NECMVennecmi sûresi, Necim sûresi de denilir, Mekkîdir. Âyetleri - Altmış ikidir. Kelimeleri - Üç yüz altmıştır. Harfleri - Bin dört yüz beştir. Fasılası - (.......) harfleridir. Buharînin İbn-i Abbastan, İbn-i Merduyenin İbn-i Mesuddan tahriclerine göre bu sûre Peygamberin kıraetini ı'lân ettiği ilk sûredir. Haremi şerifte kıraet buurdu, Müşrikler dinliyorlardı, yine Buharî ve Müslim ve ebû Davud ve Nesâî nin İbn-i Mes'uddan rivayetlerinde de secde nâzil olan ilk Sûre Vennecmidir. Resulullah secde etti, nâs da hep secde ettiler ancak bir adam, bir avuç toprak aldı onun üzerine secde etti, sonra ben onun kâfiren katlolunduğunu gördüm, o ümeyyetibni halef idi demiştir. Ebû hayyan da Bahirde Resulullah ile beraber mü'minler ve müşrikler hep secde ettiler, Ebû Lehebin gayri, çünkü o bir avuç toprağı alnına kaldırdı bu, yeter dedi» diye kaydetmiştir. Âlûsî ikisinin de öyle yapmış olması muhtemildir diye cem'a işaret eylemiştir. Sebeb-i nüzulü - Yine Ebû hayyanın beyanına göre: Müşriklerin Muhammed, aleyhissalâtü ves-selâm, Kur’ân’ı kendi uyduruyor demiş olmalarıdır, bu sebeble de Sûre-i Tûrun âhirine münasebeti zâhirdir, orada kâhin, mecnun şâir, kendi tekavvül ediyor dedikleri tasrih olunmuş idi. Allahü teâlâ onları redd için kasem ile hakikati beyan ederek buyuruyor ki, 1O necme kasem ederim indiği dem ki, (.......) Ennecme kasem (.......), ahid de cins de olabilir. NECİM, bir kaç ma'nâya gelir, burada her birine ihtimal verilmiştir. - 1) Evvelâ ma'lûm olduğu üzere yıldız demektir. - 2) Şecer mukabili olarak sakı olmıyan ot, çemen ma'nâsına gelir (.......) gibi. - 3) Vakıt vakıt, ceste ceste taksît suretiyle verilen şeyin her kısmına da denir. Kur’ân da yirmi üç senede ceste ceste nâzil olduğundan «müneccemen» nâzil oldu denilir ve her def'asında nâzil olan mıkdarına bir necim ıtlak edilir. - 4) Sonra lâmi ahid ayrılmamak şartıyle (.......) bilhassa Süreyyaya, ya'ni Ülker yıldızına ism olmuştur ki, esmai galibe kabîlindendir. Ülker, Semâda üzüm salkımı gibi görünür. Kamerin menazilinden üçüncü sayılır. Arablar mesel olarak: (.......) = Ülker akşam doğarsa çoban örtü ister» derler. Çünkü o zaman Güneş onun mukabilinde olarak Akrebin evvelinde bulunduğundan gurubu ile tulu' eder, Bir hadîste de: (.......) = vârid olmuştur ki, Ülker sabahleyin doğarsa âfet kalkar demektir.» Bu suretle Süreyya yıldızın en göze çarpanı ve menazilin en meşhuru olmak hasebiyle burada müfessirlerin ba'zıları bununla tefsir etmişlerdir. Bir de bu Sûrede (.......) geleceği cihetle ba'zıları da burada lâmi ahd ile ennecm, Şi'râ yıldızı olduğunu söylemişlerdir. Bu ikisinde (.......) tulu' ma'nâsına olur. Bir çokları da lâmi cins ile mutlak yıldız ma'nâsına hamleylemişlerdir. Sonra kimisi hakıkat kimisi de mecaz ma'nâsı gözetmişlerdir. Netekim Ca'feri Sadık Hazretleri, murad Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellemdir demiş buna göre (.......) den murad mi'racdan inmesi yâhud lâmekâne urucu demek olur. Fakat Ebû hayyanın nakline göre İbn-i Abbas, Mücahid, Ferra ve Kâdî münzir İbn-i Saıd, burada ennecimden murad Kur’ân’ın nüzul eden mıkdarı demek olduğunu söylemişlerdir. Nisaburî der ki, bu surette (.......) gibi olur. Biz de bu ma'nâyı tercih etmek istiyoruz. Bunun için mealde necmi yıldız diye terceme etmeyib bu ihtimallere muntabık olabilmek üzere şöyle diyoruz: o necme kasem ederim (.......) indiği dem ki, - (.......) ikinci babdan, masdarı (.......) dir ki, şahinin inişi gibi sür'atle süzülüp inmek ve düşmek veya yukarı fırlamak ma'nâlarına gelir. Yıldızların tulûu da gurubu da bir heveyan, ya'ni ufuka bir fırlayış veya ufuktan bir iniş yâhud düşüş demektir. Ecramı Semâviyye (.......) olduklarından hepsi sukut kanununa tabidirler. «gravitation» kanunu bir heveyân kanunudur. Bu madde dördüncü babdan olarak (.......) diye kullanıldığı zaman da masdarı (.......) gelir ki, nefsin şehvetine meyli, arzusuna düşkünlüğü sevdası ma'nasına gelir. Burada (.......) yıldız ma'nâsına olduğuna göre heveyânı guruba da tulûa da muhtemildir. Yolcular yıldızların tulû' veya gurub lâhzalariyle istidlâl ederek yol bulurlar. Umum yıldızların gurubu ise sabah vaktı demektir. Şu halde cins murad olunursa kasem, sabah vaktına yapılmış demek olur. Çemen ma'nâsında ise heveyân otların yükselip yere yattığı zamandır ki, baharın kuvvetli çağıdır. Kur’ân’ın necmi olduğuna göre ise hüviy onun nüzulü demektir. Bu surette Kur’ân’ın bir inişde inen her kısmının indiği lâhzaya, ya'ni vahiy vakıasının tecelli eylemekte bulunduğu saatte tecelli eden âyâti ilâhiyyeye yemin edilerek şu cevab tahkık ve te'kid ile isbat ve tebliğ olunuyor: 2Şaşırmadı sahibiniz azıtmadı da. Sapıtmadı da sahibiniz azıtmadı da DALÂL, hüdanın zıddı, yol gaib etmek veya hiç yol bulamayıp şaşkın kalmak, ĞAYY de rüşdün zıddı ki, aklın istikametini veya yolun doğrusunu gaib etmektir. «SAHİB» den murad, Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve sellemdir. Hıtab da ona Kur’ân’ı kendi uyduruyor diyen Kureyş ve eşbahinedir. Bunlara karşı sahibiniz ta'biri ma'nâlıdır. Zira sahib daima suhbette bulunan arkadaş ve sahabet edip koruyan hamî ma'nâlarını ifade ettiği için şu meali ifade eder: şimdiye kadar suhbetinde bulunarak pek iyi tanıdığınız, aklına, istikametine kail olduğunuz, bundan sonra da sizi sahabet edip hak yolunu göstermek istiyen arkadaşınız, ne yolunu şaşırdı ne de aklını: ne aldanır, ne de aldatır. Ne sahirdir ne kâhindir ne de mecnun 3Ve hevadan söylemiyor. Hevâdan da söylemiyor - onun nutku, bâhusus Kur’ân’ı nâtık olması kendisinin re'y-ü arzusundan, gönlünün meyl-ü sevdasından neş'et etmez. Öyle sırf nefsî bir söyleyiş değildir. Binaenaleyh o, bir şâır olmadığı gibi keyf ve arzusuna göre huküm sürmek istiyen ehli hevâdan da değildir. 4O sade bir vahiydir ancak vahyolunur. O - ya'ni Kur’ân veya onun nutku (.......) ancak bir vahiydir başka türlü söylenemez, yalnız (.......) vahyolunur - Allahü teâlâ tarafından kendisine vahiy ve tebliğ olunmak suretiyle bilinip söylenebilir. Ilmî hakıkatler, bâhusus istikbalin karanlıklarını keşfederek verilecek hukümler, söylenecek haberler hak tarafından bir ıhbar ve ihtibara mütevakkıftır. Peygamberin hiç ictihad ile âmil olmadığına kail olan ulema, bu âyet ile istidlâl etmişlerdir. Fakat (.......) gibi âyetler Peygamberde de ictihadın vukuunu; ancak isabet olmazsa o halde bırakılmayıp vahyile tashih edildiğini iş'ar eder. Bu âyet de esas ı'tibariyle Kur’ân hakkında olmak gerektir. Hadîslerine de şâmil olmak üzere mutlak nutkuna hamledildiği takdirde de müntehası ı'tibariyle mülâhaza edilmek ıktiza edecektir. (.......) da vahyin muzari' sıygasiyle te'kid olunarak tahkık ve tavsıfinde buna da bir işaret yok değildir. Sonra bu vahyin en kuvvetli ılmolduğunu beyan için de buyuruluyor ki, 5Ta'lim etti ona kuvveleri şiddetli. Ta'lim etti ona - ta'lim fi'li iki mef'ule teaddi eder. Bundan burada ya birinci veya ikinci mef'ulün mahzuf olduğunu anlarız. (.......) deki zamir Peygambere irca' edilirse Kur’âna raci' olan ikincisi mahzuf demektir. Bu zamir, Kur’âna irca' edildiği, ya'ni «ta'lim etti onu» diye ma'nâ verildiği surette de Peygambere raci' olan birincisi hazfedilmiş demek olur. Maamafih ikisinde de ma'nâ birdir. Ya'ni sahibinize o vahyolunan Kur’ân’ı öğretti belletti (.......) kuvveleri şiddetli 6Bir kuvvet sahibi, hemen duruklandı. Bir kuvvet sahibi (.......) buyurulduğu vechile Kur’ân’ı ta'lim eden Allahü teâlâ olduğunda şübhe yok ise de (.......) ve (.......) âyetlerinde beyan olunduğu üzere Allah’ın izniyle Kur’ân’ı kalbi Muhammedîye indiren (.......) mısdakınca vahyi getiren Resul, ruhul'kudüs Cibrîli emîn olduğu da muhakkak bulunduğundan burada iki veche muhtemil görünür. İbn-i Abbastan vârid olan bir rivayete göre Allahü teâlâ denilmiş ise de Hazret-i Aişeden vârid olan rivâyette Cebrail diye tefsir olunmuş ve evsaf ve elfazın zâhiri de buna münasib bulunmuş olduğundan çokları Cebrail demişlerdir. Netekim Beyzavî (.......) ya'ni kuvveleri şiddetli bir Melek ki, o Cebraildir. Zira o, harikalar ızharında vasıtadır» demiştir. Sonra da obir kavle (.......) ile işaret eylemiştir. Taberî, şedidül'kuvâ, şedidül'esbab demektir diyor. Nisaburî de ya'ni ılmî ve amelî kuvveleri hepsi şedid diye ifade etmiş ve demiştir ki, müteallimin fazıleti anlaşılmak için muallim medholunmuştur. (.......) denilmiş olsa idi bunun zâhirinden müteallimin fazıleti açık anlaşılmazdı. Bir de bunda (.......) diyenlerin sözünü red vardır. Çünkü (.......) dir. (.......) MİRRE, mürurün binai nev'i, öd, akıl, kuvvet, kat, sağlamlık gibi bir kaç ma'nâya gelebileceğine göre zûmirre; müessir ve nâfiz, ödlü, ya'ni ödeğin zıddı olarak kavî ruhlu, akıllı, kuvvetli, sağlam vücudlu mefhumlarını ifade edebilirse de müfessirîn başlıca üç ma'nâ göstermişlerdir: 1) Kuvvetli 2) sağlam yapılı güzel manzaralı 3) Keşşaf, Beyzavî ve Ebüssüudün ifadelerine göre akıl ve re'yinde hasafet ve metanet sahibi. Bunlardan birincisi, ya'ni kuvvetli ma'nâsı (.......) mucebince Allahü teâlânın sıfatı olabilirse de ikinci ve üçüncü ma'nâlar Cebraile yakışır. (.......) hemen istivâ ediverdi - Râgıb der ki, istivâ kelimesi iki türlü kullanılır. Birisinde iki veya daha ziyade fâıle isnad olunur: meselâ, istevâ zeydün ve amrun denilir müsavi oldular demektir. Müsavat da kemmiyyette veya keyfiyyette muadele, ya'ni denkleşmedir. (.......) bu ma'nâdandır. İkincisi de bir şeyin zatındaki i'tidale - düzgünlük, denklik, doğruluk, yükseklik gibi nisbeti mahsusaya - söylenir, (.......) ile tadiyesinde de istilâ ma'nâsını ıktiza eder. Maamafih buradaki (.......) de müfessirînin bir kaç vechi vardır. Evvelâ bunun zamirinde iki vecih muhtemildir. Birisi ta'lim eden Cebraîle, birisi de ta'lim olunan sahibe raci' olmasıdır. Cibrîle raci' olduğuna göre (.......) tefsiriyye olarak (.......) ya atfolunup (.......) kavline kadar ta'limin keyfiyyetini bir nevi' beyandır. Bunda istivâ Cibrilîn düpedüz kendi suretiyle ufukı a'lâda doğrudan doğru zuhuru ma'nâsına olarak (.......) diye anlatılmıştır. Denilmiş ki, Enbiyadan hiç biri Cebraîli hakıkî suretiyle görmemişti ancak Muhammed aleyhıssalâtü vesselâm biri Arzda biri Semâda iki kerre gördü (.......) Bu izaha göre ma'nâ şu oluyor: Cebraîl ona şöyle ta'lim etti: ba'zan olduğu gibi, beşer suretinde temessül ederek değil, Allah’ın yarattığı gibi hakıkî suret ve hılkati ile düpedüz doğrudan doğru ufukı a'lâda durup göründü. Bunu dosdoğru Semâda göründü diye de ifade edebiliriz. Ba'zıları ta'lim etti de Semâda durdu demişler, ba'zıları da verilen emr üzerine kuvvetiyle istiylâ etti demişlerdir. İstivâ eden Peygamber olduğuna göre ise - ki, biz bu ma'nâ üzerine yürümek istiyoruz - (.......) mücerred ta'kıyb veya sebebiyye olarak şöyle demek olur: o kuvvetleri şiddetli kuvvet sahibi ta'lim etti de sahibiniz hemen istivâ etti. Ya'ni ılm-ü nübüvvette yükselip istikametini aldı, 7Ve o en yüksek ufukta idi. En yüksek ufukta olarak istivâ etti - UFUK, Esas ma'nasında mutlaka kıyı ve kenar demektir. Bilhassa Semânın kenarlarından kıyısına ve eteğine denir. Rüzgârların estiği cihetlere de ıtlak edilir. Hey'etçilerin ufukı hissî, ufukı zâhirî veya mer'î veya şuaî, ufukı hakıkî diye mülâhaza ettikleri üç daire ıstılahî olmakla beraber ikinci ma'nâdan hariç değildir. Çünkü hasılı rasıdın kametine amuden bulunduğu noktadan veya gözünden veya merkezi Arzdan geçtiği düşünülen Arz müstevîsinin Semâ ile faslı müşterekine ufuk denilmiş oluyor ki, Arz bakımından gök kubbenin tam kıyısı demektir. Şu halde ufuk bir bakıma Arzın, bir bakıma da Semânın kıyısı olacağından en yüksek kıyısı demek olan ufukı a'lâ, ufukı Semâ ve ufukı şarkî denilmiştir. Fahruddini Razî der ki, meşhuru bu (.......) zamiri Cibrîlindir. Cibrîl, Allah’ın halkettiği gibi ufukı şarkîde istivâ eyledi, azametinden bütün meşrıkı kapladı diye ma'nâ verilmiştir. Halbuki zâhir olan murad Muhammed sallallahü aleyhi vesellem olmasıdır. Ma'nâsı mekânda âlî bir makamda istivâ ise de maksad hakıkaten mekânda bulunmak değil, kadrinin, rütbe ve menzilesinin yüksekliğidir (.......) 8Sonra yaklaştı da tedellî etti Sonra yaklaştı (.......) tedellî etti de - tedellî kelimesinde üç iştikak vardır. Birisi delâlden aslı tedellül olarak dilber, naz suretinde cilve ve inbisat göstermektir. Burada bu ma'nâdan bahsetmişlerse de Allahü teâlâya isnad edildiği takdirde habîb ile mahbub beyninde mahabbet tecelliyyatından güzel bir istiare olabilir. İkincisi: yaî olarak (.......) dan yaklaşmak ve tevazu' eylemek ma'nâsına gelir ki, burada ba'zıları bu ma'nâyı vermişlerdir. Bu surette (.......) nın bir tefsiri gibi olarak yaklaştı indi veya indi yaklaştı meâlinde olur. Üçüncüsü vavî olarak (.......) den müştak olmasıdır. Delv ismi kofa demek olduğu gibi delv masdarı da kofayı sarkıtmak veya çekmek ma'nâlarına geldiği için onun tefe'ulü olan tedellî de her hangi bir şeyin yukarıdan aşağı sarkması veya aşağıdan yukarı çekilmesi ma'nâlarına gelebilir. Onun için çokları Cibrîlin fi'lı olmak üzere sarkmak ma'nâsiyle tefsir etmişlerdir. Ya'ni Cibrîl ufukı a'lâda istivâdan sonra yaklaştı birdenbire Peygambere doğru sarktı. Bu takdir, Cebeli Hirada (.......) ta'limiyle vahyin başlangıcındaki gelişini anlatmış oluyorsa da henüz Peygamberin terakkısine, mi'racına müteallık bir mazmun ifade etmiş olmuyor. Bu dünüvv ve tedelliyi Allah’ın fi'li olarak mülâhaz edenler tedelliyi bir de cezb ma'nâsı ile tefsir etmişlerdir. Netekim Beyzavî bunu (.......) ya'ni Allahü teâlânın tedellîsi Peygamberi bütün külliyyeti ile Cenabı kudse cezbetmesi demektir.» Diye göstermiştir. Fakat biz bunu cezb değil cezbin eseri ve istivâ gibi Peygamberin vasfı olmak üzere aynı ma'nâdan incizab ile bir terakkı anlıyoruz ki, yukarıdan aşağıya sarkmak değil, aşağıdan yukarıya çekilip çıkmak ma'nâsıdır ve bununla temamen mi'raca işaret buyurulmuştur, Ya'nı Peygamber, Cibrîlin ta'limi üzerine ufukı a'lâda istivâ ile de kalmadı o istivâdan sonra kurbi hakka, Cenabı kudse doğru yaklaştı. Allahü a'lem (.......) mazmunu zâhir oldu da birden bire bir incizab ile ufukı a'lânın mâverasını fırladı. 9«kabe kavseyni ev edna» oldu da. (.......) oldu da oldu - iki yay kadar veya daha yakın. KAVS, Ma'lûm ki, yay demektir. KAB de yayın kabzasiyle giriş mehalli olan iki köşe aralığına denir ki, bir yayda iki kab bulunur. Bu ma'nâ ile ba'zıları burada kalb tarikıyle bir kavsin iki kabı (.......) demek olabileceğini söylemişlerdir. Yayın kabzasiyle kirişi arasında da kab denilebildiği söylenmiştir. Mızrak (rumh), değnek (sevt), arşın (zira', kol), boy, kulaç (ba'), adım (hatve), karış (şibr), serre (fitr), parmak (ısbi') tul ölçüsü olarak kullanılmış olduğu gibi kavs de öyle bir tul mıkyası olarak kullanılmıştır. Hicaz lügatinde kavs zira' ma'nâsına geldiği ve İbn-i Abbastan burada bu ma'nâya olduğu da söylenmiştir. Buna göre (.......) iki arşın kadar demek gibi olmuş oluyor. Lâkin burada daha güzel bir ma'nâ nakledilmiştir. Şöyle ki, Arablar cahiliyyede bir ittifak için andlaşacakları zaman iki yay çıkarır birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin kabini birleştirir, sonra ikisini beraber çekip onlarla bir ok atarlar. Bu onların her birinin rızası diğerinin rızası, gadabı diğerinin gadabı olup hılâfı mümkin olmıyacak vechile ahidleştiklerine işaret olurdu. Bu ma'nâda kab, mıkdar ma'nâsına değil, iki kavsin birlik manzarasını gösteren kabza ile giriş arası demek oluyor. Görülüyor ki, bu ma'nâ hem obirinden daha ziyade bir yakınlık tasvir ediyor, hem de ma'nevî bir kurbe işaret eyliyor (.......) hattâ daha yakın ma'nâsına bir terakkı ifade eder. Böyle muhatabların bakımından terdid suretinde anlatılması da ifadenin temsilî olduğunu ıhtar içindir. Bunun için müfessirîn derler ki, kemali kurbü tasvir eden bu ifade melekei ittisali temsil ve bü'di mülebbisi nefyile Peygamberin vahyi istimaını tahkıktir. 10Verdi kuluna verdiği vahyi. Bu suretle Allah kuluna verdiği vahyi verdi - burada (.......) deki zamirin Allah’a raci' olduğunda ıhtilâf yoktur. Şedidül'kuvâdan murad Allahü teâlâ olduğuna göre bu zâhirdir. Diğer vecihlerde de ifadenin cereyanında ismullah, ma'lûm olarak mezkûr hukmündedir. Şu halde burada başlıca iki ma'nâ mümkindir. Birisi: işte Cebraîl böyle yaklaştı da Allah’ın kulu Muhammed aleyhisselâma gönderdiği her vahyi getirdi vahyetti onu öyle ta'lim etti: ibtida bütün suretiyle görünerek onun vahyi ilâhî olduğunu öğretti de peyderpey tebliğ eyledi. Birisi de: işte Allah’ın has kulu olan sahibiniz Muhammed aleyhisselâm o istivâdan sonra rabbına öyle yaklaştı, her vasıta mürtefi' oldu da Allah o kuluna doğrudan doğru verdiği vahyi verdi. Ya'ni mi'racda her ne vahyeyledi ise Cibrîlin dahi tevassutu olmaksızın vahyeyledi. Biz bu ma'nâya tarafdarız. Evvelki ma'nâya göre Mi'rac kazıyyesi yalnız (.......) kavline bırakılmış oluyor. Mi'racda bilâ vasıta vahyolunan (.......) ne idi? Bunun birisi namaz olduğu ma'ruftur, Bir de şu rivâyet edilmiştir: Peygamberlerden hiç biri senden evvel Cennete girmiyecek, ümmetlerden hiç biri de senin ümmetinden evvel Cennete girmiyecek. Sûre-i «Bakare» nin âhiri (.......) nün de Mi'racda nüzulüne dair rivayet geçmişti. Sahihi Müslimde: Resulullaha üç şey verildi. Beş vakıt namaz verildi, Sûre-i «Bakare» nin havatimi verildi, ümmetinden hiç bir şey şerik koşmıyanlara mukhimat, ya'ni büyük günahlar mağfiret olundu diye merviydir. Maamafih o bezmi hastaki vahyin tafsılâtı ne olduğunu ancak Allah ile Peygamberi bilir. Netekim Nizamüddini Nisaburî tefsirinde der ki, zâhir olan bir takım esrar ve hakaik ve maariftir ki, onları Allah ile Resulünden başkası bilmez. 