ZÂRİYÂT

Sûresi Mekkiyyedir.

Âyetleri - Altmıştır.

Kelimeleri - Üç yüz yetmiştir.

Harfleri - Bin iki yüz seksen altıdır.

Fasılası - (.......) harfleridir.

Bu Sûre de «Kaf» taki ıhtarın bir müeyyidesi, nihayetteki vaîdin bir tafsıylidir.

1

O tozdurup savuranlara

ZERV, tozutup götürmek, savurmak, kırıp ufalamak,

ZARİYAT, kırıf ufalıyan, yâhud savuran yâhud toz duman edip götüren kuvvetler demektir. Meselâ toprağı ve saireyi tozdurup savuran rüzgârlar, volkanları püskürten, mahlûkatı kırıp dağıtan ve yayıp neşreden Melekler, ve barut, dinamit gibi sonradan keşfedilmiş ve edilecek şiddetli infilak, tahrib, tahrik edici bütün sebebler bu mefhumda dahildir. Beyzavî (.......) demekle bu umumu göstermiştir. Ekser müfessirînin «rıyah» ile iktifa etmesi Hazret-i Alîden varid olan rivayete mebniydir ki, mefhum ile değil, bir misal ile tefsir olmak gerektir. Yoksa mefhum i'tibariyle zürriyyet neşreden velûd kadınlar diye de ma'nâ verilmiştir.

2

Derken bir ağırlık taşıyanlara

Sonra bir ağırlık yüklenenlere - yağmur yüklenen bulutlar, bulutları taşıyan rüzgârlar veya gebe kadınlar veya bütün bunların sebebleri ki, bunlar evvelkilerin aynı da gayır da olabilir.

Evvelâ tozdurur sonra da yüklenir taşır, yâhud tozdurup savuran başka, taşıyıp götüren başka olur, bir ordunun ağırlıkları ve ganâimi gibi

3

Derken bir kolaylıkla akanlara

(.......) sonra da kolaylıkla akanlara - gemiler ve emsali tirenler, otomobiller gibi

4

Derken bir emir taksim edenlere kasem olsun

(.......) sonra da bir emir taksim edenlere kasem olsun - ya'ni bütün bunları idare etmek, tozdurulan, taşınan götürülen şeyleri varacakları yerlere yetiştirmek için Allahü teâlânın emrini taksim ve tevzi' eden Melâikeye, Cebrail, Mîkâil, İsrafil, Azrail gibi emir Meleklerine kasem olsun, bunlara kasem, cezanın vukuunda bilhassa hizmetlerini ıhtardır.

Ya'ni bu zikrolunan kuvvetlerin ehemmiyyetlerini iş'ar ile kat'iyyen ihtar olunur ki,

5

Ki, muhakkak o size va'd olunan her halde doğrudur

(.......) size va'dolunan muhakkak doğrudur -

(.......) ta geçtiği üzere size yapılmakta bulunan va'dler vaîdler, o yeni yaradılış, ba's-ü huruc, duhul-ü hulûd hep doğrudur.

6

Ve muhakkak ki, ceza şübhesiz vakı'dir

(.......) Ve her halde dîn, vaki'dir - dîn ya'ni ceza ve mes'uliyyet vardır. Amellerin cezası: iyiliğe çalışanlara iyilikle mükâfat, kötülüğe çalışanlara kötülükle mücazat behemehal olacak, herkes ettiğini bulacaktır.

7

O düzgün hâreli Semaya kasem ederim

Zatilhubük Semaya kasem ederim - zatilhubük vasfı bedî' bir ta'birdir. Bunun ma'nâsında hayli söz söylenmiştir.

HUBÜK, habîkenin de, «hibak» in de cem'i olabilir. Tarika turuk, misal müsül gibi.

HABÎKE: dikkat ve i'tina ile sağlam san'atli dokunmuş yol yol hâreli güzel kumaşa denilir.

HİBAK de: rüzgâr lâtîf estiği zaman denizde veya kumda husule gelen yol yol kırıntılara denir. Saçların çok kıvırcıklığından husule gelen dalgalanmalara dahi (öndülâsyon) hubük denilir. Maddenin aslı olan «habk» sıkı bağlayıp muhkem kılmak ve kumaşı sıkı sağlam ve üzerinde san'at eseri zâhir olacak vechile güzel bir zemin üzere dokumak ma'nâsına gelir ki, esası safâkat, ya'ni kumaşı sağlam ve güzel dokumak diye hulâsa edilmiştir. Çokları, hâreli, yollu yollu ma'nâsıyle zatittarâik diye tefsir etmişlerdir. Bundan da ba'zıları yıldızların mahrekleri ma'nâsına mahsûs yolları, ba'zıları da ulûm-u mearife götüren ve Saniın vahdet ve kudretine ve ılm-ü hikmetine delâlet eyliyen ma'kul yolları anlamışlar, ba'zıları da saman yolları, Kehkeşan dahi ta'bir olunan mecerreleri söylemişlerdir.

