HADÎDSûre-i Hadid denilen bu Sûrenin medenî olduğunu söyliyenler olmuş ise de cümhurun beyanına göre doğrusu mekkîdir. Maamafih İbn-i Atıyyenin tasrih ettiği vechile içinde medenî olan âyetler bulunduğunda da ıhtilâf yoktur. Âyetleri - Yirmi dokuzdur. Kelimeleri - Beş yüz kırk dörttür. Harfleri - Bin dört yüz yetmiş dörttür. Fasılası (.......) harfleridir. Bu Sûre, evvelki Sûrenin âhirini bir tafsıl ile başlar. Şöyle ki, (.......) 1Tesbih etmekte Allah’ı Göklerde ve yerdeki, o öyle azîz, öyle hakîmdir Allah’ı yâhud Allah için tesbih etmekte -TESBİH, Allahü teâlâyı Cenabı akdesine lâyık olmıyan şâibelerden gerek itikaden, gerek kavlen ve gerek kalben tenzih etmek ve uzak tutmaktır. Takdis de böyledir. Bunlar esasen uzak gitmek ve uzaklaştırmak ma'nasından me'huzdur (.......) derler. Suda uzağa gitti demektir. (.......) da Arzda uzağa gitti ma'nasına gelir. (Sûre-i Bakarede (.......) âyetiyle Sûre-i İsranın başına bak). (.......) de lâm ya (.......) gibi te'kid için ziyade kılınmış sıladır veya Allah için ma'nasına ta'lildir. (.......) Göklerde ve Yerde ne varsa hepsi -(.......) esas i'tibariyle ukalânın gayriye mahsus ise de (.......) bunlarda gerek cuz'iyyet ve gerek istıkrar suretiyle bulunanların hepsine şamil olur. Binaenaleyh gerek melâike ve mü'minîn gibi lisanı kal ile ve gerek sairleri gibi lisanı hal ile söyliyenlerin hepsi dahil olmak üzere mecaz bir ma'na murad olunmuştur. Çünkü mevcudat efradından her ferd imkân ve hudusu ve arzettiği nizamı san'at ile sanı' Tealânın noksandan münezzeh ve kemali azamet ile muttasıf olan vücudi subhanîsine delâlet etmektedir. Sûre-i İsrada (.......) âyetin bak (.......) tesbihin vechine işarettir. 2Göklerin ve yerin mülkü onun, hem diriltir hem öldürür, hem o her şey'e kadirdir. Ya'ni bütün âlemde her vechile tesarrüfi küllî, iycad ve ı'dam vesair bilinen ve bilinmiyen tesarrufat onun (.......) mülk ahkâmından ba'zısını tafsıl (.......) hepsini bütün şeraitıyle fezlekedir. 3Odur, evvel-ü âhir ve zâhir-ü bâtın, hem o her şey'e alimdir. Evvel - her şeyden ilkin, bidayeti yok hepsinden akdem, çünkü hepsinin mebdei ve mübdi'ıdir. (.......) ve âhir - hepsinin fenasından sonra bakı (.......) mantuklarınca hepsi helâk ve fenaya gider, gidebilir, ancak o kalır. Bütün mevcudatı mümkine ılletlerinden kat'ı nazar edilince haddi zatinde hâlik ve fânîdir. Sonra bütün umur ona irca' olunur. Binaenaleyh o hepsinden evvel olduğu gibi hepsinin gayesi, müntehayı vücuddur da (.......) hem de zâhir-ü bâtın - zâhir, varlığı her şeyden âşikârdır, çünkü, her şey onun vücuduna delildir. Hiç bir şey yoktur ki, vücudda zuhur ederken daha evvel onun vücudunu isbat etmiş olmasın. Maamafih her zâhiri o zannetmemelidir. Çünkü o zâhir olmakla beraber bâtındır da, havass ile his, hayal ile tehayyül olunamıyacağı gibi hakikati akılların idrâk ve ihatasına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh ne yalnız zâhir ne de yalnız bâtın diye hükmetmemeli, hukmü atıftan sonra yaparak zâhir-ü bâtın demelidir. Evvel ve âhir de böyledir. Ebüssü'udun da ıhtarı vechile (.......) deki «vav» bu iki vasıf mecmuunu evvelki iki vasıf mecmuuna atfeder. Şu halde buna nazaran huküm ba'derrabıttır. Maamafih hepsinde hüküm, rabıttan sonra olmak daha evlâdır. Çünkü «hüve» zamiri Allah ismi celâline racı'dir. Allah ismi ise bütün esma ve sıfatın mertebei cem'ıdir. Halbuki birçokları bundan gaflet ederek vahdeti vücud namına hatalara düşmektedirler. (.......) ve o her şey'e alîmdir. Binaenaleyh kendini de bilir. Batın isminden kendine nazaran da bâtın olduğu zannedilmemelidir. Burada bu tezyil bu şübheyi defi' içindir. 4O odur ki, Gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arş üzerine istiva buyurdu, Yere gireni ve ondan çıkanı, Gökten ineni ve ona yükseleni hepsini bilir ve her nerede olsanız sizinle beraberdir, hem Allah her ne yaparsanız görür (.......) bu da mülk ahkâmından ba'zısını beyandır. (.......) A'raf ve Fussılet Sûrelerine bak. (.......) Sonra arşüzerine istiva buyurdu - ya'ni halk idip bırakıvermedi, emri tedbir edip duruyor. İstiva mes'elesi hakkında Sûrei A'rafta tafsılât geçti bak. (.......) Yere gireni de bilir - tohumlar gibi (.......) ondan çıkanı da - ekinler gibi (.......) Gökten ineni de - yağmurlar gibi ona çıkanı da, - buharlar gibi (.......) ve her nerede olsanız o sizinle beraberdir. - Ilmi ve kudreti yanınızdan ayrılmaz (.......) ve Allah her ne yaparsanız basîrdir. - Görür ona göre cezasını verir. 5Bütün Göklerin ve Yerin mülkü onundur, ve bütün işler Allah’a irca' olunur (.......) Bu bir kerre iptidada zikrolunduğu gibi bir kerre de iâdede zikrolunarak te'kid olunuyor. Çünkü ikisinin de mukaddimesi gibidir. Bir de istıhlâftan bahsedileceği için bu ıhtarın te'kidinde başkaca bir faidei mühimme de vardır. (.......) ve bütün işler Allah’a irca' olunur -çünkü evvel ve âhir odur. Binaenaleyh gerek mal-ü milkinizde ve gerek sair hususattaki tesarrufatınız dahî evvel ve âhiri ona irca' olunmak ve hepsi ona ubudiyyet namına icra edilmek iktıza eder. 6Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar ve bütün sînelerin künhünü bilir (.......) ya'ni zamanın acı tatlı bütün inkılâbat ve tehavvülâtı onun tahti hukmündedir. Gamları sürura, sürurları gama tebdil eder. Zulmet içinde nûr, nûr içinde zulmet yaratır (.......) hem o bütün sînelerin künhünü bilir. - En gizli fikirleri, niyyetleri, elemleri, kederleri ve her türlü tehassüsatı bilir. Onun için: 7Îman edin Allah’a ve Resulüne de sizi istıhlaf buyurduğu şeylerden infak eyleyin ki, îman edip de infak eyliyenleriniz için azîm bir ecir vardır. Sıfatı bervechi balâ zikrolunan Allah’a îman etmekle beraber Resulüne de îman edin - çünkü onun tebligatını, emirlerini nehiylerini o getirecek, o beyan edecektir. Îman edin de (.......) hakkında sizi istıhlâf eylediği şeylerden infak eyleyin - ya'ni hakikatte mülk onun olduğu gibi milk de onundur. Siz onun olduğunuz gibi sizin milk diye sahib olduğunuz şeyler de onundur. Ancak size salâhiyyet verip onlarda tesarruf etmek için sizi halîfe kılmıştır. Ondan dolayı bir vekîl ve nâib gibi izin verdiği hususatta tesarruf edebilirsiniz. O halde îman ediniz de sizi öyle istıhlâf ettiği mal-ü menalde kendinizi asîl değil, onun nâibi bilerek onun yolunda ve beyan ettiği hususatta sarf-ü infak ediniz. Ba'zıları bu infaktan murad zekâttır demişlerse de evlâ olan vâcib ve tetavvua şamil olmaktır, Bu âyetler Dahhâkten rivayet edildiği üzere Tebük vak'asında nâzil olmuştur. Binaenaleyh bu Sûrenin medenî olan ayetlerindendir. 8Hem neye îman etmiyesiniz Allah’a ki, Peygamber sizi Rabbınıza îman edesiniz diye da'vet edip duruyor, hal bu ise mîsakınızı da aldı? Gerçek mü'min olacaksınız? Halbuki mîsaklarınızı da aldı (.......) zamiri Allah’a ve Resulüne de raci' olabilir. Allah’a raci' olduğuna göre mîsaktan murad fıtret mîsakı olan (.......) mîsakıdır ki, nasbı edille ve temkini nazar ile de te'vil edilmiştir. Resulullaha racı' olduğuna göre de ona olan biy'at olmak gerektir. Zira Übade İbn-i samit radıyallahü anhten rivayet olunduğu üzere Resulullaha neşat-u keselde sem'-ü taat ve usr-ü yüsürde nefaka ve emri bilma'ruf ve nehiy anilmünker ve levmi lâimden korkmıyarak Allahü teâlâ hakkında söz söylemek üzerine biy'at etmişlerdi. 