KAMERBu Kamer sûresi, ki, dahi (.......) denilir Mekkîdir. Hicretten evvel Mekkede iken Peygamberlerden Mekkeliler mu'cize istediler, inşikakı Kamer mu'cizesi gösterildi, kâfirler: bu bir müstemir sihir dediler. Bunun üzerine nâzil oldu. Âyetleri - Elli beştir. Kelimeleri - Üç yüz kırk ikidir. Harfleri - Bin dört yüz on üçtür. Fasılası - (.......) harfidir. Bu sûrenin «Vennecmi» ye münasebeti Necmile Kamerin münasebeti kadar açıktır. O (.......) diyerek hıtam buluyor. Bu (.......) diyerek başlıyor. O evvelki inzarları tafsıl ediyor, bu cihetle «En'âm» dan sonra «A'raf» a, «Fürkan» dan sonra «Şuara» ya, (.......) den sonra «Saffat» a benziyor. 1Yaklaştı Saat, yarıldı Kamer Saat yaklaştı - mü'minlere sevabın, kâfirlere ıkabın mev'ud olduğu Kıyamet vaktı günden güne yaklaşmaktadır. Hazırlanmak lâzım gelir (.......) ve ay, yarıldı - Peygamberin en parlak mu'cizatından olan inşikakı Kamer mu'cizesi vaki' oldu. Eshab, tabiîn ve müteahhırînden ma'lûm olan müfessirlerin umumu bunun bu mu'cizeyi haber verdiğinde müttefiktir. Haber meşhurdur, Sahabeden bir hayli zevat rivâyet etmişlerdir. Ezcümle Hazret-i Ali, İbn-i Mes'ud, İbn-i Abbas Huzeyfe, Enes, Cübeyr İbn-i Mut'ım, İbn-i Ömer ve saire gerçi İbn-i Abbas ve Enes gibi ba'zıları vak'ada bizzat şahid olmamışlardır. İbn-i Abbas henüz doğmamıştı, Enes de Medînede dört beş yaşlarında bulunuyordu. Fakat âyetin tefsirinde vak'ayı sahih olarak rivâyet eylemişlerdir. İbn-i Mes'ud, Cübeyr İbn-i Mut'im ise bizzat şâhid olarak rivâyet edenlerdendir. Buharîde İbn-i Mes'udden 1) Resulullahın devrinde Kamer iki fırkaya inşikak etti, bir fırka dağın fevkında, bir fırka da ardında, Resulullah şâhid olun buyurdu 2) Kamer inşikak etti, biz Peygamberle beraber idik, iki fırka oldu, bize şâhid olun, şâhid olun buyurdu - İbn-i Abbastan: Peygamberin zamanında Kamer inşikak etti - Enesten, Mekke ahalisi kendilerine bir âyet gösterilmesini istediler, Peygamber de Kamerin inşikakını gösterdi Kamer iki fırkaya ayrıldı. Müslim, İbn-i Mes'udden: 1) Resulullahın ahdinde Kamer iki şıkka inşikak etti, Resulullah şâhid olun buyurdu. 2) Biz Resulullah ile Minade bulunduğumuz sırada idi, Kamer iki filkaya infilâk etti, bir filka dağın arkasında idi, bir filka da berisinde, Resulullah bize şâhid olun buyurdu 3) Resulullahın ahdinde Kamer iki filkaya münşakkoldu, bir filkayı dağ setretti, bir filka da dağın üstünde idi, Resulullah (.......) dedi, İbn-i ebi adiyy hadîsinde (.......) dedi. - Enesten: ehli Mekke Resulullahdan bir âyet göstermesini istediler, o da «merreteyn» olarak Kamerin inşikakını gösterdi, diğer rivâyette firkateyn. - İbn-i Abbastan Buharî gibi. Tirmizî, İbn-i Mes'udden: biz Resulullah ile beraber Minada idik Kamer iki filkaya inşikak etti, bir filka dağın ötesinde bir filkada birisinde, Resulullah bize «şâhid olun!» dedi, ya'ni (.......) Enesten: ehli Mekke Peygamber sallallahü aleyhi vesellemden bir âyet istediler, binaenaleyh Mekkede Kamer iki kerre «merreteyn» inşikak etti. Bunun üzerine (.......) nâzil oldu. - İbn-i Ömerden: Resulullahın ahdinde Kamer yarıldı, Resulullah: şâhid olun buyurdu. - Cübeyr İbn-i mutimden: Peygamberin ahdinde Kamer inşikak etti hattâ iki fırka oldu, şu dağın üzerinde ve şu dağın üzerinde, bunun üzerine: Muhammed, bizi büyüledi dediler, ba'zıları da eğer bizi büyüledi ise herkesi de büyüleyemez ya dediler. Şifai şerîfte Ebû huzeyfetel'erhabî rivâyetiyle Hazret-i Aliden: Kamer inşikak etti, biz Resulullah ile beraber idik. Yine Şifada ve müsnedi Ahmedde Esved rivâyetiyle İbn-i Mes'uddan: hattâ cebeli, Kamerin iki fürcesi arasında gördüm. - Mesruk rivâyetiyle İbn-i Mes'uddan: Kureyş kâfirleri Ebî kebşenin oğlu size büyü yaptı dediler, içlerinden birisi «eğer Muhammed, Kamere büyü yaptı ise büyüsü bütün ehli Arzı tutacak değil a. Diğer beldeden gelenlere sorun bakalım görmüşler mi? dedi, gelenler oldu, sordular, öyle gördüklerini söylediler. Semerkandînin nakline göre Ebû cehil, bu bir sihirdir, ehli âfaka haber salın gören olmuş mu bakalım dedi, ehli âfak da onu münşakk olarak gördüklerini haber verdiler, yine de (.......) dediler. İbn-i cerîr ve İbn-i Ebî hatim ve Ebû nüaym delâilde Huzeyfeden: Huzeyfe Medayinde bir hutbesinde demiştir ki, «uyanın Allahü teâlâ (.......) buyuruyor. Evet Saat cidden yaklaştı ve Peygamberimizin zamanında Kamer hakikaten münşakk oldu, uyanın Dünya fırak i'lân etmektedir, haberiniz olsun ki, bugün meydan yarın koşu». Hâsılı bu babda hadîs, hayli çoktur, bütün bunlar âyetin tefsiri hakkında vârid olmuş rivâyetlerdir. Bilhassa İbn-i mes'udün ve İbn-i Abbasın ta'birleri vechile inşikakı Kamer mu'cizesi mazıydir. Netekim İbn-i mes'udün diğer bir ifâdesinde beş şey geçmiştir. Duhan, lizam, batşe, kamer, rum. Hazret-i Enesin rivâyetinde bir (.......) ta'biri vardır. Âlûsînin nakline göre Abd İbn-i humeyd, Hâkim ve İbn-i merduye ve Beyhekî İbn-i Mes'uddan dahi (.......) Peygamber çıkmazdan evvel mekkede iken Kameri iki kerre iki şakka münşakk olarak gördüm» diye rivâyet edilmiştir. Bunun için hâfız Ebû l'fadli ırakî Nazmüssiyerde inşikakın iki kerre vukuu mücmaün aleyh olduğuna kail olarak «bil'icma' iki kerre münşakk oldu» demiştir. Hâfız İbn-i hacer de bunun hakkında demiştir ki, Peygamberin zamanında inşikakın teaddüdüne cezmeden ulemai hadîsden kimse bilmiyorum. Bil'icma' kaydi merreteyne değil inşikaka müteallık olmalıdır. (.......) diyenin muradı da firkateyn demek olsa gerektir. Aliyyül'karî der ki, İbn-i imamı cevziyye bir kitabında» merreteynden ba'zı kerre ef'âl, ba'zı kerre a'yan murad olunur, ekseriyya ef'âlde kullanılmakla beraber (.......) hadîsinde olduğu gibi a'yanda dahi kullanılır ki, bu hadîste şıkkayn ve fil'kateyn demektir. Bunu bilmiyenler inşikakı iki zamanda iki def'a olmuş zanneylemişler, halbuki bir kerre olmuştur» diye zikretmiş olduğunu şeyhım Irakîye söyledim cevab vermedi demiştir. Lâkin Âlûsî İbn-i mes'ud rivâyetinde şakkateyn merreteyn denilmiş olması hasebiyle bunun firkateyn ma'nâsına olması yaraşmıyacağını ve binaenaleyh İbn-i Mes'udün kelâmında merreteyn ru'yetin kaydi olmak muvafık olacağını, ya'ni iki inşikak olmayıp iki kerre bakıp şübhesiz olarak gördüğünü söylemiştir. Bizim ise bunlardan vasıl olduğumuz netice şudur: inşikakı Kamer vak'ası iki değil birdir. Ancak bu inşikak esnasında Ay şimşek çakar gibi sür'atle iki kerre ayrılıp kapanmıştır. Ve iki ayrılış esnasında da dağ ya'ni cebeli Hıra veya cebeli Ebi kubeys aradan görünmüştür. Âyet (.......) diye tasrih ettiği, haber de böyle meşhur olduğu halde bir iki müfessirin buna mecaz bir ma'nâ verdiği de söylenmiştir. Ebüssüudün nakline göre: Osman İbn-i Ata babasından: (.......) Kıyamet günü münşakkolacak demiş, nesefî gibi ba'zı tefsirlerde bu, Haseni Basarîye de atfolunmuştur. Gerçi mazıynin mecazen muzarri' ma'nâsına geldiği ve tehakkukuna tenbih için istıkbalin mazıy gibi ifade edildiği mevki'ler Kur’ân’da hayli çoktur. Lâkin burada böyle bir te'vilin ma'nâsız olacağı gösterilmiştir. Çünkü önündeki (.......) âyeti bunu reddeyler. Fahruddini Razî der ki, Müfessirînin hepsi murad, «Kamer münşakkoldu onda inşikak vukua geldi» demek olduğunu söylemişler, haberler de inşikakın hudusuna delâlet etmekte bulunmuştur. Sahîhte haber meşhurdur. Sahabeden bir cemaat rivayet eylemiş ve demişlerdir ki, Resulullahdan bir mu'cize olarak inşikak âyeti ayniyle istendi, o da rabbına duâ etti, binaenaleyh şakkeyledi ve geçti. Ba'zı müfessirînin «murad (.......) demektir, inşikak edecektir» demesi beîddir ve hiç ma'nâsı yoktur. Çünkü onu teslim etmeyip men'eyliyen