Fakat İbn-i Abbas, Katade, Ikrime, Mücahid ve Rebî'den rivayet olunduğuna göre de (.......) güzel düzgün hılkatlı» Mücahidden diğer bir rivayette de (.......) diye tefsir olunmuştur. Hasılı ma'nâyı anlatan bu ifadeden biz şunu anlıyoruz ki, Sema yıldızları ve türlü türlü medar ve mahrekleri ile pek sıkı ve gayet san'atlı bir surette dokunmuş, güzel nakışları hâvî, düzgün ve sağlam hârâ bir kumaşa teşbih edilmiş ve buna kasem ile onun hey'eti umumiyyesinde tevhîde delâlet eden ve Saniının vahdet ve kudretini gösteren güzel ve metîn âhenk ıhtar olunarak sözleri muhtelif olanlara bir zecir yapılmış, ıhtilâfların tevhîde ircaı lüzumu anlatılmıştır. Habk maddesi hem yolları hem de sağlam ve güzel bir dokuma ma'nâsını mütezammın olmak i'tibariyle bunda kesretleri birleştiren yüksek bir cem'iyyetin manzarasına da işaret vardır. Bunun yedinci Sema olduğunu söyliyenler olmuş ise de cinsi sema olması daha zâhirdir. Şu halde hâsıli ma'nâ: o sağlam ve düzgün dokunmuş hârâ kumaşlı güzel ve yüksek Semaya dikkati nazarınızı celbederek söylerim ki,

8

Ki, siz pek muhtelif bir kavl içinde bulunuyorsunuz

(.......) siz cidden muhtelif bir kavilde bulunuyorsunuz. - Sözleriniz birbirini tutmuyor, bir kelime altında toplanmıyorsunuz: Gökleri ve Yeri yaratan Allah dersiniz, sonra da tutar başkalarına taparsınız, muhtelif ma'budlara taptığınız için mezhebleriniz, maksadlarınız bir gayede toplanmıyor, hakta birleşmediğiniz için Peygambere gâh sahir, gâh kâhin, gâh şâir, gâh mecnun gibi birbirin tutmâz sözler söylüyorsunuz. Bir taraftan dîn: ceza vakı' olduğuna inanmıyor, hakkın hilâfına kail oluyorsunuz, bir taraftan da ileride bize şefaat ederler diye putlara tapıyorsunuz

9

Ondan çevirilen çevrilir

(.......) ondan çevrilen çevrilir. - O muhtelif kavilden dönmesi mukadder olan döner, doğruya îman eder. Îman etmiyenlere gelince (.......) yâhud hak yolundan saptırılmış, sapıklık da tabiatı olmuş bulunan me'fûkler, o sadık ve vakı' olan va'd-u vaîde, âhıret ve cezaya îman etmekten saptırılır, muhtelif kavle sürüklenirler

10

O kahrolası yalancılar

(.......) o kahrolası harraslar - ya'ni mücerred kendi zann-u tahminlerine göre atan, fikir namına kendi hevalarını ileri süren yalancılar

11

O serhoşluk içinde yaptığını bilmezler.

Ki, onlar bir gamre içinde - ya'ni müstevlî bir seyl gibi kendilerini her noktadan sarıp bürümüş olan bir batak, bir serhoşluk veya bir cehalet içinde (.......) şuursuzdurlar - Allah’ın emrinden gafiller, başlarına gelecek felâketin farkında değiller:

12

Soruyorlar: ne zaman o ceza günü? (yevmi dîn)

o dîn günü, ya'ni vaki' olacağı haber verilen o cezanın günü ne vakıt? diye soruyorlar. - İnanmadıkları için eğlenmek istiyorlar. İşte cevabı:

13

Ateş üzerinde kıvranacakları gün.

Onların ateş üzerinde kıvrandırılacakları gün -

FİTNE nin asıl ma'nâsı: altın ve gümüş herhangi bir cevheri iyisini kötüsünden ayırmak için ateşe arzetmektir. Bundan, mihnete sokmak, sınamak ya'ni imtihan etmek, azdırmak, çok beğenip meftun olmak gibi lâzımı olan diğer bir takım ma'nâlarda da kullanılır. Netekim

14

Tadın diye fitnenizi: bu, işte o sizin acele istediğiniz.

Tadın fitnenizi - azâb yâhud azâb-ü mihnete sebeb olan küfür ve fesad ma'nâsınadır.

(.......)

Ya'ni böyle denecek.

15

Şübhesiz ki, müttekiler Cennetlerde pınar başlarındadır

Ya'ni künh-ü mıkdarını tayin ve takdir edemiyeceğiniz Cennetler ve menba'larda

16

Alarak rablarının kendilerine verdiğini, çünkü onlar bundan evvel güzellik yapmayı âdet edinmişlerdi.

