TÛR

Tur sûresi mekkîdir.

Âyetleri - Kırk dokuzdur.

Kelimeleri - Üç yüz on ikidir.

Harfleri - Bin beş yüzdür.

Fasılası (.......) harfleridir.

Celâlı suyutî demiştir ki, bunun (.......) tan sonra konmasının vechi: ikisinin de matla' ve makta'da teşâbühleridir (.......) İlk nazarda görülür ki, (.......) un başı (.......) ın başına benzedikten başka onun maktaı olan (.......) tehvîlini tevsîan tahkık ve takrirdir. Bundan başka iki Sûre mazmun i'tibariyle de birbirlerine pek yakındırlar.

1

Kasem olsun o Tura

Kasem olsun o Tûra - Hazret-i Musânın

Allah kelâmınî işittiği dağ, Tûri Sina. Beyzavî der ki, Tur, Süryanîde dağ demektir.

Yâhud evci iycaddan hadîdi mevâdde veya âlemi gaybdan âlemi şehadete tayeran edendir (.......)

2

Ve yayılmış bir verakta

3

Yazılmış bir kitaba

Ve bir rakkı menşurda mestur kitaba -

RAKK, kâğıd haline getirilmiş yazı yazılan ince deri demektir. O münasebetle verak gibi yazı yazılan her şeye de itlak olunabilir.

MENŞUR, neşredilmiş, dürülü, kapalı değil, açılmış, yayılmış, satr, yazılı harfleri nizama koymak,

MESTUR, muntazamen yazılmış demektir. Turdan sonra bu kitabı mesturun Tevrat olması tebadür ederse de (.......) değil, nekire olarak (.......) buyurulması, bunun henüz tanınmadık başka bir kitab olduğunu andırır ki, (.......) buyurulmuş olan defteri a'mal olması en muraccah ma'nadır. Levhi mahfuz veya yeni bir kitab olmak ı'tibariyle Kur’ân olması da melhuzdur.

4

Ve beyti ma'mûra ve Beyti ma'mura  

BEYTİ MA'MUR, Bir rivayete göre yedinci Semada bir beyttir ki, her gün onu yetmiş bin Melaike ziyaret eder, Kıyamete kadar bir daha avdet etmezler, ona «Durah» dahi denilir. Haseni Basrîden bir rivayette de murad Ka'bedir.

Allahü teâlâ onu her sene altı yüz bin kişi ile ma'mur kılar. Eğer insanlar ondan eksik olursa Melaike ile doldurur denilmiştir.

Ma'lûm ki, bir yerin ma'mur olması demek meskûn olması ve geleni gideni çok olup güzel bakılması ma'nasından mecazdır. Ka'benin ma'muriyyeti de (.......) mısdakınca etrafındakilerin ve huccacın kesret ve ziyaretiyledir.

Beyzavî der ki, yâhud beyti ma'murdan murad, mü'minin kalbidir ki, ma'muriyyeti ma'rifet ve ıhlâs iledir.

5

Ve sakfi merfûa.

Ve sakfi merfua - o yüksek tavana, ya'ni Semaya, bir rivayette de Cennetin sakfi olan Arş

6

bahri mescûre ki,,

Ve mescur denize - mescur, - 1) Alevlendirilmiş, kızdırılmış demektir ki, (.......) buyurulduğu üzere Kıyamet koparken denizler ateş olup kaynatılacak onunla Cehennem kızıştırılacaktır. - 2) Dolgun, taşgın demek olup Bahrı muhît ma'nasını ifade eder. - 3) Muhtelıt, karışkan, suyu birbirine veya tatlısı acısına karışan demek de olabilir. - 4) ezdaddan olarak boş ma'nasına geldiği de söylenmiştir ki, bu da Kıyamet alâmetlerinden demek olur. Tur karînesiyle bu bahri mescur Fir'avnın battığı denize işaret olmak da pek melhuzdur. Başta vav kasem, sonrakiler ona atf içindir

7

Rabbının azâbı olacak muhakkak

(.......) kasemin cevabıdır.

