HUCURATHucürat Sûresi medenîdir. Yalnız (.......) âyetinin Mekkî olması hakkında İbnî Abbastan bir rivayet de vardır. Âyetleri - On sekizdir. Kelimeleri - Üç yüz kırk üçtür. Harfleri - Bin dört yüz yetmiş altıdır. Fasılası - (.......) harfleridir. Sûre-i «Feth» in âhiri Peygamberin maıyyetindeki Eshabın ahlâk ve terbiyesiyle yetişecek Mü'minlerin istıkballerine müntehî olmuştu. Bu Sûre de Mü'minlerin salâhını artıracak olan tehziblerine teallûk etmekte ve Allah ve Resulüne karşı teşrifat ta'lîmiyle başlamaktadır. Evvelki Sûre mü'minlerle kâfirler arasında haricî işlere teallûk eden irşadatı da ihtiva ettiği halde bu Sûre yalnız Mü'minler arasında dahilî noktai nazardan ta'lîmat ve tanzîmatı nâtıktır. Onun için evvelkilerde küffar ile kıtâl mevzuı bahsolduğu halde bunda bügat ile kıtâl zikredilmiştir. Hasılı bu Sûre bize sevkıyle bilhassa şunu gösteriyor ki, her hangi bir fetihten sonra en evvel dikkat edilmesi lâzım gelen cihet dahilî ıslahata dikkat etmek ve fetholunan yeni kavmlerin feyzı islâmdan müstefid olmaları için itaat ve terbiyelerine i'tina eylemek kazıyyeleridir. Onun için buyuruluyor ki, 1Ey o bütün îman edenler! Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin ve Allahdan korkun, çünkü Allah işitir bilir (.......) Ey o bütün îman edenler! - Hıtabın böyle nidâ ile başlaması muhatablara gelecek sözün ehemmiyyetini ve dikkat-ü ı'tina ile dinlenmesi lüzumunu ıhtardır. Îman vasfiyle tavsıf de neşat vermek ve iymanın o söylenecek sözü muhafazaya sâık ve ıhtilâle mâni' olduğunu bütün o vasfı hâiz olanlara ı'lân eylemektir. Ya'ni ey îman şerefiyle bahtiyar olan kimseler, haberiniz olsun bütün sizlere o iymanın dikkat ve ı'tina ile dinleyip tutmayı ıktiza ettiği ehemmiyyetli bir tebliğ yapılıyor şöyle ki, (.......) Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin (.......) takdimden nehyi hâzırdır. TAKDİM, esas ı'tibariyle müteaddidir. Bir şey'i diğerinin üzerine geçirmek demektir ki, ekseriya ikinci mef'ulüne (.......) ile teaddi eder. Burada ise hiç mef'uli bih yok. Onun için bunda iki vecih vardır: birisi; her hangi bir mef'ule teallûkundan kat'ı nazarla lâzım menzilesinde nefsi fi'li kasdetmektir ki, Allah’ın ve Resulünün önünde takdîm denilen fi'li aslâ yapmayın, şunu veya bunu takdim diye düşünmek şöyle dursun takdîm namı verilebilecek hiç bir fi'ıl yapmayın demektir. İkincisi de mefulün ta'mîm için hazfedilmiş olmasıdır ki, hangi mef'ul takdîr edilse tercih bilâ müreccih olmak lâzım geleceğinden hazfolunur. Hiç bir şey'i, hiç bir emri, ne kendinizi, ne başkasını asla takdîm etmeyiniz demek olur. Evvelkisi nefsi fi'li nahyetmek ı'tibariyle makamın hakkına daha muvafık, ikincisi ise isti'mali daha çok ve umumda daha sarih olmak ı'tibariyle daha zâhir görülmüştür. Bu kelâmda iki mecaz olduğu ıhtar olunur: birisi (.......) ta'birinde mecazı mürseldir. Zira bunun hakıkati iki el arası demektir. Fakat orfte bundan mücâveret alâkasiyle sağ ve sol semtten iki cihetin müvazati dolayısiyle mülahaza olunan ön ma'nasına kullanıldığı gibi burada Allah ve Resulünün önüne takdîm veya tekaddüm de istiarei temsîliyyedir. Ki, Allah ve Resulünün emr-ü hukmünü gözetmeden hiç bir emri kestirip atmayın demek olup Kitab ve Sünnetin ahkâmını nazarı ı'tibara almaksızın acele veya istibdad ile bir işe ıkdam etmekten nehiydir. Bir de (.......) ma'nasına lâzım olur. Netekim askerin pişdarına mukaddime denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu ma'nadan olarak Allah’ın ve Resulünün önüne geçmeyin diye de tefsir edilmiştir. Bunda mef'uli fih olan (.......) mef'uli bih çeşnisini almak ı'tibariyle de müteaddi neş'esi verebiliyor. Ancak bunda yalnız kendiniz geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emir bilma'ruf ve nehiy anil'münker vazifesi teveccüh edebileceğini ifâde etmez. Meğer ki, işaret ettiğimiz vechile geçmeyin ve geçirmeyin diye tasrih edilsin. Fakat bu da evvelki ta'diye ma'nâsından çıkabilecektir. Ba'zı müfessirîn de demişlerdir ki, burada aslı ma'nâ Resulullahın önüne geçmeyin demektir. İsmullahın zikri mücerred ta'zîm ve Resulünün nezdı ilâhîde celâleti kadrini ve ziyade ıhtisasını bildirmek içindir. Netekim bundan sonraki âyetler yalnız Peygamber hakkındadır. Buna göre ma'nâ şu olur: Allah’ın Resulünün önüne geçmeyin, çünkü onun Allah’a ziyade ıhtisası vardır. O hep Allah’ın huzurundadır, onun önüne geçmek Allah’ın huzurunda cür'etkârlıkta bulunmaktır. Bu âyetin sebeb-i nüzulünde bir kaç rivâyet vardır: 1- Buharînin Abdullah İbn-i Zübeyrden bir rivâyetine göre Benî temîmden Resulullaha bir hey'et gelmişti. Hazret-i Ebî bekir radıyallahü anh Ka'ka' İbn-i ma'bedi onlara emîr yap dedi, Hazret-i Ömer radıyallahü anh de akra' İbn-i hâbisi emîr yap dedi. Ebû bekir: sırf bana muhalefet etmek istedin dedi, Ömer de: hayır sana muhalefet etmek istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi, bundan dolayı (.......) nâzil oldu. (.......) Fakat yine buharînin ve sâirlerinin rivâyetlerine göre bu münakaşa bundan sonraki âyetin nüzulüne sebeb olmuştur. 2- Abd İbn-i Humeydin ve İbn-i Cerîrin ve İbn-i münzirin Hasenden rivâyetlerine göre ba'zı kimseler kurban Bayramı günü Resulullahdan evvel kurban kesmişlerdi, aleyhissalatü vesselam onlara iâdesini emir buyurdu, bu âyet nâzil oldu. Keşşafın nakline göre Bayram namazından evvel kesmişlerdi bu âyet nâzil oldu, Resulullah da onlara diğer bir kurban keserek iâde etmelerini emir buyurdu. 3- İbn-i Cerîrin Katâdeden rivâyetine göre bir takım kimseler, şunun hakkında şöyle nâzil olsa idi şöyle şöyle olurdu diye söyleniyorlardı bu, nâzil oldu. 4- Âlusînin kaydettiğine göre Hasenden şu da merviydir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem Medînede istikrar edince kendisine âfaktan vüfud (sifâret hey'etleri) geliyor, pek çok mes'eleler soruyorlar, çok söyliyorlardı, Resulullah başlamadan mes'eleye başlamaktan nehyolundular (.......) Ebû Hayyan Bahirde derki: Resulullaha bir kavm geldiği vakıt nasıl selâm vereceklerini öğretmek üzere Ebû bekir onlara bir adam gönderir, ve Resulullahın huzurunda sekînet ve vekar üzere bulunmalarını emrederdi. (.......) Ba'zıları tekaddümü hususî misallerle tefsir etmişlerse de âyetten zâhir olan gerek kavil ve gerek fiıl hepsine umumî olmasıdır. Resulullahın meclisinde bir mes'ele cereyan ettiği vakıt ondan evvel cevaba kalkışmamaları dâhil olduğu gibi yolda giderken bir izin ve işâret veya hacet olmaksızın önünde yürümemeleri ve sofrada ondan evvel yemeğe başlamamaları dahi dâhil olur ki, buna Usulde umumı mecaz, yâhud beyanda kinâye ta'bir olunur. Hakıkati irâdeye mâni' olmaz. Namazda hiç bir vechile İmamın önüne geçmenin câiz olmamasındaki ma'nâ da budur. Resulullahın huzurunda birisi İmam edilip namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu suretle bu âyetten her şeyde şer'a ittiba' lüzumuna ihticac olunur. İşte bu âyet Resulullahın teşrifatına teallûk eden böyle bir aslı küllîdir ki, bundan sonraki âyetin mantûku dahi bunun mazmununda dâhildir. Ba'zıları bununla kıyasın aleyhine de istidlâl etmek istemişlerse de kıyas, Allah ve Resulünün hukmüne tekaddüm değil, ittiba' için ma'nâ teharrîsidir. Evet hiç bir vechile Allah ve Resulünün önüne geçmek ma'nası bulunan hiç bir saygısızlık yapmayın (.......) ve Allahdan korkun - gerek yapacağınız ve gerek çekineceğiniz her hususta, her kavl-ü fiılde ve binâenaleyh bil'hassa bu babda ileri gitmekte Allah’ın gadabından korkup emrine korunun (.......) çünkü Allah semîdir, alîmdir. - Binâenaleyh bütün söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı bilir, ona göre ceza verir. 2Ey o bütün îman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden üstün kaldırmayın ve ona birbirinize bağırır gibi iri söylemeyin! Haberiniz olmadan amelleriniz hiçe iniverir (.......) Nida yeni geçmişken iâdesi bunun da aynî ı'tina ile dinlenmesi lüzumuna tenbihtir. Evvelkindes nefsi kavil ve fiılde ileri gitmek nehyolunduğu gibi bunda da kavlin keyfiyyetinde, ya'ni söyleyişte aşırı gitmek nehyolunuyor şöyle ki, (.......) seslerinizi Peygamberin sesi fevkında kaldırmayın - ya'ni seslerinizi Peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin (.......) ve ona söz söylerken biribirinize bağırdığınız gibi iri sesle söylemeyin - akran gibi de konuşmayın. Ya'ni evvelkisi ileri gitmeyi nehyediyor, bu cümle de müsavatı nehyediyor. Rivâyet olunur ki, bu âyet nâzil olunca Hazret-i Ebi Bekir radıyallahü anh: ya Resulallah vallahi ben bundan sonra Allah’a kavuşuncıya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum. Hazret-i Ömer radıyallahü anh de Peygambere öyle yavaş konuşur olmuştu ki, istifham buyurmayınca işittirmezdi.