Rablarının kendilerine verdiğini alarak - ya'ni husni kabul ile telâkki edip razıy ve hoşnud olarak (.......) çünkü onlar ondan evvel, ya'ni Dünyada muhsinlerdiler - güzel ameller yapar ve güzel yaparlardı, onun için ecr-ü mükâfata müstahikk olmuşlardı, onu şad-ü handan alırlar. Bu cümle (.......) nın sebebini gösterirken takvânın da yalnız menfî bir mahiyyette olmayıp aynî zamanda güzel işler yapmak ma'nâsında müsbet bir mefhum ifade ettiğini anlatır. Onun için bu da şöyle beyan olunuyor:

17

Geceden pek az uyuyorlardı.

Geceden pek az uyurlardı (.......) müeddasiyle amel ederler, Allah şevkı, Âhıret endişesiyle gözlerine uyku girmez, ıbadet eder, vazife yaparlardı.

HUCU', az uyku ve bilhassa gece uykusu. (.......) mezîd veya mevsul veya masdariyyedir. Nafiye olmak üzere şöyle de ma'nâ verilmiştir. Ba'zı gece biraz bile uyumazlar, hepsini ihya ederlerdi. Bir rivayette de az idiler geceden uyumazlardı diye iki cümle olarak ma'nâ verilmişse de zâhir olan evvelkidir.

18

Ve saher vakıtları hep istiğfar ederlerdi

Ve saher vakıtları onlar istiğfar ederlerdi - ya'ni geceleri öyle ıbadet etmekle beraber sanki günah ile vakıt geçirmiş gibi saher vakıtları da yatmaz, kusurlarına mağfiret dilerlerdi. (.......) zamîri ile ifadede kasır vardır.

Ya'ni duâ ve istiğfarın en güzel vaktı olan o saher vakıtları öyle icabet ve kabule şayan istiğfarı onlar, o muhsinler yaparlar.

19

Ve mallarında sâil ve mahrum için bir hak vardı.

Mallarında da sâil ve mahrum için bir hak vardı -

SÂİL, istiyen, dilenen, MAHRUM, teaffüfünden dolayı zengin zannedildiği için sadakadan dahi mahrum bulunan muhtac. Resuli ekrem sallallahü aleyhi vesellemden merviydir: miskîn, bir yemek iki yemek ve bir lokma iki lokma ve bir hurma iki hurma kendisini savacak olan değil buyurmuş. O halde miskîn kimdir? demişler. O dur ki, bulamaz ve bilinip kendisine sadaka da verilemez buyurmuş. İbn-i Abbastan bir rivayette: kazanamıyan bedbaht denilmiş, ba'zıları da, rızk esbabı kendisine yaklaşmış olduğu halde uzaklaşmış, mahrum kalmış olan düşgün diye tefsir etmişler ise de evvelkisi daha şümullüdür. «Hak» ta'biri zâhiren bunun vâcib olmasına delâlet eder. Onun için Kadıy Münzir İbn-i Se'ıd bunun farz olan zekât olduğuna kail olmuştur. Lâkin bu Sûrenin Mekkî ve zekâtın Medinede farz kılınmış olması hasebiyle çokları bunu tetavvua hamel etmişler ve zekâttan ayrı olarak kendilerinin teahhüd ettikleri vâfir bir nasîb diye tefsir eylemişlerdir. İslâm cemaatinin yükselmesinde çok büyük ehemmiyyeti olan bu noktanın bilhassa calibi dikkat olduğunu ıhtara hacet yoktur.

20

Arzda da âyetler var iykan ehli için

21

Nefislerinizde de, halâ görmiyecekmisiniz

Arzda da âyetler vardır yakîn edinecekler için, nefislerinizde de - nice delîller vardır ki, cezanın ve mes'uliyyetin vaki' ve dînin hakkolduğunu gösterirler. Yer yüzünde dolaşan ve Arzı tetkık edenler iyi çalışanlarla çalışmıyanların, korunanlarla korunmıyanların, musaddıklarla mükezziblerin akıbetlerindeki farkı gösterecek çok âyetler bulurlar. Vicdanlara müraceat edildiği surette de iykan şanından olan herkes hılkatının etvarından Allah’ın kudretini ve her günkü hayatında bile vazife ve mes'uliyyetinin varlığını anlar.

22

Semada da rızkınız ve o va'dolunduğunuz

Semada da rızkınız - yağmur, hararet ve saire gibi esbabı (.......) ve va'dolunduğunuz şeyler var - yâhud mukadder. Bunun zâhiri yukarıki gibi va'd-ü vaîde şamildir. Fakat ekseriyyetle sevab ile tefsir etmişler, ve Cennet yedinci Semanın üstünde, Arşın tahtinde olduğunu nakleylemişlerdir.

23

İşte o Göğün ve Yerin rabbına kasem ederim ki, o şübhesiz haktır sizin nâtık olmanız gibi

İşte o Sema ve Arzın rabbına kasem olsun (.......) ki, o - size edilen va'd (.......) her halde haktır (.......) tıbkı sizin nâtık olmanız, söylemeniz gibi - ya'ni sizin nâtıkıyyetiniz nasıl muhakkak bir emri vaki' ise mes'uliyyetiniz, va'dolunan ceza ve mükâfatınız da öylece vaki' olacaktır.