9O odur ki, sizi karanlıklardan nura çıkarsın diye kuluna parlak parlak âyetler indiriyor. Muhakkak ki, Allah size çok re'fetli bir rahîmdir 10Hem Allah yolunda neye infak etmiyesiniz ki, Göklerin Yerin miyrası zaten Allah’ın [hepsi ona kalacaktır], fetihden evvel infak edip çarpışanlarınız diğerlerine müsavi olmaz, onlar sonradan infak edip çarpışanlardan derece i'tibariyle daha büyüktür, Bununla beraber hepsine de Allah hüsnayı va'd buyurdu. Allah her ne yaparsanız da habîrdir. (.......) Fetihden murad Mekke yâhud Sûrei fethin nazil olduğu Hudeybiyedir. Bu fıkradan da bu âyetin medenî olduğu anlaşılır. Vahidînin rivayetine göre bu âyet Ebubekiri Sıddık radıyallahü anh hakkında nâzil olmuştur. Bununla beraber sebebin hususu hukmün umumuna mani' olmayacağından fethi Mekkeden veya hudeybiyeden evvel infak ve mukatele yapan Mühacirîn ve Ensardan Sabikunun hepsine şamildir. Onun için cemi' sıygasiyle (.......) buyurulmuştur. Ahmed ibni Hanbelin Hazret-i Enesten tahric ettiği vechile Halid İbn-i Velîd de Abdurrahman İbn-i Avf Hazretleri arasında bir lâkırdı olmuştu, Halid, Abdurrahmana siz bizi sebketmiş olduğunuz günlerle üzerimize uzanmak istiyorsunuz demişti, bu söz Hazret-i Peygambere vâsıl oldu, bunun üzerine buyurdu ki, ashabımı benim için bırakın, nefsim yedi kudretinde olan zati â'lâya kasem ederim ki, siz dağlar kadar altın infak etseniz onların amellerine yetişemezsiniz. Bu hâdis (.......) ile işaret olunanların Hudeybiyeden evvel infak edenler olduğunu te'yid eyler. Zira Halid İbn-i Velîdin islâmı Hudeybiyeden sonra Fethi Mekkeden evvel idi. Şu halde fetihten murad Hudeybiyye demek olur, Maamafih Zemahşerî gibi bir çokları fethi Mekke demişlerdir. (.......) Hüsna defe'at ile geçtiği üzere en güzel mükâfat, ya'ni Cennet demektir. 11Hani kim? O Allah’a bir karz-ı hasen takdim edecek kimse ki, Allah onu ona katlayıversin, hem onun için çok hoş bir ecir de var. Bu âyetin bir nazîri Sûre-i Bekarede geçmişti bak. KARZ, ya'ni ödünç, iptidaen âriyet intihaen bey'i sarf olan bir muameledir. Karzı hasen güzel ödünç demek ise de burada malın en iyisini seçip Allah rızası için ıhlâs ile efdal cihata sarf etmektir. Demişlerdir ki, karz-ı hasen on sıfatı cami' olandır. Birincisi halâldan olmalı, çünkü Allahü teâlâ temizdir temiz olmıyanı kabul etmez, ikincisi kişinin malik olduğu malın en iyisinden olmalı, üçüncüsü kişi sıhhatte olup yaşamak ümmiydini besler ve fakırlikten korkar muktesıd olmalı, dördüncüsü en muhtac ve evlâ olana vermeli, beşincisi ketmetmeli söylememeli, altıncısı arkasından başa kakmamalı, eza etmemeli, yedincisi maksadı sırf Allah rızası olmalı, sekizincisi verdiği çok olsa da az ve ehemmiyyetsiz görmeli, dokuzuncusu en sevdiği malından olmalı, onuncusu fakîre iysalinde evine götürüvermek gibi onu en ziyade memnun edecek şekli intihab etmeli. Burada Allah’a karz-ı hasen ta'biri mecazdır. Malının en iyisini ve efdali cihatı intihab ederek fîsebîlillah ıhlâs ile Allahü teâlânın kat kat ecr-ü ıvazını teahhüd buyurması ı'tibariyle bir karz-ı hasene teşbih olunarak fiilde bir istiarei tebe'iyye veya hey'ette bir isti'arei temsiliyye yapılmıştır. 12O gün ki, göreceksin o mü'minleri ve mü'mineleri, önlerinde ve sağlarında nûrları koşuyor, Göreceğin günü -(.......) zarfına (.......) yâhud mahzuf (.......) fi'line müteallıktır. Ya'ni Kıyamet günü (.......) İbn-i Ebi Şeybe ve İbn-i Cerîr ve İbn-i Münzir ve İbn-i Ebi Hâtim ve Hâkim ve İbn-i Merduye tahric etmişlerdir: İbn-i Mes'ud radıyallahü anh demiştir ki, amellerine göre nur verilir, sıratı geçerler, kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru ağaç gibi, en aşağısı nuru baş parmağında olandır ki, bir yanar bir söner. Bahırde der ki, zâhir olan bu nur iki kısımdır: Birisi önlerindedir gidecekleri yeri tenvir eder, birisi de sağlarındadır. Cumhur demişlerdir ki, nurun aslı yeminlerinde olandır, önlerindeki ondan yayılan zıyadır. Bir de denilmiş ki, (.......) ma'nasına olup yeminlerinden demektir ki, her taraflarından ma'nasınadır. Bundan eyman ile ta'bir olunması şerefinden dolayıdır. Zemahşerî de şöyle der (.......) denilmesi: çünkü Suadan sahaifi a'mali bu iki cihetten verilir. Netekim eşkıyanınkiler sollarından ve arkalarından verilir (.......) İbn-i Ebî Hâtim ve Hâkim ve İbn-i Merduye Abdurrahman İbn-i Cübeyr İbn-i Nadîrden tahric eylemişlerdir. Ebû Zer ve Ebüdderda radıyallahü anhüma derlerdiki Resulullâh sallâllahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: ben Kıyamet günü secdeye izin vereceklerin birincisiyim, izin verilib başını kaldıracakların da birincisiyim, başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma, soluma nazar ederim, bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resullâllah Nuh aleyhisselâmdan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? Denildi, buyurduki (.......) Abdest eserinden alınları, elleri ve ayakları parıldar ve bu başkalarında yoktur. Ve kitabları sağlarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde sucud eserinden alâmetleri vardır onunla tanırım, önlerinde ve sağlarından ve sollarından koşan nurlariyle tanırım. İbn-i Ebi Hâtim, Ebû Ümame radıyallâhü anhten şöyle tahric eylemiştir: Kıyamet günü bir zulmet salınır, ne mü'min, ne kâfir hiç biri avucunu görmez, Ta Allahü teâlâ mü'minlere amelleri kadar nur gönderinciye kadar ilh... İbn-i Cerîr ve Beyhekî ba'sde İbn-i Abbastan tahric eylemişlerdirki: nas zulmet içinde iken Allahü teâlâ bir nur gönderir, mü'minler o nuru görünce o cihete yönelirler, o nur onlara Allah tarafından Cennete delîl olur (.......) Bundan sonraki âyetin mazmunundan bizim anladığımıza göre bu nurun önlerinde ve sağlarında koşması solda ve arkada bulunan munafıklar ve kâfirler istifade etmemek içindir. Binaenaleyh (.......) de her taraf ma'nasına taglib doğru olmamalıdır 13Müjde size diye bu gün o Cennetler ki, altlarından ırmaklar akıyor, içlerinde muhalled kalacaksınız, işte fevzî azîm odur. … dan bedeldir. İbn-i Atıyye demiştir ki, (.......) kavline de zarf olabilir. Yâni münafıkların şöyle şöyle çığırıştıkları gün mü'minler o büyük murada irecekler demektir. Münafıklar, Medînede olduğuna nazaran bu âyetler de Medenî olmak gerektir. (.......) bize bakınız nurunuzdan ıktibas edelim - yâ'ni mü'minler nurları önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada irerlerken münafıklar yetişemeyib karanlıkta kalacaklar da mü'minlere arkalarından diyeceklerki bizden tarafa bir bakın da nurunuzdan biz de ışık alalım, istifade edelim. Zira onlardan tarafa baktıkları zaman önlerinde bulunan nur o tarafa geleceğinden ondan istifade edecekler, yâhud bizi gözetin, bekleyin de biz de size iltihak edelim ve bu suretle nurunuzdan ışık alalım (.......) Denecek ki, - mü'minler veya Melekler tarafından denecek (.......) dönün arkanıza da bir nur almağa çalışın - bir nur bulmak vasıtası arayın. Evvelâ bu «dönüm emri», def'olun gibi bir azar, bir tarttır, siz dünyada dönekliği sever, irtidada vasıta arardınız, haydın dönün kabilse veya dönmekte faide varsa dönün arkanıza da bir nur arayın, şimdi burada size bakacak yok. Arkaları, nur taksim olunan mevkıf yâhud nurun sebebi olan iymanın tahsıl olunduğu Dünyadır. (.......) derken arlarına bir sur çekilmiştir. - SUR, bir şehrin etrafına dairen madar çekilen hisara denilir. Burada mutlak hâciz mânası verilmiştir. İbn-i zeyd ve Mücahid buna A'raf demiştir. Diğerleri ise A'raftan başka olduğunu söylemişlerdir. Ba'zıları mümane'at ve haylûlet mânası vermişler ya'ni Münafıklar, Müminleri talebden men'olunacaklar demişlerdir. Sairleri de Cennet ile Cehennem arasında bir sed demişlerdir. Öyle bir sur ki, (.......) onun bir kapısı var - Çok değil bir kapı, Allahü a'lem bu îman kapısı olmalıdır. Ondan ancak Mü'min olanlar girebilecektir. (.......) Bâtnı - ya'ni o kapının yâhud surun içi (.......) rahmet onda - künhü ta'rif ve tasvire sığmayacak bütün sevab ve ni'met onun içinde (.......) dışı ise (.......) o yüzden - ya'ni o kapı veya sur cihetinden (.......) azâbdır. - Dışındakilere azâb o cihetten gelir. 