8

Yoktur onu hiç bir def'edecek

9

O gün ki, Sema bir çalkanış çalkanır

(.......) Vakıın zarfıdır, ya'ni o gün vakı' olacak ki, (.......) Sema bir çalkanış çalkanacak - kıyamet ıztırabını bir tasvirdir.

10

Dağlar da bir yürüyüş yürür.

Dağlar da bir yürüyüş yürüyecek - yerinden oynayıp hebaen mensûra olacak

11

Vay artık o gün o yalan diyenlere.

Artık veyl o gün - o çalkanış olduğu gün (.......) o yalan diyenlere

12

Ki, onlar daldıkları bir batakta oynayıp duruyorlar.

Ki, daldıkları bir batakta oynarlar - îman edip de o gün için hazırlanacak, korunacak yerde bir takım yalan dolana dalmış uğraşır dururlar.

13

O gün ki, Cehenneme bir kakılış kakılacaklar

Cehennem ateşine bir kakılış kakılacakları gün - bu «yevm» evvelki «yevm» den bedel veya mukadder kavl ile mansub olarak veyli izahtır.

14

İşte diye: bu sizin o yalan deyip durduğunuz ateş.

ya'ni o gün böyle diyerek kakılacaklar

15

Buda mı sihir? Yoksa siz görmüyorsunuz?

Bu da sihir mi? -(.......) mukaddere ma'tuftur.

Ya'ni siz bu ateşi haber veren vahye bir sihir, bir aldatma diyordunuz, şimdi onun böyle fi'len tehakkuku da sihir mi? ilh... Böyle denecek. (.......)..

16

Yaslanın ona bakalım, ister sabredin, ister etmeyin, artık hepsi bir, hep yaptıklarınızın cezasını çekeceksiniz

17

Fakat korunan müttakıler Cennetler, ni'metler içinde

(.......) Kur’ân’da daima mu'tad olduğu üzere kâfirlerin halini beyan yanında müttakı mü'minlerin halleri de beyan olunuyor. Demek oluyor ki, Allah’ın azâbını dâfi' bulunmamakla beraber vâkıy vardır, Allah’ın vikayesiyle ondan korunulur. Onun için Allahdan korkup Peygamberi tasdık edip de Allah’a kulluk ederek, Allah’ın emri vechile çalışan korunan müttakıler, Allah’ın vikayesiyle o gün Cennat-ü neım içinde zevkyab olacaklardır.

18

Rablarının kendilerine verdiği ile zevkyab olmaktadırlar, rabları korumuştur da onları o Cahim azâbından

19

Yeyin için, afiyetler olsun çalıştığınız için

20

Dayanarak, sıra sıra dizilmiş a'lâ koltuklara, eş etmişizdir de kendilerine güzel iri gözlü hurîleri

21

Ve Îman edenleri ki, zürriyyetleri de îman ile arkalarından gelmiş, zürriyyetlerini kendilerine ilhak etmişizdir, bununla beraber kendilerine amellerinden hiç bir şey eksiltmemişizdir, herkes kazancına bağlıdır

(.......) bunda iki vecih vardır. Birisi (.......) e ma'tuf mehallen mecrur olmasıdır ki, mü'minlerin mü'minlerle arkadaşlığını ifade eder. Bunu (.......) kabîlinden olarak (.......) mealinde anlamak daha iyi olur. Bu surette (.......) ya ma'tuf olur. Birisi de (.......) mübteda (.......) ya ma'tuf (.......) de mübtedanın haberi olmasıdır ki, bir çokları bu vechi tercih etmek istemişlerdir. Buna göre ma'nâ şu olur: hem o kimseler ki, îman etmişler, zürriyyetleri de bir îman ile onların ardınca gitmişlerdir, zürriyyetlerini kendilerine ilhak etmişizdir.