Arz ve enfüsteki bu âyetleri ba'zı misaller ile tavzıh ve nübüvveti takrir için buyuruluyor ki,

24

Geldi mi sana İbrahimin ikram edilen müsafirlerinin kıssası?

bu ta'bir, kıssanın fehametine ve vahiy ile bildirdiğine tenbihtir.(.......)

HADİS, insana gerek yakazada ve gerek menamda vahiy veya işitme suretiyle gelen söze denilir. Biz bu gibi yerlerde kıssa diyoruz.(.......)

DAYF, aslında izafet ve zıyafetin menşei olan meyil ma'nasına masdar olmakla müfred ve cem'a ıtlak olunur. Eski Türkçe de buna konuk derlerdi, biz müsafir diyoruz. Fakat biz bunu Arabçada ma'ruf olan yolcu ma'nasıyla değil, Arabların dayf dediği ma'na ile Türkçe bir kelime gibi kullanıyoruz. Burada cemi'dir. Çünkü (.......) sıfatiyle tavsıf olunmuşlardır. Bunlar Sûre-i Enbiyada (.......) buyurulduğu üzere Allah ındinde ikrama mazher bulunan Melâikei kiramdır. Hazret-i İbrahim de bunlara zevcesi Sâre ile kendisi bizzat hizmet etmek ve zıyafet vermek suretiyle ikram eylemiştir. Bir rivayette on iki Melâike, bir rivayette de üç Melek, Cebrail, Mîkâil, İsrafil denilmiştir.

25

O vakıt ki, üzerine girdiler de (.......) dediler. "Selâm, görülmedik bir kavım" dedi

(.......) . selâmen (.......) terkîbinden muhaffeftir. Sana selâm verir, selâmet dileriz demek gibidir. (.......) demektir. Merfu'da sübut ma'nası olmak itibariyle daha kuvvetli bir selâm ile cevab vermiştir. (.......) münker, ya'ni görülmedik, tanınmadık, acaip bir cemaat dedi, - İslâmın alâmeti olan ve o zaman ma'ruf olmıyan selâm verişleri ve hal-ü tavırları tuhafına gitmiş, bu suretle mütenekkiren geldiklerini de sezer gibi olmuştur.

26

Hemen bir bahâne ile ehline gitti, bir semiz daha getirdi de.

Derhal bir tedbir ile ehline sivişti - ya'ni müsafirlere sezdirmeksizin evvel emirde yemek tedarüki için âilesine koştu, demek ki, müsafire ikramın âdabından birincisi budur. Gitti ne yaptı ise yaptı (.......) çok geçmeden semiz bir buzağı getirdi - Sûre-i Hudde (.......) ya'ni kebap edilmiş olduğu geçmiş idi. Burada da semizliği anlatılıyor. Demişler ki, umumiyyetle malı sığır idi, onun için en güzel ikram olmak üzere semiz danayı intihab etti

27

Onu yakınlarına koydu, yemeğe buyurmaz mısınız? Dedi.

Hemen onu yakınlarına koydu (.......) yemez misiniz? dedi - bunun yemeğe buyurun ma'nasına bir arz veya ne için yemiyorsunuz? ma'nasına bir istifsar olması da söylenmiştir.

28

O vakıt onlardan içine bir korku düştü Korkma dediler ve kendisine alîm bir oğlan tebşir ettiler.

Bunun üzerine onlardan içine bir korku düştü - (.......) yemeğe el uzatmadıklarını görünce işkillendi, zira yemeğini yememek azçok husumet ve infiale delâlet eden bir ma'nâdan halî kalmaz.

İbn-i Abbastan mervî olduğuna göre Melâike olduklarını sezdi, azâb için gelmiş olmaları ihtimali hatırına gelerek korktu (.......) korkma dediler ve ona alîm bir oğul tebşir ettiler - Sûre-i Hudde musarrah olduğu üzere bu oğul İshaktır. «Saffat» ta (.......) ise İsmail idi. Alîm, ya'ni bulûğundan sonra çok âlim olacak bir oğul, ki, nübüvvet ile de tefsir edilmiştir. Bu vasf ile müjde hem hayatını hem de kemalini beyan ile tebşirdir.

29

Bunun üzerine hatunu bir çığlık içinde döndü de elini yüzene çarptı ve akîm bir kocakarı, dedi

Bunun üzerine hatunu yüzünü döndü - müfessirler diyorlar ki, zevcesi Sâre bir köşede bakıyordu, o tebşiri işidince utandı, evine gitmek için yüzünü döndü (.......)

SARRE, sarîrden sayha ma'nâsınadır.