14O gün ki, o münafıklar ve münafıkalar o îman edenlere şöyle diyecek: Bize bakınız nurunuzdan iktibas edelim, denilecek ki, dönün gerinize de bir nûr araştırın, derken aralarına bir sur çekilmiştir, bir kapısı vardır: İçi: rahmet onda, dışı ise o cihetten azâb, onlara şöyle bağırışırlar: Bizler sizinle beraber değil miydik? Evet, derler: Ve lâkin sizler kendilerinize fitne yaptınız, gözettiniz, işkillendiniz, o kuruntular sizi aldattı, tâ Allah’ın emri gelinciye kadar, hem sizi Allah’a mağrurlandırdı o aldatıcı mağrur Münafıklar, Mü'minlere: Biz sizinle beraber değil miydik? diye bağırışırlar - dünyada zahiren (.......) deyip Mü'min göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı Mü'minler (.......) diyecekler (.......) evet.. ve lâkin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz-ya'ni munafıklık ile mihnete düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz, helâk ettiniz (.......) ve gözettiniz - Mü'minlere musıbet gelmesini beklediniz. Bunun da sebebi (.......) ve şübhe ettiniz işkillendiniz - inanamadınız, hakikaten Mü'minlerle beraber olmadınız (.......) ve - bunun sebebi (.......) ümniyyeleriniz sizi aldattı - Boş temenniyat ve hulyalarla kuruntularınıza mağrur oldunuz, Münafıklıkla o boş kuruntulara ireceğinizi, islâmın muvaffak olamıyacağını zannettiniz (.......) tâ Allah’ın emri, ya'ni ölüm gelinciye kadar mağrurlandınız (.......) ve - bunun da sebebi (.......) o aldatıcı mağrur, ya'ni Şeytan sizi Allah’a güvendirdi - adam sende günahın zararı yoktur Allah gafur rahîmdir afveder diye keyfleriniz arkasından koşturdu. 15Artık bugün ne sizden, ne de o küfredenlerden fidye kabul edilmez, sığınacağınız yer ateştir, lâyıkınız odur, ona gidiş de ne fenadır! - fa, sebebiyyedir, ya'ni o sebeble bugün (.......) sizden hiç bir fidye kabul edilmez - kendinizi kurtarmak için her ne kadar fidyei necat verecek olsanız kabul edilmez (.......) ne de küfredenlerden - sade sizin gibi bâtınen değil, zâhiren ve bâtınen küfredenlerden de fidye kabul edilmez (.......) me'vanız, sığınacağınız yer, ateş, ya'ni Cehennemdir. (.......) işinizi görecek hâmîniz yâhud lâyıkınız, evlâ olan cezanız odur. (.......) o da ne fena masîrdir. - Ne fena gidilecek yerdir. Yahud ona gidiş de ne fenadır. 16Ye o îman edenlere çağı gelmedi mi? ki, kalbleri Allah’ın zikrine ve inen hak aşkına huşu' ile çoşsun ve bundan evvel kendilerine kitab verilmiş sonra üzerlerinden uzun zaman geçip de kalbleri katılaşmış ve ekserîsi fiska dalmış bulunanlar gibi olmasınlar (.......) Bu âyetin de mazmunu medenî olduğunu andırır, maamafih mekkî olduğuna dair de muhtelif iki rivayet vardır. İbn-i Mes'ud radıyallahü anh Hazretlerinden merviydir: İslâmımızdan henüz dört sene geçmişti ki, bu âyet ile ıtab olunduk demiş, İbn-i Abbas radıyallahü anhüma Hazretlerinden de şöyle merviydir: Cenâb-ı Allah Mü'minlerin kalblerinde bir betaet görerek Kur’ân’ın nüzulünden on üçüncü sene başında ıtab buyurdu. Şu halde bu iki rivayet mütearız demek olacağından birini tercih edemiyeceğiz. Bir de Mü'minler Mekkede sıkıntı içinde idiler ki, Medîneye hicret ettiklerinde rızk-u ni'mete irince eski hallerine nazâran uyuşukluk gösterenler oldu, bu âyet de bunun üzerine nâzil oldu denilmiştir. Lâkin bu da âyetin mazmununa pek mutabık görünmüyor. Çünkü âyet, nihayetinde (.......) demekle bu ma'naya temass ediyor gibi ise de asıl siyakında bir tenezzül vukuuna değil, henüz vaktı gelmedi mi? Diye matlûb olan bir tekâmülün husulüne teşvık ve tergibi ifade etmektedir. Gerçi bunda bir ıtab vardır. Fakat bu ıtab, sebeb-i nüzul olan ashabi kirama dinî neş'ede bir tedennî ıtabı değil, iymanda kemal âsarını ibraz ile islâmın fa'aliyyete geçmesi için terakkî aşk-u heyecanını uyandırmak, istıkbalde de o neş'enin sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna tenbih etmek suretiyle tehyîc ifade eden bir teşvık ıtabıdır. Bu suretle buyuruluyor ki, o îman edenlere çağı, ya'ni vakt-ü zamanı gelmedi mi? (.......) ki, kalbleri Allah’ın zikrine ve inen hakka huşu' etsin - sayğı ile boyun eğip itaat eylesin. Allah’ın zikri namı ilâhînin anılması, yâhud Kur’ândır inen hak da vukuata göre Kur’ân ile tarafı ilâhîden nâzil olan ahkâmdır. Îman evvelâ ma'rifet ve mahabbet gibi iki hâleti ruhiyyeyi tazammun eder. Sonra da Hak teâlâ tarafından varid olan emir ve nehyine göre salih amellere müsareati ve mekârimi ahlâk ile tehallüku iktiza eyler. Yeni îmana gelen kalblerde ilk tehassüslerin vicdanlara çarpışı kuvvetli ve binaenaleyh mahabbet neş'esi şiddetli olsa da gerek ma'rifet ve gerek muktezayı iymanın tatbikatı i'tibariyle kemaline ermiş bir kalb gibi yüksek melekâta ve fi'l-ü infialde, amelî sühulet ve i'tidale sahib olamaz. Netekim tuli emed ve müruri zeman ile hissiyyat kocayarak neş'esini zayi' eder. Şevka fütur, kalbe kasvet gelir ve bu ruhî kanundan dolayı ferdler gibi cem'iyyetler de dinî neş'elerinde hadaset ve tufuliyyet, şebab ve rüşd, kemal ve kühulet, herem-ü şeyhuhet gibi tavurdan tavra muhtelif devirler yaşar. Ve bu suretle kucayan cem'iyyetler ancak neş'enin yenilenmesi tarikıyle ba's ba'del mevt gibi yeniden hayat kesbederek mevcudiyyetini idame ve yine o suretle tekâmülünü istıhsal edebilir. Tevhidi hakk ile islâm, âleme bir likaullah neş'esi getirmiş idi ki, ona tenahî tesavvur olunmaz ve onun hiç bir neş'e ile mübadelesi tecviz edilmez. İstıkbalin âguşi imkânında gizlenen hiç bir Devlet, hiç bir neş'ei ni'met onun ihatası haricine çıkamaz. Rıdvanı ekber bütün neş'elerin, saadetlerin gayesidir. Sabikun o neş'enin aşkıyle îman ve islâma sarılıyorlardı. Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç fütur getirmiyerek ehad ehad diye zikrullah ile iymanın şetaretini i'lân eden Bilâli Habeşî radıyallahü anh gibi Eshab-ı kiram hep o neş'enin şevkıyle zevkyab oluyorlardı. Sonra da bu neş'e günden güne feyz-u terakkıye müste'ıb olarak (.......) gününe doğru bir tekâmül ta'kıb ediyordu. Şübhesiz ki, Eshab-ı kiram iymanlarının ilk deminden ı'tibaren kalbleri Eshab-ı kiram iymanlarının ilk deminden ı'tibaren kalbleri huşu' ile çarpan ecillei enamdırlar. Bununla beraber efradın tekâmül meratibinde seyir ve kabiliyyetleri ve her mertebede derecei huşu'ları mütefavit olduğu gibi ilk zamanlarda cem'iyyet ı'tibariyle tezahüratında henüz o neş'ei inkişafını bulmamış, kuvvet ve şebab çağına gelmemiş idi. İşte bu âyet bu ruh kanunlariyle islâm ma'şerinin, îman hasailinde ve amelî melekâtta zikrullaha ve ahkâmi hakka tam bir huşu' ve inkıyad melekesi edinerek fa'aliyyet çağına geçmeleri zamanının hulûl ettiğini ihtar eylemektedir. Çünkü Sûre-i Enfalde geçen (.......) buyurulduğu üzere asıl mü'minler o kimselerdir ki, Allahü teâlânın nami celâli anılınca kalbleri çarpar ve âyâtı okundukça iymanları artar. Binaenaleyh îman edenler böyle olsun (.......) ve şöyleler gibi olmasınlar ki, (.......) önceden kendilerine kitab, ya'ni Tevrat ve İncîl verildi (.......) sonra üzerlerine tuli emed vakı' oldu -zaman uzadı, peygamberleriyle aralarında müruri zeman oldu, yâhud gaye uzadı, mev'ud olan maksad ve emel geçir kedi, yâhud ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak tuli emele düştüler (.......) de kalbleri katılaştı-Allah namına zikr-ü nasıhat te'sir etmez, hakka boyun eğmez, hak neş'esi duymaz oldular (.......) hem içlerinden çokları