Ya'ni zürriyyetleri amelde atalarından dun olmakla beraber îman ile onlara ittiba' sâyesinde Cennette onların derecelerine çıkarılarak yanlarında bulundurulur ki, zevk-u sürurları tammolsun (.......) bununla beraber kendilerine amellerinden hiçbir şey eksiltmemişizdir.- Zürriyyetlerini kendilerine ilhaktan dolayı amellerinin sevablarından bir şey eksik verilmiş de değildir. (.......) Herkes kazancına bağlıdır - rehin gibi bağlıdır. Kazanç kazanma, ya'ni çalışma veya çalışılan amel sanki bir borç ve insan o borca Allah yanında bir rehin gibidir, kurtuluşu ona bağlıdır. Eğer güzel kazanç tutar güzel çalışırsa borcunu öder, çünkü Allah salih ameli kabul buyurur, yok eğer çalışmaz veya kötü amele çalışırsa halâs olamaz, kendisini kurtaramaz. Zira tayyib, temiz ve güzel olmıyan şeyler Allahü teâlâya yükselemez (.......) dur. Bundan dolayıdır ki, ileride (.......) gelecektir.

Ya'ni Eshab-ı yemînden maadası nefislerini o bağlantıdan kurtaramazlar. Onun için mükezzibîn tekziblerine bağlı kalarak Cehennemde kıvranırlarken müttakıler Allah’ın vikayesiyle kurtulup Cennetlerde ni'metler içinde zevk edeceklerdir. Ve Allahü teâlânın ayrıca fadl-ü lûtfuna da mazher olarak zürriyyetlerinin i'tilâsına da sebeb olacaklardır. Bu cümlenin burada sevkı zürriyyetler noktai nazarından da mühimdir.

Ya'ni zürriyyetlerin kurtuluşu ve Sâbikun olan atalarının derecelerine yükselişleri de kendilerinin hiç kesbi olmaksızın mücerred babalarının kazançlarıyle değildir. Kendilerinin îman ile onlara ittiba' etmeleri ve onların ardınca yollarından gitmeleri sebebiyledir. Ataları kesibleriyle sebeb oldukları için evlâdlarını Cennette kendilerine ilhak olunmuş görmekle mes'ud olacaklar, evlâdları da îman ile onlara ittaba' ettikleri için kendilerini kurtardıktan başka Allahü teâlânın fadl-ü kereminden onların derecesinde mütena'im olacaklardır. Demek ki, zadegân kendi kesibleri olmaksızın mücerred babalarının, dedelerinin kesibleriyle kendilerini kurtaramazlar. Ancak îman ile çalıştıkları takdirde atalarının feyzından da müstefid olarak daha kolaylıkla yükselirler. İşte mü'minlerin evlâdlarını atalarına ittiba' ile yükselmeğe sevk ederken, neseb şerefine güvenerek atâlete düşmemeleri için (.......) buraya tezyil edilmiştir. Binaenaleyh bu âyette (.......) kasrını nâsih bir ma'nâ bulunduğunu zannetmek doğru değildir. Bil'akis (.......) mısdakındadır.

22

Birde onlara bir meyve ve içlerinin çekeceği bir et yetiştirmekteyizdir

(.......) Hem onlara bir fâkihe ve bir et ile imdad etmekteyizdir ki, içlerinin çekeceklerinden -ya'ni esaslı ni'metlerden ziyade olarak mahza zevk ve telezzüz için vakıt vakıt türlü ni'metler yetiştirmekteyizdir. Burada Âhıret saadetinin Dünya keyf ve zevkına mübtelâ ışret düşkünlerini imrendirecek, iştihalarını gıcıklıyacak bir neş'e ile tasviri vardır ki, hulâsası humardan, günahtan azade saf ve temiz bir garam neşvesi duyurur

23

Orada bir peymâne çekiştirirler ki, ne bir saçmalama vardır onda ne bir günaha sokma.

Orada, ya'ni Cennette bir keis çekiştirirler ki, -

KE'S, dolgun kadeh demektir. Mecazen içindeki içkiye de denilir. Kadeh çekiştirmek de neş'e ile teâtîden mecazdır. Bir keis ki, (.......) onda lagıv yok - ya'ni onu içerken boş, saçma sapan söz söylemek yoktur (.......) günaha sokmak da yoktur. - Dünya ışretleri gibi değil. Şair şu mazmunu ne güzel söylemiştir:

Huni ciğerle memlu camı zer olmadansa

Bi inkisarı hatır işkeste sâgar olsun

24

Bırıl bırıl da üzerlerine döner kendilerine mahsus hizmetciler, sanki sadeflerinde saklı inciler.