felsefeci mazıyde de men'eder müstakbelde de, tecviz eden için ise te'vile hacet yoktur. Kamerin yarılması haddi zatında mümkinattandır, haberi sadık ile vukuu haber verilince inanmamağa sebeb yoktur. Mütevatir olan Kur’ân onu isbat için en kuvvetli delil iken başkaca tevatür aramağa da hacet yoktur. Haricdeki müverrihlerin ve müneccimlerin farkına varamamasından veya bir husuf gibi telâkki etmesinden dolayı zabt-u kayd etmemiş olmaları vak'ayı inkâra hak veremiyeceği gibi Semavî ecramın hark-u iltiyamı mümkin değildir diyenlerin lakırdılarının da ehemmiyeti yoktur, butlânı sabittir (.......) Ebû Hayyan der ki, (.......) kavlinin ma'nâsı Kıyamette münşakkolacaktır zu'munda bulunanın sözü hilâfına ümmetin icmaı vardır ve onu (.......) âyeti reddeder. Çünkü bu kelâm ancak istenen âyetin zuhurundan sonra münasib olur. Huzeyfe Medaindeki hutbesinde: agâh olunuz ki, saat yaklaştı ve Peygamberinizin zamanında Kamer hakikaten münşakkoldu demişken, Hasenin, saat geldiği vakıt nefhai sâniyeden sonra Kamer münşakkolacak demesine iltifat olunamıyacağı gibi «Kamerin inşikakı, ay doğduğu esnada zulmetin yarılmasından ıbarettir, ma'nâ (.......) demektir, çünkü Arab vâzıh olan şeyde Kameri mesel darb eder netekim zulmetin infilâkından dolayı sabaha felâk tesmiye olunur ve infilâka inşikak ta'bir edilir» diyenin sözüne de iltifat olunmaz. Bunlar bozuk kavillerdir. Eğer müfessirîn zikretmemiş olsalardı yine hiç kale almazdım (.......) Filhakika iymandan ziyade inkâra heveskâr olanları memnun edecek gibi görünen bu son te'vil büsbütün fâsid bir sefsetadır. Zira her lisanda olduğu gibi Arabda da ay ile aydınlığın mesel olmuş bir münasebeti bulunduğu gizli bir şey değil ve bir şey üzerine ay doğmak vuzuh ve zuhurdan mecaz ve kinaye olabilirse de Ayın yarılmasına karanlığın yarılması mülâhazasile Ayın doğması ma'nâsı vermek, sonra da bundan vuzuh ve zuhur ma'nâsına intikal ederek ortalığın aydınlandığı ve binaenaleyh Kıyametin yaklaştığı ma'nâsını anlamak pek aykırı bir düşünce olur. Evet sabahleyin zulmetin yarılmasına fecr ve felâk ve infilâk denilir, çünkü sabah demek o zulmetin yarılışı ve açılışı demektir. Fakat ondan dolayı Güneşin doğmasına inşikakı Şems denilemiyeceği gibi ayın doğmasına da inşikakı Kamer denilemez. Mecazda sema' şart değildir diye birisinin böyle bir mecaz düşünebileceği farz edilirse her halde Kuranı böyle aykırı ma'nâlardan tenzih etmek lâzım gelir. İhtara hacet yoktur ki, Kıyametin yaklaşmasına yaraşan ma'nâ ayın doğması ile ortalığın aydınlanması değil, ayın yarılması ve ecramı Semaviyyenin dahi yıkılabileceğinin anlaşılmasıdır. Ve bu haysiyyetledir ki, inşikakı Kamer mu'cizesi saatin zamanda yakınlığından ziyade akla yakınlığını göstermiştir. Bu münasebetle şunu da söyliyelim: Haseni Basrî ile Ataya atf edilen ma'nâda bir sui tefehhüm olmuştur. Onlar, Kamerin Kıyamette inşikak edeceğini söylemekle geçmiş olan inşikakı Kamer vak'asını inkâr edivermiş gibi farz edilmiştir. Halbuki hakikat öyle değildir. Onlar âyette sarih ve haberde meşhur olan mazıydeki inşikakı inkâr etmiş değil, âyetin diğer bir delâletini tavzıh ve tefsir eylemişler, vaki' olan inşikakı Kamer mu'cizesinden ileride Kamerin büsbütün yarılıp Kıyametin kopacağı ma'nâsını anlamak lüzumunu ıhtar etmişlerdir. Zira Saat yaklaştı ve Kamer yarıldı denilince şübhe yok ki, Kamerin yarılması Kıyamet alâmetlerinden olduğu anlaşılıyor. Fakat Peygamberin zamanında yarılmış olmakla olduğu gibi kalacakmıdır? Yoksa bu yarılışından ileride saati geldiği zaman (.......) mantukunca hepsinde sirri fenânın zuhura geleceğini anlatmak içinmi bu âyet sevk olunmuştur. İşte Hasen ve Ata (.......) demekle bu sevkı göstermişlerdir. Bu ma'nâ zannedildiği gibi (.......) mazıysinin muzari' ma'nâsına hamli tarzında bir mecaz ile te'vil değil, mazıy olan inşikakın müstekbeldeki inşikaka bir delâleti ve aynı zamanda (.......) cümlesinin bir mazmunudur. Bu şöyle demek oluyor: Kamerin inşikakı bir emri vaki'dir, mazıyde vaki' olan bu inşikak, Kamerin ve onun gibi Semavî ecramın dahi yarılıp parçalanabileceğini ve bu suretle âlemdeki her şey hakkında Peygamberin haber verdiği Kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh Müşriklere o saatin hulûlü ile Peygamberin zaferi de uzak değil, yaklaşmaktadır. İşte bizim anladığımıza göre (.......) denilmesinin ma'nâsı budur. Bu da bütün müfessirlerin anladığı ma'nânın müfadından başka bir şey değildir. Yoksa Hasen ile Ata inşikakı Kamer mu'cizesinin vukuundan haberdar olmamış veya rivayetleri reddetmiş veya âyetin sıyakından gaflet ederek mazıy ma'nâsını nefeylemiş demek için hiç bir delil yoktur. Ancak istikbaldeki inşikakı tasrihan söylemişlerdir. Felsefe bakımından mes'elenin münakaşası Ilmi kelâm mes'elesidir. Fahruddini Razî demişti ki, felsefeci mazıyi de istıkbali de men'eder. Esas i'tibariyle mu'cizatı tesavvur edemiyenlere karşı ilk yapılacak iş Kur’ân’ın bir çok yerlerinde yapıldığı vechile hilkatteki acaibata nazarı dıkkati celbetmektir. Bunun için evvelâ burada İbn-i Sînanın ba'zı sözlerini hikâye edelim: İbn-i Sîna İşaratın nihayetinde (.......) namiyle mu'cizat ve keramat gibi havarık ve garaibden bahseden (.......) de nefsi insanînin fevkal'adelikle alâkadar olan ba'zı hususıyyatına, hey'et ve kuvasına, ırfanına ve hakka nisbetine dair işaretlerinden sonra şu tenbihleri yapar da der ki,; belki sana arifînden adeti kalbediyor gibi gelen bir takım haberler vasıl olur sen de hemen tekzibe kalkışırsın, meselâ denilir ki, bir arif nâs için istiska etti de yağmur yağdı, yâhud istişfa etti de şifa buldular, yâhud aleyhlerine duâ etti de zelzeleye tutulup yere geçtiler, yâhud diğer bir suretle helâk edildiler yâhud lehlerine dua etti de üzerlerinden vebayı, öleti, seyli, tufanı bertaraf etti. Yâhud ba'zısına yırtıcı hayvanlar boyun eğdi, yâhud ba'zısından kuş kaçmadı ve daha bunlar gibi sarihan mümteni' tarikında tutulmıyacak şeyler işittiğin zaman birdenbire inkâra kalkışma da tevakkuf et acele eyleme. Çünkü tabiatın esrarında bu gibilerin de esbabı vardır. Belki ben sana ba'zılarını da hikâye ederim. Tabiat âleminde umuri gaybiyye üç mebde'den münbeis olur. Birisi zikredilen hey'eti nefsiyye, ikincisi unsurî cisimlerin havassı ki, mıknatisin kendine hass olan kuvvet ile demiri cezbi gibi. Üçüncüsü Semâvî kuvvetler ki, onlarla ecsamı arzıyyenin vaz'ıyyetlerine göre emzicei mahsusaları beyninde yâhud onlarla nüfusi Arzıyyenin vaz'ıyyetlerine göre emzicei mahsusaları beyninde bir münasebet bir takım asarı garîbenin hudusünü istitba' eder. Sihır evvelki kısım kabîlindendir. Belki mu'cizeler ve kerametler ve neyrencat ikinci kısım kabîlinden, tılsımlar üçüncü kısım kabîlindendir. Sakın ukalâlığın ve avamdan farkın münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın, o bir boş beyinlilik, hafiflik ve acizdir. Sabit olan bir şey'i anlıyamadığından dolayı tekzib etmekteki hımbıllık, delili olmıyan bir şey'i tasdık edivermendeki hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına iriştirilen haberin garabeti seni iz'ac etse bile onun muhal olduğuna bürhanın olmadıkça tevakkuf ipine sarıl, savab olan o gibileri kaim bürhanın bulunmadıkça imkân buk'asına salmaktır. İyi bil ki, tabiatte nice acâib ve kuvayı aliyei fa'ale ile kuvayı sâfilei münfeilenin ictimaatında nice garaib vardır. Birader! sana hak kaymağından yayık döğdüm ve lâtîf kelimeler içinde hikmet lokmalarıyle ziyafet çektim. Sen o gibi cahillerden, mübtezellerden, görgüsü ve mümaresesi yok, safası koku arkasında dolaşmak olan kimselerden yâhud şu feylesofluk