11Gözün gördüğünü kalb tekzib etmedi Gördüğünü gönül tekzib etmedi -burada (.......) zamiri abde de fuade de gidebilir. (.......) buyurulmasına göre bu ru'yetin basarî olması ıktiza eder. Gözünün gördüğünü kalbi tekzib etmedi demek olur. Ya'ni gerek bütün o kuvvelerinin, kuvvetinin şiddetiyle Cibrîli ve gerek Mi'racdaki o tecelliyatı görmesi bir hayal değil, kalb ve vicdanın yalan çıkarmayıp şehadet ederek tasdık eylediği hakıkattir. Onun için Cibrîl her geldikçe her hangi surette olursa olsun tanıdı 12Şimdi siz ona o görüşüne karşı mücadele mi ediyorsunuz? şimdi siz ona, o görüşüne karşı mücadele mi ediyorsunuz? - Muzari' sıygasiyle (.......) buyurulması ru'yetin istimrarına delâlet eder. Netekim bunu sarahatle takrir için de şöyle buyuruluyor: 13Kasem olsun ki, o onu bir deha da inişinde gördü. Kasem olsun ki, o, onu bir de diğer inişte gördü -bir de gördüğü şedidül'kuvâ zûmirreyi ya'ni, hakıkî sureti ve bütün kuvâsı ve kuvveti ile kendini ta'lim eden Cibrîli bir de Mi'ractan inerken gördü, Burada Cibrîlin mertebesi Resulullahın mertebesinden geri kaldığına işaret olunmuştur. Müfessirînin çoğu diyorlar ki, (.......) masdar binai merre olduğundan dolayı (.......) ma'nâsında zarfiyyet üzere mensubdur. Diğer bir kerre de bir inişte gördü demek olur. Sofî ve İbn-i Atıyye gibi ba'zıları da hal mevkıinde masdar olduğunu söylemişlerdir ki, inerken demek olur (.......) evvelkine göre (.......) nin sıfatı, diğer bir iniş, ikinciye göre de (.......) diğer bir kerre yâhud (.......) nin mef'uli mutlakı olarak (.......) diğer bir görüş demektir. Bu inişin Mi'rac gecesi olduğunda ittifak vardır. Ancak kimin inişi olduğu hakkında söz de vardır. Ba'zıları Allahü teâlânın nüzulü demişlerdir. Razî der ki, Allahü teâlâ hakkında hareket ve nüzul tesavvuru batıldır. Ma'nevî kurb ile nüzul ise rahmet ve fadl ile abdine yaklaşır da abd onu görmez. Onun için Musâ (.......) dedi ki, azamet ve celâl hicablarından ba'zısını izale et kuluna rahmet ve ifdal ile, yaklaş da seni göreyim demektir. Bir çokları Cibrîlin hakıkî sureti ile nüzulü demişlerdir. Lâkin, Cibrîl Sidrei müntehadan öte geçemediğine göre burada (.......) kaydi Cibrîlin nuzulü haline münasib olmaz. Zira Cibrîl bir iniş halinde Sidrei müntehanın yanında görülmek için oraya daha yüksekten inmiş olmak ıktiza eder. Bunun için biz (.......) olan Peygamberin Mi'racdan inişi ma'nâsına anlıyoruz. Razî ve Nisaburînin kaydettikleri vechile Mi'rac haberlerinde vârid olduğuna göre mı'rac gecesi: Cibrîl (.......) = bir parmak ucu daha yaklaşsam muhakkak yanardım» dediği makamda Peygamberden geri kalıp Peygamber geçti, sonra ona avdet eyledi ki, bu iniştir. Bir de Resulullah namaz emrinde bir kaç kerreler inip çıkmış idi (.......) ta'biri bu i'tibar ile son inişi ifade etmiş olacağından daha ma'nâlı olmuş oluyor. Biz bu ma'nâda karar kılmak istiyoruz. Bunun hasılı şu oluyor: Resulullah Cibrîli necmi Kur’ân’ın her nüzulünde temessül ettiği suret ile görüyordu, hakıkî sureti ile de bir kerre Mi'racdan evvel gördü, o vakıt Cibrîl Resulullaha inmiş idi, bir kerre de Mi'racdan inerken gördü. Bunda Resulullah Cibrîle doğru iniyordu, Cibrîl onu istikbal ediyordu. 14Sidrei müntehanın yanında Sidrei müntehanın yanında - SİDREİ MÜNTEHÂ, müntehâ sidresi, terkibi izafidir. MÜNTEHÂ, ismi mekân ve masdarı mimî olabileceğine göre nihayet sidresi veya son haddin sidresi mefhumunu ifade eder bir ism olmuştur. Sidre, yukarılarda da geçtiği üzere bir ağaçtır. Kamus tercemesinde: sidr, (.......) in kesri ve (.......) in sükûniyle şeceri nebk ismidir ki, Arabistan kirazı ta'bir olunur. Trabzon hurması ol nevi'dendir. Müfredi sidredir, cem'i siderat ve sidirat ve sider ve südür gelir. Ve şeceri mezbur iki gûne olur biri büstanîdir ki, yemişi hoş olup yaprağıyle de gaslolunur. Birisi berrîdir ki, yemişi kekre olur. Ve ikisinin de gölgesi begayet koyu ve lâtıf ve hafîf olur (.......) Bu maddede bir hayret ma'nâsı da vardır. Seder ve sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bundan binai nevi' olduğu zaman da bir nevi' tehayyür ifade eder. Müfessirîn Sidrei müntehayi her iki ma'nâya işaret ederek tefsir etmişlerdir: 1- Sidrei müntehâ, Arşın sağından yedinci Semâda - bir hadîste de altıncı Semâda - bir nebk ağacıdır ki, müttakîlere mev'ud olan Cennetteki nehirler, (Sûre-i Muhammed) onun altından kaynar. Hazret-i Peygamberden bunun vasfında nebkı kilâli hecer ve yaprakları âzani Fîyele gibi «bir şecere ki, rakib gölgesinde yetmiş sene gitse kat'edemez, bir yaprağı ümmetin hepsini örter», «bir şecere ki, rakib gölgesinde yüz sene gider kat'edemez ve bir yaprağı bütün ümmeti bürür» gibi haberler nakledilmiştir. Bunda bütün âlemi halkın ecram ve eb'adı ile müntehayi teşekkülâtı, âlemi emir hududuna dikilmiş bir ağaç, bir «şecerei kevn» olarak gösterilmiş gibi görünür. İbn-i Mes'ud radıyallahü anhten de: (.......) Sidrei müntehâ Cennetin uclarındandır, üzerinde sündüs ve istebrekın etekleri vardır» diye rivâyet edilmiş olmakla Keşşafta (.......) denilmiştir. İbn-i Abbas ve Kâ'bdan nakledildiğine göre Sidrei müntehâ Arşın tahtinde bir sidredir ki, gerek Melek ve gerek Nebiyy ve gerek sair mahlûkattan her alimin ılmi nihayet ona müntehî olur. Ondan ötesi gayıbdır, Allahdan başkası bilmez. Yâhud Dahhâktan rivayet olunduğu üzere emri ilâhîden her şey ona müntehî olur. Ondan ileri geçmez. Hep bu kaviller, münteha denilmesinin vechini beyan gibidir. 2- Fahri Razînin birinciden sonra kaydettiği bir kavle göre de: sidre «rakib» den rikbe gibi binai merre olarak sidrei müntehâ hayreti kusvâ demektir. Ya'ni akılların hayrette kaldığı, daha fevkinde hayret tesavvur edilmiyecek vechile son derecede hayrette kaldığı makamda Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem hayrette kalmadı, şaşmadı, gayb etmedi, gördüğünü gördü. Maamafih yine Razî der ki, sahih olan evvelki vecihtir. 3- Ebüssüudun kaydettiği bir ma'nâya göre (.......) buyurulduğu üzere müntehâ Allahü teâlâ, sidretülmüntehâ da milkin malikine isafeti ile Allah’ın sidresi demek dahi olabilir. 15Ki, Cennetül'me'vâ onun yanında Cennetülme'vâ onun yanında - ya'ni Sidrenin yanında Cennetülme'vâ. Müttekilerin veya şühedâ ervahının varacakları Cennet. 16O dem ki, o Sidreyi bürüyen bürüyordu O dem ki, Sidreyi bürüyen bürüyordu - o demde gördü. Mi'rac hadîslerinde İbn-i Cerîrin tahric ettiği rivâyetlerde Hazret-i Enes radıyallahü anh demiştir ki, Resulullah buyurdu: Melek beni mi'raca çıkardı, sonra Sidreye müntehî oldum, onun Sidre olduğunu tanıyorum, yaprağını ve meyvesini tanıyordum. Derken onu Allah’ın emrinden bürüyen bürüyüverince öyle tehavvül etti ki, husnünden kimsenin tavsıf edemiyeceği bir hale geldi, onu vasf edemem. İbn-i Cerîrde İbn-i Zeydden: ya Resulullah Sidreyi gaşy eden ne gördün? denildi, buyurdu ki, (.......) ya'ni altundan bir pervane gaşy ediyordu gördüm ve gördüm ki, her yaprağında bir Melek kaim Allah’a tesbih eyliyordu. İbn-i Abbastan:(.......) onu Allah gaşy etti de Muhammed Rabbının âyatından en büyüğünü gördü. Bu gaşıy sıfatı fi'l olmak gerektir. Rebî'den: Sidreyi Rabbın nuru gaşyetti ve Melâike gaşyetti. Ebil'âliyeden: onu hallâkın nuru gaşyetti, öyle ki, ağaca uçuşan kuşlar gibi. Mücahidden: Muhammed, Sidreyi gördü ve Muhammed kalbi ile rabbını gördü. 17Göz, ne şaştı ne aştı Göz şaşmadı - onu gören Resulullahın gözü kaymadı, şaşıp da sağa sola bir eğri bakmadı (.......) ve aşmadı - görmek haddini tecavüz edip de yanlış bir görüş de görmedi - akılların şaşacağı, gözlerin kamaşacağı hayretengiz şeyler görmekle beraber ne şaştı ne de aştı, kemali dikkat ve sıhhat ile tesbit edip müşahede etti. Evvelkisi edebini, ikincisi kuvvetini beyandır. Razî der ki, Musâ aleyhisselâma olduğu gibi olmadı, zira onda cebel düpedüz olmuş, Musâ sa'ka ile yıkılmış ve binaenaleyh nazarı kesmiş bayılmış idi. Lâkin Sidre cebelden kuvvetli idi, cebel dekkoldu Sidre sebat etti şecere kımıldamadı (.......) oldu fakat Muhammed sarsılmadı (.......) 18Vallahi gördü rabbının âyâtından en büyüğünü gördü Vallahi gördü Rabbının âyatından en büyüğünü - (.......) kasemin cevabı,(.......), tahkık ile takviyesi, âyat, acaibât demektir. Elkübrâ da iki vecih vardır. Birincisi gösterildiği vecihle (.......) nin mef'ulü olarak (.......) sebkindedir. İkincisi, âyatın sıfatı olup vallahi rabbının en büyük âyatından bir şey gördü demek olur. Üçüncü bir ma'nâda (.......) zaid olarak vallahi rabbınnı en büyük âyetlerini gördü demek olabilir. Hasılı Mi'racda rabbının rübubiyyeti âyatından, mülk-ü melekûtü acaibâtından kelâmın ifadesi hududuna sığmıyacak ve ancak müşahede ile irilebilecek en büyük âyetini veya en büyük âyetlerini gördü demek oluyor. Şu halde bu âyetin ne olduğunu iyzaha kalkışmak haddimiz olmaz. Görülüyor ki, rabbını gördü denilmemiş, rabbının âyatından en büyüğünü gördü denilmiştir. Bundan ru'yeti zatı anlamağa zâhiren hak görünmez. Gerçi yukarıdaki (.......) bu âyetten ıbaret değildir denilebildiğine (.......) kurbi zate işaret olduğuna göre ru'yeti zat ve onun ru'yeti basariyye mi yoksa mücerred ru'yeti kalbiyye mi olduğu hakkında bahse de bir mecal görülebilirse de âyâtın en büyüğünü gösteren bu âyet bütün yukarıki beyanatın zübdesi demek olduğundan yukarıki (.......) bâşka olduğu takdirde de bundan daha büyük olamamak ıktiza edecektir. Buharîde Mesruk tarikıyle Hazret-i Aişeden şöyle tahriç olunmuştur: Mesruk demiştir ki, Hazret-i Aişe radıyallahü anhaya dedim: valide hazretleri! Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellem rabbını gördü mü! müşarünileyha dedi ki, söylediğinden tüylerim diken diken oldu. Nerdesin şu üçten ki, her kim onları sana söylerse yalan söylemiştir. Her kim Muhammed sallallahü aleyhi vesellem rabbını gördü derse yalan söylemiştir. Sonra okudu: (.......) Ve her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse yalan söylemiştir. Sonra okudu: (.......) Ve her kim sana o kemetti derse yalan söylemiştir. Sonra okudu: (.......) ve lâkin o Cibrîl aleyhisselâmı iki kerre suretinde gördü. Yine Buharîde Abdullah İbn-i mes'uddan: Cebraîli gördü altıyüz Cenahı vardı, yine Abdullahdan (.......) demiştir ki, Cennetten yeşil bir refref gördü ufku seddetmişti. Demek ki, görülen âyât, Cibrîlden ıbaret değildir. Bundan başka Müslimde: şunlar da rivâyet edilmiştir: 1) Atâ tarikıyle İbn-i Abbastan: onu kalbi ile gördü. 2) Ebû l'aliye tarikıyle İbn-i Abbastan: (.......) onu fuadı ile iki kerre gördü demiştir ki, rabbını gördü diye tefsir etmişlerdir. Buna mukabil Buharîdekinden başka bir de daha mufassal olmak üzere Mesruktan şöyle rivâyet etmiştir. 