Ve üzerlerine dolanır - Sûre-i vakıada geleceği üzere ellerinde sâğarler surahıylerle hizmete amade ve emre müheyya olarak etraflarında pırıl pırıl döner dolaşır (.......) kendilerinin has Milkleri olan uşaklar, Cennet sakîleri genc hizmetciler: (.......) sanki saklı iri inciler - sadeflerinde gizli hiç kirlenmemiş, el değmemiş, öyle beyaz, öyle safi, öyle temiz, parıl parıl.

LÜ'LÜ', parıldıyan büyük inci demektir.

25

Ve ba'zısı ba'zısına dönmüş soruşuyorlardır.

Ve ba'zısı ba'zısına dönmüş soruşuyorlardır. - Hem o zevk ve neş'e esnasında birbirlerine yüzyüze yönelmiş ahval ve ef'alinden soruyor, hasbi hal ediyorlardır

26

Demektedirler: evet biz bundan evvel ilimizde korkular içinde idik.

Soranlar demektedirler - yine her biri demektir. (.......) evet doğrusu biz evvel ehlimiz içinde; ilimizde veya obâmızda veya hanemizde ailemiz içinde yüreklerimiz titrer, korkar idik - akıbetten endîşe eder, bir ısyana düşmekten veya bir azâba ma'ruz olmaktan korkar idik

27

Bakınız Allah bize lûtf etti ve bizleri o semûm azâbından korudu.

Şimdi Allah bize minneti lütfu tevfikiyle bu nimetleri inam buyurdu ve bizi o semum azabımdan korudu. SEMUM: yukarıda geçtiği üzere musemmata işleyen, zehirli sıcak, sam dahi denilen bir rüzgarın adıdır. Burada zikri geçen cehennem ateşi veya dünyadaki o korkunç hayat ona taşbih edilmiştir. Semum cehennemin isimlerinden biridir diye bir rivayette vardır.

28

Evet biz bundan evvel ona duâ ediyor korumasını istiyorduk, hakikat o öyle keremkâr öyle rahîm

(.......) Evet biz bundan evvel ona, ya'ni Allah’a duâ ediyor (.......) diye korunmamızı dileyorduk (.......) hakikat o, öyle berr, ya'ni va'dinde sadık muhsin, keremkâr (.......) öyle rahîm - kendisine duâ ve ıbadet eden mü'minlere akıbette merhameti çok rahmetine nihayet yok.

29

O halde va'z-u tezkire devam et, çünkü sen, rabbının ni'meti hakkı için, ne kâhinsin ne de mecnun

(.......)(.......) mülâbese yâhud kasem içindir. Rabbının ni'metiyle, yâhud rabbının ni'meti hakkı için (.......)

KÂHİN, bir nevi' zannile gayb haberi verene denir. Geçmişe müteallîk olursa kâhin, istikbale müteallîk olursa arraf denildiği de söylenir. Kehanette meşhur olan Cinden istimdaddır.

30

Yoksa "bir şâir biz ona (.......) u gözetiyoruz" mu diyorlar?

(.......) derhin işkili -

MENUN, kesmek ma'nâsına (.......) den me'huz olarak ömürleri ve saireyi kesmesi mülâhazasiyle dehir ve zamana bir de ölüme ıtlâk edilir ki, pek kesgin, kıyak denilmiş gibidir.

REYB de ıztırab vermek ma'nâsından olarak (.......) dehrin ıztirab veren musıbeti veya ölüm felâketi demek olur. Rivayet olunuyor ki, Kureyş Darünnedvede toplanmış ve aleyhissalâtü ves-selâm hakkında re'yler çoğalmış, nihayet Abdüddar oğulları «ona reybülmenunu gözetin, çünkü o bir şâirdir, Züheyrin, Nâbiganın, A'şanın helâk olduğu gibi o da helâk olur» demişler, bunun üzerine dağılmışlar.