taslıyanların mülhidlerinden ve sinek gibi bulaşık mızmızlarından sakın! (.......) Böyle duâ ile zelzele olabilmesini ve kuleranın kalkabilmesini bile tabiat esrarında mümteni' görmiyen İbn-i Sîna teessüf olunur ki, Ilmi tabiî namına nazariyyesinde yanlış bir fikre zahib olmuş, Sema ve ecramı Semaviyyeyi tab'ında hareketi müstakîme mebdei bir meyil bulunmıyan ve lemsi kabil olmıyan sırf ibdaî ve gayri unsurî cismi basit halinde vazederek mülâhaza etmiş ve «tab'ında hareketi müstakîme mebdei bulunmıyan bir cismin ise hark-u iltiyam şanından olamıyacağını» izah eyliyerek bu kübrâ ile o mevzuadan şu neticeyi almış: cirmi muhît ve muhaddidi cihat olan ve kendisinde yalnız meyli müstedîr mebdei bulunan cismi Semâ kabili hark değildir, yırtılmayı kabul etmez demiş, bunu böyle müberhen gibi göstermiştir. Ve bu suretle onun kevn-ü fesadi kabil olmadığını, tekvînî değil, ibdaî bir cevher olduğunu da söylemiş, sonra kevakibin, hâmilleri olan eflâkin gayrı ecram olduklarını, bununla beraber anasırdan tekevvün etmiyen cevheri mübda' cinsinden bulunduklarını ve çünkü zikri geçen mevzuaya mebniy gayri mütekevvin olan ecsama, mütekevvin olan ecsamın yabancı bir şey gibi tahallül edemiyeceğini ve binaenaleyh Şems-ü Kamer ve bütün kevakibin de basît olmaları lüzumunu müsbet gibi göstermiş ve kabili levn, mübsar olmakla beraber melmus olmadıklarını da ilâve eylemiştir. Hasılı Semâ ve eflâk sanki bu'di mücerred gibi koparılması mülâhaza edilemiyecek sâde bir imtidad suretinde şeffaf ve basît bir cimri muhît, kevakib de bir zıya gibi görünen ve fakat dokunulması ve bölünmesi kabil olmıyan gayrı unsurî ecramı basitai ibdaıyye telâkkı edilerek ya heyülalarının başkalığından yâhud heyülâ tabiatı umûmiyyetle kabili infisal olduğu halde sureti cismiyyelerinin tabiatından naşi Semâ ve ecramı Semâviyyenin hark-u iltiyamı tab'an mümteni' olduğu felsefece Ilmi tabiîde müberhen gibi addolunmakla zamanlarının fenni namına bu felsefe ardında gidenler Kamerin tab'ına nazaran şakkını imkânsız zanneylemişlerdir. Lâkin hakikatte bu, bürhan ile isbat edilmiş değil, söylediğimiz gibi tab'ında hareketi müstekımeye mebde' olabilecek bir meyil bulunmadığını teslim eden bir mevzu'aya istinad ettirilmiştir ki, bu mevzuanın kevakibe ta'miminde eski Betlimyos heyeti nazariyyelerinin te'siri olmuştur. Haydi bu'di mücerred gibi hiç vezn-ü sıkleti olmadığından dolayı harekete asla meyli olmayan basit vahidi muttasıl sâde bir imtidad (.......) suretinde bir cisim tasavvur olunsun, fakat, her hangi bir cisimde hareketi müstedîre mebdei olan meyl kabul edildikten sonrâ onda hareketi müstekıme mebdei olan meylin imtinaını iddia eden bir mevzua bize bir tenakuz gibi gelir, çünkü müstekîm veya müstedîr olmak hareket mefhumunun zatîsi değil, arazîsidir. Birinin caiz olabildiği bir yerde diğeri de caiz olabilir. Mani' de muktezî gibi başkaca mülâhaza edilmek lâzım gelir. Burada Müttekellimînin münakaşalarını tafsıl edecek değiliz ancak şunu da söyliyelim ki, bu Feylesofların kevakibi hamilleri olan feleklerle beraber hareket ettirebilmek için ecsamı gayrı unsuriyyeden saymaları da doğru değildir. Onlar da Arz gibi ecsamı unsuriyyeden mürekkeb ve binaenaleyh kevn-ü fesadı kabildirler. Zamanımızın fennî ve felsefî telâkkîleri de böyledir. Hattâ bu gün kabul edilmekte bulunan nazariyyata göre Arz Şemsten ayrılmış olduğu gibi Kamer de Arzdan ayrılmıştır. Buna göre de (.......) mazîde olmuş bir vakıa olarak sadıktır. Felsefeci isterse âyete bu ma'nâyı verebilir. Fakat bu ma'nâyı verirken gerek şakkı Kamer mu'cizesini ve gerek Kıyamet zuhuriyle ileride Kamerin yarılabileceğini gayri mümkin saymağa hakkı olmadığını da i'tiraf etmek lâzım gelir. Bu günkü fen, Kameri bir cismi esîrî farz etmediği gibi yarılabilmek kabiliyyetini de inkâr etmez. Ancak yarılması için tatbikı lâzım gelen kuvveti veya kudreti ta'yin edebilmek bir mes'ele teşkil eder. Yoksa gerek dahılinden bir infilâk ve gerek haricinden bir cereyan, bir mevce, bir müsademe farzıyle parçalanması tesavvur olunabileceği gibi bir nevi' elâstikıyyet veya tazyık farziyle açılıp kapanmasını tesavvur etmek de mümkindir. Burada mevzuı bahs olan müessir ise Allahü teâlânın kudret ve iradesidir. (.......) dir. Sûre-i «Ra'd» da şedîdülkuvanın ta'limiyle istivadan sonra kabe kavseyni ev ednâ tedellîsinde ru'yeti âyât ile tecelli eden kurbi ılmî ve şuhudî Sûre-i «Kamer» de kurbi iradî ile tecelli etmiş ve Resulullahın talebi üzerine şakkı Kamere iradei ilâhiyenin teallüku zâhir oluvermiştir. Şeyh Muhyiddîni Arabî Fütuhat’ının üç yüz otuzuncu babında Hazret-i Muhammediyeden menzili Kameri ma'rifet hakkında berzahî bir ifade ile şöyle der: Allah seni tarafından ruh ile te'yid buyursun bil ki, Kamer, hilâl denilen ile Bedir denilen arasında nurun ziyade ve noksanı halinde bir benzahî makamdır. Görülünce ay diye sesler yükseldiği için hilâl denilmiştir. Görenin gözünde nurun zatına umumu halinde de bedir denilir. Kamer için bu iki huküm mabeyninden başka bir menzil kalmamıştır. Ancak onunla gözler arasına hail olan şuaı Şems tahtinde gözlerin idrakinden istitarındaki bedriyyetine mihâk denilir. O vakıt o Güneşe gelen yüzünden tıbkı bize doğru olduğu zamanki bedir halindedir. Güneşin zâhir olmadığı yüzünden de mihakdır. Bu iki makamın arasında da bir yüzünden nur zâhir olduğu kadar da diğer yüzünden eksilir ve bir yüzünden eksildiği kadar da diğer yüzünden nur ile zâhir olur. Bu ise kavsi felekînin ı'vicacındandır. Demek ki, o hem daima bedir, hem daima mahmuk olur durur. Bu da Allahü teâlânın arif billâh olanlara bildirmeyi irade buyurduğu bir sirr içindir. Onlara bilfiil bu meseli darb buyurduğu bir sirr içindir. Onlara bilfiil bu meseli darb buyurmuştur ki, bundan ıbret alarak onun ma nusıbe lehine intikal etsinler. Ya'ni suret üzere vücudu ve zâhir olduğu meratabin tefsirine göre ahvalinin tegayyürü hasebiyle ondan insanı kâmili tanımak ve ma'rifetullaha irmek gayesine geçsinler. Allahü teâlâ (.......) buyurdu, ne bedir ne de hilâl tesmiye etmedi, çünkü bu iki halde onun bir, ikiden başka menzili yoktur. Menazil ta'biri ancak Kamer hakkında sadık olur. Tedânî ve tedellî dereceleri Kamerindir. Hazret-i gaybe duhulde ve hazreti şehadete hurucda ziyade ve noksanı almak onundur. Sonra Allahü teâlâ onu ihsanı kâmilin sureti ilâhiyye ile zuhuru için inşikak ile tavsıf etti ve onun zuhuru o suretin şakkı oldu, onun için o suretin zuhuru, Kamerin iki filka üzere inşikakının zuhuru gibi iki emr üzerinedir. Sahabîden haberde vârid oldu ki, Resulullahın ahdi üzerine Kamer inşikak etti. Arabdan bir taife onun sıdkına kendileri için bir âyet olmasını istemişlerdi onun üzerine inşikak etti de Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem hâzır bulunanlara şâhid olun dedi. Allahü teâlâ da (.......) buyurdu. Fakat sual vakı' olan inşikakımı murad etti? Kestirilemiyor maamafih âyetten zâhir olan odur. Çünkü inşikakı şu kavl ile ta'kıb buyurmuştur. (.......) fil'vakı' onu gördükleri vakıt onlar öyle dediler. Ve onun için Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem hâzır bulunanlara şâhid olun dedi, çünkü onların vukuunu istedikleri vukua geldi. Bununla beraber onlarca olan ancak zâhir olandır, o vakı' nefsel'emirde mi yoksa nazırın nazarında mı? Bu lâzım olmaz. Çünkü o ihtimal ancak onun nefsel'emirde gözlere zâhir olan gibi olduğunu haber verdiği zaman muhbirin kavliyle mürtefi' olacaktır. Halbuki muhbirin kavli mahalli niza' o (ya'ni sihir diyenlerin noktai nazarları bu, zâhirî bir gösterişten ilerisine inanmıyorlar) ve