fethi mübîn, Mekkenin fethi ile kalacak da değil 28O odur ki, Resulünü hidayet rehberi ve hak dîni ile gönderdi, onu her dînin üstüne çıkarmak için, şâhid olarak da Allah yeter (.......) o Allahdır ki, (.......) Resulünü hüdâ ve hak dîni ile gönderdi - Resulü şimdi geleceği üzere Muhammed sallallahü aleyhi vesellem. Hüdâ, doğru yol gösteren delîl, (.......) olan Kur’ân. HAK, esmâi husnadan, DÎNİLHAK, hakkın dîni, bütün insanlığın hukukunu tekeffül eden Hak teâlâdan başkasına ıbadeti kabul etmiyen dîni islâm (.......) ki, onu dînin hepsinin üzerine kahir ve galib kılmak için - dîn cinsinin hepsinin üzerine çıkarmak, hepsine galib ve üstün etmek için ki, bu galebe iki vecihledir. Birisi, ılmen huccet ve bürhanda galebedir ki, (.......) buna işarettir. Birisi de, amelen fi'liyyatta galebe ve istîlâdır ki, dînilhak ta'birinde de bunun tahakkukuna işaret vardır. İslâm ile çarpışmak istiyen dînlerin hepsi muhakkak mağlûb olacaktır. Bunlardan birincisi temamen zâhir olduğunda şübhe yoktur. Dini islâm ılmî noktai nazardan her dîne galibdir: ikincisi ise tarihte bir dereceye kadar tahakkuk etmiş ve bir zamanlar müslimanlar her kavme galib olmuş ise de bunun tamamı daha ziyade istıkbalin sînei inkişafındadır. Ba'zıları bunun Isânın nüzulünde olacağını söylemişlerdir. Allahü a'lem. (Sûre-i (.......) de bu âyetin nazîrine bak). (.......) şâhid olarak da Allah yeter - o indirdiği âyât, ve fi'len ızhar eylediği mu'cizât ile şehadet eder, 29Muhammed Resulullahdır, onun maıyyetindekiler ise küffara karşı çok çetin, kendi aralarında gayet merhametlidirler. Onları görürsün cemâatle rükû', sücud ederek, Allahdan fadl-u rıdvan isterler. Sîmaları secde eserinden yüzlerindedir. Bu onların Tevrattaki meselleri' İncîldeki meselleri de bir ekin gibidir ki, filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken kalınlaşmış, derken sakları üzerinde bir düze istikamet almış, zürrâın hoşuna gidiyor. Onlarla kâfirlere gayz vermek için, onlardan îman edib de salih salih ameller yapanlara Allah hem bir mağfiret va'd buyurdu hem de bir ecri azîm (.......) ki, Muhammed Allah’ın Resulüdür, - Binaenaleyh ona olan va'dlerini fi'liyyat ile tehakkuk ettirerek isbat edecek olan da odur. Allah’ın bu şehadetine karşı Muhammed Resulullah demek istemiyen kâfirler hakıkatte kendileri zarar etmiş olurlar. (.......) onunla beraber olanlar da (.......) kâfirlere karşı çok çetin - çok şiddetlidirler, onların küfürlerine karşı za'f, yılgınlık göstermez, sert ve kuvvetli davranırlar. Onun için sulh müzakeresi esnasında kâfirlerin sözlerine karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat (.......) kendi aralarında çok rahîmdirler - birbirlerine çok yumuşak, çok nâzik, merhametli hareket ederler. Onun için aralarında kelimei hakk üzerinde toplanmaları da kolay olur. (.......) Onları hep rükû', sücûd halinde görürsün - o kadar çok namaz kılarlar, öyle itaatkâr ve âbiddirler (.......) Allahdan hep fadl-ü rıdvan isterler - daha ziyade sevab ve rızasını taleb ederler, öyle çalışırlar ve daima Allah’ın rızasına doğru terakkıyi düşünürler (.......) sîmâları secde eserinden yüzlerindedir - Allah için halisâne secde edip durdukları yüzlerinin salâh ile parlıyan nurânîliğinden bellidir. Bir Hadîs-i şerifte vârid olmuştur ki, (.......) gece namazı çok olanın gündüz yüzü güzel olur.» Ebüssüud tefsirinde der ki, çok secde etmekten hasıl olan eserdir. Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellemden rivâyet olunan (.......) ya'ni suratlarınızı sertleştirmeyiniz. Sertlikle damgalamayınız» hadîsi nebevîsi ile vârid olan nehiy alınlarını yere sürterek o sîmâları husule getirmeğe çalışanlar hakkındadır ki, o sırf riyâ ve nifaktır. Burada kelâm ise sırf Allah için secde eden halîs muhlîs secdekâr olanların vecihlerinde hasıl olan eserdir (.......) Mücahidden rivâyet olunduğuna göre: İbn-i Abbas demiştir ki, (.......) o göreceğiniz eser değil, ve lâkin islâm sîmâsı, seciyyesi, tavrı, huşuu, tevazuudur. Ba'zı müfessirîn de bunu Dünyadaki secdelerinden, namazlarından Kıyamet günü yüzlerinde hasıl olacak nur diye rivâyet etmişlerdir. (.......) kabîlinden