(.......) zira amelleriniz habtolur, hiçe gider de haberiniz olmaz. - Çünkü Peygambere hurmetsizliğe ve ezaya bâıs olabilen şeyler küfre varabilir küfr ise a'mali habteder. (.......) burada (.......) kaydiyle şuurun nefyinden şu anlaşılır ki, bu nehyolunan refı' ve cehirden murad yalnız istihfaf ve saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o mü'minlerden suduru melhuz olmıyan sarih küfürdür. Fakat sarih küfr olmamakla beraber dolayısile ona varan küfür mazınnesi olan haller de vardır. Ba'zı fiıller vardır ki, küfür kasdiyle yapılmasalar bile küfür tehlükesini hâiz olurlar. Peygambere eza bu kabîldendir. Buharî ve Müslim Enes radıyallahü anhten rivâyet etmişlerdir ki, bu âyet nâzil olunca Sâbit İbn-i Kays radıyallahü anh evinde oturmuş «ben ehli nardenim» diyerek kendini habseylemişti, Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Sa'd İbn-i Muaza: ya âba Amir Sâbit ne halde rahatsız mı? diye suâl buyurdu, Sa'd o benim komşumdur, rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sâbit dedi ki, «bu âyet indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim, demek ki, ben Ehli nardenim» dedi, Sa'd bunu Peygambere söyledi, Resulullah hayır o Ehli Cennettendir buyurdu. Diğer bir rivâyette de Resulullah haber gönderip getirtti, suâl buyurdu, ya Resulallah dedi; Allahü teâlâ sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli korkarım ki, amelim habt ola. aleyhissalâtü ves-selâm buyurdu ki, hayır sen hayr ile yaşıyacak ve hayr ile öleceksin. Taberânî ve Hâkimin rivâyetlerine göre Resulullah ona: razı olmazmısın hamîden yaşıyasın, şehîden katlolunasın ve Cennete giresin? buyurdu, o da: razıyım ve artık sesimi Peygamberin sesinden üstün kaldırmam dedi. Terhîbden sonra imtisale tergıb için buyuruluyor ki, 3Her halde Resulüllahın yanında seslerini kısanlar, onlar, o kimselerdir ki, Allah kalblerini takvâ için imtihan etmiştir, onlara hem bir mağfiret hem de büyük bir ecir vardır (.......) o kimseler ki, Resulullahın yanında seslerini kısarlar - nehye muhalefetten sakınarak ve edebe riâyet ederek seslerini indirir, pesten alırlar (.......) şübhesiz onlar o kimselerdir ki, Allahü teâlâ onların kalblerini takvâ için imtihan etmiştir. - Sûre-i «Fetih» de geçtiği üzere onlara kelimei takvayı iltizam buyurup türlü mihnetlerle tecribe sahasında tekvaya alıştırmış, takvalarını bittecribe meydana çıkarmıştır. (.......) 4Hucrelerin arkasından sana önleyenler, her halde ekserisi aklı irmiyenlerdir Şübhesiz ki, sana hucrelerin girisinden bağıranlar - arkasından veya önünden çağıranlar. HUCRE, etrafı çevirilerek içine girilmekten men'olunan Arz kıt'asıdır. Hucürattan murad Resulullahın hanei saadetinin odalarıdır ki, her biri zevcelerinden birine âid olmak üzere dokuz oda idi. Âlûsî şöyle kayd eder: «İbn-i Sa'dın atai hurasânîden tahricine göre hurma dallarından ahşab idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar vardı». Buharî edebde ve İbn-i ebiddünya ve Beyhekî Davud İbn-i Kayisten şöyle tahric etmişlerdir ki, hucüratı gördüm «cerîdi nahıl» den olup haricinden kıl çullarla örtülmüş idi, hucrenin kapısından Beytin kapısına kadar Beytin arzını altı yâhud yedi zira' zannederim ve iç beyti on zira' tahmin ediyorum, irtifaı da yedi ile sekiz arası sanırım demiştir. Haseni Basrîden de tahric etmişlerdir ki, Hazret-i Osmanın hilâfetinde ezvacı Peygamberînin evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetiştirdim, Abdülmelikin oğlu Velîd zamanında onun emriyle Resulullahın mescidine ilhak edildi ve bundan dolayı nâs ağladı ve o gün Said İbnilmuseyyeb şöyle dedi: vallahi arzu ederdim ki, alâ haliha bıraksalar da Medîne ahalisinden bir takım kimseler neşveyab olsalar ve ehli âfak da gelip Resulullahın hayatında ne ile iktifa buyurduğunu görseler de zühd dersi alsalardı (.......) Ehli siyerin çoğu bu bağıranları Benî temîmden olmak üzere zikretmişlerdir: şöyle ki, Beni temimden yetmiş veya seksen kişi kadar bir vefd, bir hey'et gelmişti, içlerinde Zibrikan İbn-i bedr, Utarıd İbn-i Hacib İbn-i Zurare ve Kays İbn-i Asım ve Kays İbn-i Haris ve Amr İbn-i Ehtem ve Akra' İbn-i Habis vardı. Ebû hayyanın Bahirde zikrine göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi, Resulullah henüz uyuyordu, ya Muhammed bize çık diye bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akra' İbn-i Habis, ya Muhammed benim medhim zeyn, zemmim şeyndir dedi, Resulullah: veyl sana, öyle olan Allahü teâlâdır buyurdu, derken nâs mescide toplandı. Bunlar benî temîm hatıbimizle şâirimizle sana müşâare ve mufâhare edeceğiz dediler. Peygamber sallallahü aleyhi vesellem: «ben şiir ile ba'solunmadım, mufâhare ile de emrolunmadım velâkin haydın bakalım» buyurdu. Zibrikan içlerinden bir gence haydi kavmının fezailinden intihab et söyle dedi, bir genç kalktı (.......) bir hutbe iyrad etti. Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Sâbit İbn-i Kays İbn-i Şemmase - ki, hatıbi idi - kalk cevab ver buyurdu. Sâbit de (.......) bir hutbe ile cevab verdi. Zibrikan diğer bir gence kalk kavmının fadlını anlatacak bir kaç beyt söyle dedi: (.......) dedi. Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem Hassan İbn-i Sâbiti çağırdı, Hassan: söylediğini bana tekrar et dedi. Dinledi şöyle cevab verdi: Daha ba'zı beyitlerden sonra Hassan şunları da söyledi: Bunun üzerine Akra' İbn-i Hâbis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu dinleteceğim demiş ve şunu söylemiş: (.......) Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem Hassana: kalk cevab ver buyurdu. Hassan radıyallahü anh da dedi ki, Bu noktada aleyhissalâtü ves-selâm: (.......) buyurdu ve Peygamberin bu kelâmı onlara Hassanın söylediklerinin hepsinden daha ziyade müessir geldi. Hassan şi'rini şöyle bitirdi: Bunun üzerine Akra' ıbni Hâbis «vallahi bilmem bu ne iştir? Hatîbimiz söyledi, onların hatîbi daha güzel söyledi, şâırimiz söyledi, onların şâıri daha şâır, daha güzel söylüyor» dedi, sonra Resulüllahın huzuruna daha yakın vardı: (.......) dedi, Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem de «o halde bundan evvel olan sana zarar vermez» buyurdu, sonra onlara atâ ve kisâ ile iltifat buyurdu (.......) İbn-i hişâm Siyerinde kıssayı daha biraz farklı nakl etmiş olduğunu da Âlûsî kayd eder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nâzil olduğunu da söylemişlerdir. Lâkin Beni Anber hakkında nâzil olduğunu da söylemişlerdir. Lâkin Beni Anber Beni temîmden bir batn olmak hasebile evvelkine muhalif düşmez. Netekim Kamusta anber, temîmden bir hayyin babasıdır der.(.......) Onların ekserîsi akılları irmezlerdir -henüz dîni öğrenmemiş, edeb-ü erkân bilmez kaba a'rabî güruhudur. 5Eğer onlar sen kendilerine çıkıncıya kadar sabretselerdi elbette haklarında hayırlı olurdu, bununla beraber Allah gafurdur rahîmdir (.......) ve eğer sen onlara çıkıncıya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu - çünkü husni edeb ile Peygambere ta'zîm etmiş olurlardı o da senâ ve sevâba ve mes'ullerinin is'afına elverişli olurdu. Zira denildiğine göre Benî anber esîrlerine şefâat etmek üzere gelmişlerdi, yarısı ıtlak edildi, yarısına da fidye kabul olundu (.......) maamafih Allah gafur rahîmdir - tevbe ve salâh ile akıllanmağa yüz tuttukları takdirde afveder, tazyık buyurmaz. 