istedikleri vakı' olduğu zaman kendilerinden zuhura gelen ı'tirazın kendilerinden zuhura gelmemesini suallerinde şart da koşmamışlardı, binaenaleyh Peygamber sallâllahü aleyhi ve selleme sual vakı' olandan ziyadesi de lâzım gelmez (ya'ni mu'cizeyi gösterdikten sonra ilcaî bir surette inandırmak Peygamberin vazifesi değildir. Hattâ suallerinde şart etselerdi yine lâzım gelmezdi, çünkü ilcaî âyet, hikmeti bi'sete münafîdir, yoksa ba'zı rivâyetlerde varid olduğu vechile Kamer şakkedildiği surette îman edeceklerini va'detmekle ı'tiraz etmemeği teahhüd de etmişlerdi, fakat hislerine, görüşlerine inanmadılar âfaktan habere havale ettiler) sonra âfaktan insanlar geldi, o gece Kamerin inşikakını haber veriyorlardı onun için de Allahü teâlâ (.......) dediklerini hikâye buyurdu, sonra da Allah (.......) buyurdu, o emir olduğu gibi oldu, hasılı: Kamer berzahıyyül'mertebe olmasa idi ne ihlâl ve ibdarı ne de mahk-u israrı kabul etmezdi. Demek ki, sihri müstemir dahi (.......) hukmünde dahildir. İşte bu, hakka bir şikak ve aynî ılimde bir cehildir. (.......) buyurulandır ki, bir ılim olarak tesbit eylemiştir. Şeyhin bu sözlerinden ba'zıları, yanlış bir fikre zahib olmuş, inşikakı Kamer mu'cîzesi hakkında «Kamerin nefsel'emirde yarılmış olması lâzım olmayıp bakanların gözlerine öyle gösterilmiş olması kâfi olduğunu söylemiş» zannetmişlerdir. Halbuki böyle demek Şeyhi sihir diyenlerin sözlerine iştirâk etmiş farzetmektir. Bu ise Şeyhin kâ'bina yakışmaz. Zamanımızda basılan en güzel eserlerden «maddiyyun mezhebinin ızmihlâli» nam kitabında Bay İsmail Fenni mu'cizata dair yazdığı şayanı istifade ma'lûmat sırasında Şeyhin bu sözlerine temass ederek şöyle bir mutaleada bulunmuştur: «Şeyhi ekber, inşikakı Kamerin nâzırın nazarında vukuu ıhtımali mürfeti' olmadığını beyan ediyor. Şu halde ona göre bu mu'cizenin yalnız enzarı nasta vuku' bulmuş olması da muhtemildir. Vâkıa buna karşı o halde Müşriklerin ana sihir demekte haklı olmaları lâzım gelir denilerek i'tiraz edilebilirse de bu i'tiraza cevab vermek mümkindir. Denilebilir ki, inşikakı Kamerin yalnız enzarı nasda vukuu anın bir mu'cizei hakikiyye olmasına mani' değildir. Çünkü buna müşâbih bir sihrin vukuu ne görülmüş ne de işidilmiştir. Sahirlerin ba'zı hayalât gösterdikleri mervî ise de bu hayalâtı öyle ecrami Semâviyeye kadar teşmil eden ve bilfiil mevcud Kameri bulunduğu halin gayride gösteren bir sahir, kimse işitmemiştir ilh...» Böyle bir cevab hiç de doğru olmaz. İ'tiraf etmek lâzım gelir ki, gerek kavilde olsun gerek fiilde olmamış bir şeyi olmuş gibi göstermek büyük bir hüner de addedilse vakıa mutabık olmıyan bir yalan, bir aldanış mahiyyetinden çıkmış olmaz. Makamı nübüvvetin kuvvei kudsiyesi öyle şaibelerden tenzih edilmek ıktıza eder. Sihir diyenlerin muradı da onun vaki'de olmayıp sade gözlere bir gösterişten ıbaret olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir Şeyhin anlattığı da budur. O, kelâmının bütün cereyanında inşikakı Kameri bir vak'a olarak anlatmıştır: Bununla beraber onlarca olan ancak zâhir olandır. O vaki', nefsel'emirde mi yoksa nâzırın nazarında mı bu ıhtımal ancak muhbirin kavliyle mürtefi' olacaktır. Muhbirin kavli ise mahalli niza'dır sözünden muradı da sihir diyenlerin noktai nazarlarındaki berzehıyyeti anlatmaktır. Zamirler onlara raci' ve ıhtımal onların kendi hislerindeki şübheleri haberde niza' eden onlardır. (.......) de onlar hakkındadır. Onun için Şeyh o sözler arkasından şu ıhtarı yapar: yine bil ki, nazar ve i'tibar, esrar ve envardan zâhir olan ulûmdandır. Nurda basar ve ibsar içindir. Onun için Allahü teâlâ bu makamı zikrettiğinde (.......) buyurdu. Ya'ni basarın nurıyle idrâk ettiği mubsarat ve ahkâmından size verdiğini basîret gözleriyle idrâk edeceğiniz şuhud veya fikre geçiniz ki, şuhudi etemm ve akvadır. Fikir o mertebei ulyadan aşağı olan şuhudu ednadır. İkisi de zahir olandan müstetir ve bâtın olana geçer, bunlar (.......) olduğu gibi hem de (.......) dür. Müttakiyi Allah ta'lim eder, onun için onun ılmine şekk ve şübhe girmez, mütefekkir ise mahlûkunun kuvvetine bakar, onun için gâh isabet eder gâh hata eder. İsabet ettiği takdirde de yollar muhtelif olduğu için o isabeti ifade eden kuvvet ile kendisine şübhe girmesi de kabil olur. Hasılı müttaki basîret sahibidir. Mütefekkir basar ile basîret arasındadır. Basar ile kalmaz, halis basîrete de varamaz (.......) Mumaileyh fennî bay da kelâmının sonunda hissi tekvasiyle basîretine sahib olarak şu sağlam hakikatleri ıhtar eder: Muhyiddini Arabî kuddise sirrüh hem ekâbiri ulema ve meşayihten hem de müfessirînden olduğundan kendisinin şakkı Kamer mu'cizesinin nazarlarda vukuunu muhtemil addetmesinde erbabı şükûk tarzı tefekkürlerine muvafık bir sureti iyzahiye bulabilirler. Lâkin hamdolsun biz onlardan değiliz. Cenâb-ı Allah’ın her şey'e kadir olduğuna ve kavanini tabiiyye anın (.......) emrinin muktezasından başka bir şey olmadığına ve Kur’ân’ı azîmin mahzı hakikat idiğine iymanımız vardır. Mâdem ki, Kur’ân’da Kamer inşikak etti buyurulmuştur. Ve Cumhûri ulema ve müfessirîni kiram bu inşikakın yevmi Kıyamette vuku' bulacağı hakkında Osman İbn-i Atanın pederinden ettiği rivayeti salifüzzikir eshab-ı kiramın rivayetleriyle ve bundan başka (.......) kavli celîlinin delâleti sarihasiyle reddederek inşikakı Kamerin ahdı nebevide mu'cize olarak vukuunu bil'icma' kabul eylemişlerdir. Biz artık bunun nefsel'emirde vukuunu kabul ve tasdik hususunda asla tereddüd etmeyiz ve bunun keyfiyyetini ancak Allahü teâlâ ve Resulü bilir deriz. Böyle bir hâdisenin her yerde görülmesi lâzım geleceği yolunda iyrad edilmek istenilen i'tiraz dahi bizce mucibi iştibah ve tereddüd olamaz. Zira Kamerin inşikakını etrafta bulunanlar dahi görmüşler ve gördüklerine şehadet etmişlerdir. Gerçi ufukların tehalüfü, Kamerin sehab ile mestur olması, gece vaktı ekseri nasın meskenleri dahılinde bulunmaları ve herkesin Semayı terassudla meşgul olmaması gibi esbabdan dolayı bunu bittabi' bütün âlem göremezse de elbette sâir mahallerde dahi görenler olmuştur. Lâkin o devri cehalette hukümferma olan cehalete mebni bu hâdesenin sâhir ve Cin ve Şeytanların ef'aline atfedilerek gayri mazbut kalmış olması muhtemildir. Mu'cizatı kavanini tabiıyye ile te'life çalışmak bunları harikalıktan çıkarıp umurı adiyye sırasına sokmağa kalkışmak demektir. Halbuki akıl bu gibi ümurı fevkattabianın mahiyyetlerini idrâkten âcizdir. Ve anı dairei salâhiyyetinin haricinde kullanmak pek vehım hatalara sebebiyyet verir. Şerhi Mevakıfta Seyyidi Şerif, inşikakı Kamer mu'cizesinin mütevatir olduğunu söylemiştir. İbn-i Hacibin muhtasar şerhinde Sübkî de bunu ihtiyar ederek der ki, doğrusu inşikakı Kamer mütevatirdir. Kur’ân’da mensustur. Sahihaynde ve sairede turukı şettadan merviydir. Öyle ki, tevatüründe şübhe edilmiyecek haysiyyettedir (.......) Tevatürü, Kur’ân’da (.......) sarih olmak haysiyyetiyledir. Hadîsler bunun tefsirine müteallık olmak i'tibariyle hey'eti mecmuasına nazaran tevatüri ma'nevî denilebilecek kadar meşhurdur. Bununla beraber icmal Kur’ân’da mensus ise de tefsir noktai nazarından tevatüründe söz edilmiş bulunduğu için müevvili ve tafsılinin münkiri ikfar olunmaz. Çünkü dinden çıkarmak pek büyük bir iş olduğu için ihtiyat edilmek lâzım gelir. Evet Saat yaklaştı ve Ay yarıldı da 2Hâlâ bir âyet görseler yüz çevirip derler: müstemir bir sihir. Hâlâ bir âyet görseler i'raz ediyorlar. - Olacak olmadan akıllanmıyorlar, akıbeti düşünmüyorlar. Ibret almak istemiyorlar da her gördükleri âyetten yüz çeviriyorlar (.......) ve müstemirr