3) Mesruk demiştir ki, Hazret-i Aişenin yanında idim, dedi: ya ebâ Aişe: üç, her kim onlardan birini söylerse Allah’a karşı büyük iftirâ etmiş olur. Nedir onlar? dedim. Her kim dedi: Muhammed sallallahü aleyhi vesellem rabbını gördü diye zu'mederse Allah’a karşı büyük iftirâ etmiş olur», ben dayanıyordum oturdum da ya ümmel'mü'minîn dedim bana müsaade buyur, acele etme, Allah azze vecelle (.......) buyurmadı mı? Bunun üzerine ben dedi: bu ümmetin Resulullahdan onu ilk evvel soranıyım, buyurdu ki, o Cibrîldir, Onu yaratılmış olduğu suret üzere bu iki kerreden başka görmedim, Semâdan inerken gördüm, hılkatinin büyüklüğü Semâ ile Arz arasını örtmüş idi» dedikten sonra müşarünileyhâ: hem işitmedin mi dedi: Allahü teâlâ (.......) buyuruyor ve işitmedin mi Allahü teâlâ (.......) buyuruyor. İlâ âhiril hadîs. - Bu rivâyette hadîs, Hazret-i Aişenin kendi ictihadı olmak ihtimaliyle mevkuf kalmıyor. Hazret-i Peygambere müsned de olmuş oluyor, bunun için Müslim buna etemm ve atvel demiştir. - 4) Abdullah İbn-i Şakîk ebû Zerden: dedi ki, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Hazretlerine «rabbını gördün mü» diye sordum (.......) = bir nur anı nasıl görürüm, yahud nereden görürüm?» buyurdu. - 5) Bir de Abdullah İbn-i Şakîk demiştir ki, Ebû zerre: Resulullahı göreydim sorardım dedim, neyi sorardın? dedi, rabbını gördün mü? diye sorardım dedim, Ebû zer dedi ki, ben sordum da buyurdu ki, (.......) bir nur gördüm» (.......) Kâdî Iyaz, Şifai şerifte der ki, bir cemaat Hazret-i Aişenin kavlincedir. İbn-i Mes'uddan ve Ebuhüreyreden meşhur olan da budur. Bu vechile Muhaddisîn ve Fukaha ve Mütekellimînden bir cemaat Dünyada ru'yetin imtinaına ve inkârına kail oldular. İbn-i Abbastan meşhur olan ise Peygamberin rabbını gözleriyle görmüş olmasıdır. Hattâ rivâyetlerinin ba'zı tarafında - Hâkim, Nesâî , Taberanî rivâyetlerinde - Allahü teâlâ Mûsaya kelâm, İbrahime hullet, Muhammede ru'yet ile ıhtisas buyurdu demiştir. Eş'arî ve eshabından bir cemaat da Peygamberin Allahü teâlâyı basari ile ve baş gözüyle gördüğüne kaildir. Ba'zı meşâyıh de göz ile ru'yette tevakkuf eylemiş, bu babda vazıh bir delil yoksa da caiz olduğunu söylemiştir. Kâdî Iyaz der ki, evet, hiç şübhesiz hakk olan budur. Allahü teâlânın Dünyada görülmesi aklen caizdir, akılda onu muhal kılacak bir şey yoktur. Şeri'de de istihalesine, imtinaına kat'î bir delil yoktur (.......) gözler ihata edemez veya her göz göremez demek gibi te'vilâta müsaid bulunduğu için imtina'da huccet değildir. (.......) de umum üzere değildir. Maamafih Peygamberimizin gözle ru'yeti hakkında da kat'î nass yoktur. Çünkü bu babda en ziyade i'timad edilen (.......) nin iki âyetidir. Bunlar da ise ıhtilâf me'sûr ve ihtimal mümkindir. Peygamberden tevâtür yok, İbn-i Abbasın kavli de kendi i'tikadıdır ve Peygambere isnad etmemiştir ilâ. Şifa şerhinde Aliyyülkarî, Gazalî ihyasında sahih olan Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Mi'rac gecesi Allahü teâlâyı görmedi demiş ve lâkin nevevî Fetavade ru'yeti tashih etmiş ve onu muhakkıkînden nakleylemiştir diye kaydeder. Fahruddîni Razî tefsirinde: cihetsiz mukabelesiz ru'yetullahın cevazından bahs ettiğinden ve Ehl-i Sünnete göre ru'yetin kudreti abd ile değil, Allah’ın iradesiyle olduğunu ve Allahü teâlânın diler gözde dilerse gönülde idrak halk edebileceğini ve Sahabe beyninde mes'elenin muhtelefünfih olup vuku'da ıhtilâf, cevazda ittifaka delâlet eylediğini söyledikten başka bilhassa der ki, (.......) kavlinde şuna delil vardır ki, Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi vesellem Mi'rac gecesi Allah’ın âyatını görmüş Allah’ı görmemiştir. Maamafih bunda hılâf da vardır. Bunun vechi: Allahü teâlâ Mi'rac kıssasını ru'yeti âyât ile hatmetmiş (.......) de de (.......) buyurmuştur eğer rabbını görmüş olsa idi mümkin olanın en büyüğü olurdu, o takdirde âyet, ru'yet olur ve en büyük şey ru'yetten ıbaret bulunurdu (.......) Ya'ni bizzat Allah’ı ru'yet olsa idi Mi'racın en büyük gayesi o ru'yet olacağından sonunda (.......) veya (.......) diye onun söylenmesi ıktıza ederdi. Razînin bu son ifadesi bize diğer bir ma'nâ ıhtar etti. Ru'yet en büyük âyet olunca burada «kübra» yı ru'yet ile tefsir edebilmemiz lâzım gelecektir ki, bunu iki vech ile mülâhaza mümkindir. Birisi: rabbının âyatından, ya'ni acaibi mu'cizatından en büyüğü olan ru'yet mu'cizesini gördü, Âhırette ümmetinin göreceği gibi beni gördü demek olabilir. Bir de en büyük âyet olan ru'yetin hakikatini gördü demek olabilir. Çünkü (.......) âyetinde de geçtiği üzere basarların künhünü ve binaenaleyh ru'yet denilen fi'lin hakikatini Allah bilir. O halde ru'yetin hakikatini görmek (.......) hadîsi (.......) mazmunu üzere Allahü teâlânın Resulullahda tecelli eden en büyük âyat ve delâili kurbundan olmuş olur. Bu ma'nâca âyeti kübrâ hakikati muhammediyye demektir.(.......) kasrında bu ma'nâya bir tenbih olsa gerektir. Aliyyülkari bu mes'ele hakkında güzel bir tevfık yaparak der ki, Allahü a'lem bu müşkil mes'elede delillerin beynini cem'etmek mümkin olur şöyle ki, ru'yeti isbata delâlet ederek varid olan ancak tecelliyi sıfat i'tibariyledir. Ru'yeti nefye işaret ederek varid olan da tecelliyi zata mahmuldür. Çünkü zati şey'in tecellisi ancak hakikatinden keşf ile olur bu ise Allahü teâlânın zati hakkında ihata ve hıyatası i'tibariyle muhaldir. Netekim (.......) buyurulması ve (.......) buyurulması buna delâlet eyler (.......) kavlinde rabbın zikriyle ca'l ta'bir olunmasında buna bir telvih, kezalik (.......) kavlinde bir telmih ve Peygamberin (.......) Bedr gecesi Kameri birbirinizle sıkışmıyarak gördüğünüz gibi göreceksiniz» kavlinde de bir tasrih vardır. Velhasıl Dünyada ma'rifetten yakınen bilinen ukbâda ona ayni yakîn olur. Bununla beraber hakıkati zatiyyeden kâşif olan tecelliyyati sıfatiyyenin de makamatı ebediyye ve halâti sermediyyede nihayeti yoktur. Seyr ilâllahda müntehi olan sâlik Cennette yine seyr fillâh ile ebeden sair olur. (.......) buyurulmuştur. Maamafih onun evveliyyetine bidayet olmadığı gibi âhiriyyetine nihayet de yoktur. (.......) Nazmı celîlin zâhirinin muktezasını beyanda da iki noktai nazar üzere söz söylenmiştir. Sahib Keşşaf şöyle cezmeder: nazmın zâhiri ekserin dedikleri gibi dünüvv ve tedellînin Peygamber ve Cibrîl arasında olup mer'înin Cibrîl ayehisselâm olmasıdır. Hazret-i Peygamberin Hazret-i Aişeye cevabı haberi sahih olunca ona kail olmaktan kimse vareste olamaz. Allâmei Tıybî de demiştir ki, nazmın muktezası şudur: kelâmın cereyanı (.......) ya kadar kelâm vahiy emri ve Melekten telâkkîsi ve hasımların şübhelerinin ref'i hakkında (.......), kavline kadar da cenabı akdese uruc hakkındadır. Her sahib lübb olana hafiy değildir ki, (.......) makamı «Cibrîl Allah’ın kuluna vahyetti» ma'nâsına hamilden ibâ eder. Zira erbabı kulûbun zevkı ondan iki sir söyleşen beynindeki yakınlık ma'nâsını tadar ki, ona bisatı vehim zıyk, nıtakı fehim na mutıktır (.......) Bu tafsılâttan sonra bizim de Hazret-i Aişe hadîsinin Peygambere merfu' olan noktasını i'mal ile beraber nazmın cereyanından anladığımızın hulâsası bu minval üzeredir. Evvelâ Resullahın Cibrîl vasıtasiyle (.......) mısdakınca ta'limi, sonra istivâ ile ufukı a'lâya yükselişi, sonra da ufukun fevkında Mi'rac ile makamı Cibrîli geçişi, ve Cibrîli görüşü (.......) işaretinden anlaşıldığı üzere müstemirr olmakla beraber biri, Mi'raca çıkmazdan evvel fevkında, biri de, mi'racdan inerken dununda olmak üzere hakıkî suretinde iki nevi' görüşü olduğu ve nihayet rabbının âyâtından en büyüğünü gördüğü anlatılmıştır ki, bu siyaka göre bu «kübrâ» nın Cibrîlden ıbaret olmayıp daha büyük olması ıktiza eder. Netekim Razî de zâhir olan bu âyât, Cibrîlin gayri olmaktır der. Âlûsî de şöyle demiştir. Ba'zı haberlerde aleyhissalâtü ves-selâmın bu gördüğünü Cibrîl ve Refref diye ta'yin vârid olmuş ise de gerek olan hasra hamleylememektir. aleyhissalâtü ves-selâm Mi'rac gecesi lâ tuhsâ âyâti kübrâ görmüştür. (.......) Sahihi Müslimde İbn-i Abbas Ebû habbetel'ensarî radıyallahü anhümadan rivâyet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki, (.......) sonra uruc ettirildim tâ bir müstevâya çıktım ki, orada kalemlerin cızırtısını işitiyordum» ya'ni bir makama, bir seviyyeye irdirildim ki, kâinatın mukadderatının cereyanına muttali' oluyordum. Biz bu hadîsi (.......) âyetinin mazmunu ile alâkadar görüyoruz. Burada (.......) takdirinde olarak en büyük âyet demek olduğuna, kelâmın cereyanı da makamı Muhammedînin beyanı hakkında bulunduğuna binaen bu en büyük âyetin hakıkati Muhammediyye olduğuna kail olmak istiyoruz. Çünkü murad her hangisi olursa olsun âyâtın en büyüğü veya âyâttan en büyüğü onda tecellî etmiş bulunduğunda şübhe yoktur. Burada şu noktanın da ıhtarını mühim görürüz. Müslimi şerifte de rivâyet olunduğu üzere ehadîsi şerîfede vârid olmuştur ki, Resulullah önünden gördüğü gibi arkasından da görüyordu, demek ki, onun görüşü cihet ve mukabele ile meşrut olmıyan başka bir görüştü. İşte sahibiniz böyle, şimdi: 19Siz de gördünüz değilmi Lât-ü Uzzayı? Risaleti takrir ve Allahü teâlânın kuvvet ve kudreti âyâtının büyüklüğiyle tevhide tenbihten sonra Müşriklere ma'budlarının hakareti, akîdelerinin sekameti gösteriliyor. Hıtab Kureyşedir. Ya'ni sırf vahyi ilâhî olan bu kelâmı dinledikten ve sahibinizin gördüğünü duyduktan sonra şimdi siz de söyleyin gördünüz (.......) o Lât-ü Uzzâyı 20Üçüncü olarak da menatı uhrayı? hem üçüncü girigi Menâtı -Lât, Uzzâ, Menât onların taptıkları putlardan idi, onun için Abdullat, Abdül'uzzâ Abdi menât diye isimler korlar, «bismillâti vel'uzzâ» diye yemînler ederlerdi. Ebû ubeyde gibi ba'zıları bunların taştan putlar olup Kâ'benin içinde bulunduklarını söylemişler ise de başka yerde ayrı ayrı hususî haneleri