31

De ki, gözetin çünkü ben de sizinle gözetenlerdenim

(.......) tehekküm ve tehdiddir (.......) çünkü ben de sizinle beraber gözetenlerdenim ya'ni siz benim helâkimi gözetiyorsanız ben de sizin helâkinizi gözetiyorum

32

Yoksa onlara bunu (bu tenakuzu) akılları mı emrediyor? Yoksa azgın bir kavım mıdırlar?

(.......) yoksa onlara akılları mı emrediyor (.......) bunu? - Sözlerindeki bu tenakuzu, çünkü kâhin, keskin akıllı, zekî olur, mecnunun ise akl-ü fikri muhtel bulunur. O halde nasıl olur da kâhin dediklerine mecnun, mecnun dediklerine kâhin diyebilirler; demek ki, akıllılık iddia eden o kimseler ne dediklerini bilmiyecek, nasıl tenakuza düştüklerini farketmiyecek derecede akılsızlıklarını göstermişlerdir. Onun için buyuruluyor ki, (.......) yoksa onlar akıllı değil, azgın, hakkı kabul etmemekte haddini aşkın, kendi ihtirasatına uymayınca akl-ü insaf dairesinden haric yalan uydurmağa alışkın bir güruh mudurlar?

33

Yoksa onu (o Kur’ân’ı) kendisi uydurmakta mı diyorlar? Hayır kendileri inanmazlar

(.......) yoksa onu, o Kur’ân’ı kendiliğinden söylemiş, uydurmuş mu diyorlar? -

TEKAVVÜL, kendisinde olmıyanı söylemeğe çalışmaktır ki, yalan onun lâzımı olmak hasebiyle yalan söylemek ma'nâsına da gelir.

Ya'ni vahyile değil, kendiliğinden söylüyor da Allah’a isnad ediyor mu diyorlar? (.......) hayır kendileri inanmazlar - ya'ni bu söylediklerini kendileri bile inanmıyarak söylerler, yâhud iymansızlıklarından öyle söylerler. Zira bilirler ki, Muhammed yalan söylemez, binaenaleyh kendi sözünü Allah’a iftira etmez. Ve yine bilirler ki, bu söz uydurma bir söze benzemez. Fakat mücerred küfr-ü ınadlarından dolayı öyle derler

34

Haydi onun gibi bir söz getirsinler, doğru iseler.

Haydi onun misli bir söz getirsinler - hem ma'nâ hem nazım cihetinden Kur’ân’ın haiz olduğu mümtaz vasıfları hâiz onun gibi bedi' bir söz uydursunlar getirsinler bakalım. (.......) Eğer sadık iseler - ya'ni kendi uydurup söylemiş demelerinde doğru iseler, kendilerinin de öyle bir sözü uydurup getirebilmeleri ıktıza eder. Çünkü o beşer uydurması bir kelâm olsa idi onların beşeriyyette müşareketten başka nutuk, hatabet ve şi'ır ile iştigalleri, nazm-ü nesir kelâm üslûblarında mümareseleri, tarih ve vekayia vukufları, okuyub yazmaları ve tahsılleri ve kâhinleri bulunduğundan dolayı onu tanzîre kudretleri bulunmak lâzım gelirdi. Şu halde niçin ona Allah’ın gönderdiğine inanmıyorlar da iymansızlık ediyorlar? Kendilerine cezalarını verecek yokmu sanıyorlar?

35

Yoksa kendileri (.......) den mi yaratıldılar? Yoksa yaratan onlar mıdırlar?