fasıktirler. - Dinlerinin hududundan çıkmış, kitablarındakini terketmişlerdir (.......) Onun için siz onlar gibi olmayın, katı kalbli de olmayın, fâsık de olmayın da Allahü teâlânın zikrine, Kur’ân’ındaki va'z-u tezkirine ve indirdiği ahkâmı hakka itaat ve inkıyadı meleke edinecek vechile yumuşak ve ince kalbli olun. (.......) deki «fa» da zâhir olan sebebiyyettir. Demek ki, tuli emed, ya'ni zamanın uzaması kalb katılığına bir sebeb gösterilmiştir. Zira müruri zeman ile duyguların şiddeti söner, kalbler kasvet peyda eder. O halde hatırlara burada şöyle bir suâl gelir: Müruri zeman kasveti kalbe sebeb olunca üzerlerine zaman uzayanların ondan ihtirazı nasıl mümkin olur? Ve bu surette onlar gibi olmasınlar demenin umum noktai nazarından faidesi ne olur? Bunun cevabı: Usulde ma'lûm olduğu üzere böyle müruri zeman gibi kulların iradesine tâbi' olmıyan hususatta teklif, onun alâkadar olduğu ıhtiyarî esbabı istihsale teallûk eder. Bunda da müruri zemanın hukmünü kat'edebilecek esbabın teharrisiyle ictihada sevk var demektir. Bir de âyette asıl matlûb huşu'dur. Huşu' ise irade ve ıhtiyar ile alâkadar olan bir fiıldir. Sonra esbabı tabi'iyye karşısında da ye'se düşülmemek için şöyle buyuruluyor: 17İyi biliniz ki, Allah Arzı ölümünden sonra diriltir, işte sizi âyetleri beyan ettik gerek ki, aklınız ersin Biliniz ki, Allahü teâlâ Arzı ölümünden sonra diriltir - şübhe yok ki, onu dirilten Allah zamanın uzamasiyle katılaşmış olan kalbleri de yeni bir intibah, bir neş'ei hayat ile diriltir (.......) işte size âyetleri beyan ettik. (.......) gerek ki, akl eder anlarsınız - da onlara huşu' ile sarılır, zamanın uzamasıyle dahi kasvete düşmemek için kemali îman ile çalışır, Kur’ân’ın feyzıyle âleme yeni yeni hayatlar neşredersiniz. Bunu yapabilmek için de fîsebîlillâh infak ve tesadduk en birinci sebeblerden birini teşkil ettiğine şu suretle işaret buyuruluyor: 18Şübhesiz sadaka veren erkekler ve dişiler ve Allah’a öyle karz-ı hasen takdim edenler, verdikleri kendileri hisabına kat kat katlanır, bir de onlara pek hoş bir ecir vardır 19Hem Allah’a ve Resulüne îman edenler hep onlar aynî sıddîkler ve şehidlerdir, Rablarının ındinde onlara onların ecirleri ve nurları vardır, âyetlerimizi tekzib edenlere gelince işte onlar hep Eshabi cahîmdir. hem Allah’a ve Resulüne îman edenler - ki, iymanlarının keyfiyyeti surei (.......) nin hâtimesinde beyan olunmuştu (.......) onlar hep sıddîkler ve şehîdlerdir.- SIDDÎKLER; Allah’ı ve Resulünü tasdık ve tasdıkına sadakatta en ileri gidenler. ŞEHİDLER: Allah yolunda can veren mücahidlerki Cennetlik olduklarına şehadet edilmiş meşhudlar. Yâhud hakikatte ölmüş olmayıp hayatta bulunduklarına şehadet edilmiş olmakla henüz hazır demek olan şahidlerdir. (.......) rablarının ındinde - Allah yanında, ya'ni hakikî Mü'minler, Allah’ın huküm-ü ılminde sıddîkler ve şehidler hukmünde ve tıbkı onlar gibidirler. Çünkü Allah’a ve Resulüne hakikaten îman etmiş olanlar onlar gibi Allah’ın ve Peygamberlerinin bütün haberlerini tasdık ve iymanına sadakat eder ve Allah için onların fiıllerine sıdk ile şehadet ve muavenet eylerler. Onun için (.......) onlara - öyle sıdk-u şehadet ile îman edenlere (.......) onların ya'ni sıddîklerin ve şehidlerin ecirleri ve nurları vardır. - Onlar da onlara mev'ud olan ecr-ü nura nail olurlar. Müfessirlerin beyanına göre şu fark ile ki, bunlarınki onlarınki gibi katlanamaz. Bu suretle seçilirler. Aralarında mahiyyet farkı bulunmaz, lâkin keyfiyyet ve derece farkı bulunur. Ba'zı müfessirler de bu âyeti başka türlü rabt etmişler ve demişlerdir ki, (.......) nin haber (.......) i da tamam olmuştur, burada vakfetmelidir. (.......) e ma'tuf değil, mübtedadır. Haberi (.......) dür. Ve bu üç zamirin üçü de şühedaya racı'dir. Buna göre mâna şu olur: «Allah’a ve Resulüne îman edenler, onlar hep sıddîklerdir. Rablarının ındinde şehidler ise onların kendilerine mahsus ecirleri ve nurları vardır,» Bu surette şühedadan murad (.......) âyetinde olduğu gibi Peygamberler olmak da melhuzdur. (.......) âyetlerimize yalan deyip küfredenler ise onlar hep eshabı Cahîmdir. - Cehennemde muhalleddirler. Kâdî Beyzavî derki bundan nârda hulûdun kâfirlere mahsus olduğu anlaşılır. Zira terkib ıhtısasa delâlet ettiği gibi suhbet de orfen mülâzemete delâlet eyler. Mü'min ve kâfir iki kısmın âhıretdeki hallerini bu suretle beyandan sonra Dünyanın, yâni âhıret saadetini istihsâl için sarf olunmıyan fanî hayatın ehemmiyyetsizliğini tasvir ile Âhıret kazancına teşvık için Buyuruluyor ki, (.......) 20Biliniz ki, Dünyâ hayât bir oyun, bir eğlence, bir süs ve aranızda bir tefahur ve mal-ü evladda bir çokluk yarışından ibarettir, bir yağmur temsili gibi ki, otu rençberleri imrendirmiştir, sonra heyecana gelir, bir de görürsün sararmıştır, sonra da olur bir çörçöp, âhırette ise şiddetli bir azâb bir de Allahdan bir mağfiret ve rıdvan vardır. Dünya hayât bir aldanış metâından başka bir şey değildir Dünya hayat - yâni Âhıret kazancı için sarf edilmiyen, âlemi beka ni'metlerinin iktisabına vasıta kılınmıyan fâni hayat sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka semeresi olmıyan şu hallerden ibarettir. (.......) bir oyun - heves edilir, uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibariyle hiçe müncerr olur. (.......) ve eğlence-insanı fâideli olan işinden, gücünden, vazifesinden alıkoyan, ve vaktını öldürmekten başka bir işe yaramıyan lehviyyat (.......) va süs - zatî bir şeref bahşetmiyen ve kadınlar, çocuklar gibi gafilleri aldatan gayimler kuşanımlar, ciciler biciler kabîlinden mücerred bir nümayiş (.......) ve aranızda bir tefahur - ben senden üstünüm, ben fülân oğluyum gibi bir öğünüş bir kurum. TEFAHUR, iftihar yarışı etmektir, Fahr-u iftihar ise kişinin kendinden harıc olan şeylere güvenib öğünmesidir. (.......) ve emval-ü evladda bir çokluk yarışı, bir gurur. - İşte sırf Dünya için yaşayanlara hayat bunlardan ibarettir. (.......) bir yağmur meseli gibi ki, (.......) otu küffarı imrendirmiştir. - Burada küffar, şer'an ma'ruf olan mânasiyle kâfirler demek dahi olabilir ise de İbn-i Mes'ud radıyallahü anh Hazretlerinden merviy olduğu üzere çiftci rençberler mânasına olması daha müreccahtır. Çünkü küfür, asıl lügat ma'nasında örtmek demek olduğu ve çiftçiler tohumu toprağa atıp örttükleri cihetle onlara da bu vasıf ıtlak edilir, otların bitmesi de hayvanat dolayısiyle en evvel onları hoşlandırır. Ancak bu tabirin ıhtiyar buyurulması ma'lûm olan tevriyeden de halî olmaz, Âhırete inanmıyan kâfirlerin hoşlandığı da hayvanî bir hayat olduğuna işaret için bu ta'bir kullanılmış demektir. (.......) sonra heyecana gelir - çoşar, gürelir, yâhud kurumağa yüz tutar körelir (.......) bir de bakarsın onu sararmış görürsün (.......) sona bir hutam, bir çöp olur. - İşte Dünya hayatın temsîli budur (.......) şiddetli bir azâb var. - Dünya hayata inhimakin neticesi olur elîm bir acı. Onun için burada evvelâ azâb haber veriliyor (.......) bir de Allahdan bir mağfiret - bütün günahları örten, zahmetleri unutturan, künhü tasvire sığmıyan mağfiret (.......) ve bir rıdvan var - ki, her şeyden büyük, her zevkten üstün, Allah’ın rızasına irmek (.......) mısdakınca hem merzıy hem razıy olmak, o ebedî hoşnutluk, bütün saadetlerin a'zamı, bütün safaların ekmelidir. Bu ise dünya hayatı gaye edinmeyip Âhıret için çalışan mü'minlere mev'uddur. Görülüyor ki, şedid bir azâba mukabil iki şey zikrolunuyor: mağfiret ve rıdvan, bunda rahmetin galebesine bir tenbih vardır. Hasılı (.......) Dünya hayat, metaı gururdan başka bir şey değildir. - Bir