6Ey o bütün îman edenler! eğer size bir fâsık bir haberle gelirse onu tahkık edin ki, cehaletle bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza peşiman olursunuz (.......) Ey o bütün îman edenler! bir fâsık size bir haber getirirse onu tebeyyün ettirin - birdenbire kapılmayın da beyan isteyin, tahkık edip anlayın dinleyin, fisktan kaçınmayın yalandanda kaçınmaz. Fâsıkın mukabili adildir. Fahruddini Razî der ki, bu sûrede mü'minleri mekârimi ahlâka bir irşad vardır. O ise ya Allah ile veya Peygamber ile veya ebnai cinsi ile olur. Bunlar da iki sınıftır, çünkü ya mü'minler yolunda gider, tâat rütbesinde dâhil veya hâric olurlar. Haric olan fâsıktır. Mü'minler gidişinde dahil olanlar da ya yanlarında hâzır veya gaib bulunurlar. Bu suretle ahlak beş kısım olur: 1 ) Allah cânibine teallûk eder. 2 ) Peygamber cânibine teallûk eder. 3 ) Fâsıklar cânibine teallûk eder. 4 ) Mü'mini hâzıra, 5 ) Mü'mini gaibe teallûk eder. İşte bunlardan her birine âid olmak üzere Allahü teâlâ bu Sûrede beş kerre (.......) buyurmuştur. Allah ve Resulüne âid olanı beyandan sonra üçüncü olarak burada da fâsıkların sözlerine ı'timad edilmemesi lüzumunu beyan buyuruyor. Çünkü onlar araya fitne ilka etmek isterler ki, o fitne (.......) beyan buyurulacaktır. (.......) Bununla beraber fâsıkın kavlini de büsbütün hiçe saymayıp tahkık ve tebeyyünü emrolunmuştur. Demek ki, fâsık olmayıp da adl olacak olsa yerine göre haberi vahid mesmu' olabilecektir. Bu âyetin nüzulüne sebeb olmak üzere şöyle rivâyet ediyorlar; Resulullah Velîd İbn-i ukbeyi Benî mustalika vâlî ve zekât me'muru olarak göndermişti, onunla onlar arasında bir kin varmış, yaklaştığı zaman karşısına gelen suvarileri kendisine kıtâl yapacaklar zannetmiş, korkmuş dönmüş, Resulullaha varıp onlar irtidad ettiler, zekâtı men'eylediler demişti. Resulullah da gadaba gelmiş ve onlara gazâ etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine nâzil oldu. Bir rivâyette de Hâlid İbn-i Velîdi göndermiş, o terassud etmiş, Ezan okuduklarını ve tebeccüd dahi kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o suretle avdet eylemiştir. «Fâsık» ile «nebe'» in tenkiri şüyu' içindir. Her hangi bir fâsık, her hangi bir nebe' demektir. Zira Razînin ıhtarı vechile ma'rızı şartta cânibi sübutta âmm, cânibi nefîde hass olur. Netekim haberlerde cânibi nefîde âmm, cânibi subutte hastır (.......) denilmeyip de harfi şekkolan (.......) ile ifâde edilmesi mü'minlerin fâsıklara aldanmıyacak vechile müteyakkız olmaları lüzumunu ıhtar ve öyle uyanık olan mü'minlere her hangi bir fâsıkın cür'eti nâdir olacağını iş'ar nüktesini hâizdir.(.......) Çünkü bir cehalet ile hallerini bilmiyerek - bir kavmı musab kılarsınız, vurursunuz, bir musıybete, bir zarara giriftâr edersiniz (.......) de sonra yaptığınıza nâdim olursunuz - çünkü haber yanlış olunca sonra berâetleri tehakkuk eder de telâfîsi kabil olmıyan bir gam çekilir. Îman vicdanı öyle bir haksızlığa karşı mütemadiyen sızlar. Zemahşerî der ki, nedem, ya'ni peşimanlık bir nevi' gamdır ki, vakı' olan şey'in olmamasını temenni ederek gam yemektir. Böyle bir gam ise devamlı ve mülâzemetli olur, zira vak'a hatıra geldikçe nedâmet yapışır. (.......) 7Hem biliniz ki, içinizde Allah’ın Resulü var, eğer o bir çok işlerde size itâat eder olsa haliniz yaman olurdu ve lâkin Allah size îmanı sevdirdi, ve küfrü, füsuku, ısyanı nazarınızda kerîh kıldı (.......) ve biliniz ki, içinizde Allah’ın Resulü var - binâenaleyh Allahdan korkun da yalan ve bâtıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir haber işittiğiniz vakıt da tebeyyün için ona sorun size beyan eder, kendi re'yinizle onu kandırmaya çalışmayın. (.......) emirden bir çoğunda size itâat eder olsa idi (.......) anete düşerdiniz - sarpa sarardınız: haliniz yaman olurdu - çok zahmetler, felâketler çeker, helâke doğru giderdiniz. Çünkü öyle metbuun tâbi' vaz'ıyyetine düşmesi bir ıhtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir inhilâldir. ANET, meşakkat ve helâk, sıkıntı ve günâh ma'nâlarına geldiği gibi esasında kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan anlaşılıyor ki, bir takımları o haber üzerine o kavmı vurmak fikrinde bulunmuşlardı. Emirden bir çoğunda deniliyor. Demek ki, ba'zı umurda itâat mahzurlu değildir. Belki gönüllerini celbile hüsni siyaset olur. Bir de (.......) mazıye dâhil olmak lâzım gelirken (.......) diye müzarı' sıgası getirilmiştir ki, (.......) takdirindedir. Bunda iki ma'nâ vardır: birisi, itâat eder olsa idi demek olur ki, istimrarın imtinamı ifade ederek itâatin aslı değil, istimrarı mahzurlu olduğunu anlatır. Buna göre müstemirren olmayıp da ba'zan umurı kesirede itaat dahi anete bâdî değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer ba'zı müfessirîn maksad tâatin istimrarının imtinaı değil, imtinaının istimrarı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre ma'nâ «bir çok umurda itâat edecek olsa idi» demek olur. Ya'ni umurı kesîrede itâat hiç vakı' olmamak lâzım gelir. Ebüssüud bu iki vechi münakaşa etmiştir, arzu eden bakabilir. Sonra Zemahşerî işbu (.......) cümlesinin rabtı hakkında şöyle bir izah yapmıştır. Bu cümle müste'nef bir kelâm olmaz, çünkü nazımda bir âhenksizliğe sebeb olur ve lâkin (.......) de ki, müstetir merfu' zamirden veya bâriz mecrur zamirden hal olarak mâkabline muttasıldır, ma'nâ şöyle demek olur: içinizde Resulullah öyle bir halette bulunuyor, yâhud öyle bir halde bulunuyorsunuz ki, onu değiştirmeniz üzerinize vâcibdir: o hal şudur: siz istiyorsunuz: ki, o size tâbi' imiş gibi hâdisatta sizin re'yinize göre amel etsin halbuki öyle yapsa haliniz yaman olur helâke giderdiniz. (.......) ve lâkin Allah size îmanı sevdirdi - sevgili kıldı, binâenaleyh îman ettiniz, bu gösteriyor ki, îman etmek için yalnız ma'rifet kâfî değil, bir irâde fi'li olabilmek için sevmek de lâzımdır. Bu haysiyyetle dînin başı mahabbettir. Netekim bir Hadîs-i şerifte (.......) kişi halîlinin, ya'ni sir dostunun dîni üzeredir, onun için her biriniz iyi bakın kime dostluk ediyor: kiminle sevişiyor.» Buyurulması bu ma'nâdandır. Yine bundan dolayıdır ki,(.......) buyurulmuştur. Ancak ulemâ, mahabbeti tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Mahabbeti tabiıyye, tab'a mülâyemettir. Mahabbeti akliyye gayede bir hayr-u menfeat idrâkinden neş'et eder ki, sıhhat için ilâcı sevmek kabîlinden gayeye nazaran tabiî, meb'dee nazaran aklî ve mecazî bir mahabbet demek olur. Binâenaleyh mebadîsi mükteseb olmak ı'tibariyle o da mükteseb addolunur. Ve bu cihetle bu şuurlu mahabbet îman ve terbiyenin iktisabı haysiyyetinde ehemmiyyeti hâiz bulunur. Netekim Hazret-i Ömer «ya Resulullaha: sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka her şeyden sevgilisin» demişti, Resulullah «ben sana nefsinden de daha sevgili olmadıkça iymanın tamam olmaz» buyurdu, bunun üzerine Hazret-i Ömer hemen «vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin» dedi, Resulullah da «şimdi ya Ömer! İymanın tamam oldu» buyurdu. İşte Hazret-i Ömerin böyle bir lahza içinde mahabbetini artırarak kasem ile ıkrar verebilmesi bu kabîldendir. Maamafih her iki takdirde de nefsi mahabbet bir akıl işi değil, doğrudan doğru Allahü teâlânın verdiği bir histir, Allah’ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilemez, ancak Allah’ın sevdirdiği şeyler bilinmek, düşünülmek sâyesinde aklile, tecribe ile sevgi şuuruna irilebilir. İşte böyle iymanın esası bir sevgi ile alâkadar olduğu, sevgi de Allah’ın bir vergisi bulunduğu için burada buyuruluyor ki, Allah size îmanı sevdirdi, ya'ni o sayede Resulullaha îman ettiniz (.......) ve onu, o îmanı kalbinizde tezyin buyurdu - mucebince amel edip Peygambere itâat ettiniz (.......) ve küfrü, füsuku, ısyanı size kerih, iğrenç kıldı -onun için onlardan sakındınız - KÜFÜR, iymanın mukabili ınkâr ile Allah’ın ni'metlerini örtmek. FÜSUK, esasen huruc, ya'ni çıkmak demek olup ba'zan dînden çıkmak ma'nâsına kullanılırsa da o, küfürde dâhil olduğu için burada ondan beri bir ma'nâ murad olunmak lâzım gelir. Bu sebeble ekseriya sıdk-u tââttan huruc, ya'ni kavli ve fıli iymanın muktezasına uymamak ma'nâsında kullanılır. Burada küfür, îmana; füsuk ve ısyan da iymanının tezyinine mukabil demek olduğundan füsuk yalancılık ile kavlen sıdk-u tâattan huruc, ısyan da emri terk ile fılen tâatten huruc ma'nâsında olmak müreccah görülmüştür. Füsuku kebaire, ısyanı sagâire sarfetmek istiyenler de olmuştur. Şu halde (.......) da fâsık, sözü îman istikametinde olmıyan bir yalancı. Yâhud büyük günah işliyen bir günahkâr demek olur.(.......) işte onlar - öyle îmanı sevip Peygambere îman eden ve kalblerinde îman ziynetlenip mucebince amel ederek sıdk ile itaat eyliyen ve küfrü, füsuku, ısyanı menfur görüp iymanın istikametince sadakat ve itaatten ayrılmıyan kimseler (.......) dir ki, ancak rüşd sahibidirler. - Hak yolunda sarsılmadan dosdoğru giden zâtlerdir. RÜŞD, hak yolunda salâbet-ü metanet ve kemali isabetle dosdoğru gitmektir. 