Ya'ni a... diye içini çekerek bir çığlık kopardı da (.......) elini yüzüne çarptı (.......) ve akîm bir acuze dedi - ya'ni ihtiyarlamış, bununla beraber gençliğinde bile doğurmamış kısır bir kocakarı çocukmu doğurur? Buna karşı

30

Dediler: öyle Rabbın buyurdu, şübhesiz alîm o, hakîm o

(.......) dediler ki, öyle, rabbın buyurdu - ya'ni biz o söylediğimizi kendimizden söylemiyoruz, yalnız rabbının kelâmını haber veriyoruz (.......) şübhesiz ki, o öyle hakîm öyle alîmdir. - Hikmetiyle dilediğini yapar ve nasıl yapacağını bilir. Binaenaleyh onun dediği muhakkak olur. Bu suretle İbrahim aleyhisselâm onların Allah tarafından gönderilmiş Melâike olduklarını anladığı gibi me'mur oldukları vazifenin bu tebşirden ıbaret olmadığını da sezerek

31

İbrahim, o halde asıl me'muriyyetiniz nedir? ey mürselûn, dedi.

Şu halde hatbınız nedir? -

HATB, emri mühim, ya'ni bu müjdeden sonra asıl gönderilmenize sebeb olan iş nedir? (.......) ey mürseller - Allah tarafından gönderilmiş şanlı elçiler!

32

Biz, de dediler: Mücrim bir kavme gönderildik.

 ya'ni Lût kavmı

33

Üzerlerine çamurdan taşlar salmak için.

Üzerlerine salmak için - memleketlerinin altını üstüne çevirdikten sonra üzerlerine yağdırmak için (.......) çamurdan taşlar - çamurdan tehaccür etmiş siccîl

34

Rabbının nezdinde damgalanmışlar müsrifler için.

Rabbının ındinde damgalanmış, nışanlanmış, hangisinin kime ve nasıl isabet edeceği takdir olunmuş belli edilmiş (.......) o müsrifler için - cürümde, fısk-u fücurda haddini aşmış, ifrata sapmış azgınlar için alâmetleriyle tertib idilmiş hazırlanmış, mendud.

35

Binnetîce orada bulunan mü'minleri çıkardık.

Fâ fasîhadir. Mahzuf cümleleri telhıs eder.

Ya'ni diğer Sûrelerde beyan olunduğu üzere o kavmın karyesine vardıklarında, orada Mü'minlerden kim varsa çıkardık

36

Fakat bir haneden başka orada Müsliman da bulmadık.

Fakat orada bir evden başka müsliman bulmadık - ya'ni bir evden başka mü'min yok idi, onun için bir ev halkından başka selâmete çıkan bulunmadı ki, o ev Hazret-i Lût’un evi idi, karısından başka bütün âilesi mü'min oldukları için beraberinde selâmete çıkmış, kurtulmuşlardı. Demek Hazret-i Lût’un tebligatına daha başka îman eden bulunsa idi onlar da kurtulacaklardı. Burada müslimîn, mü'minîn muradifi gibi kullanılmış olmakla beraber selâmet bulanlar mefhumunu da ifade etmektedir.

37

Ve öyle elîm azabdan korkacaklar için orada bir âyet bıraktık

Ve orada bir âyet bıraktık - ya'ni o karyelerin battığı yerde bir alâmet kalmıştır ki, Arzdaki âyetlerden biridir. İbn-i Cerîr: bir çok istifli büyük taşlar, demiş, ba'zıları da bir kokar su demiştir. Maamafih «Ankebut» Sûresinde (.......) âyetinde geçtiği üzere âyetten murad âyeti kelâmiyye olması da melhuzdur ki, vak'anın kütübi münzelede zikriyle dillerde dastan olan bir ıbret âyeti bırakılması demek olur. Bu surette ma'nâ: onlar hakkında bir âyet de bıraktık demek olacağından bu ma'nâya göre

38

Bir de Mûsada: ki, onu bir sultanı mübîn ile Fir'avne gönderdikde.

Kavlinin hiç bir hazifsiz buraya atfı, sahih olur. Evvelki ma'nâda ise (.......) diye amil takdiriyle (.......) üzerine atfolunur.

Yâhud (.......) takdirindedir. Bu takdirde (.......) üzerine de atfı, tecviz edenler olmuştur. (.......)

39

O bütün kuvvetiyle tersine gitti: sâhir veya mecnun, dedi.

Gönderdik ve Fir'avin rükniyle, ya'ni bütün kuvvetiyle yâhud kavmından dayanmış olduğu kuvvetine güvenerek i'raz etti, Allah’ın âyetlerine îman etmedi

40

Onun üzerine biz de tuttuk kendisini ve ordularını deryaya fırlatıverdik: namerdlik ederken o leîm.

Levmettirecek, kınanacak fiıller yaparken:

Ya'ni küfür ve tuğyan ile cinayetler yapıp dururken - müfessirînin gösterdiği bu ma'na garkına önünden mukarin olan halini beyan olur. Bir de (.......) nefsini levmederek demek olabilir ki, garkolurken (.......) diyerek gösterdiği peşîmanlığı ifade eder.