Yoksa lâşeydenmi yaratılmışlar - ya'ni kendilerinin evvel yoğiken sonradan yaratılmış oldukları ma'lûm, şu halde akılları varsa hiç düşünmüyorlar mı? Kendilerini yaratan bir hâlık yokmu? Hiç bir şeysiz, bir yaratan olmıyarak yâhud yaratan ma'dum olarak mı yaratıldılar, yâhud yaratanı hiç bir şey yerine tutmuyorlar mı ki, onun kudretini hisaba almıyorlar, cezasından korkmuyorlar da iymansızlık ediyorlar. Burada bütün aklî ılimlerin esası olan bir kanuna işaret olunuyor ki, şu suretlerle ifade olunur: yoktan bir şey olmaz, yokluk varlığa ıllet olamaz. Mevcudun ılleti ma'dum olamaz. Hiç bir hâdis muhdissiz olamaz. Yok, ne kendini ne de başkasını vücude getiremez ilh... Lâkin bunu yanlış anlamamalı. Evvel yok olan bir şey sonra yaradılamaz gibi bir ma'nâ çıkarmamalıdır.

Çünkü her yaradılan yok iken yaradılır, var olanı yaratmak mümkin olamaz, çünkü hasılı tahsıl olur. Ancak yok olanı vücude getirecek ılleti fâıle, bir yokluktan ıbaret, lâşey olamaz. Yoku var edecek olan hâlık muhakkak bir varlık olmak zarurîdir. Ulumi tabiıyye namı verilen ılimlerde dahi esas olan bu kanun, eşyanın kendi tabiatleriyle kendiliklerinden vücude gelivermiş olması gibi bir tabiat fikrini de ibtal eder. Ba'zıları da bundan her hâdisin bir madde ile mebsuk olması lâzım geleceğini zannetmiştir. Fakat madde bir şey'in vücudu için kâfi bir ıllet olmadığı gibi mutlak vücud için zarurî de değildir. Vâcib olan ancak ılleti fâıledir. Bir hâlık mevcud olmayınca hiç bir şey yaradılamaz. İşte böyle aklın en esaslı kanunu hâlıkın vücud ve kudretini tanımak iken o kâfirler kendilerini yaradanı hiçe sayarak öyle iymansızlıklar ediyorlar (.......) yoksa hâlık onlarmıdırlar - kendilerini ve eşyayı onlar yaratmışlar da onun içinmi kibrediyorlar, Allahdan korkmuyorlar, Peygambere dil uzatıyorlar?

36

Yoksa Gökleri ve Yeri mi yarattılar? Hayır iykan ehli değiller

Yoksa o Gökleri ve Yerimi yarattılar? (.......) Hiç birisi olmadığı belli fakat (.......) yakîn edinmezler - Gökleri ve Yeri yaratan Allahdır derler de yine reyb içinde dolaşırlar onun mantıkî netayicini tatbık edecek şübhesiz bir kanaat ile hareket etmezler, emr-ü nehiy tanımaz, Allah’ın âyatına inanıp, Peygamberini tasdık edip yakîne irmek istemezler de reybülmenunu gözetir dururlar.

37

Yoksa rabbının hazîneleri onların yanında mı? yoksa onlar mı istiylâ etmişler?

yoksa rabbının hazîneleri onların yanındamı? -

Ya'ni seni yetiştirip rahmet ve ni'metiyle risalet vererek gönderen rabbının rahmeti hazîneleri onların yanında, hazîne kâhyası onlar da onun ni'metlerini onlarmı tevzi' ediyorlar ki, o nübüvvet ve risaleti sana vermek istemiyorlar (.......) Yoksa onlar ona musallat, müstevlî zorbalarmıdırlar? - Allah’a galebe etmişler, hazînelerini zabt eylemişler de onun vergilerini verdirmek istemiyorlar, yâhud Allah’ın verdiğini cebren almakmı istiyorlar?

38

Yoksa onlara mahsus bir merdiven var da ondan dinliyorlar mı? Öyle ise dinleyicileri beyan edecek bir bürhan getirsin

Yoksa onların bir merdivenleri var orada dinliyorlar mı? -

Ya'ni Allah’ın melei a'lâya emirlerini, vahiylerini ve bütün kelâmını o merdivenden dinliyorlar da kimin kimden evvel öleceğini ve Kur’ân’ın Allah tarafından vahy edilmeyip uydurularak isnad olunduğunu o suretlemi biliyorlar? (.......) Öyle ise dinliyenleri beyan edici kuvvetli bir bürhan getirsin - dinlediğini isbat etsin. Nasıl ki, Peygamber Kur’ân’ı getirek (.......) tehaddiye da'vet ederek apaçık bürhanı olan mu'cizesini gösterdiği gibi o da öyle bir bürhan getirsin.