8İşte onlardır ki, Allah’ın fadl-u ni'metiyle rüşde irmişlerdir ve Allah alîmdir, hakîmdir (.......) Allah’ın fadl-u ni'metinden - ya'ni o rüşd, yâhud hep bu zikrolunan tahbîb ve tekrih ve rüşd Allah’ın fadl-u ni'metinden olarak cereyan etmektedir. İşbu (.......) ismi işaretinde hıtab Peygambere, işaret ve zamir (.......) deki muhatablaradır. Zâhire nazaran (.......) deki muhatablar da bunlarda dâhıl görünüyor. Ya'ni Peygamberin beyan ve ıhtarı üzerine re'ylerinde ısrar etmeyip hepsi îman ve itaatla rüşd-ü kiyaset gösterdiler, füsuk-u ısyandan sakındılar. Lâkin Zemahşerî bunları Peygambere karşı re'y dermiyan etmekten sakınan ve takvâda ciddiyyetleri ile öyle bir cür'et ve cesaretten korunan ve yukarıda (.......) diye tavsıf olunan kısm olmak üzere izah etmiş de şöyle demiştir: (.......) delâlet eder ki, mü'minlerin ba'zısı Velidin sözünü tasdık ile Beni Mustalikı vurmak fikrini Resulullaha iyi göstermek istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer ba'zıları ise sakınıyorlardı ve takvâda ciddiyyetleri öyle bir cesarete mâni' oluyordu ki, onlar (.......) demektir ve lâkin sıfatlarının o birlerinden farklı olması (.......) kelimesinin zikrinden mugnî kılmıştır. Bunlar Kur’ân’ın öyle iycazlarından ve lâtîf lemehatındandır ki, onları ancak havass sezebilir. Müfessirînin ba'zısından bunlar (.......) buyurulanlardır diye menkuldür (.......) de bu müstesnalardır. (.......) dır. - Her şeyi bilir: Fadl-ü ni'meti de hikmetiyle verir. Fâsikın sözüne kapılmanın ve Peygamberi dinlememenin neticelerinden biri olan anet ve takdime bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki, 9Ve eğer Mü'minlerden iki taife çarpışırlarsa hemen aralarını bulun barıştırın, şayed biri diğerine karşı bagyediyorsa o vakıt bagî olana Allah’ın emrine rücu' edinciye kadar kıtâl edin, eğer rücu' ederse yine adaletle beyinlerini sulh edin ve hep insaflı olun, çünkü Allah adâlet yapanları sever (.......) ve eğer mü'minlerden iki tâife vuruşurlarsa - rivâyetlerin hulâsasına göre: Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Sa'd İbn-i Ubâdenin marazında ziyaretine müteveccihen giderken, Abdullah İbn-i Übeyy İbn-i Selûle de uğraması reca edilmiş ve bir merkebe binerek uğramıştı. Abdullah İbn-i Übeyy «merkebin kokusu bizi rahatsız etti» demiş, mecliste hâzır bulunan Ensardan Abdullah İbn-i Revâha Hazretleri de «vallahi Resulullahın merkebinin kokusu senden daha hoştur» demiş, bunun üzerine Abdullah İbn-i Übeyyin kavmından tarafdarları kızmış, Abdullah İbn-i Revâha Hazretlerinin arkadaşları da kızmışlar, İbn-i Revâha Hazretî, İbn-i Übeyy Evsi olduklarından iki kabileden bir takım kimseler, silâhsız olarak elleriyle papuçlarıyle, sopalarla döğüşmeğe başlamışlar, bunun üzerine bu âyet nâzil olmuş, Resulullah kıraet buyurmuş, bu suretle barışmışlar. Fakat İbn-i Cerîrin ve İbn-i ebî hatimin Süddîden rivâyetlerine göre: Ensardan Imran namında bir zatın «Ümmü Zeyd» namında bir zevcesi vardı, kadın hısımlarını ziyaret etmek istemiş, zevci göndermemiş ve onlardan kimse gelmemek için de hanesinin ılliyyesinde (üst katında, çardağında) habseylemişti, kadın ailesine haber göndermiş, onun üzerine kavmı gelmiş oradan indirip götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavmından istiâne etmiş, binaenaleyh amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına girmeğe çalışmışlar, onlar da müdafea etmekle döğüşmüşler, bu âyet nâzil olmuş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, tarafeyn Allah’ın emrine rücu' etmişler. (.......) Evvelkisi birinci âyetin mazmununa daha yakındır. Calibi dikkattir ki, âyette evvela (.......) denilmeyip cemi' sıygasiyle (.......) buyurulmuştur ki, bu fark tercemede gösterilemiyor. Bunun nüktesi azdan başlıyan bir kıtalin bastırılmadığı takdirde tevessü' edeceğini ıhtardır. Onun için (.......) derhal ikisi arasını ıslâh edin - düzeltin, nasıhat ile ve şayed arada bir şübhe varsa onu izâle ile, olmadığı takdirde Allah’ın hukmüne da'vet ile sulh edin barıştırın (.......) bunun üzerine şayed birisi diğerine karşı bağyederse - BAĞY, bigayri hakk yükselmek istiyerek teaddî etmektir. Ya'ni sulh teşebbüsü yapıldığı ve şübhe varsa izâle edildiği halde birisi sulha yanaşmayıp behemehal haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse (.......) o vakıt o bağyeden tâifeye kıtâl edin (.......) tâ ki, o, Allah’ın emrine rücu' edene kadar - Allah’ın emri (.......) işaret eder ki, bu kıtâl bâğîye had gibi terki halinde de ikame olunacak bir ceza değildir. Rücu' edinciye kadardır, def'i sail kabilindendir. Onun için fiei bağıye emre rücu' edince kıtâl haram olur. Buyuruluyor ki, (.......) eğer rücu' ederse (.......) o vakıt da adâlet ile aralarını sulhedin - barıştırın, ya'ni mücerred mütâreke ile bırakmayın da Allah’ın şer'i mucebince haklarını gözeterek hukmedip aralarını bulun. Evvelkinde mutlak olarak (.......) buyurulduğu halde burada (.......) kaydi ile takyid edilmiştir. Çünkü mukateleden sonra olduğu için bunda hayf tehlikesi maznundur. Onun için bir de mecmuuna nazaran şu vechile te'kîd olunmuştur. (.......) hem - her hususta - adl-ü hakka niyyet yapın - her hak sahibine haktan nasıbini verin, bağıyden zulümden sakının (.......) çünkü Allah adâlet yapanları sever - ebû Hayyanın Bahirde beyanına göre bu âyetteki (.......) hıtabları (.......) olan velâyet sahiblerinedir. Bu ma'nâ İbn-i Abbastan da rivâyet edilmiştir. Ya'ni aynen vücub, hukûmet adamlarına müteveccihtir. Zira bir kıtâle müdahale ile ıslâh yapabilmek istitâati sırf ferdî bir istitâat olarak mülâhaza edilemez, lakin her hangi bir suretle ıslâh ve kıtâl şanından olanlar hakkında farzı kifaye olmak üzere ümmetin mecmuuna hıtab olması (.......) nidasının zâhirine daha muvafıktır. Onun için bağıy tehakkuk edince ona karşı ülül'emre yardım cihadda olduğu gibi umuma teveccüh eden bir vecîbe olur. Netekim Hâkim ve beyhekînin rivâyetlerine göre Abdullah İbn-i Ömer radıyallahü anhüma Hazretleri ben şu fiei bâğıyeye kıtâl etmediğimden dolayı işbu (.......) âyetinden nefsimde bulduğumu hiç bir şeyden bulmadım» demiştir. Bügat hakkında kütübi Fıkhiyyede bahsi mahsus vardır.(.......) emri gibi şu da bütün mü'minlere umum ifâde eder: 10Mü'minler ancak kardeştirler: onun için iki kardeşinizin aralarını düzeltin ve Allahdan korkun ki, rahmete şayan olasınız (.......) bütün mü'minler sırf kardeştirler. - Zira hepsi ebedi hayata sebeb olan îman esasında birleşir din kardeşidirler. (.......) Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin - gerek iki ferd, gerek iki mü'min cemâat bozuştuklarında hemen aralarını bulup barıştırın, dînde kardeşliğin iycabı budur. (.......) ve Allah’a korunun - ya'ni bu ıslâh ve uhuvvet takva cümlesindendir. Bozuşmaktan korunun, mü'minlerin kendi aralarında sulh-u salah bulunmazsa, uhuvvetleri kuvvetli olmazsa küffara karşı mücahede edemezler, Allah’ın azabından iyi korunamazlar. Onun için Allahdan korkun bozuşmayın, bozuşursanız barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takvâ yolunu tutun. (.......) ki, rahmete irdirilesiniz. 11Ey o bütün îman edenler! alay etmesin Bir kavm bir kavm ile belki kendilerinden daha hayırlı olurlar, ne de bir takım kadınlar diğer kadınlarla, belki onlardan daha hayırlı olurlar, hem kendilerinizi ayıblamayın ve kötü lâkablarla atışmayın, iymandan sonra fâsıklık ne kötü isimdir, her kim de tevbe etmezse artık onlar kendilerine zulmedenlerdir (.......) Mü'minler arasında ıslâh ve ittika emrolunduktan sonra o uhuvvet ve salâhı haleldar edebilecek cahilliklerden sakındırmak ve mü'minler arasında salâh ve ittika hıssini en yüksek bir samîmiyyet ile tatbık ettirerek mütekabil hürmet telkîn eylemek ve bu suretle islâmın daha bir çok kavimlere yayılıp inkişaf edeceğine işarte ile o geniş uhuvveti tersîn edecek tehzibe yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete ta'lîmi edeb ile huzur ve gıyabda ahlâkî bir irşaddır. Nüzulü hakkında bir kaç sebeb zikr olunmuştur. Dahhakten rivâyet olunduğuna göre: Beni temîmden bir kavim, Bilâli Habeşî, Hababb, Ammar, Suheyb, Ebuzerr, Sâlim mevlâ huzeyfe gibi zevat ile istihza etmişlerdi. Hazret-i Aişe radıyallahü anhadan: Zeyneb binti Huzeymetelhilâliyyeyi kısalığından dolayı eğlenmişti, kezalik Hazret-i Aişe ile Hazret-i Hafsa, Ümmü seleme Hazretlerini kısa diye konuşmuşlardı, İbn-i Abbastan: Hazret-i Safiyye bint huyey Resulullaha gelmiş, kadınlar bana ey Yehûdî kızı Yehûdî diye söz atıyorlar demiş, Resulullah da: babam Harun, amcam Mûsa, zevcim de Muhammed neye demedin? buyurmuştu. Şu da rivâyet olunmuştur ki, Sâbit İbn-i Kays, kulağında biraz ağırlık vardı, Resulullahın meclisine geldiği vakıt işitsin diye yer açarlardı, bir gün gelmiş açılın diye diye Resulullahın yanına kadar varmıştı, bir zata çekil dedi, o, aldırmadı, bu kim? dedi, o zat da ben Filânım dedi, o hayır sen Filân kadının oğlusun diye Cahiliyyede ta'yib olunduğu bir valide söyledi, adamcağız mahcub oldu, bu âyet nâzil olunca Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar etmem dedi, bir de Ebû cehlin oğlu Ikrime müsliman olmuştu, ba'zı kimseler ona «bu, bu ümmetin Firavninin oğlu» demişlerdi gücüne gelmiş, Resulullaha şikâyet