41

Bir de Âd de: ki, üzerlerine o köklerini kesen (.......) i salıvermiştik.

Akîm bir rüzgâr - hiç hayr-ü menfeatı olmıyan, telkıh yapmaz bir rüzgâr maamafih akîm müteaddi dahi olabildiği cihetle burada ta'kım edici, mühlik ma'nasına olmak daha münasib olacaktır. Netekim şöyle tefsir olunuyor:

42

Uğradığı bir şey'i bırakmıyor, mutlak onu çürütüp kül gibi ediyordu

(.......), çürümüş, kül gibi tozup dağılıveren.

43

Bir de Semûdda: ki, onlara bir zamana kadar istifade edin denilmişti de

Bunu Sûre-i Hudde geçen (.......) ile tefsir edenler olmuş ise de o, (.......) den sonra, bu ise fânın delâletine göre utüvden mukaddem olmak hasebiyle daha evvelden verilmiş bir fursat olmak lâzım geleceği söylenmiştir.

Ya'ni Salih aleyhisselâmın ba'siyle verilen fursattan istifade etmediler de

44

Rablarının emrinden azgınlık ettiler, bu yüzden o sâika kendilerini yakalayıverdi, bakınıp duruyorlardı.

Rablarının emrinden imtina ile azgınlık ettiler (.......) onun için kendilerini yıldırım çarpıverdi -

Ya'ni azâb yakalayıverdi, diğer Sûrelerde sayha, burada saıka denilmiştir ki, murad aynî musıbettir. (.......) bakıp duruyorlardı - üç gün denilmiş olduğu ve alâmetleri görülmeğe başladığı için azâbı gözetmeğe başlamışlardı. Azâba intızar ise azâbdan daha acı olduğu da unutulmamalıdır.

Yâhud azâba çarpılmış henüz can çekiştirirken birbirlerinin bütün felâket ve fecaatini görüp duruyorlardı.

45

O vaktı bir kalkınmaya da güç yetiremediler, bir yardım da görmediler.

Bakıyorlardı da ne kendi kendilerine kalkmağa güçleri yetiyordu ne de bir yardım bulabiliyorlardı - bu ifadeler her hangi bir surette batmakta olan bir kavmın bütün fecaatiyle manzarasını göstermektedir.

46

Daha evvel de Nûh kavmini, çünkü hep onlar yoldan çıkmış fâsık birer kavm idiler

Bunlardan evvel Nuh kavmını da - helâk etmiştik (.......) takdirindedir.

Yâhud (.......) deki (.......) üzerine ma'tuf olarak o mealdedir. (.......) çünkü o helâk edilenler hep fâsık birer kavm idiler - onun için helâk edildiler. Bu suretle bunlar Arzda cezanın vukuuna delâlet eden birer misalidirler.

Bunu ıhbar ve beyandan sonra yükselmeğe da'vet için buyuruluyor ki,

47

Bir de Semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik ve şübhe yok ki, biz çok vüs'a malikiz

(.......) dir: ya'ni Semanın amili olan fiıl gizlenmiş de zamîrine tealluk ettirilerek (.......) diye tefsir edilmiştir. Eserden müessire istidlâli ifade eden bu üslûbda lâfız ma'nânın mazmununa terkibi ile de intıbak etmiştir.

EYD, «yed» in cem'i olabilirse de burada (.......) de olduğu gibi te'yidin aslı olan kuvvet ma'nâsına olması zâhirdir. Bu beyan (.......) ile (.......) mazmununa limmî bir temhiddir. Netekim sonunda (.......) ile te'yid olunacaktır. (.......) Ve hiç şübhesiz bir çok vüs'a malikiz - bunda iki ma'nâ vardır: birisi, kudret genişliğini ifade eder, kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki, Semayı bina ile tükenmedikten başka onu daha çok genişletebilir. Bu ma'nâ hem (.......) hem de (.......) mazmunlarını andırır. Birisi de, zenginliği, ni'met ve in'amda genişliği ifade eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran muztarlara icâbet eder, sıkıntıları açar, ihtiyacları def'eyler, fakîrleri zenginleştirir mün'imiz demek olur.

48

Arzı da döşedik, bakınız biz ne güzel döşeriz

Arz, onu da döşedik - Türlü ni'metlerle donattık, döşek gibi altınıza serdik - ki, üzerinde bir zamana kadar karar edip hayattan nasîb alasınız (.......) daha da ne güzel döşeriz - türlü ni'metlerle döşenmiş olduğu gibi ileride daha güzelini döşeyecek, daha güzel ni'metler verecek ves'-u kudret de mevcuddur.