39

Yoksa kızlar ona oğullar size öyle mi?

yoksa kızlar onun oğlanlar sizin öyle mi? -

Ya'ni aklınızın bozukluğuna ve ilâhiyyâta dair duygunuzun neden ıbaret olduğuna delâlet etmek üzere bu babda getireceğiniz en açık bürhan bu olacak değil mi? (.......) de geleceği üzere bu ne hayıflı, ne haksız taksim? Melekler, Allah’ın kızlarıdır diyorlar, onlar namına bir takım putlar yapıp, Lât, uzzâ, menât gibi müennes isimler vererek tapıyorlar sonra biz bunları Allah’a şerik koşmuyoruz, Allah’ın kızları oldukları için Allah yanında bize şefaat etsinler diye tapıyoruz diyorlardı, kendilerine gelince kız evlâdına kızıyor, oğlan istiyorlardı

40

Yoksa kendilerinden bir ücret istiyorsun da cereme vermekten ezilmekteler mi?

(.......) yoksa sen onlardan bir ecir mi istiyorsun - va'z-u tezkirden; ve risalet vazifesinin ifasından dolayı bir ücret mi istiyorsun? (.......) de onlar garamet ağırlığından ezilmekteler mi? -

MAĞREM, ğurm, ğaramet mutlak borca dahi denilirse de Râgıbın beyanına göre aslında hiç bir suçu olmıyarak bir insana malında lâzım gelen zarar demek olduğundan gerek kefalet gibi sarih veya tenasur gibi zımnî bir teahhüd ve iltizam ve gerek cebrî bir iltizam ile verilen her hangi bir zarar ve ziyana dahi denilir ki, lisanımızda ziyan vermek veya cereme vermek dahi ta'bir olunur.

Ya'ni mütegallib hükûmetlerin tazyıkları altında ağır vergiler ile ezilmekte bulunan halk gibi ezilmekteler mi? Ki, sana reybül'menunu gözetiyorlar?

41

Yoksa gayb onların yanında da onlar mı yazıyorlar?

yoksa gayb onların yanında da onlar yazıyorlar mı - kimin evvel öleceğini Levhi mahfuzdan yazıyorlar da halka onu mu haber veriyorlar?

42

Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? fakat o küfredenler kendileri otuzağa düşeceklerdir.

Yoksa bir keyd yapmak, bir duzak kurmak mı istiyorlar - ya'ni sana ve mü'minlere bir suikasd tertib etmek mi istiyorlar ya Muhammed! Darünnedvede tertib etmek istedikleri suikasdi ıhbardır. (.......) fakat o küfredenler kendileri aldanacak, o tuzak kendi başlarına geçecektir. - Netekim Resulullah salimen hicret etti ve Ebû cehiller Bedirde kendileri yakalandılar. Bu suretle bu âyet daha önceden gaybı haber vermiştir. Gaybı onların değil, Allah’ın bilip Peygamberine haber verdiğini anlatmıştır. Denilmiştir ki, suikasdi tertib edenlerin Bedirde katilleri bi'setin on beşinci senesinde olmuştur. Burada da (.......) kelimesinin on beş def'a zikredilmesiyle buna işaret olunmuştur. Şihabın dediği gibi bu kabîl gizli işaretler mu'cizati Kuraniyyeden istib'ad edilmez

43

Yoksa onların Allahdan başka bir ilâhları mı var? Allah onların koştukları şirklerden münezzehtir.

Onların şirkinden yoksa onların Allahdan gayri bir ilâhları mı var? - da onları kurtaracak mı? O taptıkları putlar onları Allah’ın azâbından kurtaracak mı zannediyorlar? (.......) Allah onların koştukları şirklerden münezzehtir. Hakıkatte ondan başka ilâh yoktur ve onun (.......) dir.