eylemişti, işte bu âyet bu sebeble nâzil oldu. Kurtubî demiştir ki, suhriyyet istihkar ve istihânet ve gülünecek vechile ayıb ve noksana tenbihtir. Ba'zı fi'lini veya kavlini hikâye ve işaret veya iyma ile yâhud lakırdısına veya işine veya her hangi bir kusuruna veya suratına gülmek ile de olur (.......) Diğer bir ta'rife göre bir şahsı huzurunda gülünecek vechile kavlen veya fi'len tahkır etmektir. Kamusun ta'birince eğlenmektir. Râzî burada murad olan ma'naya göre bunu şöyle ta'rif etmiştir. Mü'min kardeşine ta'zîm ve iclâl gözü ile bakmayıp, derecesinden iskat ederek iltifat eylememektir ki, ıhvânınızı hakîr görmeyin küçültmeyin demektir. Kavim ta'biri aslında kaimin cem'i veya tesmiye bilmasdar kabîlinden olarak iş gören ve kendilerini müdafeaya kıyam edebilecek, ya'ni, dirişebilir erkek cemâatine denir, kavmı Nuh ve kavmi Fir'avn ta'birlerinde olduğu gibi kadınlara şümulü, dolayısıyle ve bitteba'dır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı ıhtar olunmak üzere kavim ve nisa diye tasrih olunmuştur. Kavim ve nisânın tenkiri nehîde şüyu' ve ta'mîm ifâde etmek içindir. Müfredin istigrakı daha şümullü olduğu halde kavmün velânisün diye cem'i münekker getirilmesinde de nükteler vardır. Bu evvelâ islâmın sâde ferdlere değil, bir çok kavimlere şüyu' ve intişar edeceğini bir ıhtardır. Saniyen suhriyyet işinin muhâtarası büyük olup ona tek başına bir erkek veya kadının ıkdam etmiyeceğine işarettir. Salisen, alay eden veya masharalık yapan kişinin yanında ekseriya gülüp eğlenecek ve o suretle ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmıyacağını ve bu yüzden vâhidin cemâate münkalib olarak işin büyüyebileceğini de ış'ar eyler. Hasılı hiç bir mü'min kavim hiç bir mü'min kavm ile eğlenmesin, alay etmesin (.......) Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. -Bu cümle, nehyin ılletidir. Bundan dolayı (.......) gibi bir edat ile vaslolunmak zâhir görünürken bir suâl ve cevab tarzında takrir olunmak için istînaf halinde iyrad olunmuştur. Ya'ni bu nehyin sebebi sorulmak istenilirse her mü'min şöyle i'tikad etmelidir: olabilir ki, eğlenilen, Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun, çünkü insanlar yalnız zâhiri ahvâle muttali' olabilirler, iç yüzünde gizli cihetleri bilmezler, Allah yanında tartı tutacak olan ise vcidanların ıhlâsı, kalblerin takvâsıdır. İnsanın ılmi ise onun Allah yanındaki tartısını tartmağa, iki kalbin uhrevî temâyülâtını ölçmeğe kâfî değildir. Onun için kimse zâhiri hale bakıp da gözünün kestiğini horlamağa eğlenmeğe cür'et etmesin, eğer Allah ındinde muvakkar, muhterem olan bir şahsî tahkır etmiş bulunursa nefsine ne büyük zulmetmiş olur. Kezâlik (.......) (.......) Ve kendilerinize lemzetmeyin - ayıb sürmeyin. LEMZ, dil ile ta'netmek, ayıblamak, zemm-ü kadhetmek. Burada iki ma'nâ vardır ki, ikisi de sahihtir: birisi mü'minler hepsi bir nefis gibi olduklarından bir mü'mini ayıblıyan kendi nefsini ayıblamış gibi olur. Birisi de ayıblanacak şey yapan kendi nefsini ayıblamış olur. Evvelkine göre ma'nâ: mü'minleri ayıblamayın, zemm-ü kadhetmeyin ki, kendi nefsinizi ayıblamış olursunuz. İkinciye göre ma'nâ: bir mü'mini eğlenmek gibi ayıblanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki, kendinizi ayıblamış, lekelemiş olmıyasınız demektir. Birinci mâ'nâ uhuvvet noktai nazarından daha samîmî, ikinci ma'nâ ızzeti nefis haysiyyetinden daha nezihtir. (.......) Lâkablarla da atışmayın - ya'ni birbirinize zemmi andıran kötü lâkab takarak da çağırışmayın. LÂKAB medhi veya zemmi iş'ar eden isim veya vasıftır. Zemmi iş'ar eden lâkablar çirkin lâkablardır. NEBZ, orfte kötü lâkab takmak ma'nâsına olduğu için burada nehyolunan elkab kötü lâkablardır. Yoksa muhatabın haliyle mütenasib olarak medh-ü ihtırâmı ifade eden güzel lâkablarla yadetmek menhî değildir. Keşşafta der ki, Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellemden mervîdir (.......) mü'minin mümin kardeşi üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır» onun için künye koymak sünnetten ve âdabı haseneden olmuştur. Hazret-i Ömer radıyallahü anh Künyeleri işâa edin, çünkü münebbihtir demiştir. Filhakika Hazret-i Ebî Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hazret-i Ömer Fâruk, Hazret-i Hamze Esedullah, Hâlid İbn-i Velîd Seyfullah lâkablarıyle telkıb olunmuşlardır. Ve meşahîrin çoğu hep lakâblarıyla yad olunmuşlardır. Hem böyle güzel lâkablar gerek Arabın ve gerek sâir ümmetlerin hemen hemen hepsinde cereyan edegelmiştir (.......) Fakat mü'mini gücendirmesi ve ayıblaması melhuz olan lâkablarla çağırmak, çağırışmak mü'minler arasında yapılmamalıdır.(.......) İymandan sonra fâsıklık ne fenâ isim! - Ya'ni iymandan sonra bu menhiyyatı, o suhrıyyeti veya lemzi veya nebzi yapanlar fısk yapmış ve mucebince kendilerine fâsıklığı revâ görmüş olurlar. Halbuki iymandan sonra fâsıklık veya fısk ile anılmak ne fenâ bir yad, ne çirkin bir addır. Binâenaleyh bir mü'min bunu ne kendine ne de ıhvanına revâ görmemelidir. (.......) Ve her kim - şu nehyolunan şeyleri yapar da - tevbe etmezse (.......) işte onlar zalimlerdir. - Tâat yerine ısyanı koyarak, zulm etmiş, hem iymandan sonra fısk adını takınarak ve kendini azâba ma'ruz kılıp nefsine yazık eylemiş kimselerdir. Nîsâburî Garaibülkur'anda der ki, zira nehyolunan şeyde ısrar küfürdür, menhîyi me'mur gibi saymadır. 12Ey o bütün îman edenler! Zannın bir çoğundan çekinin çünkü zannın ba'zısı vebaldir, tecessüs de etmeyin, ba'zınız ba'zınızı gıybet de etmesin, hiç arzu eder mi ki, biriniz kardeşinin ölü halinde etini yesin? Demek tiksindiniz! O halde Allah’a korunun, çünkü Allah tevvabdır, rahîmdir (.......) Ey o bütün îman edenler! (.......) Zannın bir çoğundan ictinab edin -uzak bulunun, beslemekten, yâhud onunla amel etmekten sakının (.......) çünkü zannın ba'zısı ağır günahtır. - İSM, sonunda üzerine ukubet terettüb eden günahtır. Çünkü zann, ıhtimal üzere bir huküm olduğundan bir kısmı hakka hiç isâbet etmez, etmeyince de gayrın hakkı teallûk eden hususta o suretle aleyhine huküm bühtan ve iftira ve binâenaleyh bir vebal olur. Bahusus zannın menşeyi mücerred umurı nefsiyye olduğu zaman hatâ daha büyük olur. Zannın ba'zısı ism-ü vebal olunca da böyle bir vebal ve zarara düşmemek için ıhtıyat etmek ve hangi nevi' zandan olduğunu teemmül edebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak lâzım gelir. Nehy olunan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zunundan neş'et eder. Gerçi zannın hepsi isim ve günâh değildir. Allah’a ve mü'minlere hüsni zann gibi vâcib olan zann da vardır. Netekim Sûre-i «Nur» da (.......) buyurulmuş ve hadîsi Kudsîde (.......) ben kulumun bana zannı yanındayımdır» diye vârid olmuştur. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki,(.......) her biriniz Allah’a hüsni zannederek ölsün» ve buyurmuştur ki, (.......) hüsni zann iymandandır. Ameliyyatta kat'ı bulunmıyan hususatta zannî delîl ile amelin vâcib olduğu mevakı'de vardır. Sonra maîşete müteallık hususatta olduğu gibi mübah olan zanler de vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vâcib olan ilâhiyyatta ve nübüvvâtta zann haram olduğu gibi Allah’a ve ehli salâha süi zann da haramdır. Nebiyyi ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem buyurmuştur: (.......) Allahü teâlâ müslimden kanını ve ırzını ve kendisine sûi zannedilmesini haram kılmıştır. İşte bu âyet de bu siyakta vârid olmuştur. Ve hepsinin değil, ba'zı zannın ismolduğu tasrih buyurulmuştur. Burada ma'rife olarak (.......) denilmeyip de nekire ile mübhem olarak (.......) buyurulmasının nüktesinde de Keşşaf gibi ehli meânî olan müfessirîn diyorlar ki, bunun nekire gelmesi ba'ziyyet ma'nâsını ifâde etmek ve zanların içinde tebyîn ve ta'yîn olmaksızın alel'ıtlak ictinabı vâcib olanlar bulunduğunu iş'ar eylemek içindir ki, herkes hak ve bâtılı açık emâresiyle seçmeden ve iyi nazar ve teemmül etmeden zanna cür'et etmesin, Allahdan korksun. Eğer ma'rife getirilse idi zanden ictinab emri az bir zanna değil çok olan zanna menut imiş ve ictinabı lazım gelen zann çoklukla muttasıf olan zann olup az olan zanne ruhsat var imiş gibi telakkı olunabilirdi. İctinabı vâcib olan zannı diğerinden ayıracak olan mümeyyize gelince: zâhir de bir sebebi ve sahîh emâresi bulunmıyan zann haramdır, ictinab lâzımdır. Binâenaleyh mestur bir adama hüsni zann vâcib olmasa bile sûi zannda câiz olmaz. Lâkin fisk-u fücur ile tanınan kimselere süi zann haram olmaz. Bununla beraber: (.......) tecessüs de etmeyin - ya'ni mü'minlerin eksikliklerini