49

Hem her şeyden iki çift yarattık ki, düşünesiniz

Her şeyden de iki çift halk ettik - İbn-i Zeyd gibi ba'zı zatlar bunu her cins hayvandan erkek ve dişi nevi'lerine haml etmişlerdir ki, (.......) mucebince nebatatı da buna idhal edebiliriz. Mücahid, hareket ve sükûn leyl-ü nehar, Sema ve Arz, siyah ve beyaz sıhhat ve maraz, lezzet ve elem, sevab ve ıkab alel'umum ezdad ve mütekabilâta işaret olduğunu söylemiştir. Diğer ba'zıları da eşyanın nevilere tenevvuıyle tefsir etmişlerdir ki, en azı iki nevi' olur. Bu tenevvü', zaman zaman muhtelif mekulelerle ve tasniflerle tezekkür edilmek istenilmiştir. Beyzavî yalnız bu ma'nâyı göstererek (.......) diye tefsir etmiştir. Bu ma'nâ evvelkilerini de tezammun edebilmek i'tibariyle şümullüdür. Ancak bunda külli şeyden murad sâde cins olmuş oluyor. Lâfzın zâhiri ise her ferde istiğraktır. Onun için biz bundan her şey'in âfakî ve enfüsî yâhud haricî ve zihnî olmak üzere iki haysiyyetini ifade eden ve haric ile nefis beyninde müzdevic bir intıbak ile tecelli eyliyen idrâk mes'elesine de bir işaret anlıyoruz.

Filvakı' her şey bize nefis haricindeki suretini hikaye eden bir intıba' ile tecelli eder ve hakıkat bu iki suretin yekdiğerine mutabekatiyle bilinir ki, bunun birine asîli, birine zıllî dahi ta'bir olunur. Her hangi bir şeyden hasıl olan her şuur hadisesinde bu ikilik labüddür. Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiç bir şey tasdık olunamaz. Ve tefekkür-ü tezekkür yapılamaz (.......) buyurulması da bunu teyid eyler. Yalnız şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, buradaki (.......) karînesiyle ancak mahlûkata şamil olabilir. (.......) deki şey gibidir.

Bu şeyde Allahü teâlâ dahil değildir. Çünkü (.......) dir. Mahlûk olmadığı gibi mahlûk olan şey ile müzaveceden münezzehtir. O (.......) dir (.......) dir. (.......) dir. Onun kendi zatına ılmi ılmi husulî kabîlinden değil, bizzat olan ılmi huzurî ile olduğu için sureti zihniyyeye (iydeye) muhtac olmıyan ve binaenaleyh zatına bir zevciyyet ıktiza etmiyen bir ılmi kadîmdir. Allah’a da şey denilir diye Fütuhatı Mekkiyyede Muhyiddini arabînin buradaki (.......) de onu dahi idhal eder yollu mütaleada bulunması doğru değildir. (.......) in (.......) inde Allah dahil olmadığı gibi burada da değildir. Hasılı zevciyyetten murad yalnız haricdeki tenevvü' ve tekabül değil, hem haric hem ezhandaki suretlerle âfak ve enfüsteki tenevvü' ve tekabüle şamildir.

Allahü teâlâ kuvvet ve yüs'unü göstermek üzere semayı bina etmiş ve Arzı döşemiş ve her şeyden çift çift halk eylemiştir ki, düşünesiniz, çiftler arasındaki münasebatı düşünesiniz de yaratanın kuvvet ve kudretini sun'unun hikmetini, ukubetinin şiddetini' ni'metinin vüs'atini, bu günün yarınını, Dünyanın Âhıretini, Âhıretin ıkab ve sevabını anlıyasınız, diye.

50

O halde hemen Allah’a kaçın, haberiniz olsun ki, ben size ondan bir açık nezîrim

O halde düşünün de hep Allah’a kaçın - onun ıkabından, o elîm azâbdan korunmak, Cennat va uyûn ile mübeşşer olan müttakiler içine girmek için îman-ü tevhid ve ihsan-ü ubudiyyet ile onun vikayesine girin (.......) haberiniz olsun ki, ben sizin için onun tarafından (.......) mübîn bir nezîrim - şirk-ü ısyan edenlere hazırlanmış azâbı haber vermeğe me'mur bir Peygamber, hem de Peygamberliği açık ayat ve mu'cizat ile belli yâhud anlatılması lâzım gelen şeyleri güzel anlatır bir Peygamberim.

Ya'ni böyle de, ya Muhammed!

51

Ve Allahla beraber başka bir İlâh uydurmayın, haberiniz olsun ki, ben size ondan bir açık nezirim.

Ve Allah ile beraber diğer bir ilâh yapmayın - bu nehiy, ilk evvel kaçılması lâzım gelen en büyük günahı ayrıca ıhtardır.

52

Böyle, bunlardan evvelkiler bir Resul gelince behemehal ya sahir dediler ya mecnun

Bu böyledir, ya'ni (.......) bu ayet Resulullaha bir tesliyedir.

