3o ki, yedi sema yaratmış birbiriyle mutabık, göremezsin o rahmânın yarattığında hiç bir nizamsızlık, haydi çevir gözü görebilirmisin hiç bir çatlak, bir kusur? (.......) Bu (.......) de baştaki (.......) den bedel, yâhud (.......) dan sıfattır. Seb'a semâvât hakkında Sûre-i Talâkın âhirinden geçen (.......) âyetine bak. Burada da seb'a semâvât, nekire olarak irad buyurulmuşturki bir (.......) demek gibidir. Bu tenkirde iki vecih mülâhaza olunabilir. Birisi (.......) mazmunu üzere semâvâtın bediıyyetine işaret olarak tefhıym için olmasıdır. İkincisi mefhumı adedle yediye hasr maksud olmıyarak teksir ve intişar ifade etmesidirki bu takdirde bu yedi Sema, Sûre-i Talâkta da söylediğimiz vechile bir çok Semalar içinde her biri bir âlem olmakla beraber birbirine daha hususî bir ahenk ile uygun olarak Şems etrafında bir manzume halinde yaratılmış olup biz de içinde dahil bulunduğumuz hususî bir mecmua, bir hey'eti mahsusa teşkil etmiş bulunan hey'eti şemsiyyedeki Seyyarelerin mahrek ve medarlariyle bulundukları felekleri hududiyle üzerlerinde irtisam ve teayyün eden Sema aksamının arzımız bakımından yedisini göstermiş demek olurki âlemler içinde bizim hayatımıza en ziyade alâkası bulunmak i'tibariyle dikkat nazarımızı çekmeğe en şayan olan kısım olması, vechi tahsıys olabilir. Lâkin ba'zı âyetlerde bu kadarla iktifa câiz olsa bile burada kelâmın sıyak ve sibakı ihata ma'nası üzerinde deveran eylediğinden medlulunda kat'iyyet ifade eder ve bir lâfzı hass olan yedi adedinin mefhum hasrı mu'teber olarak üzerimizde Sema ıtlak olunabilen yüksek âlemlerin hepsini müstev'ıb olmasını iktiza ettiği cihetle o kadarcıkla iktifa pek kasır olacağına mebniy her halde evvelki vecih teayyün etmek lâzım gelir. O halde yedi Sema tasnifini nasıl anlamalı? Bir kerre bunun arzımız bakımından bize ma'lûm olabilen bütün hey'eti âlemin bir ifadesi olduğunda bu âyetin (.......) hıtabları sarih demektir. Bu bakımdan da iki mülâhaza mümkindir. Birincisi: umum için en zâhir göründüğü vechile kendimizde cisim tesavvurunu edindikten sonra ruh ve idrâkin kıymetini takdir etmek üzere cismanî noktai nazarla âfaktan yürümektir ki, bu haysiyyetle yedi Semanın altısı kamerle beraber arzımızdan Neptün seyyaresinin aksasına kadar hey'eti şemsiyye dahılinde yedincisi de hey'eti şemsiyye hududundan nazarlarımıza irebilen mecerreler maverasına kadar olan muhîttir ki, Arzımızın cevvinden i'tibaren bunların mecmuuna birden de Sema ıtlak olunur. Şemis merkez ve rasad noktası arzımız olmak üzere bakıldığı zaman, birinci Sema Arzın semasıdır ki, kürei arzın kürei nesîm ve kürei Kamerle beraber şems etrafında devriyle çizdiği mahrek ile mülâhaza olunur bir muhîttir. Üst muhîti dışardan Mirrîhın cazibesi hududuna kadar içi de merkezde şems etrafında Utarit ve Zühre sahalarını muhtevîdir. Bunlar arzımızdan değil, arzımızın Kamer gibi peykide değil iseler de Arzın birinci seması haricinde de değil, onun içinde ve Arzın altında birer Arz gibidirler. Rasad noktası arz olmayıp da şems olsaydı, yani biz Şemis cirminde bulunsa idik, Arz Seması dördüncü sema sayılmak iktıza edecekti, Arzı sabit merkez ve Şemsi seyyare sayan hey'etçiler Kameri birinci, Zühreyi ikinci, Utaridi üçüncü, Şemsi dördüncü semada sayarlar ve yedinci semayı Zuhalle tüketirlerdi lâkin biz Şemsi merkez sayıb seyyarattan olan Arzımızdan rasad ettiğimiz cihetle bunun en yakınında peyki olan feleki Kameri dahi dahiline almış bulunan feleki Arzı birinci sema saymak