bulunduğu da nakl edilmektedir. Kâ'be içinde Hübel gibi daha diğer putlar bulunduğu cihetle bunlar etrafta hususî haneleri bulunan putlar olmak gerektir. Lât için Taifte, Uzzâ için Nahlede, Menat için Kudeydde birer beyti mahsus varmış. Mu'cemül'büldanda: Lât Taifte, Sekîf beyaz bir taş üzerine beytini bina etmiş ve ona sedene ta'yin eylemiş idi. Kureyş ve bütün Arab ona ta'zîm ederlerdi, sedenesi Sekîften idi, bu günkü Taif mescidinin sol menaresinin bulunduğu mevzi'de idi. Sekîf islâma girdiğinde Resulullah Ebû süfyan İbn-i harb ile Muğıyretül'nü şu'beyi göndermiş, onu yıkdırtmış idi. Uzzâ, Nahlede bir ağaç yanında bir vesen idi, Gatafan ona teabbüd ederdi. Sedenesi benî sayreme İbn-i murreden idi. Uzzayı Zalim İbn-i es'ad ittihaz eylemiş idi, Nahlei şamiyye vadîsinden Hurad nam mevkı'de idi ki, Mekkeden Iraka doğru Mus'adın sağından Amirin izasında Zati ırkın üstünde Bustana dokuz mil mesafede idi, onun üzerine Bess denilen bir beyt bina etmiş idi ve onun içinde bir ses işitirlerdi, Arab ve Kureyş ona tazim ederlerdi ve Kureyş ındinde asnamın en büyüğü idi, onu ziyaret eder, hediyye ve kurban verirlerdi. Kureyş onun Hurad (.......) vadîsinden Sükam namında bir koru korumuş, onu Kâ'benin haremine benzetmek istemişlerdi. Benî Şeyban İbn-i Cabir İbn-i Mürreden olan sedenesi Benilharis İbn-i Abdil'muttalib İbn-i Haşimin hulefasından idi, onlardan sedenesinin en sonu da «Dübeyyetibni harmesselemî» idi. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Mekkeyi fethettiği zaman Halid İbn-i Velîdi gönderip buyurmuştu ki, batnı Nahleye git üç semüre ağacı bulacaksın birinciyi kes, vardı, kesti, dönüp geldiğinde bir şey gördün mü? buyurdu, hayır, dedi, öyle ise git ikinciyi de kes, buyurdu, kesip geldiğinde bir şey gördün mü? buyurdu, hayır, dedi, o halde üçüncüyü de kes buyurdu, bu kerre varır, bir de bakar ki, vaz geçirmek istiyen çıplak bir şeytan karı çıkar, saçlarını dağıtmış, ellerini ensesine atmış dişlerini gösteriyordu, arkasında da sâdini bulunan Dübeyyetibni harmesselemiyyışşeybanî Halide bakıp şöyle diyordu: Halid de: Dedi, sonra kılıçla vurdu, başını biçti öldürdü, sonra ağacı kesti, dübeyyeyi de öldürdü ba'dehu Resulullaha geldi haber verdi, Uzzâ o idi, artık bundan sonra Araba Uzza yok buyurdu. Menata gelince: yine mu'cemül'büldanda: Menat, Medine ile Mekke arasında Mûşellel nahyesinde Kudeyd nam mevkı'de deniz sahilinde dikilmiş taştan bir sanemin ismidir. Diğer putların hepsinden evvel bu dikilmiş, ilk diken Amr İbn-i lühayyi huzaî imiş, ibtida Şam tarafından getirmiş, Kâ'benin etrafına dikmiş Hüzeyl ve Huzaanın putu imiş, Kureyş vesair Arab da ona ta'zîm ederler ve kurbanlar hediyyeler takdim eylerlermiş, sonra Kudeydde dikilmiş, Evs ve Hazrec onu ziyaret etmedikçe haclerini tamam saymazlarmış, nihayet hicretin sekizinci fetih senesi Resulullah Medineden dört veya beş gün gittikten sonra Hazret-i Ali İbn-i ebi Talibi gönderdi, o gitti onu hedmetti, nesi varsa aldı getirdi, aldığı şeyler miyanında Mıhzem ve Resub namında iki de kılıç vardı. Resulullah onları Hazret-i Aliye verdi, bunlardan birisi Zülfekardır denilir. Bunun sedenesi Ezdden gatârîf idi (.......) Sonra bütün bu isimler müennestirler. Taberî der ki, Ellât, Allah lâfzındandır. Tâi te'nis, ilhak edilmiştir. Müzekkere Amr, müennese Amre, erkeğe Abbas dişiye Abbase denildiği gibi, Müşrikler putlarına Allah’ın isimlerinden isim vererek Allah isminden Ellât ve El'aziz isminden El'uzzâ demişlerdir (.......) Razî de der ki, ellât (.......) in te'nisidir. Aslı (.......) denilmekti lâkin te'niste üzerine ha ile vakfolunup (.......) olur. İki «ha» nın birisi hazf olunarak kelime iki harfi aslî ile bir tâi te'nis üzerine kalmış olduğundan tâi te'nısi aslı kelimeden gibi yapılmış «zâmâl» in müennesinde «zâtimâl» denildiği gibi olmuştur. Lâtin daha diğer iştikakından da bahsedilmiştir. Etrafında toplanılmak ve dolaşılmak ma'nasiyle (.......) aslı (.......) olduğu da söylenmiştir. Aşereden ya'kubun Ruveys rivayetinde tanın şeddesiyle (.......) okunduğuna göre (.......) den müştak olduğu da söylenmiştir. (.......) döğüp ezmek ve bulayıp karmak ma'nâlarınadır. Denilmiştir ki, vaktiyle bir adam yağ ile sevık karıp halka yedirir ve yiyenler semirir idi, sonra o ma'bud ittihaz edilip sureti üzere bir put yapılarak lâtt tesmiye edildi. Razî buna göre lât erkek olmuş oluyor demiş ise de «suret» te'viliyle yine müennes olmalıdır. Zira âyetin sıyakına göre hep müennestirler: Uzzâ da belli ki, eazzîn müennesi olarak azize demek gibidir. Menât, kader veya ölüm veya ilâh ma'nasına «mena» dan yâhud İbn-i kesir kıraetinde (.......) okunduğu vechile (.......) den me'huz olarak yanında kurbanların kanı dökülmesi veya zuumlarınca yağmur ümid edilmesi gibi bir mülâhaza ile tesmiye edilmiştir. Burada menattan sonra (.......) diye tavsıf tehekküm ve tahkîr içindir. Evvelâ bunda o iki kerre gördü ise siz üç gördünüz değilmi? Zemininde bir tehekküm vardır. Saniyen (.......) vasfiyle putların giriliğini ifade eden bir tahkır vardır. Çünkü, (.......) isti'malde diğer ma'nâsına şayi' olmuş ise de aslında teahhurdan tafdil olmak i'tibariyle yerine göre en giri ma'nâsına bir tevriye dahi ifade edebilir. O en giri olunca obirlerinin de giriliği anlaşılmış olur. Bir de Menât, daha evvel dikilmiş en büyük putları iken Lât ve uzzadan sonra üçüncü mertebe putlar miyanına düşürülmüş olmasına da işaret anlaşılır. Bu suretle buyuruluyor ki, bu beyandan sonra siz de o taptığınız muhtelif putları ve giriliklerini gördünüz değilmi? Şimdi haber verin bakalım: 21Size erkek ona dişi öyle mi? size erkek ona dişi öyle mi? - Erkek isimleri kendiniz alıp dişi isimleri ma'bude veriyorsunuz öyle mi?. Arabcada isimler ya müzekker ya müennes olur. Fakat Müşrikler putlarına hep dişi isimleri vermişlerdi, bahusus Allah namına dikildiği iddia olunan mezkûr putlar müennes isimli idiler. Bundan başka bir de Müşrikler fikirlerince: putlar ilâhî kuvvetlerin ve Melâikenin suretleridir, Melâike Allah’ın kızlarıdır, biz onların suretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle kendilerini Allah ındinde şefaatci ittihaz eder şefaatlerini umarız (.......) diyorlardı. Mu'cemülbüldanda yakuti Hamevî Uzzayı anlatırken şu fıkrayı da nakl eder. Kureyş Kâ'beyi tavaf ederken: (.......) ya'ni lât ve Uzzâ ve Menati salisei uhra hurmetine, çünkü onlar o ulu ak kuğulardır ve her halde onların şefaatleri umulur» diyorlardı ve «onlar Allah’ın kızlarıdır, ona şefaat ederler» diyorlardı, Resulullah sallallahü aleyhi vesellem ba's buyurulunca ona (.......) inzal buyuruldu (.......) Bu nakılden garanîk lakırdısının menşei de anlaşılmış oluyor. Garanîk, müfredi gurnuk, gurneyk kuğu kuşu denilen beyaz bir su kuşudur ki, kazdan büyük uzun boyunlu güzel endamlı bir kuştur. Sîmten ta'bir olunan beyaz, güzel, dolgun bedenli taze dilbere de ıtlak olunur. Nesîmi dilküşa estikçe deprenip oynayan yumuşak saçlara da «garanika ve garanikıyye» denilir. İşte Müşrikler beyaz taşlardan yapılan putlarını böyle şâirane bir teşbih ile yüksekte uçan garanîka benzeterek Allah’ın kızları diye şefaatlerini umduklarından dolayı i'tikatlarının sehafet ve butlanı gösterilmek üzere evvelâ tevbıh suretinde buyuruluyor ki, erkek size, dişi ona öylemi? 22Bu öyle ise çok hayflı bir taksim Bu o halde pek zalimâne hayflı bir taksim - dayz ve davz eksiklik etmek, bir kimseye hakkını eksik vermek, cevr-ü cefa etmek demektir. Dîzâ da eksik, haksız, hayflı ya'ni zalimâne demek olur. Kamus mütercimi Asım efendi bu kelimede bilhassa şu ıhtarı yaparak der ki, Şihab, dürretül'gavvas şerhinde şöyle beyan eylemiştir. Dîzâ kelimesi fu'lâ vezninde sıfattır. Nakısa ma'nâsınadır. Aslı (.......) nın zammı ile iken (.......) ya mücaveret sebebiyle dadın zammesi kesreye tebdil olunmuştur. Çünkü ecvefi yaî olan (.......) den me'huzdur. Eğer (.......) den ola idi (.......) denir idi. Kaldı ki, kelâmı Arabda sıfat olarak fanın kesriyle fi'la vezninde kelime yoktur. Bu vezin Şi'râ ve zikrâ gibi isimlerin binasındandır. Haşiyei Sa'diyyenin beyanına göre ise o kavil, Siybeveyhin kavlidir. Sairleri sıfatlardan da fanın kesriyle fi'la vezninin vürudunu nakıl ve hıykâ ve kiysâ ile temsil eylediler (.......) denilir. (.......) ya'ni salınır tebahtür eder. Ve (.......) ya'ni yalnız yer ve yalnız konar göçer (.......) Ebû hayyan zikrâ gibi masdar ile vasıf kabîlinden olmasına da cevaz vermiştir. Siybeveyhin kavlince uzzâ ve uhrâ gibi ef'ali tafdılin müennes vezni olmakla en zalimâne demek olur. Çünkü Allah’a veled isnadı haddi zatında azîm zulm olan haksızlık olduktan başka Müşrikler kendilerinin kızları olmasını eksiklik addederek arzu etmedikleri halde dişileri ona tahsıs etmekle kendi vicdanlarına karşı ta'zîm eylemek istedikleri ma'budu tahkır eylemiş oluyorlar. Bu tevbıhten sonra hakıkatin beyanı için de buyuruluyor ki, 23Onlar hiç bir şey değil sırf sizin ve babalarınızın taktığınız kuru isimler, Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi, yalnız zanna ve nefislerin sevdasına tabi' oluyorlar, halbuki rablarından kendilerine doğru yolu gösteren, geldi. Onlar - o kancık isimler ve vasıflarla yad olunan putlar hiç bir şey değil- kendilerinde gözetilen ma'nâları: ülûhiyyet, ızzet, Allah’a nisbet, şefaat gibi mefhumları tehakkuk ettirecek hiç bir haysiyyeti haiz değil (.......) sâde kuru isimlerden ıbarettirler. - Vakı'de ma'nâsı olmıyan boş isimlerdir. İsmi işaretler zat meal'vasfa, zamirler yalnız zata delâlet eder diye