bulacağız, açık delîl ve emâreler elde ederek zann veya yakîn husule getireceğiz diye câsus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da zâhir olanı tutun, Allah’ın örttüğünü örtün. TECESSÜS, cessten tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabz yoklamaktır ki, el ile yoklamak ve haber araştırmak ma'nâlarına gelir. Tecessüs de bundan tekellüftür ki, dikkat ve gayretle araştırmak demektir. Netekim câsus da bu maddedendir. Bir Hadîs-i şerifte şöyle vârid olmuştur: (.......) müslimînin eksikliklerini, ayıblarını tetebbu' etmeyin, Zira her kim müslimînin ayıblarını tetebbu' ederse Allahü teâlâ da onun ayıbını ta'kıb eder, nihâyet evinin içinde bile onu rezîl-ü rüsvay eyler». Rivâyet olunuyor ki, Hazret-i Ömer radıyallahü anh Medînede geceleyin karakol gezerdi, bir gece bir evde tegannî eden bir adamın sesini işitti, duvardan aştı içeri girdi, baktı ki, yanında bir kadın bir de şarab var, ey Allah’ın düşmanı dedi: sen ma'sıyet yapacaksın da Allah seni muhakkak setredecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ya emîrel'mü'minîn! dedi: ben bir ma'sıyet yaptım ise, sen üç hususta Allah’a ma'sıyet yaptın: Allahü teâlâ (.......) buyurdu, sen tecessüs ettin, Allahü teâlâ (.......) buyurdu, sen duvardan aştın, Allah celleşânühü (.......) buyurdu sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, nasıl şimdi afvedersem siz de bir hayır var mı? - Ya'ni sen de beni afveyler tevbe eylermisin? - Dedi o da evet dedi, bu suretle bıraktı çıktı. (.......) ve ba'zınız ba'zınızı gıybet de etmesin - GIYBET, bir kimsenin gıyabında hoşlanmıyacağı bir şey söylemektir. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki, «bilirmisiniz gıybet nedir? Allah ve Resulü a'lem dediler. «Kardeşini hoşlanmıyacağı bir şey ile anmandır» buyurdu. Ya söylediğim kardeşimde varsa denildi? «Eğer söylediğin onda varsa gıybet etmiş olursun, ve eğer söylediğin onda yoksa o vakıt ona bühtan etmiş olursun» buyurdu ki, bunu Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve sâire de zikretmiştir. Demek ki, bundan evvelki âyette yüzüne karşı ayıblamak nehyedildiği gibi burada da gıybet nehyedilmiştir. Birgivî Tarîkati Muhammediyye de bu hadîsi naklettikten sonra der ki, gıybet, din-ü Dünya ayıblarının zikrine şâmil olur. Lâkin bizim ulemamıza göre muhatabın tanıması ve sebb tarikıyle olması da şarttır. Kazîhan fetâvâsında «bir adam kardeşinin mesavîsini ihtimam suretiyle zikrederse o gıybet olmaz. Gıybet ancak gadab suretiyle sebb kasdederek zikrolunmaktır» diye mezkûrdur. Binâenaleyh münkeri tağyir için veya istiftâ için veya şerrinden tahzir için yâhud topal demek gibi ta'rif için olursa gıybet olmaz. Kezâlik, fıskı, zulmü açıklar bir kimse olur da onun fiskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir aybını zikrederse gıybet olur. İbn-i şeyh, Enes radıyallahü anhten: Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki, (.......) her kim haya örtüsünü atarsa artık onun gıybeti yoktur. İbn-i ebiddünya, Behz İbn-i hakîmden, o babasından, o dedesinden: Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem buyurdu ki, (.......) faciri nâs tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda olan ile anın ki, nâs sakınsın». Gazâlî sebbi şart etmemiş ve ihtimama iltifat eylememiş olduğu için daha çok daraltmıştır. Sonra gıybet üç nevi'dir. Evvelkisi gıybet edip de ben gıybet etmiyorum onda olanı söylüyorum demektir. Bu, fakıyh Ebû lleysin Tenbîhte dediği gibi kat'î haramı halâl saymak olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti mügtâba bâliğ olmaktır, bu ma'sıyettir, halâllaşmadıkça tevbe de tamam olmaz, çünkü ezâ eylemiş kul hakkı teallûk etmiştir. İbn-i ebiddünya ve Taberanînin Câbirden tahric eyledikleri şu hadîsin mahmili de budur: gıybet zinâdan eşeddir, buyurulmuş, nasıl olur denilmiş, aleyhissalâtü ves-selâm buyurmuş ki, racül zinâ eder sonra tevbe eder Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise sahibi mağfiret etmedikçe mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, sahibine bâliğ olmaz. Bu hem kendisine ve hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe eylemekle afvolunabilir. Ba'zıları mutlaka istihlâle muhtacdır demişler, ba'zıları da mutlaka tevbe ve istiğfar kâfîdir demişlerdir (.......) (.......) Hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemesini sever mi? - Gıybetin tab'an ve aklen ve şer'an şenâatini ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen kimse gâib olup söylenen söze şuuru bulunmamak ve o lâhzada müdafea edecek vaz'ıyyette olmamak hasebiyle bir ölü hem de kardeş olan bir ölü ve o vazıyyette onun kötülüğünü söyliyerek gıybet ile haysiyyetine saldırmak bir ölünün etlerini parçalayıp yemek ve bâhusus o saldıranın zu'münce de fena ve binaenaleyh kurtlu bir cîfe halinde bulunan o etleri hırs-ü iştiha ile seve seve yemek kabîlinden bir canavarlık olmak üzere tasvir buyuruluyor ki, ifâdedeki müteaddid mubalâgalar da dikkatten kaçmıyacak kadar bârizdir: bir taraftan takrîre, bir taraftan da inkâra muhtemil olan istifham, son derece iğrenç bir şey'e mahabbet ile alâka, fi'li istiğrak ile ehade isnad, hem sâde insan eti ile değil, kardeş eti yemekle, hem de sağ değil, ölü, ciyfe halinde yemekle temsîl olunuyor, Ve insanın namus ve haysiyyeti eti ve kanı gibi ve belki daha mühim olduğuna işâret buyuruluyor. Demek ki, gıybet böyle sefîl bir canavarlık, gıybet eden öyle alçak bir canavar mesâbesindedir. Ve işte gıybetin ta'rifinde ulemai Hanefiyyenin gösterdikleri gadab ve sebb tarikıyle olması kaydi de bu temsîlin mazmunundan müstebân olmaktadır. Çünkü etini yemek hissi düşmanlık ve gadab şiârıdır. Sahib Keşşaf gibi Ebüssüud ve daha ba'zıları istifhamı takrirî gibi göstermiş görünüyorlar. Buna göre ma'nâ şu olur: biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeği sevecek öyle mi? Lâkin biz Fahri Razînin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek istiyoruz. Onun için şu ma'nayı gösteriyoruz: hiç biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeği sever mi? Elbette sevmez değil mi? (.......) demek ki, ondan: o eti yemekten tiksindiniz - çünkü fıtrat bundan tiksinmeyi ıktiza eder. (.......) öyle ise yapmayın ve Allah’a korunun - burada vâvı atıf, bir ma'tufı aleyhin hazfine delâlet eder. (.......) demektir. Ya'ni mademki onu yemekten tiksindiniz o halde gıybeti etmeyin de Allah’ın ictinab emrettiğinden sakınarak ve yaptıklarınıza nedâmetle tevbe ederek vikayesine girin korunun (.......) çünkü Allah rahîm ve tevvabdır - tevbeyi kabulde ve rahmetini ifâzada çok beliğdir. TEVVAB ismi şerifi tevbesi pek çok ma'nâsına mübâlegalı ismi fâıl olup delâlet eylediği mübâlegada üç vecih vardır: 1) Kendisine tevbe ve rücu' eden kulları çok demektir. 2) öyle çok tevbe kabul eder ki, tevbe ile her günahı afvedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile afvolunamıyacak bir gûnahı farzolunamaz. Çünkü en büyük günah şirktir. Tevbe ve îman ile Allah onu da afveder (.......) tevbe etmiyenler hakkındadır. 3) Tevbeyi kabulde çok beliğdir. Öyle ki, tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi afv-ü rahmetiyle bahtiyar eder. Böyle tevbeyi kabul, rahmeti eseri olduğu gibi gıybetten, kötü zanden, kötü ahlaktan nehyi de rahmeti eseridir. Rivâyet olunur ki, Selmani Farisî Sahabeden iki zata hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygambere gönderdiler, Peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey yok dedi, Selman da gidib haber verdi. O iki zat aralarında Selman hakkında «biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir» demişlerdi, sonra bu iki zat Resulullahın huzuruna vardıklarında Resulullah «neye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?» buyurdu, et yemedik dediler, «her halde siz gıybet etmişiniz» buyurdu ki, bu âyet nâzil olmuştu. Bu suretle mü'minlerin uhuvveti ve mekârimi ahlâk ile tehzibleri tahrir olunduktan sonra hıtab bütün insanlara ta'mim olunarak buyuruluyor ki, 13Ey o bütün insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, hem de sizi şaab şaab, kabîle kabîle yaptık ki, tanışasınız, haberiniz olsun ki, Allah yanında ekreminiz en takvalınızdır, her halde Allah alîmdir, habîrdir (.......) ey insanlar (.......) haberiniz olsun ki, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık - Âdem ve Havvâdan yâhud her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, ya'ni bu cihetle hepiniz müsavîsiniz, biribirinize karşı öğünmeğe veya şu kavim bu kavim diye tahkır etmeğe hak