bir sihır diyorlar. - Bu tekabülden anlaşıldığı üzere burada âyet, alâmeti acîbe ya'ni harika ve mu'cize ma'nâsınadır. Bununla beraber şu da bir kaıdedir ki, sıyakı şartta nekire, sıyakı nefide gibi amm olur. Binaenaleyh her hangi bir âyet ma'nâsına her türlü âyete şamildir. Ya'ni hiç bir âyeti, hiç bir delili, hiç bir mu'cizeyi nazarı i'tibara almıyorlar da «müstemir bir sihır» deyip geçiyorlar. Bu «müstemirr» kelimesine de bir kaç mânâ verilmiştir. Birisi maruf olduğu üzere yeniden yeniye muttariden cariy ve mütevaliy demektir. Birisi de geçici, ya'ni gelip geçici demektir ki, Buharîde bu ma'nâ menkuldür. Bu iki ma'nâ da mürurdan müştaktır. Bir de kuvvet ma'nâsına mirreden müştakk olarak muhkem demek olduğu Ebul'aliye ve Dahhâkten nakledilmiştir. Bu ma'nâ birincinin lâzımı olarak da mülâhaza olunabilir. Sihir ta'birine yakışan gelip geçici ma'nâsına olmaktır. Âyat ve mu'cizatın tevaliy ve teakubüne yakışan da kuvvetli ve mütemadi ma'nâsıdır. Binaenaleyh hepsinin birer vechi vardır. Yukarıda geçtiği üzere Kamerin inşikakını gördükleri vakıt Ebû Kebşenin oğlunun sihri, bakalım etraftan gelecek yolculara soralım dediler, gelenler de gördüklerini söyleyince sihri müstemir dediler diye rivayet olunduğuna göre kuvvetli ve ittıradlı ma'nâsı kasd edilmiş olmak ıktıza eder. Halbuki sihır, her ne de olsa bâtıl olacağından böyle demeleri şaşkınlıkla bir nevi' tenakuza düşmüş olduklarını iş'ar eyler 3Yalan dediler, hevâlarına uydular, halbuki her emir müstekır. Ve tekzib ettiler - Peygamberi ve getirdiği haberleri ve gösterdiği âyetleri ve mu'cizeleri yalana nisbet edip inkâr eylediler. Fakat bir şey bildiklerinden, bir delîle istinad ettiklerinden değil de (.......) hevalarına uydular - keyflerine, sırf nefislerinin meyillerine tâbi' olarak tekzib ettiler. Vakı'de hakkın muktezasını hisaba almadılar (.......) halbuki her emir müstekırr - ya'ni Peygamberin işi zannettikleri gibi gelip geçici bir şey değildir. Her işi Allahü teâlânın ılm-ü takdirinde kararını almış ona doğru gitmektedir. Hepsinin varıp karar kılacağı bir gaye ve akıbet vardır ki, hakikati o zaman tebeyyün eder. Peygamberin işinin hakıkat ve ulviyyeti ve onların hevalarının mahiyyeti ve şeameti ındi ilâhîde mukarrer olduğu gibi saati gelince belli olacaktır. 4Celâlim hakkı için onlara kıssalardan öyleleri de geldi ki, onlarda zecredecek haberler var Celâlim hakkı için onlara mühim haberlerden öylesi de geldi ki, - ya'ni geçen ümmetlerin ahvaline veya Âhırete müteallık haberlerden Kur’ân’da öyle mühim haberler de geldi ki, (.......) onda zecredecek, vaz geçirecek tehdid, sakındıracak öğüd, yâhud, sakınılması lâzım gelen acı akıbetler var - MÜZDECER, masdarı mîmî de ismi mekân da olabilir 5Bir hikmeti baliga, fakat inzarlar faide vermiyor. Bir hikmeti baliga - HİKMETİ BALİĞA, ihkâmın ve gayeye isabetin en yüksek derecesine irmiş hikmet demek olup «ma» dan veya «müzdecer» den bedel, yâhud mahzuf bir mübtedanın haberidir. Ya'ni bir hikmeti baliğa olan zecirler ve haberlerle Kur’ân geldi. Yâhud bunların hepsi, cereyanı halin böyle olması bir hikmeti baliğadır. (.......) demek ki, o inzarlar faide vermiyor. 6Sen de onlardan yüz çevir, o gün ki, çağırıcı görülmedik müdhiş bir şey'e çağırır. O halde sen de onlardan - o hevaları peşinde giden münkirlerden yüz çevir, boş yere mücadele ile uğraşma da yaklaşmakta olan saate bak. (.......) o gün ki, da'vetçi da'vet edecek - bu gün yaklaşmakta olduğu zikrolunan saati bir beyandır. Bu yevm mukadder zikre müteallık olabilirse de aşağıdaki (.......) a müteallık olması daha muvafıktır. Kıyamet günü onlardan yüz çevir, şefaat etme ma'nâsına (.......) ye teallûkunu tecviz edenler dahi olmuş ise de secavendde bu ihtimali kesmek için (.......) üzerine vakfı lâzım işareti mim konmuştur. Kavli meşhur da'vetçi İsrafildir. Diğer bir Melek olduğu da söylenmiştir. Ebüssüud buradaki da'vet (.......) daki emir kabîlinden olmak da caiz olur, diyor. Bu surette çağıran Allahü teâlâ olmuş olur. Ya'ni o (.......) münker, ya'ni misli görülmedik müdhiş bir şeye - hisaba veya haşir veya haşr için neşre, çâğıracağı gün 7Gözleri düşgün düşgün kabirlerden çıkarlar, sanki çıvgın çekirgeler. Gözleri huşu' içinde -hâilenin dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşgün bir halde (.......) kabirlerden çıkacaklar (.......) sanki ceradı münteşir gibi - çıvgın çekirgeler gibi intişar ile 8Gibi çağırana koşarak, der ki, kâfirler: bu pek zorlu bir gündür. O çağıran da'vetciye yelerek fırlıyacaklar (.......) diyecek ki, o kâfirler (.......) bu çok zorlu bir gün. - Bundan mü'minler için öyle olmıyacağı anlaşılır. 9Onlardan evvel Nuh kavmı tekzib etti yalancı dediler o kulumuza, mec'nun dediler, çok incittiler Onlardan evvel Nûh’un kavmı tekzib etti - ya'ni o tekzib denilen fi'li ya Muhammed senin kavmından evvel Nuh kavmı yaptı, Allah’ın Peygamber gönderdiğine inanmadı (.......) öyle ki, o kulumuza yalan isnad ettiler (.......) ve mecnun dediler (.......) hem de zecredildi - tebliğden men'edilmek için çok azarlandı, incidildi, eziyet olundu (.......) diye vaz geçmezse recm-ü i'dam ile tehdid olunuyordu 10O da nihayet rabbına duâ etti, ben dedi, mağlûbum, hemen nusratını ver. O da rabbına dua etti: (.......) şöyle ki, ben mağlûbum artık öcünü al 11Bunun üzerine Göğün kapılarını açtık dökülen bir su ile şakır şakır. Bizde dökülen bir su ile Semanın kapılarını açtık - Cumhûrun Beyanına göre su ile Semanın kapılarını açmak ta'biri bir istiarei temsilîyyedir, Bulutlardan suyun kesretle boşanışı kuvvetli bir seyl ile Semanın kapıları açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına teşbih olunmuştur. 12Yeri de fışkırtık kaynaklar halinde, derken su birleşti bir emr üzerine ki, olmuştu öyle mukadder Arzı da kaynaklar halinde coşturduk (.......) derken su birleşti (.......) mâân iki su denilmeyip müfred olarak (.......) buyurulması esas itibariyle ikisinin bir su olduğuna işaret olsa gerektir. Müfessirîn ifradın vechinde diyorlar ki, iki suyun iltikası mücaveret tarikıyle değil, ihtılât ve ittihad suretiyle olduğunu tahkık içindir. (.......) Ezelde takdir olunmuş bir emre binaen ki, indirilen suyun çıkarılan kadar olması kanunudur. Yâhud ezelde kader kılınmış bir emr üzerine ki, bu da Nuh kavmının tufan ile helâki işidir. 13Onu ise taşıdık elvahlı ve kenetli bir hamule üzerinde ki, akar. Onu ise yükledik (.......) elvahlı ve düsürlü bir şey'e bindirdik - elvah, levhın cem'idir. LEVH her neden olursa olsun tahta gibi yassı şey'e denir. DÜSÜR, disarın cem'idir, disar, eğser, yâhud geminin tahtalarını yekdiğerine bağladıkları rabıta, kened, perçin veya halat. Zatielvah ve düsürden murad gemidir. Bir nevi' ta'rif için sıfat isim makamına ikame olunmuştur. Ya'ni bir takım elvahın birbirlerine sureti mahsusada kenedlenmesiyle yapılmış olan gemiye bindirdik 14Nezaretimizle giderdi o nankörlük edilen zata bir mükâfat olarak. O elvahlı şey bizim nezaretimiz altında akıyordu (.......) mucebince dağlar gibi dalgaların içinde Allah’ın görüp gözetmesiyle doğrudan doğru muhafazası tahtinde akıp gidiyordu. (.......) o küfredilmiş, kadri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zata, ya'ni Nuha mükâfat için - ki, onu tekzib edenler gark olurken o böyle hıfzı ilâhîde mahfuz bulunuyordu. 