ma'ruf olan bir kaıde vardır. Bu sebeble burada bu müennes (.......) zamiri merciı ı'tibariyle bize bir nükte ifâde etmektedir. Çünkü (.......) hıtabiyle o putlar ma'bud olan bütün vaz'ıyyet ve sıfatlariyle istihzar ettirildikten bir de (.......) işaretiyle isnad olunan vasıflarının münasebetsizliği gösterildikten sonra (.......) denilince birden bire bu zamir, bir ismi işaret mevkıınde görünerek o putları ibtal olunan sıfatları ile gösterir gibi olduktan sonra zamir olmak ı'tibariyle dönüp onları o sıfatlardan tecrid ederek ıhtar ve öyle kuru isimlerden başka bir şey olmadıklarını ifham eylemektedir. Bu tafsılden maksadımız, bu âyetin siyakı garanîk uydurmasının da bilhassa ibtalini müş'ır olduğunu anlatmaktır. Zira bu da onların o putlara isnad ettikleri evsaftan olduğu için burada şu mazmun da hasıl olmuş oluyor: o sizin her halde şefaatleri umulur garanîkı ulâ dediğiniz o putlar hiç bir şey değil, sâde kuru isimlerden ıbarettirler. Sırası gelmiş iken şunu da söyliyelim: Sûre-i «Hac» de (.......) âyetinin tefsirinde Taberî ve Zemahşerî gibi ba'zı müfessirler kendilerine yakışmıyan bir (.......) söylemişler: gûya «Vennecmi» sûresi nâzil olup da Resulullah Haremi şerifte okuduğu ve nihayetinde mü'minlerle beraber Müşrikler de secde ettikleri zaman (.......) dan sonra (.......) kelimeleri de bir yanlışlıkla işitilmiş, sonra Şeytan ilkası olan bu kelimeleri Allahü teâlâ neshedip âyâtını ihkâm eylemiştir. Bu suretle Şeytanların her türlü tearruzlarına karşı vahyi ilâhînin kuvvet ve mahfuzıyyetini anlatmak istemişlerdir. Ebû hayyan rahmetullahi aleyh der ki, bu kıssa, siyreti nebeviyye camiı imam Muhammed İbn-i İshaktan suâl edildiğinde zenadikanın vaz'ından olduğunu söylemiş ve bunun hakkında bir kitab tasnif eylemiştir. İmam hafız Ebû bekir Ahmed İbn-i Hüseyni beyhekî dahi demiştir ki, bu kıssa nakıl cihetinden sabit değildir. Ravîleri mat'undur. Sıbahta ve hadîs tasniflerinde öyle söylediklerinden bir şey zikredilmemiştir. Binaenaleyh tarhı vacibdir. Onun için ben kitabımı ondan tenzih eyledim. (.......) Bu muharriri âciz de derim ki, yukarıda da işaret ettiğimiz vechile Müşrikler Kâ'beyi tavaf ederlerken (.......) demek âdetleri olduğunu Yakuti hamevî Mu'cemülbüldanda nakl etmiştir. Demek ki, garanîk teşbihi Peygamberden evvel söylene gelmiş bir sözdür. Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O halde bu söz esas i'tibariyle Müşriklere bir ilkai Şeytanîdir. Ancak mes'ele bunun Peygamberden sadır olup olmamasındadır. (.......) diye okunup dururken Peygamberin vahiy tebligatında Şeytanî bir ilkanın bulunamıyacağında da aslâ şübhe yoktur. Şu kadar ki, Kur’ân’ın bir çok yerlerinde Kâfirlerin, Müşriklerin, Şeytanların sözleri de hikâye edilmiş olduğu gibi bunu da Peygamberin hikâye tarikıyle söylemiş olması mümkin olabilirdi ve eğer söylenmiş olsa idi yakışan tam burada ya'ni (.......) dan sonra (.......) den evvel söylenmek lâzım gelirdi. Zira denildiği gibi (.......) tarzında söylenmiş olsa idi (.......) tevbihı ile ahengi kelâm muhtell olurdu. Halbuki bu tevbıhten sonra (.......) denildiği takdirde (.......) fi'li hikâyei hal olarak o ulu kuğular ki, bir de onların her halde şefaatleri umuluyor, onlar hiç bir şey değil, sade kuru isimlerden ıbarettir» denilmiş olurdu. Bu ma'nâ ise bir ilkai Şeytanî değil, Müşriklerin ilkai Şeytanî olan sözlerini ibtal eden muntazam bir kelâm ve matlûb bir ma'nâ olacağından nesha hacet olmazdı. Çünkü aşağıda (.......) âyetinde bilhassa bu şefaat mazmununa ilişileceği cihetle bu ma'nâ lâfzan tasrih edilmediği halde bile fahvayi kelâmdan tamamile matlûb ve murad olduğunda tereddüde mahal yoktur. Demek ki, burada Sûre-i Enbiya âyetinin mazmunu üzere bir nesıh geçmemiş olduğuna mahalli kelâm kendisi şâhiddir. (.......) diyen «Vennecmi» sûresini okurken lisanı Muhammedîden hevâ ile bir söz suduruna ihtimal olmadığı gibi putların hakaret ve hiçliğini i'lân eden âyetlerin arasında onların lehinde bir kelime geçmiş olmasının da tehekküm ve istihzadan başka hiç bir ma'nâ ve mazmunu olamaz. Zira buyuruluyor ki, onlar hiç bir şey değil, sade kuru isimlerden ıbarettir. (.......) Onlara o isimleri siz ve babalarınız taktınız - ifade ettikleri mefhumlardan hiç biri - bulunmaksızın o putlara o isimleri siz ve babalarınız yalan olarak verdiniz, (.......) Allah onlara öyle bir saltanat indirmedi - öyle bir tesmiyeye hak verdirecek hiç bir bürhan, hiç bir ma'nâyı müessir indirmedi. Onun için onlar hakikatte müsemmaları olmıyan kuru isimlerdir. O halde nasıl ve ne sebeble o isimleri verip de onlara perestiş ettiklerine gelince bunu beyan sırasında onların hıtabe kabil olmadıklarına tenbih için hıtabdan gıyabe geçilerek buyuruluyor ki, (.......) başka değil, sırf zanne ve nefislerinin hevalarına tâbi' oluyorlar. - İ'tikad ve amellerinde hak ve hayri aramıyorlar. Dîni mücerred nefsin hevâ ve hevesiyle hissiyatından ıbaret imiş gibi farz ederek nefsi emmarelerinin meylettiği, boş, ma'nâsız, hayalât ile kuru temenniyat peşinde gidiyorlar (.......) halbuki rablarından onlara doğru yolu gösteren hidayetci de geldi - ya'ni zann-ü hevâ ile murada irilemiyeceğini anlatan ve murada doğru irmek için ta'kıb edilmesi lâzım gelen hak ve yakîn yolunu gösteren Peygamber ve Kur’ân Allah tarafından gelmiş iken yine hevalarına ve zanlarına uyuyorlar da putlardan şefaat umuyorlar. 24Yoksa varmı insana her kurduğu hulya Yoksa insana varmı her kuruntusu - her temenni ettiği, kendi gönlünce arzu edip kurduğu her ümmiyyesi, her ideali tehakkuk eder de oluverir mi? Putlar şefaat ederler diye temenni etmekle nefislerin arzusu yerine geliverir mi? Yâhud herkes Peygamberlik arzu etmekle Peygamber oluverir mi? Hayır olmaz, insanın her temennîsi vukua gelivermez, Allah’ın iradesine bağlıdır 25Fakat Allah’ındır Âhıret ve ulâ zira Âhıret ve ulâ, sonu ve önü Allah’ındır. - İlk vücuda geliş insanın kendi elinde olmayıp sırf Allah’ın hukm-ü iradesine tabi' olduğu gibi sonu, Âhıreti de Allah’ın hukm-ü kanunu dairesinde cereyan eder. Binaenaleyh insan Âhıretini kurtarmak, sonunda murada irebilmek için sırf kendi temenniyyat ve hissiyyatiyle değil, Allah’ın hukm-ü iradesine delâlet etmek üzere vaz'-u inzal buyurduğu delâil ve ahkâma göre hareket etmek lâzım gelir. Demek ki, mücerred nefsin arzu ve temennîsinden ıbaret bir ümniyyecilik kuruntuculuk, ya'ni sade idealizm kâfi değildir. (Reel) hak bir esasa istinad ederek yürümek lâzımdır. Çünkü önünde ve sonunda mülk ve huküm, insan nefsinin değil, Allah’ındır. 26Göklerde nice Melâike vardır da Allah dileyip razıy olduğuna izin vermezden evvel şefaatleri hiç bir şey'e yaramaz Müşrikler putları Melâike suretleri ve Melâikeyi Allah’ın kızları farz ederek onların suretlerini yapıp takmakla Melekî kuvvetlere tekarrüb hasıl olacağı ve bu vesiyle ile şefaatlerine irilebileceği zanninde bulunduklarından dolayı bu iki âyette bilhassa bu zanlerin butlânı gösterilmek üzere evvel ve son Allah’ın olduğu takrir olunuyor. Ya'ni ne kadar çok Melek vardır Göklerde de (.......) şefaatleri hiç bir şey'e yaramaz - izinsiz şefaat etmek hadleri değildir a, ettikleri farz edilse yine faide vermez (.......) meğer ki, Allah izin verdikten sonra ola - o da herkes için değil (.......) kime diler ve razı olursa onun için - bu hem şefaat edeceklere hem de şefaat olunacaklara kaydolabilir. Demek ki, önünde sonunda rızası aranacak olan ma'bud Melekler değil, Allahdır. Meleklerin şefaati böyle olunca putlardan ne şefaat umulur? 27Evet Âhırete îmanı olmıyanlar Melâikeye dişi adı takıp duruyorlar Evet, muhakkak ki, Âhırete îmanı olmıyanlar - günahın ve Allah’a karşı yalan ve iftiranın Âhıretteki ceza ve mes'uliyyetinden hakikî îman ile korkmadıkları için (.......) Melâikeye dişi adı verip duruyorlar - Allah’ın kızları diyorlar. Onun için nefislerinin hevasına uyacak vechile kız suretinde putlarını yapıp duruyorlar. 28Maamafih ona dair bir bilgileri olduğundan değil sırf zanne tabi' oluyorlar, halbuki zann haktan hiç bir şey'i muğnî olmaz Maamafih ona dair ılimleri yok - Melâikenin ne olduğunu ve ne dediklerini bildiklerinden değil (.......) sırf zanne tâbi' oluyorlar - buralarda zann, tevehhüm ma'nâsınadır. Ya'ni dişi tasavvur ve tasvir olunursa daha cazibeli olacağını zannediyorlar (.......) halbuki zan haktan hiç bir şey'i mugnî olmaz. - Hiç bir vechile hakkın yerini tutmaz, zann, sırf nefsî bir hâdisedir, hakk ise vaki'deki hakikattır. Onun için yakîn ile îman lâzım olan i'tikadî mesâilde zann kâfi olmaz 29O halde bakma sen o bizim zikrimizden yüz çevirip te Dünya hayattan ötesini istemiyen kimselere. Onun için sen i'raz et: sarfı nazar eyle (.......) öyle kimselerden ki, (.......) bizim zikrimizden, ya'ni hakkı ıhtar ederek nasıhat eden Kur’ân’ı azımüşşandan yüz çevirmiş - dinlemiyor, aldırmıyor (.......) Dünya hayattan başka bir şey istememekte - Nadr İbn-i Haris, Velîd İbn-i Mugire gibi 30İşte odur onların ılimden irebildikleri gaye, şübhesiz ki, rabbın, odur en bilen yolundan sapanı, hem de odur en bilen hidayeti tutanı. O onların ılimden irebildikleri gaye - varabildikleri son had, ya'ni bildikleri o kadar, bütün ılimlerinin nihayet muradı Dünya hayat zevkıdır (.......) her halde yolundan sapanı, dalâlette ısrar edeni en ziyade bilen rabbındır. - Hidayeti kabul edip doğru yolu tutanı en ziyade bilen de odur. - Bu cümle i'raz emrini ta'lildir, (.......) kavlinin tekrarı da her iki ma'lûm arasındaki tebayünü i'lândır. Ilimden murad da ıkab ve sevabını tertib ve tatbık