meta'dır fakat bir aldanma metaıdır. Hoş gibi görünür lâkin neş'esi humar ile zevkı elem-ü hicran, azâbı niyran ile neticelenir. Ancak Sa’îd İbn-i Cübeyr Hazretlerinden merviy olduğu üzere metaı gurur olması, âhret talebinden alıkoyması cihetiyledir. Amma Allahü teâlânın rıdvanına ve Âhıret metalibine vesîle edinilmesi haysiyyetile ne güzel meta', ne güzel vesîledir. O halde insan olanlar Dünya hayatın geçici zevklerine kendilerini kaptırmayıp sonundaki o firak ile bir taraftan o şedid azâbı bir taraftan da o mağfiret ve rıdvanı düşünmeli de yalnız azâb korkusiyle değil o mağfiret ve rıdvana lâyık bir neş'e, bir aşk-u mahabbet ile Âhıret için çalışmalı, o büyük murada irmelidir. Onun için Buyuruluyor ki, 21Siz Rabbınızdan bir mağfirete ve eni Yerle Gökün eni gibi bir Cennete yarışınki Allah’a ve Resullerine îman edenler için hazırlanmıştır, o Allah’ın fadlıdır, onu dilediği kimselere verir, ve Allah, çok büyük fadıl sahibidir. Geçen (.......) âyetine bak. MÜSARE'AT ve müsabaka, sür'at yarışı, geçmek yarışı, Mefhumen farklı olmakla beraber mütelâzimdirler. (.......) müsabaka edin, yâni sizden evvelki ümmetlerin sabikununu geçmek ve onlardan daha ileri olarak rabbınızın magfiretine ve tavsıf olunan Cennet-ü rıdvana irmek için lâzım gelen eshabı hazırlamak hususunda koşu meydanlarında yarışan yarışçılar gibi yarışın, güzel hayırlı amellerde mücahede edin (.......) ki, o Cennet Allah’a ve Resulüne îman edenler için hazırlanmıştır. - O halde musabakanın aslını bu iymanda müsabaka teşkil eder. Bu iymanda müsabaka ise Allah ve Resulünün tebligatını tasdık ve icrada mümkin olan mesainin en yükseğini sarf eylemek, ya'ni yukarıda geçtiği üzere Allah’ın zikrine ve inen hakka huşu' ile itaatte yarış etmek suretiyle olacaktır. (.......) O i'dad, ya'ni vadolanan o geniş Cenneti hazırlayış (.......) Allah’ın fadlıdır. - Üzerine vacib olduğu için değil, mahza fadl-ü keremiyle ihsan ettiği bir atıyyesi bir bahşışıdır. (.......) o fadlını dilediği kimselere verir. - Onun için onu öyle îman edenlere tahsıs buyurmuştur. (.......) ve Allah çok büyük fadıl sahibidir. - Onun için ona öyle büyük ve geniş bir fadıl çok görülmez, sizler hemen îman edip ona ermek için yarışarak çalışın da muvaffakıyeti yine onun fadlından ümid edin, fakat Dünya hayatın peşin olan eğlencelerini bırakıp da böyle Âhırette mev'ud olan bir mağfiret ve Cennet için yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nufus itibariyle bir takım dünyevî zararlar, sıkıntılar, musıbetler başa gelmek ihtimali varken öyle bir müsabakaya nasıl girişilebilir? Denirse Buyuruluyor ki, 22Ne Arzda, ne de nefislerinizde bir musıbet başa gelmezki biz onu fi'le çıkarmazdan evvel bir kitabda yazılmış olmasın, şübhesiz bu Allah’a göre kolaydır. Ne Arzda ne de nefislerinizde hiç bir musıbet isabet etmezki her halde bir kitabda yazılı olmasın - MUSÎBET, hedefine isabet eden mermiy gibi insana şiddetle dokunan hadise ve felâkettir. Arzda musîbet, Arzda herhangi bir zarar ve harabîye sebeb olan âfetler, ziyanlardır. Kuraklık, kıtlık hasılât veya hayvanata ârız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi zayaı, zelzele vesair her türlü zararlara şamil olur, Nefislerdeki musîbet de ölüm, hastalık, yara, bere, kırık, habis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi canlara teallûk eden acılardır. Tatlı muvaffakıyyetler Allah’ın fadlı olduğu gibi bütün musîbetler de Allah’ın ılmi ezelîsinde veya Levhi mahfuzda yazılmış bir takdiridir. Öyle ki, (.......) O Arz, veya o nefisler veya o musîbeti yaratmamızdan, vücude getirmemizden evvel yazmışızdır, - O nasıl mümkin olur denilmesin (.......) zira o Allah’a göre kolaydır. - Çünkü Allahü teâlâ madde ve müddetten müstağnîdir. O halde mukadder olan musîbetten ise kaçınmakla kurtulunmaz. O yazılmış ise yalnız müsâbakaya girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara dahi gelir çatar. Bu hususta böyle ı'tikad etmeli ve o yolda hareket eylemelidir. Mesaibe karşı böyle kadere ı'tikadın kalbe kuvvet ve metanet vermek gerek acı ve gerek tatlı hâdisat karşısında sarsılmamak faidesi vardır. Bu şöyle beyan buyuruluyor: 23Şunun içinki gaybettiğinize gam yemeyesiniz ve size verdiğine de güvenmiyesiniz, Allah çok öğünen kurulanın topunu sevmez. O yazı şu hikmet içindir ki, gayib ettiğiniz Dünya ni'metlerine gam yemiyesiniz, yerinmiyesiniz - Allah’ın takdiri böyle imiş diye mütesellî olup metanetinizi muhafaza edesiniz (.......) ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz - mağrurlanmayıp (.......) diye sonunu düşünesiniz. Zira hepsinin mukadder yazılı olduğuna îmanı olan ve kalbleri Allah’ın zikrine ve inen hakka huşu' duygusunu besliyen kimseler Allahü teâlânın vukuat ile tebeyyün eden acı tatlı kaza ve kaderi tecelliyyatı karşısında hasbelbeşeriyye müteessir veya metahassis olsa da kendini şaşırmaz, ne gamın ıztırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetleri bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü Allah’ın mağfiret ve rıdvanı neş'esine bağlayıp huşu ve rıza hisleriyle vazifesine bakar (.......) Hem Allah çok iftihar eden kurumlunun, ya'ni çok öğünen mağrurlanan kibirlilerin kendini beğenmişlerin hiçbirini sevmez - bu tezyil ferahın mahzurunu ve mezmum olan nev'ini beyandır. Demek ki, mezmum olan ferah kibir ve gurur getiren fazla güveniştir. Zira (.......) mübalâga sıygasıdır. Çok iftihar edici demektir. (.......) da ıhtiyalden ismi fail olup kendinde görünen bir fazılet tehayyül ederek kurumlanan mütekebbir demektir ki, kendini beğenmiş ta'bir ederiz. Aslında (.......) dan müştaktır. 24Onlar ki, hem behıllik ederler hem de halka behıllik emrederler, her kim de ardını dönerse haberi olsunki Allah, ganiy Hamîd o. … den bedel yâhud (.......) ma'nasına mahzuf mübtedanın haberidir, sıfat olamaz. Çünkü (.......) nekire, bu ma'rifedir. Ya'ni şöylelerini ki, yâhud onlar öyle kimselerdir ki, (.......) behıllik ederler - Sadeka ve iane vermekten Allah yolunda infak eylemekten mallarını kıskanır, esirgerler, hasislik ederler (.......) Nasa da behıllik emrederler - bu emir iki vechile olur. Ya nasıhat ediyormuş gibi doğrudan doğruya ağızlariyle söylerler, iktısattan, idareden bahsederek sıkılığa, hasisliğe teşvık ederler. Yâhud halleriyle her kese nekeslik nümunesi olurlar. (.......) Her kim de ardını dönerse - Allah yolunda infaktan yüz çevirirse (.......) haberi olsun ki, Allah, ganiy hamîd ancak odur. Hiç ihtiyacı olmıyan zatında mahmud ve memduh olan zengin ancak odur. Onların yüz çevirmeleriyle onun hiç bir şey'i eksilmez, Zarar onların kendilerine aid olur. İhtiyac kendilerinindir. Burada Nafi', İbn-i Âmir, Ebû Ca'fer kıraetlerinde (.......) siz (.......) okunur. Ma'na değişmez. Bunun üzerine hamdi iktıza eden eltâfı ilâhiyyeden ba'zılarını ıhtar ve yüz çevirenleri inzar siyakında buyuruluyor ki, 25Celâlim hakkı için biz Resullerimizi beyyinelerle gönderdik ve beraberlerinde kitab ve miyzân indirdik ki, insanlar adaletle tutunsunlar, bir de demiri indirdik, onda hem çetin bir sertlik hem de insanlar için bir çok menfeatler vardır, ve çünki Allah kendisine ve resullerine gıyabında yardım edenleri belli edecek, şübhe yok ki,, Allah kavîdir azîzdir Celâlim hakkı için beyyinelerle, ya'nî açık ve kat'î burhanlar ve mu'cizelerle Resullerimizi gönderdik (.......) ve beraberlerinde kitab ve miyzân indirdik - kitabdan murad cinstir. Yazının bildirilmesi de zımnındadır. Miyzan da ma'lûm terâzi demektir ki, âlemdeki müvazenet kanununun bir alâmet ve mi'yarı olarak eşyanın müvazenetini ta'yin