15Celâlim hakkı için bıraktık ta onu bir âyet olarak, fakat düşünen mi var? Şanım hakkı için onu, ya'ni gemiyi bir âyet olarak bıraktık da - burada Hazret-i Nûh’un gemisinin enkazı Cudî dağında kaldı, hattâ bu ümmetin evaili onu gördü diye Katadeden rivayet vardır. Lâkin murad aynen o geminin kalmış olması değil, mutlaka gemi cinsinin onu hatırlatacak bir muhtıra olduğunu söylemek olması daha ziyade melhuzdur. Çünkü bunda ıbret ve tezekkür sahası daha geniş daha umumî ve binaenaleyh şu ıtabın faidesi daha bariz olur. (.......) fakat hani düşünen -MÜDDEKİR, aslı zikirden iftial babından (.......) dir. Müzdecerde olduğu gibi, ta, dala kalbolunmuş, sonra da zal dalda idgam edilmiştir. Mütezekkir gibi düşünen demektir. Her gemiyi gören veya duyan düşünmek lâzım gelirken düşünenmi var? 16Ki, nasıl azâbım ve inzarlarım? (.......) ki, nasılmış azâbım ve inzarlarım? - Bu istifham tehvil ve ta'cib ile tedhiş içindir. 17Şanım namına Kur’ân’ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? şanım namına Kur’ân’ı da müyesser kıldık, kolaylaştırdık, yâhud kolaylıkla ihsan eyledik (.......) düşünülmek için (.......) fakat hani düşünen? - İşbu (.......) âyeti bu sûrenin bir terci' âyetidir ki, her kıssanın akıbinde (.......) mazmununu hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstekıl olarak o izdicar ve iddikârı, ya'ni düşünüp ıbret almayı iycab ettiği anlatılmıştır. 18Tekzib etti de Âd nasıl oldu azâbım ve inzarlarım? Âd tekzib etti - kıssanın istıklâline tenbih için atıf yapılmamıştır. (.......) tekzib etti de azâbım ve inzarların nasıl oldu? - Bu istifham evvelki gibi tehvil için değil, söylenecek söze dikkat ve ısgayı celb içindir. 19Çünkü salıverdik üzerlerine müstemirr, nühusetli bir günde bir soğuk rüzgâr ki, sarsar Çünkü biz onların üzerine bir sarsar rüzgârı gönderdik - SARSAR, soğuk veya gürültülü bir fırtına (.......) bir uğursuz gününde - ki, nuhuset ve şeameti onların helâkleriyle hitam bulmadı da Kıyamete kadar berzahta da muazzeb kaldılar, ba'zı Nücumcuların zannettiği gibi o nuhuset zatîsi değil, herkes ve her şey için uğursuz değil, onlar hakkında öyle oldu 20İnsanları kökünden devrilen hurma kütükleri gibi yolar. O insanları yuluyordu - çekip koparıp alıyordu (.......) sanki dibinden kopmuş hurma kütükleri imişler - Âd, iri bedenli bir kavm oldukları için başları kopup kopup devrildikçe bu teşbihe mâsadak oluyorlardı 21Bak nasılmış azâbım ve inzarlarım? o halde nasılmış azâbım ve inzarlarım? - Bu istifham da tehvil ve ta'cib içindir 22Şanım namına Kur’ân’ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? Şanım namına Kur’ân’ı da müyesser kıldık (.......) düşünmek için (.......) fakat hani düşünen. 23Semûd o inzarları tekzib ettiler Semûd, nezirleri tekzib etti - burada nüzür, inzar ve va'z ma'nâsına nezîrin cem'ı olabileceği gibi münzir, ya'ni Peygamberler ma'nâsına da olabilir. Fahri Razî burada şöyle bir mutaleada bulunup demiştir ki, Allahü teâlâ bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve mütevassıt kıssanın zikrini etemmi vech üzere yapmıştır. Çünkü Salih aleyhisselâmın hali Muhammed sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretlerinin haline daha çok benzer yar, Çünkü onun getirdiği mu'cize sair Peygamberlerin getirdikleri mu'cizelerden daha acibdir. Gerçi Isâ aleyhisselâm ölüyü diriltmiştir lâkin ölü, hayata mahall idi, demek o Allah’ın izniyle hayatı kabil olan bir mahalde isbat etmişti, Musâ aleyhisselâmın da asâsı ejderha oldu, demek Allahü teâlâ bir haşebede hayat isbat eyledi. Lâkin haşeb nebattır. Nebatta da hayvanınkine müşabih bir nemâ kuvveti vardır. Bu obirinden daha acibdir. Salih aleyhisselâmın yedinde zâhir olan ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemaddır, hayata da mahal değildir, nemaya da mahal değildir. Demek ki, bu daha acibdır. Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem ise hepsinden daha acibini getirdi ki, Semavî bir cirimde tesarruftur. Müşrik diyordu ki, Semaya kimse iremez. Onun şakk-u harkına imkân yoktur. Arzıyyat, maddeleri müşterek ecsam olup her biri diğerinin suretini kabul edebilirse de Semavat onu kabul etmez diyorlardı. Bu suretle Hazret-i Peygamberin getirdiği mu'cize Salih aleyhisselâmın en acib olan mu'cizesinden de daha acib ve daha beliğ ve daim olmuştur. (.......) 24Şöyle dediler: içimizden bir beşere mi tabi' olacağız? Şübhesiz biz o vakıt şaşkınlık içinde kalır ateşlere yanarız Tekzib ettiler de dediler ki, â! bizden bir beşere, bir kişiye mi (.......) tâbi' olacağız? - Evvelâ,(.......) demekle bir beşere tâbi' olmayı kabul etmek istemiyorlar, Melek istiyorlar gibi görünüyor, sonra (.......) bizden demekle kendilerinden ve kendi içlerinden olan bir beşere tâbi' olmak istemediklerini anlatmış oluyorlar. Bunun mefhumı muhalifi kendi içlerinden olmayıp da hariclerinden bir beşer olsa tâbi' olabileceklerini iş'ar eder ki, bu hal, umumiyyetle istıklâle lâyık olmıyan kavımların haleti ruhiyyelerini gösterir, kendi aralarında kıskançlıkla geçimsizlik ederler de bir yabancının başlarına geçmesini memnuniyyetle telâkkı ederek esarete doğru giderler. Daha sonra da (.......) diyorlar ki, kendi içlerinden bir ferde ittibaî kabul etmiyorlar, fakat bir cem'iyyet olsa tâbi' olabileceklerini ifade etmiş bulunuyorlar. Onun için olmalı ki, içlerinde: (.......) mantuku vakı' olmuştu. Halbuki hakikatte bir cem'iyyetin teşekkül edebilmesi ve vahidin riyaseti tahtinde vahdet kanununa tâbi'dir. Lâkin onlar kendilerinden bir beşere tebeiyyeti istemiyorlar da diyorlar ki, (.......) her halde biz o vakıt muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık içinde kalmış oluruz, yâhud o surette yolumuzu gaib etmiş ve ateşler içine düşmüş bulunuruz. Salih aleyhisselâm onlara Allah’ın emrini dinlemedikleri takdirde dalâl içinde kalıp ateşlere yanacaklarını söylediği için onlar da böyle reddediyorlar. Ya'ni asıl sana uyarsak şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlar. 25O zikir aramızdan ona mı bırakıyorlar? Belki o bir şimarık yalancıdır. O zikir ya'ni vahiy ve kitab aramızdan onamı bırakılıyor? - Biz de onun gibi bir ferd, bir beşer değilmiyiz? Yâhud içimizde ondan daha lâyıkı yokmu? (.......) hayır o bir kezzabı aşir - mağrur, şımarık, şımarıklıkla üstümüze çıkmak istiyen bir yalancı, işte bu derece yalan isnadıyle tekzib ettiler 26İleride bilecekler o şimarık yalancı kimdir? Yarın, ya'ni, azâbı görecekleri gün bilecekler (.......) kimmiş o kezzabı eşir - hakka inanmıyan şımarık yalancı 27İşte biz onlara bir fitne olmak üzere o Nâkayı (o dişi deveyi) salıyoruz. Onun için gözet onları ve sabırlı ol. Çünkü biz onlara fitne için nâkayı salacağız. - NÂKA, dişi deve demektir. Sûre-i Şuarada geçtiği üzere (.......) diye Salih aleyhisselâmdan âyet, ya'ni nübüvvetine alâmet olacak mu'cize istemeleri üzerine bir kaç Sûrede geçtiği vechile işte size bir naka, bir âyet olmak üzere Allah nakası (.......) denilmişti. Bu nâkanın nereden ve nasıl çıktığı Kur’ân’da musarrah değildir. Ancak (.......) ta'bir olunmuştur. Lâkin haberlerde bir (.......) den, ya'ni yalçın kayadan ıbaret bir tepeden çıkarılmış olduğu şayi'dir. Burada bunun çıkarılması değil de irsali, ya'ni bırakın Allah’ın arzında otlasın diye salınması bir fitne için olduğu beyan buyuruluyor. Bunu çokları imtihan ma'nâsına tefsir etmişler ise de meşhur ma'nâsına hamlini tecviz edenler dahi olmuştur. Razî der ki, burada fitne maf'ulünlehtir, buna göre irsalden maksud fitne olmuş oluyor, lâkin asıl maksud Peygamberi tasdık olmak lâzım gelir. Çünkü bihakkın Salih aleyhisselâmın mu'cizesidir. Şu halde bunun tefsirinde tahkık nedir? Deriz ki, bunda iki vecih vardır. Birisi: mu'cize bir fitnedir. Çünkü onunla müsab olacak kimsenin hali muazzeb olacak kimsenin halinden seçilir. Zira Allahü teâlâ mu'cize ile mahza Peygamberin