lâzım geldiğini ve Zühre ile Utaridin birer felekte yüzmekle beraber merkez olan şemis cihetinde bulunarak mahreki Arzın içinde ve binaenaleyh Arzın tahtinde kaldıklarını hisabe aldığımızdan bunları birinci semanın fevkinde değil, içinde saymak mecburiyyetinde bulunduğumuzu anlamış oluyoruz. Şu halde semai Dünya denilen de bunları dahiline almış feleki Arz sahası demek olan bu birinci sema ile tefsîr olunabilir. İkinci Semaya gelince: eski hey'etçilerin beşinci sema saydıkları feleki Mirrîh sâhasıdır ki, bu daha geniştir. Üçüncü Sema' daha geniş olan feleki Müşteri sahası, dördüncü sema' onun fevkındaki feleki Zuhal sahasıdır ki, eski Batlimyüs hey'etçileri bunu yedinci saymışlardı ve her seyyareyi felekiyle hareket ediyor zannettiklerinden dolayı seyyarelerin hareketlerini bunlara atfederek bu yedi semanın yedisini de müteharrik addeylemişlerdi. Sûre-i Enbiyada ve Yâsinde geçtiği üzere (.......) mantukundan gafil bulunuyorlar. O ecramın felekleriyle direkli değil, her biri direksiz olarak muvazene kanunu dairesinde kendi felekinde yüzdüklerini hisaba almıyorlardı. Biz o felekleri birer mahrek değil, birer muhaddid olarak mutalea ettiğimiz gibi muvazene kanuniyle Arzımızın dahi bir seyyare olduğunu anlayarak semai Dünyayı biraz daha geniş gördüğümüzden dolayı onların yedi seyyaresinden üçünü semalariyle beraber Arzımızın birinci seması dahiline alıp onların yedi semasından bu suretle üçünü tarhetmiş ve ona mukabil daha yüksekte Uranüs ve Neptün namiyle iki seyyare daha rasad eylemiş bulunduğumuz cihetle onlarca yedinci semada bulunan Zuhal bizce dördüncü semanın kapısı olmuş bulunuyor. Çünkü her seyyare cazibe ve dafiasiyle kendi semasının bir kapısı mesabesinde demektir. O halde ondan ötede beşinci semâ, ahıyren muttalı' olduğumuz Uranüs seyyaresi sahası, altıncı semâda Nebtüu seyyaresi sahasıdır. Ve nazarımızda bu sahanın müntehası menzumei şemsiyyenin de müntehasıdır. Bundan ötede zıyalarını az çok görebilmekle beraber seyyareler gibi deveranî hareketlerini göremediğimizden dolayı sevabit namı verilen bir çok yıldızlar âlemi bulunuyor ki, bunların aralarındaki mesafelerle beraber hey'eti mecmuasının işgal etmiş bulundukları saha da bizim yedinci semamızı teşkil etmektedir. Burada manzumei şemsiyye âleminin tek bir seyyare gibi kalacağı nice bin âlemler bulunduğu hey'eti mecmuasından saman yolları gibi gözlerimize çarpıp durmakla beraber biz onların hususiyyetlerini ve hareketlerini seyyareler âlemi gibi ne seçebiliyoruz ne de onların daha ilerisine geçebiliyoruz. Bütün nazarlarımız mecmuu üzerinde dayanıp kalıyor. İşte cismanî noktai nazardan yedi sema' hakkında anlayabildiğimiz budur. Görülüyor ki, pek eskiden beri meşhur ve ma'lûm olan seb'ai seyyare âleminde peyk kabîlinden olan küçük seyyarelerden başka Uranüs ve Neptün denilen iki büyük seyyare daha keşif edilmiş olmakla ba'zılarının zannetiği vechile Arzdan maada olan seyyarelerin adedi dokuza çıkarılmış olmayıp Şems ile Kamer biri merkez biri de Arzın peyki olarak tarholunmuş bulunduğu gibi Kur'ânın yedi sema hakkındaki hususuna karşı da âlemi fen ve tecribede mugayir bir şey isbat olunmamış bil'akis onun beyanatını daha iyi bir vuzuh ile anlamağa yardım edecek hakikatlar keşfolunmuştur ve olunacaktır. Bundan şu neticeler de çıkar: yükseklik ve alçaklık izafî olduğu cihetle Arzımızdaki gözümüzü ve rü'yet şartlarımızı değiştirmiyerek rasad noktası hangi cirm farzedilirse sema adedi ve vaz'iyyeti de onunla