yoktur. Bu haysiyyetle bir insanlık uhuvveti vardır ki, o bile öyle suhriyyete ve biribirinin etini yercesine gıybete mani' olmak lâzım gelir. (.......) tanışasınız - ya'ni soylarınız, atalarınızla tefahur için değil biribirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşasınız. ŞUÛB, şa'bın cem'ı, KABÂİL, kabîlenin cem'ıdir. Arablar, cem'ıyyet taksîmatını insan bedeninin hılkatini esas ittihaz ederek yapmışlardır. Şöyle ki, insanın kafa tasını teşkil eden baş kemiklerinden her birine kabîle ve mecmuuna kabâil denir ve bu baş kemiklerinin biribirine kavuşup bitiştiği eke de şa'b ıtlak edilir. Bir babanın sulbünden müteşa'ıb olan kesretli bir cemaate bundan me'hûz olarak kabile denildiği gibi müteaddid kabîleleri câmi' olan ve hey'eti mecmuası bir asla mensub bulunan büyük cem'iyyete de re's ve şa'b tesmiye olunur. Bu suretle bir asla mensub olan cem'ıyyetlerin hepsinin başı ve büyüğü olan cem'ıyyet şa'bdır ki, kabîleleri ihtiva eyler. Kabîle amâreleri ıhtiva eyler ki, sadır, ya'ni göğüs mesâbesindedir. Amâre batınları ıhtiva eyler ki, türkçemizde göbek ta'birine benzer. Batın fahızleri ıhtiva eder, fahız da fasîleleri ıhtiva eyler, mecmuu altı tabaka eder. Ba'zıları fasîleden sonra yedinci olarak aşîreti saymışlardır. Meselâ: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabîle, Kureyş bir amâre Kusayy bir batın, Hâşim bir fahız, Abbas bir fasîledir. Maamafih ba'zı müfessirîn burada kabail, Arab batınlarına, şuûb da Acem, ya'ni Arabın gayrı akvam batınlarına işâret olduğuna söylemişlerdir. Hasılı bir erkekle bir dişiden yaradılıp da şuûb ve kabâile ayrılış darılıp darılıp dağılmak ve döğüşmek, söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel ahlâkları tatbık ederek daha büyük daha güzel cem'ıyyetler husule getirip korunmak içindir. (.......) Zira muhakkak ki, Allah ındinde en i'tibarlınız en takvâlınızdır - nefislerin kemâlâtının ve şahısların merâtib ve derecatının bütün medarı takvâdır. Şu, bu zatın nesebinden veya fulân kavmin soyundan olmak değildir. (.......) dir. Allah yanında yüksek derecelere nâil olmak istiyenler takvaya sarılmalıdırlar. ETKA, takvâdan ismi tafdıldir. Yukarılarda da geçtiği üzere takvâ lügatte vikayedendir. Vikaye, fertı sıyânet ya'ni gayet iyi korunup sakınmaktır. Aslı, vakyadır. (.......) ı tüklân ve tücah gibi (.......) sı da bakvâ gibi (.......) a kalbedilmiştir ki, nefsi korkulacak şeylerden vikayeye koyup korumak, ta'biri âharle sipere girip korunmak demektir. Lügatte hakikati budur. Sonra Ba'zan korkuya takvâ ve takvâya korku ta'bir olunur. Şerîatte iki ma'nâda kullanılır: birisi geniş olan amm ma'nâsıdır ki, sonunda Âhırette muzırr olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun ziyadeyi ve noksanı kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı Cehennemde muhalled kılan şirkten sakınmaktır. En yükseği de sirrini haktan işgal edebilecek her husustan temiz tutarak bütün mevcudiyyetiyle hakka tebettüldür. Bütün ma'nâsıyle Allah’ın vikayesine duhuldür ki, (.......) kavlinde murad olan hakikî takva budur. Bir de şeri'de müteâref olan hass ma'nâsı vardır ki, mutlak olarak takvâ denildiği ve karîne bulunmadığı zaman murad bu olur: nefsi ukubete müstehıkk kılacak gerek fiıl ve gerek terk her hangi bir günahtan korumaktır. (.......) mucebince bunda kebâirden ictinab bil'ittifak lâzımdır. Sagâirden ictinab hakkında söz edilmiştir. Tirmizi ve sâirenin rivâyet ettiği bir Hadîs-i şerifte: (.......) kul be's olan şeyden sakınmak için lâbe'sebih olanı terk etmedikçe müttekılerden olmaz» buyurulmuş olması hasebiyle haram şübhesi bulunan halâllardan, ya'ni kerâheti tahrimiyye ile mekruh olanlardan dahi ictinab lâzımdır. Râgıb der ki, şer'in teârüfünde takvâ: nefsi isimden hıfzetmektir, bu ise haramı terk ile olur, bu da mubahatı terk ile tamam olur. Çünkü rîvâyet olunan (.......) hadîsi mucebince korunun kenarında otlıyan, içine düşebilir (.......) Buharî, Müslim ve sâirede tahric olunduğu üzere Resulullah sallallahü aleyhi vesellem buyurmuştur ki, halâl belli, haram da bellidir, ya'ni şer'an beyan olunmuştur. Fakat bu ikisi arasında ikisine de benziyebilen şübheli şeyler vardır ki, nâsın çoğu onları bilmez. Binaenaleyh şübühattan korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şubuhata düşen ise harama da düşer, netekim koru kenarında güden çobanın koruya düşmesi pek melhuzdur. Haberiniz olsun ki, her melikin bir korusu vardır, Allah’ın korusu da mehârimidir. Haberiniz olsun ki, cesedde bir et parçası vardır o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki, o kalbdir. Birgivî bu hadîsi naklettikten sonra der ki, lügavî ma'nâ şeri'de mümkin olduğu kadar mer'ıydir. Fartı sıyanet ma'nâsı ise sagair ve şübühattan dahi korunmayı ıktıza eder. Lâkin bu zamanda şübühatın hepsinden ıhtıraz mümkin değildir. Onun için harama karib olan şübhelerden maadası hâric olur. Çünkü tâat bikaderittâkadır. O halde takvânın tehakkukunda her bir haramdan bir de keraheti tahrimiyye ile mekruh olanlardan ictinab lüzumu teayyün eder (.......) Bu iyzahda takvanın yukarılarda zikredilmiş olan üç mertebesine de işaret edilmiş oldu, bunlar gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması lâzım gelen günahları, tehlikeleri bilmek lâzım gelecek, ılm olmadan takva olamıyacaktır. Bu ise (.......) mazmununa işâret olur. Bu cihetle takvâ lâzımı olan havf-ü haşyet ile tefsir edilecek olursa en takvâlı demek Allahdan en çok korkan ma'nâsını da ifâde eder. Bu suretle bu âyet, ya'ni bu âyette işbu (.......) düsturu bu sûrenin bir gayesi olarak mülâhaza olunmak ıktiza edecektir. Başta (.......) buyurulması da bunu anlatır. Bir Hadîs-i şerifte buyurulmuştur (.......) her kimi nâsın en mükerremi olmak mesrur ederse Allah’a takvâlı olsun», diğer bir Hadîs-i şerifte de aleyhıssalâtü vesselâm buyurmuştur: ey nâs! insanlar iki adamdan ıbarettir: biri mü'min, tekıy, Allah yanında kerîm, biri de fâcir, şekıy, Allah yanında hakır. İbn-i Abbastan da şöyle merviydir: Dünyanın keremi zenginlik, Âhıretin keremi takvâdır (.......) şübhe yok ki, Allah alîmdir habîrdir - sizi ve her yaptığınızı bilir ve ahvalinizin iç yüzünden de haberdardır. Hanginiz etka olduğunu o bilir (.......) Şimdi müsliman olup da henüz iymanın bu yüksek zevkıne irecek kadar terbiye almamış olanlara bu tehzibi vermek ve hakka ihtimam ile ta'lim ve terbiye sadedinde lemz-ü gıybet hukmü câri olmıyacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki, 14A'râbîler îman ettik dediler, de ki, siz henüz îman etmediniz ve lâkin henüz îman kalblerinizin içine girmemiş olduğu halde islâma girdik deyin ve eğer Allah’a ve Resulüne itâat ederseniz size amellerinizden hiç bir şey eksiklemez, çünkü Allah gafur, rahîmdir (.......) dediler - Medîne civarında Beni Esed İbn-i huzeyme kabîlesi ganimet hevesiyle müslimanlığa girmişlerdi, rivâyet olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medîneye gelmişler ve iki kelimei şehadeti ızhar eylemişlerdi. Peygambere karşı: biz Benû fülân, Benû fülân gibi sana kıtâl yapmadık, eskal ve ıyal ile geldik diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını Peygambere mennetmek istiyorlardı bu nâzil oldu (.......) de ki, siz îman etmediniz. Çünkü îman yalnız dil ile ıkrardan ıbâret değil, yürekten sevgi ile vüsuk ve ıtmi'nana mukarin tasdık olmak lâzımdır. Bu ise anlatılacağı vechile henüz hasıl olmadı, yoksa müsliman olduk diye Peygamberi minnetdar etmeğe kalkışılmazdı (.......) ve lâkin henüz îman kalblerinize girmemiş olduğu halde islâma geldik deyin - ya'ni müslimanlığa ıkrar verdik, silme girdik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin zıddı olan silme duhul ve inkıyad ma'nâsına islâm muharebeyi terkedip de zâhirde ıkrar vermekle hasıl olabilir. Halbuki kalbde sağlam tasdık olmadan îman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi (.......) demeyin ve lâkin (.......) deyin, yâhud «siz îman etmediniz ve lâkin islâma girdiniz» denilmekti. Lâkin birincisi îmanı söylemekten sarih nehiy şeklinde olacağı, ikincisi de şer'an ı'tibarının şartı olan îman, maksud olduğu halde islâmlarına cezm ifade edeceği için bunlardan ihtiraz olmak üzere nazmın üslûbu bu nâzük şekle ifrağ edilmiştir. Fahruddini Râzî burada «mü'min ile müslim Ehl-i Sünnete göre birdir. Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor diye sorarak buna şöyle bir cevab verir: âmm ile hâssın farkı vardır. Îman ancak kalb ile hasıl olur. Ba'zan onunla beraber lisan ile de olur. İslâm ise eamdır, lâkin hâss suretinde amm ile hass müttehıd bulunur. (.......) Râgıb da Müfredatında şöyle der: islâm, şeri'de, iki kısımdır. Birisi iymanın dunundadır ki, bu, lisan ile ı'tiraftır. Bununla dem sıyanet olunur. Beraberinde i'tikad gerek olsun gerek olmasın (.......) âyetinde bu ma'nâ kasdolunmuştur. Birisi de iymanın fevkındadır ki, bunda lisanen ı'tiraf ile beraber hem kalben ı'tikad, hem vefa hem de Allahü teâlâya bütün kaza ve kaderinde teslimiyyet vardır. Netekim İbrâhim aleyhisselâm hakkında (.......) buyurulması böyledir. Kezalik (.......) kavli bu ma'nâyadır. Beni rızâna teslim olan kullarından kıl demektir. Şeytanın kaydinden sâlim kıl ma'nâsına olmak da caizdir. İlh... İmamı A'zama mensub Fıkhi ekberde de şöyle mezkûrdur: îman, ıkrar ve tasdıktir, islâm Allahü teâlânın emirlerine teslim ve inkıyaddır. Binaenaleyh îman ile islâm arasında lügat tarikından fark vardır. Ve lâkin hukmi şeri'de islâmsız îman, iymansız islâm olmaz: Bu ikisi zâhr ile bâtın: yüz ile astar gibidir. Dinde îman ve islâm ve şeriatin hepsine birden vakı' olan isimdir (.......) Demek olur ki, yukarılarda (.......) âyetinde ve daha ba'zı yerlerde geçtiği üzere islâm kelimesi lügatte maddei asliyyesi olan silm-ü selâmet ve hemzesinin dühul ve tadiye ve diğer ma'nâlarına nazaran silm-ü müsalemete girmek veya koymak, selâmete çıkarmak, sâlim olmak veya sâlim kılmak: ıhlâs ve teslîmiyyet ve inkıyad gibi bir kaç ma'nâya gelebildiği cihetle islâm ile iymanın mefhumlarında lügat noktai nazarından muhtelif farklar bulunduğundan şeri' daha ziyade bunların ikisinin birlikte ictima' ve tehakkuku haysiyyetlerine i'tibar etmiş olmakla beraber lügavî mefhumları da az çok nazardan ıskat etmemiş bulunmasına mebnî isti'mali şer'îde üç ma'nâ hasıl olmuştur. Birincisi: biri diğerinin şartı olmak, biri zâhir, biri bâtın noktai nazarından asıl bulunmak gibi bir mefhum farkıyle beraber tehakkukta müsavî, i'tibarda mütelâzim olmalarıdır. Meselâ iymanda islâmın hem bâtında ıhlâs mefhumu hem zâhirde teslim mefhumu şart olduğu gibi islâmda da îman bir medlûl olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki, Sûre-i (.......) size selâm veya silm veren kimseye mü'min değilsin demeyin» buyurulmuş ve bu sebeble mü'min ve müslim hakikatde bir addedilmiştir. Buna ma'nâyı ma'rufiyle islâm demek muvafık olur. İkincisi: islâm iymandan eamm ve onun bir mukaddimesi olmak üzere iymanın dununda bir ıkrar ve îman, islâmın bir gâyesi olmak üzere fevkında bir medlûl ifade etmesidir ki, bu âyet bu ma'nâ üzere varid olmuş ve Râzî yalnız bu farkı kayd eylemiştir. Bunu hakikî ve halîs müslimanlık mukabilinde resmî müslimanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz müslimanlık değil, müslimanlığa bir giriştir. Burada ıhtar olunuşu da bilhassa bu nükte içindir. Ve onun için (.......) diye tasdık buyurulmamış (.......) diye lügavî noktai nazardan ıhtar yapılmıştır, bir de «sadikune» tekabül ettirilmiştir. Üçüncüsü: iymandan ehass ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere favkında olan islâmdır ki, (.......) buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi mütetezammın bulunan ve (.......) hakikatinin müfadi olan ve (.......) hıtabiyle de burada işaret ve tergib buyurulan ma'nâdır. Bu ma'nâya sevk olunmak üzere buyuruluyor ki, (.......) ve eğer Allah’a ve Resulüne itâat ederseniz - ya'ni zâhiren şehadet ile ıkrar verildiği gibi kalben de ıhlâs ile îmana terakkı edip mü'mini kâmil ve müslimi sadık olmak üzere mucebince amel ederek Allah ve Resulünün emirlerini seve seve icra ederseniz (.......) Allah size amellerinizden hiç birini eksik olarak ödemez - değerinden eksik ecr ile karşılamaz (.......) çünkü Allah gafurdur -itâat edenlerin kusurunu mağfiret eyler (.......) rahîmdir. - Rahmetinden fadlıyle ecir verir. Mü'min nasıl olur denilirse: 15Mü'minler ancak o kimselerdir ki, Allah’a ve Resulüne îman ettikten sonra şübheye düşmeyip Allah yolunda mallariyle, canlariyle mücahede etmektedirler işte onlardır ki, sâdıklardır (.......) mü'minler ancak (.......) o kimselerdir ki, (.......) Allah ve Resulüne îman etmişlerdir - ya'ni dilleriyle ıkrar verdikleri gibi kalbleriyle de sağlam inanmışlardır. (.......) Sonra da işkillenmemiş, şübheye düşmemişlerdir. - Demek ki, îman etmek için ibtida kalbden şübheyi atmak şart olduğu gibi ileride bekası için de şübheden âzade olmak şarttır. Onlar sonradan da şübheye düşmemişlerdir. (.......) Mallarıyle canlarıyle Allah yolunda mücahede etmekte, ya'ni Allah’a itâat yolunda her türlü zahmet ve meşakkate göğüs germektedirler - emval ve enfüs ile mücahede malî ve bedenî her türlü ıbadata şamildir. (.......) Ve işte onlar sadıklardır. - Îman iddiasında sadık, verdikleri ıkrara kalbleriyle ve fiılleriyle sadakat etmiş halîs müslimanlardır. 16De ki, siz Allah’a dindarlığınızı mı öğretiyorsunuz, halbuki Allah Göklerdekini ve Yerdekini bilir ve Allah her şey'e alîmdir (.......) De ki, Allah’a dininizi öğretiyor musunuz? - ya'ni, Allah’a diyanetinizi, dindarlığınızı haber verip bildirmekmi istiyorsunuz ki, biz îman ettik diyorsunuz? Halbuki (.......) dir. - Bu âyet o A'râbîleri tevbıhtir. 17İslâma girdiklerini senin başına kakıyorlar, de ki, islâmınızı benim başıma kakmayın, belki sizi îmana hidâyet buyurduğundan dolayı Allah sizin başınıza kakar, eğer sadıksanız (.......) müsliman olduklarını sana karşı mennediyorlar - sana bir minnet sayıyorlar, başına kakıyorlar, seni minnetdar etmek istiyorlar. MİNNET, o ni'mettir ki, onu veren verdiği kimseden hiç bir sevab istemez, yalnız onun ihtiyacını kesmek ister ki, bu ebedî şükre değer büyük bir ni'met olur. Veren hiç bir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı için alan kimse ebeden minnetdar kalır. Öyle ni'met cana minnet kesilir. İşte fi'len böyle bir nı'met ile minnetdar etmeğe menn denildiği gibi onu hisaba alıp söylemeğe, ya'ni başa kakmağa da menn etmek, minnet saymak denilir. İkisi de kesmek ma'nâsına (.......) den me'huzdur. İn'am fi'li ihtiyacı keser, söylemek de ni'meti keser ve şükrün kesilmesini ıktiza eyler. Lâkin Râgıb, bu menn-ü minnetin evzandan olan batman ma'nâsına (.......) den me'huz olduğuna kail olarak der ki, minnet ni'meti sekîle demektir. Ve bu iki vechile söylenir: Birisi fı'l ile olur. Fülân Fülâna menn etti denir ki, ni'met ile ağırlaştırdı, ya'ni çok ni'met verdi demektir. (.......) hep bu ma'nâyadır. Hakîkatte bu ancak Allahü teâlâdan olur. İkincisi de söz ile olur, o ağırlık lâf ile verilir ki, insanlar arasında bu çirkin sayılır. Meğer ki, küfranı ni'met halinde ola, ve çirkin olduğu için (.......) minnet iyiliği yıkar» denilmiştir. Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden dolayı da (.......) ni'met nankörlükle karşılanınca minnet güzelleşir» denilmiştir:(.......) kavli ilâhîsinde onlardan olan minnet kavl ile, Allahdan onlara olan minnet de fı'l iledir ki, onlara hidayetidir (.......) «Râgıbın bu son sözü câyi nazardır. Burada Allahü teâlânın onlara menni hidâyet ni'metine karşı küfran halinde hasen olan kavlen ıhtar ma'nasında olmalıdır. Zira fı'l ile minnet ve hidâyette inzar ma'nâsı yoktur. Halbuki bu menni ilâhî nehiyden sonra bir inzar siyakındadır. (.......) de ki, islâmınızı bana minnet saymayın: benim başıma kakmayın (.......) belki Allah size menn eder. - Ya'ni menn sizin hakkınız değil, bil'akis Allah’ın hakkıdır. Siz müsliman olduk diye başa kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, ni'metini başınıza kakar. (.......) çünkü sizi îmana hidâyet buyurmuştur (.......) eğer sadık iseniz - ya'ni (.......) demekte doğru iseniz dediğiniz gibi hakıkaten mü'min, sâdık müsliman iseniz, îman çok büyük bir ni'met, buna hidâyet Allahdan bir minnet olduğu için siz buna şükretmeyip de onu Peygamberin başına kakarsanız Allahü teâlâ bu hidayete karşı küfranınızdan dolayı sizin başınıza kakar, hıtabı ıtabının ağırlığı altında ezer, ni'metini keser. 18Göklerin Yerin gaybını Allah bilir ve Allah görür her ne yaparsanız (.......) haberiniz olsun ki, Allah Göklerin ve Yerin gaybını bilir -binaenaleyh sizin içiniz dışınız onun ma'lûmudur. İslâmınız da sâdık olup olmadığınızı, kalblerinizde îman ve sadâkat bulunup bulunmadığını, niyyetlerinizden neler geçirdiğinizi ve geçireceğinizi temamen bildiği gibi âlemde Göklerde ve Yerde neler olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. (.......) ve Allah bütün amellerinize basîrdir - her ne yaparsanız hepsini görür, hiç birini kaçırmaz. Binaenaleyh siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup ona göre çalışınız. |
﴾ 0 ﴿