demek olur. (.......) zikrolunan vasıf (.......) onların Tevrattaki meselleridir. - Tevratta mesel olarak zikrolunan acîb sıfatlarıdır (.......) İncildeki meselleri de - şudur: (.......) filizini çıkarmış - ya'ni çimi sürgününü yarmış çatallanmış (.......) derken onu kuvvetlendirmiş - başak çıkarmağa başlamış (.......) derken kalınlaşmış (.......) derken sakları üzere bir düzeye dizilmiş - saklarında za'f yok, yatık değil, dik ve düzgün, öyle güzel bir terbiye ile muntazam bir siyak üzere yetişmiş, öyle düzgün öyle dolgun, öyle feyızlı (.......) öyle ki, ekincilerin hoşuna gider - hars erbabı ve ta'lim-ü terbiye üstadları onları gördükçe imrenir. İşte Resulullah ve eshabı böyle hoş, mükemmel, muntazam güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada Resulullahın feyzı ahlâkı ve ta'lîm-ü terbiyesi il ümmetine ruhan ve cismen verilen hayatî nizam ve neş'enin bir ifâdesi ve Mekke fâtihlerinin bir geçid resmi vardır. Katâde ve Dahhâkten rivâyet olunan tefsîre göre: bu tasvir ümmeti Muhammedin İncilde zikrolunan meselleridir. İncilde bir kavm çıkacak ki, ekin yetişir gibi yetişecekler, onların içinden de bir kavm çıkacak emir bilma'ruf ve nehiy anil'münker yapacaklar diye yazılmış olduğu da nakledilmiştir. Lâkin diğer bir kısım müfessirîne göre (.......) üzerine ma'tuf olarak yukarının kaydidir. (.......) demektir. (.......) tarafı ilâhîden yeni bir temsildir. Sahib Keşşaf şöyle der: bu bir meseldir ki, Allahü teâlâ bunu milleti islâmın başlayışı ile sureti terakkîsi hakkında darb buyurmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem yalnız olarak kıyam etti, sonra Allahü teâlâ onu ekinin ilk çimi ondan doğarak etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi maıyyeti ile takviye buyurdu, Zira bunun zâhiri zerı', Peygamber, şat'i eshabıdır. Şu halde yalnız eshabın değil, Peygamberle beraber eshabının bir temsîli olmuş olur. Bunların ne için böyle yetiştirildiğine gelince (.......) onlarla küffarı gayzlandırmak için - yetiştirilmişlerdir. Yâhud maba'dine merbut olarak: onlarla kâfirleri öfkelendirmek için (.......) Allah onlardan îman edip salih ameller işliyenlere bir mağfiret ve büyük bir ecir va'd buyurmuştur. - Buradaki (.......) zamirini müfessirlerden çoğu obir zamirler gibi (.......) ye göndermişler ve (.......) beyâniyye olduğunu söylemişlerdir ki, hepsinin (.......) vasfiyle muttasıf olduğunu ifade etmiş olur. Bu surette (.......) teb'ızıyye olamaz. Fakat İbn-i Cerîr işbu (.......) zamirinin (.......) ma'nâsına râci' olduğunu beyan etmiştir. Ya'ni o zer'ın çıkardığı filizlerden îman edip Allah ve Resulünü tasdık eyleyip de Allah’ın emrettiği güzel amelleri işleyen kimselere mağfiret ve ecri azîm va'd buyurdu demek olur ki, bunlar islâma dahil olanlardır. Yukarıda (.......) diye sıfatları beyan olunan cemaatten sonra Kıyamete kadar dîni Muhammedîye dahil olacak olanların hepsi murad olunduğu için burada filiz zamiri cemı'lenmiştir (.......) Bizce bu ma'na obirinden daha güzeldir. Maamafih bu surette bu (.......) zamirinin küffara irca' edilmesi gayz ta'liline daha muvafık olacağı kanaatindeyiz. Ya'ni Allahü teâlâ Resulünün maıyyetindeki ashabı ile küffara gayz vermek için onlardan: o kâfirler içinden îmana gelip de salih ameller yapan kimselere mağfiret ve ecri azîm va'd buyurdu, şübhe yok ki, kâfirleri bu suretle îmana da'vet hamiyyeti cahiliyyelerine dokunur, kızdırır. Netekim oğlu Ebû Cendelin îmana gelmesi babası Süheyli ne kadar kızdırmıştı. Bu vechile burada hem Eshaba gayz edenlerin küffar oldukları anlatılmış, hem Ebû Cendel ve Ebû Nasîr vak'aları gibi küffarı kızdıran vukuata işaret edilmiş olduğu gibi istıkbalin futuhatı ile islâma dâhil olup güzel hizmet edeceklerin mağfiret ve ecr-ü mesubatı dahi ayrıca anlatılmış oluyor. İşte Allahü teâlâ Peygamberine evvel ve âhiri mağfiret ve ni'met olan bu Sûre ile böyle mübîn böyle parlak ve şümullü bir fetih, te'min buyurmuştur. Bu suretle Sûre-i «Feth» ın âhiri bilhassa terbiye ve intizamın ehemmiyyetini iş'ar ettiği için bunun üzerine dahilî terbiye ve ıslahatın istikmali zımnında Sûre-i «Hucürat» başlıyacaktır. |
﴾ 0 ﴿