sıtkını anlatmış olması hasebiyle küfredenleri ta'zib eyler, bu cihetle mu'cize Peygamberi bir tasdık olması haysiyyetiyle bir ibtilâdır. Zira tasdıkten sonra musaddık ile mükezzib seçilecektir. İkincisi bundan daha incedir. Şöyle ki, nakanın kayadan çıkarılması bir mu'cize, salınması ve aralarında dolaşması ve suyun taksim olunması da bir ibtilâdır. Onun için (.......) buyurulmamış (.......) buyurulmuştur bir de bunda şöyle bir gizli işaret vardır. Ki, Allahü teâlâ dilediğine hidayet buyurur ve hidayetin yolları vardır: ba'zısı insanın kesb ile medhali olacak bir surette olur, meselâ delil olacak bir şey halkeder ve onda insanın nazar ve tefekkürü o suretle vakı' olur ki, ındinde hak, tereccuh eyler de ona tabi' olur. Ba'zan da onu ibtidadan ona ilca eder ve tâ küçüklüğünden onu hatadan sıyanet eyler. İşte Peygamberler eliyle mu'cize ızharı kesb ile ihtidasını dilediğine hidayet kabilindendir. Peygamberlerin kendilerine olan hidayet ise kesbile değil belki kendilerinde gayri kesbî bir takım ılimler halkı iledir. Bu suretle (.......) onlara işarettir ve onun için (.......) buyurulmuştur ki, ma'nâsı onlar için fitne olabilecek vechile demektir. (.......) onun için gözet onları - bak o yüzden nasıl bir mihnet ve azâba düşecekler (.......) ve sabırlı ol, sana eziyyet ederlerse azâbı acele etme 28Hem haber ver onlara ki, su aralarında nevbetle taksim ve her su alış huzur iledir. Ve onlara haber ver ki, su, aralarında taksimdir. - Ya'ni naka ile onlar arasında (.......) mısdakınca nevbet ile taksimlidir. Bir gün nâka içer bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını sularlar. Yâhud nâkanın gününden maadasında onlar arasında taksimlidir. (.......) her şirb, huzur iledir. - Fıkıhda şirb, şefeden eam, ya'ni hem içmek hem kullanmak ve sulamak hususlarına şamildir. Her şirb, gerek nâkanın şirbi ve gerek halkın şirbi, yâhud gerek su içimi, gerek süt içimi demektir. Deniliyor ki, halk kendi su nevbetlerinde su alıyorlar, devenin nevbetinde de sütünü sağıb içiyorlardı. Demek ki, bu nâkanın bir taraftan külfet bir taraftan ni'met olan acib hususiyyetleri vardı. Bir kerre su nevbeti bütün halkın su nevbetine muadil bir günü işgal ediyor. Bu suretle onları tazyık eden bir ibtilâ oluyor. Buna mukabil onlara bir çok süt veriyor. Bu cihetle de hallerine vüs'at veren bir ni'met oluyor. İki halin ikisinde de bir değil, bir çok develerin yerini tutan büyük bir mahlûk olmuş oluyor. Buna nâkatullah denilmesine ve Allah’ın Arzında bırakılıp salma yayılmasına nazaran alâ hukmi milkillâh muameleye tâbi' olan vakıf veya beytül'mal emvali gibi idare olunmuş bir cins sağmal mala benziyor, Netekim bir de küşeği olduğu nalkediliyor. Allah için hakkı gözetilerek bakıldığı takdirde kendileri için pek büyük bir ni'met olacak olan bu Allah devesi ıktiza ettiği külfet ve meunet ve nizamı kısmet gibi ahkâmı maslahat ile haklarında bir nevi' tazyık ifade eden bir fitne ve ibtilâ olmakla bu kuyud ve mükellefiyyete dayanamadılar. 29Bunun üzerine sahiblerine bağırdılar o da silâha sarıldı da ayaklarını çırptı. Derken sahiblerine bağırıştılar. - Şehirlerindeki dokuz çetenin (.......) başı olan ve Semûdün kızılı (Uhaymiri Semûd) denilen Kudar İbn-i Salife feryad ettiler (.......) o da aldı alacağını - kalktı silâhını veya arkadaşını veya cinayeti mukabilinde alacağını aldı (.......) da akretti - AKR, bir hayvanı ayağından biçerek devirip yıkmaktır. Bu suretle deveyi vurdu öldürdü. Deniliyor ki, Salih aleyhisselâm, bari köşeğine yetişin dedi, o, dağa kaçmıştı koştular bozulayarak anasının geldiği kayaya girdi yetişemediler. 30Fakat bak nasıl oldu azâbım ve inzarlarım. Fakat arkasından azâbım ve inzarlarım nasıl oldu? - Nasıl acı bir surette tehakuk etti. Salih aleyhisselâm (.......) onun üzerine üç gün yurdunuzda yaşayın, işte o, yalan çıkmıyacak bir va'd» diye tebliğ etti. Rivayet olunduğu üzere «yarın yüzleriniz sararacak, yarından sonra kızaracak, üçüncü gün kararacak sonra da sabahleyin başınıza azâb gelecek» dedi, derken bu alâmetleri görmeğe başladıklarında Salih aleyhisselâmı da tutup öldürmek istediler, o biemrillâh meıyyetindeki mü'minlerle Filestıne çekilip kurtuldular. Dördüncü günü ki, bir pazar günü idi o yerleri azâba getirerek gözleri baka baka titriye titriye bir lâhzada helâk oldular (.......) 31Çünkü biz üzerlerine tek bir sayha salıverdik, ağılcı çırpısı gibi kırılıp döküle kaldılar Zira biz onların üzerlerine bir sayha salıverdik - evlerinin önünde titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi Semâdan bir sayha koptu, yerden de bir recfe (.......) derhal ağılcı çırpısının kırıntıları gibi kırala kaldılar. - Çoban ağılının etrafına harîm olmak için çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş olan kırıntıları gibi yâhud çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının yanık kırıntıları gibi kırıla kaldılar. Bu teşbihin mazmununda da düşünülecek ma'nâlar vardır. 32şanım namına Kur’ân’ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? Kur’ân’ı da müyesser kıldık düşünmek için (.......) fakat hani düşünen? - düşünüp de bu mazmunlardan ıbret alacak ve ona göre hareket edecek olan? 33Lût’un kavmı o inzarlara yalan dediler bu kıssanın da muhtelif yerlerde zikri geçti, mücerred tekrar suretiyle değil, her birinde hususî bir noktasına işaret olunarak geçti. 34Biz gönderdik üzerlerine taşlar yağdıran, yalnız Lût’un ailesini necata çıkardık bir sehar Onun için biz üzerlerine salıverdik: (.......) çakıl, taş yağdıran Melek yâhud rüzgâr: - üzerlerine siccilden istif edilmiş taşlar yağdırıyordu. (.......) Ancak Lût’un îman eden mensubları müstesna - ki, karısı haric olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. (.......) Onları bir sehar vakti, ya'ni sabaha yakın kurtardık. Selâmete çıkardık. 35Tarafımızdan bir ni'met olarak, işte şükredeni böyle karşılarız İşte biz, îman-ü itaatla ni'metimize, şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle mükâfatlandırırız. 36Celâlim hakkı için satvetimizin şiddetini kendilerine ıhtar da etmiş idi, fakat o ıhtarları cidal ile karşıladılar Halbuki celâlim hakkıyçin Lût ötekileri, ya'ni kavmını inzar etmiş tutuşumuzun dehşetini kendilerine haber de vermiş idi. (.......) Fakat onlar o inzarları şekk-ü cidal ile karşıladılar. 37Ve onun müsafirlerinden kâm almağa kalkıştılar, biz de gözlerini siliverdik de tadın bakalım dedik azâbımı ve inzarlarımı? kasem ile söylerim ki, o gelen müsafirlerinden dolayı mutalebede bulundular - müsafirlerinden murad almak, fücur etmek için gidip geldiler. Tazyik etmek istediler ki, müsafirleri Hazret-i İbrahimin müsafirleri olan Resuller idi. (.......) Onun üzerine biz de gözlerini siliverdik - ya'ni yüzlerinde eseri bile kalmıyacak vechile silme kör ettik, eve girdikleri halde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını bile bilemediler de Hazret-i Lût tuttu çıkardı (.......) bu suretle haydin azâbımı inzarlarımı dadın dedik 38Ve Celâlim hakkı için bastırıverdi kendilerini bir sabah bir azâbı müstekır. Celâlim hakkı için sabahleyin erkenden de onları bastırdı (.......) müstekır, ya'ni üzerlerinde kararını bulmuş defolunmaz, yâhud onları karargâhları olan Cehenneme götürene kadar devam eden bir azâb 39Tadın bakalım azâbımı ve inzarlarımı. Haydi şimdi azâbımı ve inzarlarımı dadın bakalım - ya'ni böyle denerek bastırdı, yâhud bu ifade onların istihkaklarını beyan için temsilî bir hitabdır. Bunlar zevklarına düşkün oldukları için cezalarında da (.......) ile tehekküm yapılmıştır. Bunlar gibi inzarları tekzib eden muasır kâfirler hakkında da buyuruluyor ki, 40Şanım namına Kur’ân’ı müyesser de kıldık düşünmek için, fakat düşünen mi var? Şanım namına Kur’ân’ı da müyesser kıldık düşünmek için, fakat hani düşünen?. Beşinci kıssa: 41Şanım hakkı için ali Fir'avne de geldi inzar edici Peygamberler. 