edecek vechile ılimdir. Onun için kudret gösterilmek üzere şöyle buyuruluyor: 31Hem bütün Göklerdeki ve Yerdeki hep Allah’ındır akıbet kötülük yapanları yaptıklarıyle cezalandıracak, güzellik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandıracak. Hem Allah’ındır bütün Göklerdeki ve Yerdeki - halkan da onun milken de onundur. (.......) Bu (.......) ın müteallâkında bir kaç ihtimal söylenmiştir. (.......) nın medlûlü olan halk veya milke veya a'lemüye veya i'raz emrine teallûk edebilir. Kâdî Beyzavî der ki, makablinin medlûlüne ıllettir, ya'ni alemi şunun için halk ve tesviye etti yâhud dal ve mühtediyi şunun için ayırıp hallerini hıfz eyledi ki,... (.......) Evvelki mukadder (.......) ye, ikincisi (.......) ye müteallık demektir. Ebû Hayyan milk ma'nâsının medlûlüne: (.......) demiştir. Razî, (.......) a müteallık olması muhtemil, (.......) ye müteallık olması akreb demiştir. Ebüssüud da bunu tercih eylemiştir. Bir de demişlerdir ki, ef'ali ilâhiyyede bu gibi (.......) lar, hikmet ve âkıbet içindir, şu halde ma'na şöyle demek olur: Bu Semavat ve Arz mülk ve saltanatının veya dalâl ile Hidayetin, hakk ile batılin bilinmesi veya Dünya hayattan başka bir şey istemeyip Allah’ın zikrinden yüz çevirmiş kimselerden i'raz olunması şu hikmet ve akıbet içindir ki, Allah (.......) kötü iş yapanları yaptıklarile cezalandıracak - kötü amellerine mukabil misli olan kötü ceza verecek (.......) güzel iş yapanları da daha güzeliyle karşılıyacak - husnâ, ya'ni en güzel mükâfat olan Cennet ile yâhud amellerinin daha güzeli olan ez'afı muzaafa ecr ile mükâfatlandıracaktır. İhsan vasfının tehakkuku için kebairden ictinab şart olduğu da şu vasf ile beyan olunuyor 32Onlar ki, günahın büyüklerinden: vebalden, fuhşiyyattan kaçınırlar, ancak ufak tefek kusur başka, şübhesiz ki, rabbın geniş mağfiretlidir, hem sizin her hallerinize a'lemdir, sizi Arzdan inşa ettiği sıra ve sizler analarınızın karınlarında cenînler iken, şimdi nefislerinizi tezkiyeye kalkışmayın odur en bilen müttakı olanı o mühsinler ki, (.......) günahın kebairinden - yukarılarda da geçtiği üzere ıkabı büyük olan, yâhud hakkında bihususıhi veîd bulunan günahlar kebairdir. (.......) ve fevahişten - ya'ni kebair miyanında bilhassa çirkinliği açık olan fuhşiyyattan - kaçınırlar (.......) lemem başka - ya'ni az ve küçük olan kusurlar müstesna - çünkü kebairden ictinab edilince meselâ bir nazar, bir gamze, bir buse gibi sagair ma'füvv olur. (.......) şübhesiz ki, rabbın geniş mağfiretlidir. - kebairden ictinab edilince sağairi mağfiret buyurduğu gibi tevbe edilince kebairi de mağfiret buyurur, dilerse tevbesiz de mağfiret buyurur, ancak tevbe edilmedikçe şirke mağfiret etmez (.......) hem o size a'lemdir. - Sizin her halinizi bilir, hukmünü de ona göre verir (.......) sizi Arzdan inşa ettiğinde - Arzda ilk insan cinsinin, insan huceyresınin yaratılışı zımnında ve ya insan gıdasının topraktan yaradıldığı sırada (.......) ve siz analarınızın karınlarında cenîn bulunduğunuz vakıtta - ya'ni sizin kendinizi bilmediğiniz zamanlarda bile nasıl olduğunuzu ve ne halde bulunduğunuzu ve bütün istikbalde ne haller kesbedeceğinizi hasılı bütün eksiğinizle varlığınızı hep bilir (.......) o halde nefislerinizi tezkiye etmeyin - kendinizi hiç günahsız, kusursuz tertemiz adderek öğmeyin, farkında olmadığınız bir çok kusurlarınız bulunabilir (.......) tamamiyle korunup müttekıy olanı en ziyade o bilir. - Çünkü bütün halinize vakıf olan odur. Ehli ihsan ile ehli isâe Âhırette huzurı hakta seçileceklerdir. 33Şimdi gördün a? o çevrileni Şimdi gördün a o yüz çevireni - hakta sebat edemeyip de döneni - Mücahidden ve İbn-i Zeydden rivayet olunduğu üzere Velîd İbn-i Mugıyre Resulullahın meclisine gelir, kıraetini ve va'zını dinler, islâma yaklaşırdı, Resulullah da onun hakkında ümid beslemişti, sonra Müşriklerden birisi ona ıtab edip «atalarının milletini terk mi ediyorsun? Dinine dön, onda sebat et, Âhıret hakkında her neden korkuyorsan ben onu senden üzerime alırım yüklenirim lâkin bana şöyle şöyle mal vermen şartıyle» demişti. Velîd de ona muvafakat edip islâma olan himmetinden dönmüş ve şart edilen malın birazını verip kalanına dayatıvermiş' idi. Bu âyet buna işaret etmektedir. 34Ve biraz verip de dayatıvereni Dayattı, vermedi - KÜDYE, kazılmaz katı yer ve yâlçın kaya ikda da küdyeye varmak ma'nâsınadır ki, (.......) derler: yeri kazdı da küdyeye, ya'ni kazılmıyacak sert kayaya dayandı demektir, bundan buhul ve meni' ma'nâsına da kullanılmıştır. 35Gayb ılmi yanında da artık görüyor mu? ya, gayb ılmi yanında da artık görüyor mu? - Şimdiden Âhıreti görüyor da günahını başkasının yüklenivereceğini biliyormu? 36Yoksa haber mi verilmedi Musânın suhufundaki yoksa haber verilmedi mi (.......) Musânın suhufundaki ile - ya'ni Tevrat ile 37Ve çok vefakâr olan İbrahiminkindeki. Ve İbrahiminki ile -İbrahime inzal edilmiş olan suhuftaki (.......) o İbrahim ki, çok vefâ etmişti -(.......) mantukunca me'mur ve mübtelâ olduğu kelimatı tamamiyle iyfâ etmişti. Her hususta ahdine çok vefakâr idi. Ebû hayyan Bahirde şöyle der: Musâ ile İbrahim, bu iki Peygamberin tahsısı için denilmiştir ki, Nuh ile İbrahim arasında, bir adamı, babası ve oğlu ve amcası ve dayısı ile, bir kocayı karısı ile, köleyi efendisi ile muahaze ederlerdi, onlara ilk muhalefet eden İbrahim oldu, İbrahimin şeriatinden Musânın şeriatine kadar da adamı gayrin cürmiyle muahaze etmezlerdi. (.......) Maamafih asıl murad hukmi uhrevîyi beyandır. Musâ ile İbrahimin suhufundaki şudur. (.......) ki, doğrusu - bu (.......) muhaffefedir, zamiri şan mahzuf olup (.......) demektir. Ya'ni hakıkat bu 38Ki, doğrusu bir vizir çeken başkasının vizrini çekecek değil vizir çeken bir nefis diğerin vizrini çekmez - ancak kendi günahını çeker. VİZR, bir günah ve ağır yük ma'nâsına gelir ki, burada günah ve günahın cezasını çekmek ma'nâsınadır. Ya'ni Âhırette ceza çekecek kimse, hiç kimsenin günahının cezasını çekecek değil, herkes kendi cürmünün cezasını çekecektir. Meşhur ta'birimizce her koyun kendi bacağından asılır. Bunun ta'biri Fıkhîsi «ukubatta niyabet carî olmaz» kaıdei külliyyesidir. Şu halde birisi başkasının günahını boynuna almakla onu kurtaramaz, belki kendi teahhüdünün cezasını çeker. (.......) her kim kötü bir âdet çıkarırsa onun vizri ve Kıyamete kadar onunla amel edenin vizri onun boynunadır» hadîsi de böyledir. Şu da o suhuftakilerdendir. 39Doğrusu insanın sa'yinden başkası kendinin değil. Doğrusu insanın sa'yinden başkası kendisinin değil -insanınki ancak sa'yidir. Ya'ni bir insan başkasının cürmü ile muahaze olunmıyacağı gibi kendi sa'yinden başkasiyle sevablanmak da kendinin hass hakkı değildir. Olursa başkasının atıyyesi, teberrüü olur. (.......) Bu ilk bakışta «insana sa'yinden başka yok» demek zannolunabilirse de insana gerek Dünyada olsun gerek Âhırette sa'y-ü kesbinden başka vehbî olarak verilen nice rahmet ve atâyâyi ilâhiyye bulunduğunda da şübhe yoktur. Sonra teavünün me'murün bih ve Dünya ve Âhırette müfid olduğu da şer'an ma'lûmdur. Ebüssüud der ki, Enbiyanın şefaati, Melâikenin istiğfarı, dirilerin ölüler için duâsı, sadekası gibi insanın kendi amelinden olmamakla beraber nafi' olduğu ma'lûm bulunan nâ kabili ıhsa bir çok umura gelince bütün bunlar da menfeatin menatı kendi ameli olan îman ve salâh olduğu ve îman olmayınca hiç birisinin menfeati olamıyacağı için bunlarda da nafi' olan kendi sa'y-ü ameli olmak üzere gösterilmiş demektir. Ebû Hayyan nakl eder, Hurasan valîsi Abdullah İbn-i Tahir (.......) ile bu âyetten Huseyn İbn-i Fadla sormuştu, Huseyn ona adl ile ancak mâseâ, fadl ile ise Allah’ın dilediği kadar vardır diye cevab verdi, bunun üzerine Abdullah Huseynin başını öptü, bunun mensuh olduğuna dair İbn-i Abbastan söylenen söz sahih değildir. (Sûre-i Tura bak (.......) Cumhûr ındinde bu muhkemdir, İbn-i atıyye bunu şöyle tahkık eder. Bence bu âyette tahrir şöyledir: ma'nânın mihveri (.......) daki lâmdır. İnsanın (.......) şu benimdir» demeğe hakkı olan şey'i tahkık ettiğin zaman onu ancak sa'yinden ıbaret bulursun, ondan başka bir şefaat veya salih bir peder veya salih bir evlâd riayeti ile veya hasenatı katlamak veya mahzı fadl-ü merhamet kasdiyle olanlar hep merhamettir. Onların hiç biri insanın kendinin değildir. Ona hakikaten benim demeğe salâhiyyeti yoktur, ancak hakikate ilhak ile mecaz olarak söylenebilir (.......) Bunun hasılı lâmın ıhtisas veya istihkak ma'nâsına olması, kasrın da ona müteveccih bulunmasıdır. Türkçemizde bu ma'nâyı andıran bir mesel vardır, ilden gelen.. öğün olmaz o da vaktında gelmez derler. Mâseâdaki (.......) masdariyyedir, sa'y demektir, sa'y ettiği ma'nâsına mevsule olması ihtimali de melhuz ise de o umumiyyetle sadık olmaz. Zira her sa'y ettiği insanın olmaz. İnsanın olan ancak sa'yidir. 40Ve elbette sa'yi yarın görülecek Ve hakikat sa'yi yarın görülecektir - Kıyamet günü defterinde görülecek ve miyzanına konulacaktır. Ya'ni sa'yi boşa gitmez, fakat onun semeresini pîşin ve filhal görmeğe kalkışmamalıdır. O ileride görülecektir. 41Sonra ona en değerli mükâfat verilecek Sonra ona en dolgun karşılık verilecektir. - Bu suretle insanın istıkbali sa'yinin mâhasali olacak demektir. Fakat bu âlemde bir çok güzel sa'iylerin boşa gittiği görülüp dururken bu değerli karşılığı kim te'min edecek? denirse 42Ve elbette nihayet rabbına gidilecek (.......) bu da bir hakikat ki, intiha rabbınadır - nihayet rabbına gidilecektir. Bütün halk sonunda dönüp ona varır, onun huzuruna haşr-u ıhzar olunur, işte o vakıt o tam ceza da hakkalyakîn olur. Evvel odur âhir o 43Hakıkat odur güldüren ağlatan. Ve hakikat güldüren ve ağlatan odur - hayatın tecelliyatından iki mütekabil halet ki, biri neş'e nişanesi, biri elem, biri muhtırai sevab, biri muhtırai ı'kab, biri Cenneti andırır, biri Cehennemi, biri cilvei cemal biri cilvei celâldir. 