için kullanılır. Bunun indirilmesi ise canibi haktan beşerin ılmine indirilmesi, ilham ile bildirilmesi, ı'mal ve istı'malinin öğretilip emrolunmasıdır. Ki, bu da müvazeneyi anlayan bir miyzânı aklî ve fikrî ile alâkadardır. Böyle kitab ve miyzân da indirildi. (.......) ki, nâs insaf ve adaletle doğrulsun - âdî terâzi tartabildiği şeylerde bir adalet, bir denkleştirme mi'yarı olmakla beraber hukukî müvazenelerin hepsini ölçmek için kâfi değildir. Fakat adalet mefhumunun en mahsûs bir misal veya vasıtasını gösterdiği için mîzan kelimesi mutlak adalet remzi olarak da kullanılır. Burada da miyzan hukukî, ictimaî, siyasî müvazeneyi ta'yin eden mi'yarı adalet ma'nasına olmak münasibdir. Müvazeneyi bozan adaleti ihlâl edenlere gelince (.......) Bir de demiri indirdik - ya'ni mebzulen yaradıp mevcudiyyetini bildirdik, kullanılmasını öğrettik (.......) onda şiddetli bir beis - kuvvetli bir darbe, çetin bir azâb var. Çelik silâhlar, harb âletleri ondan yapılır. (.......) ve insanlar için bir çok menfeatler vardır. - İğneden ipliğe hiç bir san'at yoktur ki, onda demirin hizmet ve menfeati olmasın. Demir bütün sanayiin, hem bel kemiği hem eli ve tırnağı gibidir. Mezarlar da onunla kazılır, şehirler de onunla yapılır, yiyecek de onunla, giyecek de onunladır. Fahreddini Razînin dediği gibi demirin insanlığa hizmeti altından çok fazladır. Denilebilir ki, altın bulunmaz olsa Dünya maslahatlarında büyük bir eksiklik olmaz. Lâkin Demir bulunmasa hemen hemen bütün mesalihi dünya muhtell olur. Zamanımızda makinecilikle demir sanayiinin vâsıl olduğu derece ise hemen hemen her şey'i istilâ etmiştir. Hem be'si şedîdi artırmış, hem menafiı çoğaltmıştır. Öyle ki, Devletler küçük bir kağıt parçasını altın yerine ikame ederek altının kıymetini değilse de tedavülünü hayli tevkıf etmiş ve hattâ altın mıkyasının kaldırılmasını bile lâkırdı sahasına atmış oldukları halde demirin bir iğnesini eksiltmek şöyle dursun demir ihtiyacının günden güne şiddetini artırdığını görmekten başka bir şey yapamamaktadırlar. Şübhe yok ki, beşeriyyetin böyle her taraftan demir çemberlerile kuşatılması ve derelerin tepelerin demir makinelerden savrulan dinamit ateşleriyle dekken dekkâ edilmesi nice kalblere kasvet vermekte ve kitab ve mîzan düşünmeyip yumuşak düşeklerde rahate meftun olan veya engin cehalet ve atalalet derelerinde çalıp oynamak istiyen nice milletleri (.......) mazmununca demir kıskaçlar içinde Cehennemî bir tazyık ile ezmekte bu ise demirdeki şiddetli be'sin tezahüratından bulunmaktadır. Fakat bu şiddetli be'si bu kuvvetli tazyıkı kırarak yüksek bir hürriyyet havası teneffüs etmek için cevvi Semaya doğru uçuran tayyareler de demirdeki lâyuhsâ menafiin şevahidi cümlesinden olduğunda şübhe yoktur. Hasılı demirin insanlar için menafiı pek çok ve insanların demire ihtiyacı altın ihtiyaclarından çok fazla olduğundan dolayı Allahü teâlâ demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette yaratmış ve altından önce keşfini müyesser de kılmıştır. Altını ise ihtiyacın kılleti hasebiyle az ve nadirulvücud yaratmış ve zor bulunacak ve kirlenmez bir kıymet miyzanı yapılacak vechile ağırlık ve ızzetiyle Arzın derinliklerine atmıştır. Allahü teâlânın cud-ü hikmeti ve kullarına rahmet ve mayeti âsarından biri de ihtiyac çok olan şeyleri tabiatte daha çok ve kolay bulunur bir halde yaratmış olmasıdır. Netekim hukema derler ki, hayatta en çok ihtiyac hevayadır. Çünkü bir lâhza rielere vusulü münkatı' olsa insan derhal ölür. Allahü teâlâ da onu en çok ve en kolay bulunur ve kolaycacık teneffüs edilir bir surette yaratmış öyle ki, insan hiç bir tekellüfe muhtac olmaksızın onu tabiî olarak teneffüs eder. Suya ihtiyac hevadan az olduğu için onu bulmak biraz daha güç, yiyeceğe ihtiyac sudan az olduğu için onu bulmak daha güç, kezalik yiyeceklerin envaı da ihtiyacın mertebesine göre mütefavittir. Bulunması en zor olana ihtiyac daha az olur. Mücevherata ihtiyac daha az olduğu için onlar da cidden az ve çok zorlukla bulunur. Ve onun için kıymetli olurlar. Bütün bunlardan şunu anlarızki tab'an bir şey'e ihtiyac ne kadar çoksa o da hılkatte o nisbette çok bulunur. O halde Allah’ın rahmetine ihtiyacımız hepsinden daha çok olduğu için Allahü teâlânın bize rahmetini her şey'in en kolay bulunan bir fadlı kılacağını da ümid ve niyaz ederiz. (.......) Bu âyetin nazîri (.......) âyetleridir. Burada kitab ve miyzân ile demirin münasebetlerine dair Fahruddini Razî tefsirindeki şu güzel vecihleri okumadan geçmiyelim! 1- Teklifin medarı iki emirdir: birisi lâyık olanı yapmak, ikincisi de lâyık olmıyanı terk etmektir. Evvelkisi maksud bizzattır. Zira maksud bizzat terk olsaydı hiç kimse yaratılmamak lâzım gelirdi. Çünkü terk ezelden hasıl idi. Lâyık olan fiıl ise yâ nefse müteallık olurki o ulûm ve maariftir yâhud bedene müteallık olurki o da âlât ve cevarıh ile amellerdir. İşte enfüsî fiıllerden lâyık olanı yapmıya tevessül olunacak şey kitabdır. Hak bâtıldan, Delîl şübheden onunle temyiz olunur. Bedenî fiıllerden lâyık olanı yapmaya tevessül olunacak şey de mizandır. Çünkü amellerde en ağır teklifler, halk ile muameleye racı' olanlardır. Miyzan da adlin zulümden, fazlanın eksikten temyizine medar olandır. Demirdeki kuvvet ve şiddet de halkı lâyık olmıyan fiıllerden zorla meni' vasıtasıdır. Hasılı kitab, kuvvei nazariyyeye; miyzan kuvvei ameliyyeye, demir lâyık olmıyanın def'ine işarettir. Bu öçten en şereflisi ruhanî maslahatlara riayet, sonra cismanî maslahatlara riayet, sonra da lâyık olmıyanlardan zecr olmak hasebiyle âyette bu tertibe riayet olunmuştur. 2- Muamele ya hâlık iledir, bunun yolu kitabdır. Yâhud halk iledir bu da ya ahbab ile ya a'da ile olur. Ahbab ile muamele musavat ile, o da miyzan iledir. A'da ile muamele de kılıç ve demir iledir. 3- İnsanlar üç kısımdır. Birincisi Sabikundur. Onlar halka kitabın muktezasına göre muamele ederler, insaf ederler. Kendi haklarında ise semahatli davranır intisafa müraceat etmezler, şübhe mevkı'lerinden sakınırlar. İkincisi muktesıtlerdir. Bunlar hem başkasının hakkına insaf ederler, hem kendi hakkını ister intisaf ederler. Bunlar için ise miyzan lâzımdır. Üçüncüsü haksızlar zalimlerdir. Bunlar kendi haklarında insaf isterler, fakat başkalarının hakkında insaf etmezler. Kendi canlarının yandığını istemez, başkalarının ise canını yakarlar. Bunlara karşı da kuvvet, demir lâzımdır. 4- İnsan ya hakikat makamındadır, ki, bu nefsi mutmeinne ve mukarrebîn makamıdır. Bu makamda sükûnu ancak Allah’a olur ve ancak kitabullah ile amel eder. Netekim (.......) buyurulmuştur. Yâhud tarikat makamındadır, bu da nefsi levvame makamı, Eshab-ı yemîn makamıdır. Bu makamda ifrat ve tefrıtten sakınıp doğru yolda gidebilmek için ahlâkı tanımakta bir miyzan lâzımdır. Yâhud şeriat makamındadır ki, bu da nefsi emmare makamıdır. Bunda ise nefsi terbiye için riyazatı şakka ve mücahede demiri lâzımdır. 5- İnsan ya mükâşefe sahibi vâsılîndendir. Onun enîsi ancak kitab ve zikrullahdır. Yâhud taleb ve istidlâl sahibidir. Onun için de bir delîl ve hüccet miyzanı lâzımdır. Yâhud da ınad ve mükâbere sahibidir. Onun da demirle Arzdan def'i lâzımdır. 6- Din ya usul veya furu'dur. Diğer bir ta'bir ile ya maarif veya a'mal ve ahlâktır. Usul kitabdan alınır. Fürua gelince maksud insanların maslahatları ve adaletle doğruluklarıdır. Bu ise miyzan ile olur. Zira miyzan adalet remzidir. Bu iki tarikı terkedenlerin de te'dibi için demir lâzımdır. 