42Âyetlerimizin hepsini tekzib ettiler biz de onları öyle bir tutuşla alıverdik ki, muktedir bir azîze öyle yaraşır Bu kıssalardan hıssaya gelince; 43Sizin kâfirleriniz onlardan hayırlımı? Yoksa sizin için kitablarda bir berâetmi var? Sizin kâfirleriniz - hıtab, ehli Mekkeye, dolayısiyle Araba, dolayısiyle karni ehîr insanlarınadır. Ey bu zaman insanları! sizin gâvurlarınız (.......) onlardan hayırlı mı? - Ya'ni kavmi Nuhtan Fir'avne kadar helâkleri zikrolunan kâfirlerden daha mı kuvvetli yâhud Allah’ın azâbından kurtulmak için daha mı yararlıklı? (.......) Yoksa sizin için kitablarda bir berâet mi var? - Ya'ni âhir zaman insanları ne kadar küfr-ü ısyan ederlerse etsinler indallah ceza ve mes'uliyyetleri yoktur diye beraetinize dair kütübi semaviyyede bir sarahat mı var? 44Yoksa biz yardımlaşır bir cem'iyyetiz mi diyorlar? Yoksa biz yardımlaşır muntazam bir cem'iyyetiz, öcümüzü alır kendimizi kurtarırız mı diyorlar? - Bu, kuruni ehîre insanlarında cem'iyyet ve medeniyyet vasıtalarının çoğalacağına ve onunla iftihar olunacağına delâlet eder. Lâkin 45Her halde o cem'iyyet bozulacak ve arkalarını dönüp gidecekler O cem'iyyet muhakkak bozulacak ve arkalarını dönecekler - İbn-i Ebi Hâtim, ve Evsatta Taberanî ve İbn-i Merduye Ebû Hüreyreden şöyle rivayet etmişlerdir: Dedi ki, (.......) kavlini Allahü teâlâ Peygamberine Bedir gününden evvel Mekkede iken indirildi ve Ömer İbn-i hattab radıyallahü anh şöyle dedi: Ya Resulâllah hangi cem'iyyet bozulacak dedim, vaktâ ki, Bedir günü oldu ve Kureyş bozuldu, Resulullaha baktım arkalarından kılıcı çekmiş (.......) diyordu. Bu suretle bu ayetin Bedir günü için bir mu'cize olduğu anlaşıldı 46Daha doğrusu onların asıl mev'ıdi saattir ve o saat daha acı ve daha belâ ve bedterdir. Daha doğrusu saat onların asıl mev'idleri - ya'ni o hezimet onların tam ukubetleri değil bir mukaddimedir. Asıl mi'adları azablarının va'dolunduğu zaman saattır. (.......) O saat ise daha büyük dâhiye -Dâhiye, kurtulmak çaresi olmıyan belâ ve musıbet (.......) ve daha acı, daha bedter 47Muhakkak ki, mücrimler şaşkınlık ve çılgınlıklar içindedirler Şübhe yok ki, mücrimler - gerek evvelkiler gerek sonrakiler (.......) dalâl içinde - yanlış yolda helâke giden şaşkınlık (.......) ve çılgın ateşler içinde - yâhud çılgınlıklar, delilikler içindedirler. 48O gün ki, yüzleri üstü ateşte sürüklenecekler tadın ne imiş diye messi Sakar O yüzleri üstü Cehennem ateşi içinde sürüklenecekleri gün - denecek (.......) tatın bakalım messi sekarı - bir ismi, de sekar olan Cehennemin dokunuşu, ohşayışı ne imiş? Nasılmış? SEKAR,(.......) gibi güneş çalmak denilen yakıştır ki, rengi değiştiriverir. Sekar, bu ma'nadan me'huz olarak Cehenneme alem yapılmıştır ki, alemiyyet ve te'nis ile gayri münsarıftır. Ucme deyenler de olmuştur. Sûrei müddessirde (.......) diye ta'rif olunmuştur. 49Haberiniz olsun ki, biz her şey'i bir kaderle yaratmışızdır. Çünkü biz her şey'i bir kader ile halk etmişizdir. - Her şey'in vukuundan evvel ezelde ilmi ilâhîde mukadder olan bir kaderi, ya'ni haysiyyeti ilmiyyesi vardır ki, kazasının cereyanı, fi'len yaradılışı o kadere göre vakı' olur. Onu başkası istediği gibi icab ve ta'yin (determine) edemez. Onun için mücrim, kendi keyf ve iradesine göre cürmün mahiyyet ve mukadderatını değiştiremez. Kaderde akıbeti bedbahtlık, mes'uliyyet, mahkûmiyyet ile Cehenneme götürmek olan cürm-ü meası sevab ve saadet vesîlesi yapılamaz. Onun için mücrimler mücrim oldukları haysiyyetten dalâl ve nîran içindedirler. KADER, abdin iradei cüz'iyyesine münafi de değildir. Çünkü ihtiyarî fiıllerin vukuu için iradei cüz'iyye dahi kader cümlesindendir. O halk ve fi'lin nasıl olduğuna ya'ni kaderin kaza ile icrasına gelince 50Emrimiz de başka değil birdir, bir lemhi basar gibidir. Bizim emrimiz de - Ya'ni işimiz yâhud her hangi bir şeyi halk için buyurultumuz da - başka değil (.......) ancak birdir - Bir kelimeden veya bir lemhadan ibarettir (.......) basarlar bir lemha gibi - gözle seri' bir bakış lahzası, ya'ni bur şuur ânı gibi ki, (.......) buyurulduğu üzere bir «kün» emrinden ibarettir. Hakikatte ılleti tamme bu kün emridir. Illet, vakı' olunca ma'lûl de hemen olur. Onun için o cem'iyyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, mücrimler o mukadderata nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. «Ol!» deyince hepsi olur. 51Celâlim hakkiyçin emsalinizi hep helâk da ettik fakat hani düşünen? Hem emsalinizi hep helâk etmişizdir - düşünseniz siz de gitmek üzere bulunduğunuzu anlarsınız (.......) fakat hani düşünen? - Denebilir ki, Dünyadan kötüler de gidiyor, iyiler de, fanîliği ve helâki düşünmekten ne çıkar? Bu gibi mukadder sualleri halletmek üzere buyuruluyor ki, 52Bununla beraber işledikleri her şey defterlerdedir. Onunla beraber işledikleri her şey defterlerde yazılı - ya'ni kendileri helâk olup gitmekle beraber iyi ve kötü bütün fiilleri kitablarına, amel defterlerine yazılıdır 53Ve küçük büyük hepsi satra geçmiştir (.......) hem küçük büyük hepsi satra geçmiştir - demek ki, insanın helâktan sonra da bir istıkbali vardır. Ve onun orada hakikatı Dünyada yapdığı fiıllerin hasılasıdır. Hak teâlânın ındinde mîzana konacak ancak odur. Ona göre haşr olunacaktır. Helâkinden sonra hakikatin böyle olacağını düşünen bir kimse ise elbette defterini küfr-ü cürm ile kirletmek istemez. Zira 54Şübhesiz müttekıler Cennetlerde nur içinde. Şübhesiz ki, müttekıler - küfr-ü ısyandan korunanlar (.......) Cennetlerde (.......) ve nur cereyanı içindedir. - Burada neher «nehr» gibi irmak ma'nasına olmak mütebadir görünürse de nehar maddesinden nur ve aydınlık ma'nasına olmak daha lâtîftir. 55Sadakat meclisinde, kudretine nihayet olmıyan bir şehinşahın huzurı kibriyasında Mak'adi sıdıkta - sıdık makadı, sıdık meclisi, sadakat sandalyesi. Ya'ni sadıklara mahsus olan ve yalan çıkması, zeval bulması ihtimali olmıyan sabit bir makam ve mevkıde (.......) gayet ıktidarlı, ya'ni kudretine nihayet olmıyan bir melîkin: pek büyük mülk sahibi bir şehinşahın huzuri kibriyasında - ki, Rahman tealâdır. MELÎK, MUKTEDİR isimlerinde tenvin, azamet içindir. Demişlerdir ki, Hak sübhânehu burada ındiyyet ve kurbi ibham ve melîk-ü muktediri tenkir ile irad buyurmakla mülk ve kudretinin künhünü fehimlerin ihata edemiyeceğine ve onun huzuri izzetine yakınlık (.......) kabîlinden ta'rif ve beyana sığmıyacak gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret buyurmuştur. Âlusî der ki, ba'zı eserlerde varid olduğuna göre duânın müstecab olmasında bu iki ismi celîlin bir şânı vardır. İbn-i Ebî Şeybe Sa’îd İbn-i Müseyyebden tahric etmiştir: demiş ki, mescide girdim sabah oldu zannediyordum, meğerse uzun bir gece varmış, benden başka kimse de yoktu, uyumuşum, arkamdan bir hareket işittim, korktum, ey kalbi korku dolan, korkma da: (.......) Allah’ım, sen şübhesiz bir meliki muktedirsin, de, sonra da gönlüne ne doğarsa iste» dedi,ondan sonra Allahü teâlâdan ne istedimse müstecab kıldı. (.......)"Ey Allah'ım sen kudretli bir meliksin, ne istersen o olur. Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve ahirette bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah'ım rahmeti seyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd, alemlerin Rabbi Allah'adır." |
﴾ 0 ﴿