44Hakıkat odur öldüren, dirilten Ve hakikat öldüren ve dirilten de odur. -Başkası değil 45Hakıkat odur erkeği dişiyi iki eş yaratan. Ve hakikat erkek ve dişi iki eşi yaratan da odur. - Gerek insanlardan ve gerek hayvanlardan erkek ve dişi bütün çiftleri o halk etmektedir. 46Bir nutfeden ekildiği zaman Bir nutfeden (.......) döküldüğü zaman - ya'ni rahime atıldığı zaman. Demek ki, tabiate dilediği tenevvüü verip dilediği mütekabilâtı yaratıyor ve bunları ondan başkası yapamaz. 47Şübhesiz ona aiddir neş'eti uhrâ da Ve hakikat bu ki, diğer neş'et de onun u'hdesindedir. - Ölümden sonraki Âhıret neş'etini de o teahhüd eylemiştir, o yapacak, iyiliklerin ve kötülüklerin ceza ve mükâfatını o verecektir. Binaenaleyh onu inkâr da ma'nâ yoktur. Bütün bu çift hilkatler bu Dünyanın bir Âhıreti bulunduğuna delâlet edip durmaktadır. 48Hakıkat zengin eden, sermaye veren o Ve hakikat odur iğna ve ikna eden - fakıri zengin edip sermayelendiren, fakır olan bir kulunu ihtiyacdan kurtarıp sermayedar eden, yâhud hoşnud eyliyen ki, (.......) buyurulması da bu cümledendir. 49Ve hakıkat Şi'ranın rabbı o Ve hakikat bu ki, odur Şi'ranın rabbı - Şİ'RA, esasen zikrâ vezninde şuur ma'nâsına masdar olup Semânın kadri evvel kevakibinden en parlak iki yıldıza isim olmuştur. Kadri evvel kevkeblerinden Şi'râ namıyle iki yıldız vardır, birine Şi'rayı yemânî veya Abûr, birine de Şi'rayı şamî veya gumeysâ denilir. Şi'rayi yemanî burcların en güzeli olan Cevzade (.......) denilen suretin arkasında tâbiı addedilerek (.......) dahi denilen kelbi ekber de, Şi'rayi şamî de kelbi asgardadır. Şi'rayi yemânî Semânın en parlak yıldızıdır, burada (.......) bununla tefsir olunmuştur. Zira mutlak olarak (.......) denilince ma'hud ve mütebadir olan odur. Çünkü en parlak olmakla ma'lûm olan o olduğu gibi cahiliyyede ona teabbüd de edilmiştir. Süddî demiştir ki, Hımyer ve Huzaa ona taparlardı. Âlûsî nin kaydettiği vechile diğerleri de demiştir ki, onu ilk evvel ma'bud edinen Ebû kebşe olmuştu, Huzaadan veya reisleri olup ismi vahz İbn-i Galib idi. Onun için müşrikler Hazret-i Peygambere «İbn-i ebî kebşe» diyorlar, putlara ıbadet hususunda kavmına muhalefet etmiş olmak ı'tibariyle ona benzetiyorlardı. Ba'zıları onu Peygamberin atası tarafından dedelerinin birisi olduğunu ve kişinin her sıfatı atalarının birinden geldiğine kail olup filân damar filâna çekmiş dediklerini söylemiştir. Peygamberin anası tarafından dedesi Vehb İbn-i Abdi menafın künyesi olduğu da söylenmiş, mürdıası Halîmei Sa'diyyenin zevcinin künyesi olduğu da söylenmiştir. Hasılı Arablarda Şi'raya ta'zîm ve âlemde onun te'sirine ı'tikad edenler bulunduğu ve tulûu zamanında mugayyebata dair sözler söyledikleri cihetle burada bilhassa Şi'raya izafetle rabbüşşi'râ buyurulurak Şi'ranın rabb değil, merbub olduğu gösterilip o ı'tikadları ibtal edilmiş, şi'raya değil, şi'ranın rabbına ıbadet edilmesi lüzumu anlatılmıştır. Bunun üzerine inzar ifâde etmek üzere buyuruluyor ki, 50Ve fil'vakı' o helâk etti evvelki Âd’ı. Ve hakıkat o ihlâk etti Âdi ûlâyı - ya'ni eski Âd kavmını ki, Nuh kavmından sonra helâk edilen kavmi Hûddur. Bu ma'nâca buna ûlâ denilmesi sonraki akvama nazaran olup öteden beri gelen kıdemli Âd demek olur. Ba'zıları Adi ulâ birinci Âd demek olup Âdî uhrâ mukabili olduğunu söylemişlerdir ki, zâhir olan da budur. Âdi uhrâ hakkında ıhtilâf edilmiştir. Zemahşerî Âdi ûlâ kavmı Hud, Âdi uhrâ İrem demiştir. Lâkin İrem de helâk edilmiş olduğundan burada ûlâ tahsısinin faidesi zâhir olmaz. Müberred, Âd’ı uhrâ Semûddur demiş, Taberî Âdi uhrâ Mekkede Amalika ile beraber olan Benû lukaym İbn-i hüzaldir demiş, Amâlikaya Cebbarîn denildiği cihetle Âdi uhrâ, cebbarlar idi denilen kavil de buna yakındır, ba'zıları da Âdi ûlâ, Âd İbn-i İrem İbn-i Avf İbn-i Sam İbn-i Nuh evlâdıdır. Âdi uhrâda Âdi ûlâ evlâdındandır demişler ki, bu bize hepsinden akreb geliyor. Zira Âd içinden Hazret-i Hûde îman etmiş olanların kurtarıldıkları Sûre-i Hûdda geçmiş idi. Şu halde Âdi ûlâ Hazret-i Hûda îman etmeyip eski hallerinde ınad ile helâk olanlar, Âdi uhrâ da îman ile neş'eti uhrâ iktisab etmiş olanlar demek olur ve bu ma'nâ Semûdda ve diğerlerinde de vardır. O suretle 51Ve Semûdu da hiç bırakmadı Semûdu da helâk etti de (.......) hiç bırakmadı - ya'ni ne Adden ne Semûddan îman etmiyenlerin hiç birini bırakmadı, günahlarını cezasız yanlarına bırakmadı 52Daha evvel de Nûh’un kavmını, çünkü bunlar pek zâlim, pek azgındılar (.......) daha evvel de Nuh kavmını helâk etmişti (.......) çünki onlar daha zâlim ve daha azgın idiler, Nuh kavmı obirlerinden daha zâlim idiler, Hazret-i Nuha pek çok eza ediyorlardı. Yâhud diğer bir ma'nâ ile Âd, Semûd ve daha evvel kavmi Nuh, hep o helâk edilenler Kureyşten daha zâlim ve daha azgın idiler 53Mü'tefikeyi de Haviyeye attı Mü'tefikeyi de hâviyeye attı - hevâya kaldırıp hâviyeye, yerin altına geçirdi, Mü'tefike, Lût kavmının altı üstüne gelen şehirleri, Sedûm ve saire diye tefsir olunmuştur ki, münkalibe, üstü altına gelmiş demektir. (.......) Ebû hayyan der ki, her hangi bir inkılâb ile mesakin ve emakini alt üst olan her memleket murad olunmak ihtimali de bulunduğu söylenmiştir. 54Sardırttı da onlara o sardırdığını. Attı da ona ne sardırdı ise sardırdı - bu ifade onlara inen azâbı tehvil içindir. Bunlardan kesbi beşerin hiç alâkası olmıyacak mücerred afatı Semâviyyeyi anlamamalı, insanların kesb ve zünublarına terettüb eden felâketleri anlamalıdır. Netekim şöyle buyuruluyor: 55Şimdi rabbının hangi eltafına şekkedersin? Şimdi rabbının hangi ni'metlerinde şekk edersin? - Ey insan! Bu hıtabın bilhassa Peygambere olması melhuz ise de hıtab şanından olan mutlak insana hıtab olması daha muvafıktır. (.......) niam ma'nâsına cemi'dir. Müfredi ilyün, elyün, elen, ilen ve elvün dür. Burada nıkmet dahi zikredilmiş olduğu halde zikr olunanların hepsine ni'met ıtlak edilmesi, nıkmetlerin ıhtarı dahi ehli îman ve erbabı ukul için ıbret alınarak istifade edilecek va'z-u nasihat olmak i'tibariyle bir ni'met demek olduğunu anlatır. Bununla beraber istifhamın sevkında ve (.......) ile makablindeki helâk tezkirlerine tertibinde şekk ile nankörlük edenlere karşı mühim bir inzar ma'nâsıda vardır. Onun için buyuruluyor ki, 56Bu işte o evvelki inzarlardan bir inzar. Bu - beyan (.......) den beri haber verilenler (.......) evvelki inzarlardan bir inzardır - evvelki Peygamberlerin inzarları cümlesinden veya onlar kabîlinden bir inzardır. Bu ma'nâca nezîr, inzar ma'nâsına masdardır, münzir ma'nâsına sıfat olursa (.......) Peygamberi göstermiş olur. Ya'ni bu Kur’ân’ı getiren Muhammed sallallahü aleyhi vesellem o Musâ ve İbrahim gibi evvelki Peygamberler cümlesinden bir Peygamberdir. Verdiği haberler muhakkak olacaktır. (.......) Kur’âna işaret olmak melhuz olduğu gibi bilhassa şu habere işaret olmak da muhtemildir. 57Yaklaştı yaklaşıcı. âzife yaklaştı - AZİFE, yaklaşan, yaklaşacak olan, yaklaşmakta bulanan demek olup Kıyametin isimlerindendir. Ya'ni (.......) diye yaklaşmak vasfiyle muttasıf bulunan vakt-u saat günden güne yaklaşmakta 58Yoktur ona Allahdan başka açıcı. Ona Allahdan başka keşf edecek bir kudret yoktuk. - Ya'ni onun ıztırabatını, hailelerini Allahdan başka açacak, defi' veya refedecek hiç bir kuvvet ve kudret yoktur. Yâhud onun ne zaman ve nasıl olacağını Allahdan başka keşf ederek bilecek kimse yoktur. 59Şimdi siz bu kelâma mı teaccüb ediyorsunuz Şimdi siz bu kelâmdanmı teaccüb ediyorsunuz - ya'ni bunları anlatan Kur’ânamı teaccüb ediyorsunuz? İnanılmıyacak gibi acîb görüyorsunuz? 60ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz? ve gülüyorsunuz? -eğlence yerine tutuyorsunuz? (.......) de ağlamıyorsunuz? - inzarlarının dehşetinden ve halinizin vehametinden dolayı ağlamıyorsunuz? 61Siz mi kafa tutuyorsunuz hey gafiller? SÜMUD, kafa tutmak, kibirlenip somurtmak ve sersem olmak, oynayıp eğlenmek, çalıp oynamak ve tegannî eylemek ma'nâlarına gelir. Buna göre burada da muhtelif ma'nâlar ifade eder. Ya'ni ağlamıyorsunuz da çalıp oynuyormusunuz veya eğleniyormusunuz? Veya hayran hayran sersem sersem duruyormusunuz? ve yâhud sizmi kafa tutuyorsunuz? Ey gafiller! 62Haydi secdeye kapanın ve kulluk edin haydin şimdi Allah’a secdeye kapanın ve ıbadet edin - hakikaten ıbadet ve kulluk edin Boş temennîlerle vakıt geçirmeyin. Burada ekser ehli ılim ındinde secde vardır. Balâda İbn-i Mes'uddan nakl edildiği üzere Resulullahın secde ettiği Buharî ve Müslim ve sair sıhahta varid olmuştur. Bir de İbn-i merduye ve Sünende Beyhekî İbn-i Ömerden şöyle tahric etmişlerdir: İbn-i Ömer radıyallahü anhüma demiştir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bize namaz kıldırdı (.......) okudu bizimle secde etti ve secdeyi uzattı, kezalik Hazret-i Ömer de secde etmiştir, Âlûsî nin kaydi vechile Said İbn-i Mensur, Sebreden şöyle tahric eylemiştir: dedi ki, Ömer İbnilhattab bize sabah namazını kıldırdı, birinci rek'atta Sûre-i Yusüfü okudu sonra ikincide (.......) sûresini okudu, hemen secde etti, sonra kalktı (.......) okudu sonra rükû' etti (.......) Burada Sûre-i «Necm» bitti, bunu Sûre-i «Kamer» ta'kıyb ediyor: |
﴾ 0 ﴿