7- Kitab, Allahü teâlânın kitabında zikreylediği adl-ü insafı muktezı ahkâma işarettir. Miyzan da nası o adl-ü insafa ibtina eden ahkâma doğru sevke işarettir ki, bu hükûmetlerin işidir. Demir de temerrüd edenleri kuvvet ve kılıç ile sevkın lüzumuna işarettir. Bundan anlaşılır ki, kitaba sahib olan ulemanın mertebesi, kılıca sahib olan ümeranın mertebesinden yüksektir. Daha çok münasebet vecihleri bulunabilirse de bu zikrolunanlar tenbih için kâfi gelebilir. (.......) İşte Allahü teâlâ böyle kitab ve miyzan ve bir de insanlara hem beis hem de bir çok menafiı olan demiri indirdi ki, nas okumayı ve adalet ölçülerini bellesin, adl-ü hakkaniyyetle tutunsun, belini doğrultsun, muamelât ve harekâtında demirin be'sinden sakınsın ve onun kullanılmasını da öğrenip gerek siyaset ve gerek sanayı' ve ticaret noktai nazarından menafi'ınden istifade etsin (.......) hem de şunun için ki, Allah kendisine ve gönderdiği peygamberlerine anilgiyab, ya'ni bilfiıl Hakkın huzuruna varmadan evvel yâhud gösteriş için değil hulûsi kalb ile yardım eden mücahidleri ılmi ezelîsinde olduğu gibi fi'len de temayüz ettirip belli etsin de ecirlerini versin - Allah’a yardımın ma'nası dinine yardım ve iradei cüz'iyyeyi sarftır. Sûre-i (.......) de geçen (.......) âyetine bak (.......) şübhe yok ki, Allah kaviydir, azîzdir. - Kuvveti pek çok. Izzetine nihayet yoktur, her şey'e galib, her dilediğini yapmıya kadir, mağlûb edilmesine imkân tesavvur olunmaz, harikalar yaratır bir sahib ızzettir. Bu tezyîlin faidesi hem hakkı tahkık hem de yardım teklifinden hatırlara gelmesi melhuz olan bir eksiklik tevehhümünü defı' ile vakı' olan nusrat ve mücahede tekliflerinin faydası insanların kendilerine aid olduğunu ıhtar ve ayni zamanda muhalefetten tahzir için beliğ bir inzardır. Şimdi o Peygamberleri bir nevi' tafsıl ve nübüvvet ve kitabdan sonra bir de kuvvet isti'malinin sebebini beyan ile hatimeye temhid olarak buyuruluyor ki, (.......) 26Hem celâlim hakkı için Nûh’u ve İbrahimi gönderdik, zürriyyetlerinde de nübüvvet ve kitabı atâ kıdık öyle iken içlerinden ba'zısı hidayeti kabul etmiş, çokları ise yoldan çıkmış fâsıklardır. Kavlini bir nevi' tafsîldir. Vav, istinafiyye lâm, kasem müvattıesi, kad tahkık içindir (.......) demek gibidir. Bu kuvvetli te'kidler «vav» ın delâlet ettiği mukadder bir suâlin cevabı ve Resuli ekremin kitabdan maada bir de kuvvet ve seyf ile mücahedeye me'mur olarak irsali esbabının izahı olan bu beyanı takviye ve ehemmiyyetini iş'ar içindir. Mukadder suâl, kelâmin gelişinden anlaşıldığına göre şöyledir: Açık mu'cizelerle Resuller gönderildikten ve beraberlerinde kitab ve miyzan indirildikten sonra insanların adaletle doğrulmaları için bunlar kâfi olmalı değil midi? O halde bir de demirin şiddetli be'si ile menafiının istihsali için mücahede emri ve onunla inzar edici yeni bir Resul irsalinin hikmeti nedir? İşte hem bu gibi hatıralara cevab hem de Sûrenin âhırini evveline uygun bir hâtime ile bağlamağa temhid olmak üzere buyuruluyor ki, namı celâlime yemîn ile söylerim hakıkaten biz Nûh’u ve İbrahimi gönderdik (.......) zürriyyetlerinde de nübüvvet ve kitabı ata kıldık - ya'ni kendilerine risalet verdikten başka zürriyyetleri içinde de Peygamberler yaptık ve onlara kitablar vahiy eyledik. İbn-i Abbastan burada kitab, kalem ile yazı ma'nasına olduğuna dair bir rivayet vardır. Buna göre demek olurki daha evvel vahiy olunan kitablar yalnız ezberlerde tutulabilenlerden ibaret iken sonradan yazının icadiyle yazılmağa da başlanmıştır. Netekim Tevrat yazının icadından sonra nâzil olan kitablardandır. (.......) öyle iken içlerinden hidayeti kabul eden doğru yolu tutan var (.......) onunla beraber çokları fâsıktırlar. - Doğru yola yanaşmamış yâhud doğru yoldan çıkmış, fıskı, âdet edinmişlerdir. Demek ki, yalnız kitab emri insanların insaf ve hakkaniyyetle tutunmaları için kâfi değildir. Bunun halâ da böyle olduğunu isbat için de Buyuruluyor ki, 27Sonra onların izleri üzerinde Resullerimizle ta'kıyb ettik, bir de Meryemin oğlu Isa ile ta'kıyb ettik ve ona İncili verdik ve ona tabi' olanların kalblerinde bir rıkkat bir merhamet yarattık, bir de rehbaniyyet ki, onu onlar ibda' ettiler, biz onu üzerlerine yazmamıştık, ancak Allah rızasını aramak için yaptılar, sonra da ona hakkıyle riayet etmediler, biz de içlerinden îman etmiş olanlara ecirlerini verdik, çokları ise yoldan çıkmış fâsıklardır. Sonra onların izleri üzerinde resullerimizle ta'kıbettik - TAKFİYE, aslı ense demek olan kafa kelimesinden me'huz olup bir kimseyi diğerinin ensesinden ve ardı sıra yollamak, ona kafadar etmek demektir. Ya'ni bir zaman fasıladan sonra o evvel gönderilen Resullerin Peygamberlerin izlerince arkalarından kafadarları olmak üzere ardı ardına bir çok Peygamberler gönderdik ki, Müsadan sonraki Benî İsrâil Peygamberleri hep bunlar içinde dahildirler. (.......) bir de İsa İbn-i Meryem ile ta'kıb etdik - Ya'ni o ardı ardına irsal nihayet İsa aleyhisselâma kadar geldi, bir de onunla te'kid olundu (.......) ve ona İncili verdik - Alusî derki ona verilen İncil elyevm Nesâranın ellerinde bulunan ve onun miylâdı kıssasıyle salbi kıssai müfterasını hâvi olan İnciller değildir. (.......) Bugün Hıristiyanların ellerinde resmî olarak Metta İncili, Merkuş İncili, Lûka İncili, Yuhanna İncili namiyle dört İncil vardır ki, isimlerinden ve mündericatlarından da anlaşıldığı üzere hepsi sonradan yazılmıştır. Bunlar Hazret-i Isanın bir tercemei hali olarak yazılmış muhtelif eserlerdir. Tarihlerin beyanına göre Kostantin zamanında ilk teşekkül eden sinodda daha bir çok İnciller içinden seçilmiştir. Netekim Arabcaya terceme edilmiş olan «Barnaba İncili» namındaki gayri resmî İncil ile öbürlerinin arasında çok büyük fark vardır. Dört İncilde Hazret-i Isanın mev'ızaları olmak üzere yazılmış olan vaızlar içinde hakıkî İncil âyetlerinin mazmunu olması melhuz bulunan güzel kelâmlar de yok değil ise de bir çoklarının tahrife uğramış olduğu birbirleriyle mukayesesinden anlaşılacak kadar barizdir. En barizi de tevhid ruhunu değiştirmiş, teslise tebdil eylemiş olan noktalardır. Maamafih îmana tergib ile ahlâkî ve edebî incelikleri ihtiva eden noktaları da vardır (.......) ve ona, ya'ni Isaya ittiba' edenlerin kalblerinde bir şefekat ve merhamet yarattık - aralarında sevişecek ve birbirlerine acıyıp yardımlaşacak bir kalb inceliğine muvaffak kıldık. Sûre-i Fetihde Resulullahın ashabı hakkında (.......) Buyurulduğu gibi merhametli idiler, (.......) bundan başka (.......) bir de rehbaniyyeti - REHBANİYYET, büyük bir korku hissiyle çekilip Dünya lezaizini terkederek zühd-ü rıyazat ile ıbadette mübalega etmektir ki, esasen rehbana maksus fiıl ve halet demektir. Rehban da çok korkmak ma'nasına rehbetten rahibin mübalegası olup çok korkan demektir. Bir de rahibin cem'i ranın zammiyle rühban geldiğinden cem'a nisbet edilerek zamm ile rühbaniyyet dahi denildiğini Ebüssü'ud kaydeder. Rühbanlık, rahibler hasleti demek olur. (.......) ki, onu onlar ibtida' ettiler - bid'at olarak ilkin kendileri ihdas ve iltizam etmek istediler. Ya'ni (.......) biz onu üzerlerine yazmamıştık - re'sen farz kılmamış, onunla mükellef tutmamıştık (.......) ancak Ellahın rızasını aramak için iltizam ettiler. - Çünkü Ashabı Kefh kıssasında geçtiği üzere Hazret-i Isanın ref'ınden sonra mü'minler Cebabire tarafından tazyıka uğramış, kaç def'alar katliâmlara ma'ruz kalarak kırılmışlar, pek az kalmışlardı. Onun için fitneye düşmekten korkarak dinlerini muhafaza etmek ve kendilerini ıhlâs ile ıbadete vermek üzere rehbaniyyeti ıhtiyar edip dağ başlarına gizli yerlere çekildiler. Taberînin Abdullah İbn-i Mes'ud radıyallahü anhten tahric ettiğine