44

Hem onlar Semadan bir kıt'ayı düşerken görseler, teraküm etmiş bir bulut diyecekler

Bununla beraber onlar öyle kâfirdirler ki, Semâdan bir kıt'anın düşmekte olduğunu görseler (.......) diye istedikleri azâbın başlarına inmekte olduğunu görseler bile yine inanmazlar da (.......) toplanmış bir bulut derler - fi'len başlarına inmedikçe inanmazlar. Zira (.......) dir.

45

O halde bırak onları ta o çarpılacakları günlerine kadar

Onun için şimdi bırak onları o keyd yapmak istiyenleri (.......) o günlerine çatacakları deme kadar (.......) ki, o gün çarpılacaklar - helâk olacaklar

46

O gün ki, hiç bir tedbirlerinin kendilerine zerrece faidesi olmıyacaktır ve hiç bir suretle kurtarılmayacaklardır.

O gün ki, hiç o keyd-ü tedbirlerinin kendilerine zerrece faidesi olmıyacak (.......) ve hiç bir taraftan kurtarılmıyacaklar - işte Peygambere suikasd tertib etmek istiyen Ebû cehil ve akranı Bedir günü böyle olmuşlardı

47

O zulmedenlere ondan beride de bir azâb vardır velâkin pek çokları bilmezler.

Ve o zulmedenlere (.......) onun önünde de bir azâb vardır. - Burada iki ihtimal vardır. Birisi, o günden beride, ya'ni Dünyada bir azâb daha var demektir. Netekim Mekkeliler yedi sene kıtlık çekmişlerdi. Bundan başka o günden ötede, ya'ni ölümlerinden sonra kabirde ve Âhırette bir azâb daha var demek de olabilir. (.......) Velâkin onların pek çokları bilmezler - akıbetin böyle olacağını da onun için küfrederler.

48

Hem rabbının hukmüne sabret çünkü sen bizim nezaretimiz altındasın, kalktığın sırada rabbına hamd ile tesbih eyle, geceden de

O halde rabbının hukmüne sabret - onları o günlerine kadar bıraktırıp da seni zahmetlere göğüs germeğe me'mur eden rabbının hukmüne sabret telâş etme (.......) çünkü sen bizim görüp gözetmemizle hıfzımız, nezaretlerimiz altında mahfuzsun emîn ol. (.......) Ve rabbına hamdile tesbih et (.......) diye hamd ederek tesbih et (.......) kalkacağın sıra -ya'ni her hangi bir meclisten kalkarken:

Ebû Davud, Nesâî ve sairede Ebû Berzetel'eslemî radıyallahü anhden rivayet olunmuştur ki, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem bir meclisten kalkacağı zaman (.......) derdi. Suâl olundu, mecliste olana keffarettir buyurdu. Ba'zıları da namaza durulduğu vakıt (.......) okunması hakkında olduğunu rivayet etmişlerdir. Ba'zıları da yataktan kalktığın vakıt namaza durana kadar demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre «kıyam edeceğin sıra» demek daha ma'nâlı olacaktır.

49

Tesbih et ona hem de nücumun idbarı sıra

Geceden de onu tesbih et -ya'ni gecenin ba'zı cüz'ünde de tesbih ile ıbadet et (.......) hem de yıldızların idbarında - batmağa yaklaştığı sıra ki, gecenin âhirinde sabah vaktı - geceden tesbih akşam ve yatsı namazlarına, idbarennücum da sabah namazına işaret olduğu söylenmiş, Hazret-i Ömer, Hazret-i Ali ve Ebû Hüreyre ve Hasen radıyallahü anhümden de «geceden tesbih, nevafil, idbarennücum da fecrin iki rek'atı, ya'ni sabah namazının sünneti» olduğu nakledilmiştir. Bu suretle «Vetturi» sûresi, sabahın gelmekte olduğunu iş'ar eden idbarünnücum ile hıtam buldu, şimdi bu maktaı (.......) matlaının ta'kıbi de bakınız ne güzel olmuştur:

0 ﴿