53

Hep buna vasıyyetleştiler mi? Hayır hep onlar azgın kavımlar

Ona vasıyyetleştiler mi? -

Ya'ni sahir ve mecnun demeyi evvelkilerle şimdikiler hep birbirlerine tavsıye mi ettiler? Nerde edecekler, çoklarının birbirlerinden haberleri bile yok (.......) hayır onlar - Peygamberlere öyle sahir veya mecnun diyenler hep (.......) tuğyan etmiş azgınlar güruhudur. - Hakka karşı tuğyan etmekte, tağîlik sıfatında müttefık oldukları için onun muktezası olan sözleri de birbirlerine benziyor

54

Onun için onlardan yüz çevir, artık sen levm olunacak değilsin.

Onun için sen şimdi onlardan yüz çevir - zikrolunduğu üzere (.......) diye da'veti tekrar edip tebliğ vazifeni yaptığın halde onlar ınad ile tuğyanda ısrar ettiklerinden dolayı artık onlarla mücadele ve münakaşadan sarfı nazar et, kendilerinden yüz çevir (.......) o surette levm olunacak, kınanacak sen değilsin, sende kusur olmaz

55

Onunla beraber va'z-u nasıhate devam et, çünkü va'z, mü'minlere fayda verir.

Onunla beraber tezkire devam et - ya'ni vazife ve mes'uliyyeti ıhtar ile va'z-u nasıhate devam eyle (.......) çünkü tezkir mü'minlere menfeat verir - vaz-u nasıhat ile vaziyfe ve mes'uliyyeti ıhtarın mü'minlere faidesi olur. Îman etmiş olanların unutmamasına, gaflete düşmemesine, iymanlarının kuvvetlenmesine, neş'elerinin artmasına, bilmediklerinin öğrenilmesine, hatta îman şanından olanların îmana gelmesine sebeb olur. Tezkir edilmesi lâzım gelen vazifenin esası ne olduğuna gelince:

56

Ve ben, Cinn-ü İnsi ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

Ben Cinn-ü İnsi ancak bana ıbadet ve kulluk etsinler diye yarattım - işte tezkir edilmesi lâzım gelen vazife budur. Cinn ve İns cinsinin hilkatlerinin hikmeti Allah’ı tanıyıp ona ıbadet ve ubudiyyet etmektir. Maadaya masruf olan ömürler, emeller izaa edilmiş olur, onun için azâba müstehıkk olur. Ba'zıları (.......) diye bir tefsir nakletmişlerdir. Bunun ma'nâsı da beni ma'bud tanısınlar demektir. Bu ise benim emirlerimi tutarak bana kulluk ve ıbadet etsinler demeğe raci' olur.

Ibadet ve ubudiyyet ef'ali ıhtiyariyyeden olarak matlûb oldukları için ba'zılarından vaki' olmaması cins için gayei kemal olmasına münafi olmaz, muradı ilâhînin tehallüf etmiş olması da lâzım gelmez. Zira bu gibi mevaki'de Fukahanın (.......) dedikleri gibi hikmet, efradın her biri i'tibariyle değil, cins i'tibariyle mülâhaza olunur. Hasılı bunun ma'nası ıbadet ile mükellef olmak üzere yarattık demektir. Yoksa hepsinin ıbadı salihînden olmasını takdir eyledik demek değildir. Böyle ıbadet ve ubudiyyetin faidesi Allah’a âid olmayıp yine kulların menfeatleri için olduğuna tenbih için de buyuruluyor ki,

57

Ben onlardan bir rızk istemiyorum, bana yemek yedirmelerini de istemiyorum.

Ve ben onlardan bir rızk istemem, bana yemek yedirmelerini de istemem - ya'ni diğer Efendilerin kullarından, uşaklarından bekledikleri gibi Efendilerin menfeatine kulluk değil

58

Şübhe yok ki, Allah, rezzak, kuvvet sahibi metîn o.

Zira Allah kendisidir o rezzak, kuvvet sahibi (.......) metîn, ya'ni kuvveti şiddetli - onun için ona kulluk onun kuvvetinden istifade ile kullarına nafi' olmak ve o sâyede va'd buyurduğu yüksek sevaba irmek içindir. Onun için Allah’a kaçın ve Allah’a kulluk edin

59

Onun için muhakkak ki, o zulm edenlere arkadaşlarının payı gibi dolgun bir pay vardır, şimdi onu acele etmesinler.

Zira o zulm edenlere -Peygambere inanmayıp Allah’a ubudiyyetten kaçan ve şirk-ü tuğyan ile kendilerini ebedî azâba sürükliyerek nefislerine yazık etmiş olan Mekke müşrikleri gibilere (.......) arkadaşlarının hissaları gibi dolgun bir hıssa var -

ZENUB, sakaların su taksim ettikleri dolgun büyük bir kufadır ki, burada azâbdan nasîb ma'nasına istiare olunmuştur. (.......) Şimdi onu benden acele istemesinler -(.......) deyip durmasınlar

60

artık o va'dolundukları günlerinden vay o küfredenlere!...

çünkü kendilerine va'dolunan o günlerinden dolayı vay o küfredenlere - zira Sûrenin başında geçtiği üzere (.......) dir. Bu ma'na şimdi bir de (.......) ile te'yid olunacaktır.

0 ﴿