göre Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki, Bizden evvelkiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, içlerinden üçü necat buldu. Sairleri helâk oldu, üç fırkadan birisi mülûk ile karşılaştı, Allah’ın dini ve Isa İbn-i Meryem «salevatullahi aleyh» in dini üzerine onlarla çarpıştılar, mülûk onları katlettiler, bir fırkanın da mülûk ile çarpışmıya takatları yoktu, onların kavımları arasında ikamet edip Allah’ın dinine ve Isa İbn-i Meryem «Salevatullahi aleyh» in dinine da'vet ediyorlardı, mülûk bunları da katlettiler ve bıçkılarla biçtiler, diğer bir fırkanın ise ne mülûk ile çarpışmıya ne de onların kavımları arasında ikamete takatleri yoktu, bunlar da çöllere ve dağlara çekilerek oralarda terehhüb ettiler. (.......) Hazret-i Yahya ile Hazret-i Isanın tecerrüd hayatlarında buna az çok bir nümune yok değil ise de o kendilerine farz kılınmış değil idi. Ancak gayri meşru' bir hal karışmamak şartıyle Allah rızası için nezr-ü iltizam olunduğu takdirde iyfası vücub kesbedecek ıhtiyarî bir nafile idi. Onlar Allah’ın rıdvanını aramak için onu ıhtiyar ve iltizam ettiler (.......) sonra da ona hakkıyle riayet etmediler - riayet edenler bulundu ise de hepsi etmediler. Çokları (.......) mazmununa masadak oldular. O rahmet ve re'fet ile tevhidi bırakıp rühbanlık behanesiyle hazîne toplamıya ve teslise sapmıya ve ahlâksızlık yapmağa kalkıştılar (.......) biz de içlerinden îman edenlere ecirlerini verdik (.......) çokları ise fâsıktirler. - Hakkıyle riayet şöyle dursun îman hududundan çıkıp fısk içinde puyan olarak nâsın adalet ve insaf ile kıyamına mani' olmaktadırlar. İşte hal bu merkezde iken Allahü teâlâ İbrahim zürriyyetinden Resulü Muhammed Mustafayı yeni bir kitab ve şeri'at ve seyf-ü kuvvet ile mücahedeye me'mur ederek irsal buyurdu. 28Ey o bütün îman edenler! Allahdan korkun ve Resulüne îman edin ki, sizlere rahmetinden iki nasîb versin ve size bir nur bahşeylesin ki, onunla yürüyesiniz hem de size mağfiret buyursun. Allah gafurdur rahîmdir Ey o bütün îman edenler! - Ya'ni geçen Resullere îman edip de ahidlerine riayet eyliyen ve ecre nâil olmuş bulunan mü'minler şimdi (.......) Allahdan korkun - o fâsıkların mevkıine düşmekten sakının - da (.......) Resulüne îman edin - ya'ni son gönderdiği Resulü Muhammed Mustafa sallâllahü aleyhi ve selleme dahi îman edin (.......) ki, size rahmetinden iki nasîb versin - birisi evvelki Resullere iymanın ecri birisi de bu Resulüne iymanın ecri olan iki nasîb. İbn-i Cerîrin Ebû Mûseleş'arî radıyallahü anhten tahric eylediği bir hadîste Resullulah sallâllahü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki, (.......) ya'ni üç kişi iki kerre ecre nâil olurlar: evvelki kitaba ve sonraki kitaba îman eden adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel edeb ile terbiye sonra da onu âzad edip de tezevvüc eden adam, bir de Rabbına güzel ıbadet eden ve efendisine hayırhah olan abdi memlûk (.......) ve size bir nûr bahşeylesin (.......) ki, onunla ileri doğru yürüyesiniz (.......) âyetinde beyan olunan nûr (.......) ve size mağfiret buyursun - geçmişte olan günahlarınızı rahmetiyle örtsün (.......) ve Allah, gafurdur rahîmdir. - Ya'ni fâsık olanlar dahı îman ettikleri takdirde onları da afveder. Mağfiret ve rahmetiyle me'cur eyler. Onun için rahmeten lilâlemîn olan Resulünü fadliyle ba's-ü irsal buyurmuştur. 29Çünkü Ehli kitab bilmiyecek mi ki, Allah’ın fadlından bir şey'e güç yetiremezler ve hakıkat fadıl, Allah’ın yedindedir, onu dilediğine verir ve Allah çok büyük fadıl sahibidir Ehli kitab bilmiyeceği için mi? - Vahidî demiştir ki, Bu âyet müşkildir. Bunun makabline keyfiyyeti ittisali hakkında müfessirînin vâzıh bir kelâmı yoktur (.......) Müfessirînin ekserîsi buradaki (.......) de olduğu gibi ınezîd olup hasıli ma'na müsbet olarak (.......) demek olduğunu söylemişler ve makabline irtibatı için de bir kaç ihtimal beyan etmişlerdir. Fahri Razî bunu kavli meşhur olarak şöyle hulâsa eder: Ehli kitab vahy-ü risaletin ve kitab-ü şer'ın kendilerine mahsus olduğu iddiasında bulundukları cihetle Allahü teâlâ onların Muhammed aleyhisselâma îman etmelerini emir ve buna büyük ecirler va'd buyurduktan sonra akıbinde de bu âyeti getirmiştir ki, maksad; nübüvvet fazıletinin kendilerine mahsus olması ı'tikadını kalblerinden izale etmek olup ma'na şudur: «Bu hıtab ve beyan ve bu va'd-ü veıyd, Ehli kitabın şunu bilmeleri içindir ki,...». Ebû Müslimi ısfehanî gibi ba'zıları da (.......) yı nefi ma'nasında tutmakla beraber (.......) zamirini Peygamber ve Eshabına göndererek kelâmın fahvasından yine müsbet ma'na çıkarmak istemişler, ve o ma'nayı şöyle takdir etmişlerdir: «Bu ıhtarı ve bu va'd-ü vaıydi şunun için yaptık ki, Ehli kitab, Peygamber ve Eshabı Allah’ın fadlından bir şeye kadir olamazlar, ya'ni o iki ecr-ü nûra o mağfirete sebeb olamazlar diye ı'tikad etmesinler, bil'akis kadir olacaklarını bilsinler. Ziyra şübhe yok ki, kadir olamazlar diye bilmezlerse kadir olurlar diye bilmeleri lâzım gelir. Razî bu ma'nayı tercih etmiştir. Fakat, biz burada (.......) nın zaid olmasını münasib görmediğimi gibi Ehli kitaba raci' olması zâhir olan (.......) zamirinin Peygamber ve Eshabına irca'ını da muvafık bulmuyoruz. Bizim kanaatimize göre bu âyet (.......) emrine muhalefet ettikleri takdirde Ehli kitaba bir vaıyd mahiyyetinde olup kelâm, istifhamı inkârî ma'nasında ve (.......) mukadder (.......) ye müteallık olarak (.......) takdirindedir. Ve şöyle demek olur: Ehli kitab şunu bilmiyecekleri içinmi îman etmiyecekler? Hayır bilmeleri lâzım gelir (.......) ki, onlar Allah’ın fadlından bir şey'e karşı güç yetiremezler - Allah’ın bir fadlı olan nübüvvet ve risaleti zorla alamazlar. Allah’ın fadliyle risalet verdiği Resulüne güç yetiremezler ve ona îman etmedikçe ona mev'ud olan fazla erce nâil olamazlar (.......) ve - yine bilmeleri lâzım gelirki (.......) fadıl, Allah’ın yeddindedir (.......) onu dilediğine verir - onun için Resulüne risalet vermiş ve ona îman edenleri fazla ecr-ü nûr ile mümtaz kılmıştır. (.......) ve Allah çok büyük fadıl sahibidir. - Ehli kitab bu hakikatleri bilmezlermi, bilmiyecekleri içinmi Resulüne îman etmiyecekler? Hayır îman etmezlerse bunları bilmediklerinden değil, mücerred hased, teassub ve inad ile fısıklarından dolayı îman etmezler. Onun için îman edenleri ondan sakındırmak için (.......) diye hıtab buyurulmuştur. İbn-i Cerîrin Katadeden tahric ettiğine göre (.......) âyeti nâzil olduğunda Ehli kitab, müslimanlara hased ettiler, onun üzerine de Allahü teâlâ (.......) âyetini inzal buyurdu. Bir de demiştir ki, bize şöyle zikrolundu: Hazret-i Peygamber sallallâhü aleyhi vesellem buyurduki bizim meselemizle bizden evvelki iki Ehli kitabın meseli tıbkı şu temsil gibidir: bir adam geceye kadar bir kırata çalışmak üzere bir takım ecîrler tutmuş, derken nısfı nehar olunca çalışmaktan usanmışlar vaz geçmişler, o da hisablarını görmüş, yarım kırat ücretlerini vermiş, sonra yine geceye kadar çalışmak üzere bir kırata bir takım ecîrler daha tutmuş, onlar da İkindiye kadar çalışmışlar, sonra çalışmaktan usanmış bırakmışlar, onların da hisabını görmüş o kadar ücretlerini vermiş, sonra da bakıyye kalan işi geceye kadar çalışmak üzere iki kırata diğer bir takım ecîrler tutmuş, denilmiş ki, Neye bunların ameli daha azken ücretleri daha çok? O da demiş ki, mal benim istediğime veririm, işte umarımki biz iki kırat eshabından olalım. Burada Sûre (.......) i hıtam buldu (.......), 23 Cümadelâhıre 1355 bunu (.......) Sûresi ta'kıb edecektir. (.......) |
﴾ 0 ﴿