mütenasib olur. Merkeze doğru aşağı inildikçe semalar çoğalır, semaya doğru yükseklere çıkıldıkça semalar azalır. Ve hepsinde arz adedi de sema adediyle mütenasib bulunur, (.......) düsturu şaşmaz. Rasad noktamız Zühre olsa idi de yine gördüklerimizi görebilseydik o bakımdan sekiz sema sekiz arz hisab etmiş olacaktık, bu suretle Utaridden baksa idik bu aded dokuz olacaktı, Şemisten baksa idik tam on adedine çıkacaktı, fakat onlardan bakarak bunları görebilmek için gözlerimizin daha fazla incelikleri seçebilecek derecede kuvvetli olması iktıza edecekti, yoksa yine arzımızdaki tarzda yedi ile dayanıp kalacaktık. O halde hakikaten onlarda bulunarak kendimizin ve rü'yet şeraitımızın ne olacağını kestiremezsek de Arzda bulunduğumuz halde gördüklerimizi esas ittihaz ederek mülâhazamızı yürüttüğümüz surette Arzımızdan i'tibaren yedi saya bildiğimiz semaları, Şemisten i'tibaren saydığımızda ona çıkarırız. Ve bu suretle onuncu semada bütün manzumei şemsiyyenin birleşmiş olduğunu mütalea ederek Şemsi bir merkez ve Arzdan altıncı olan ve onuncu semayı bir muhît olarak mülâhaza ettiğimizde biri manzumei şemsiyye biri de sevabite aid olmak üzere iki arz ve iki sema' saymamız lâzım geleceği gibi arzımızı bir nokta ve bütün ecram âlemlerini bir muhît yâhud bütün fezayı bir muhît olarak mülâhaza ettiğimiz surette de ancak bir arz ile bir sema hisab etmiş oluruz ki, alel'ıtlak arz ve sema' denildiği zaman bir taht ve fevk tekabülünden ibaret olan bir ikilik ifade edilir. Sonra daha ilerisine geçemediğimiz bu merkezle muhît arasında bir şakul vaz'iyyetinde bulunduğumuzdan dolâyı muhît de altı ciheti ta'yin eden altı nokta olup bunlardan yedincisi olan merkez noktasından amuden tekatu' ederek geçen üç müstevînin birbirine hasılı zarbı olmak üzere tûl, arz, umk dediğimiz üç bu'dı havî bir kemmiyyet ve mıkdar mefhumiyle cismiyyet mahiyyetinde birleştirdiğimiz zaman da bütün arz ve semayı hey'eti mecmuasıyle cismânî bir âlem olarak düşünmüş olur ve böyle en son muhîtta alt üst izafetleriyle tekabül etmiş altı noktanın yedinci bir merkez noktasında bir ictimaı nizamı ve binaenaleyh yine yedi adedinin bir tasnifi mahsusu olmak üzere hasıl olmuş tek bir cisim suretiyle kendimize döneriz ki, bu da bir merkez halinde bir noktadan ibaret bulunan nefsimizle karşımızdan ihata etmiş bulunan bir âfak muhîtının, ya'ni (.......) ile (.......) nin bir tekabül ve izafeti halinde tecellî eder. Demek ki, bir cisim tesavvuru için yedi adediyle izafet ve tevhîd kanununun bizim için ihmali kabil olmaıyan pek büyük bir hüküm ve ehemmiyyeti vardır. Bütün âlem içinde kendimi bir noktadan ibaret olarak bulduğum ben bana mukabil muhîtımda mevki' almış altı noktayı bir izafet ve tevhîd nizamı ile kendimde birleştirmeden lâekal yedi adedinin tasniyfiyle kendimde bir vahdet bulmadan ne en küçük ne de en büyük bir cisim tesavvur edemem. Bu sebeble âlemi yalnız cismanî noktai nazarla cismi kül halinde bir tesavvur ile ihataya çalıştığım sırada behemehal kendimde bu yedi noktanın intıbakını duymak mecburiyyetinde bulunurum. Bunu duyduğum anda da benimle ben olmıyan muhîtım arasında mütekabil bir izafet nizamı içinde bir noktadan ibaret kaldığını duyduğum kendime gözüm açılmış, fakat daha ileri gitmekten bitab-ü tevan kalmış bir halde dönerim. (.......) Lâkin gözüm açılmış ve daha ilerisine gidemediğim muhîtımın suretini yakalayıp getirmiş olan ruh ve şuurumun kıymetini tanımış olduğum cihetle ben kendimde o cismanî muhîte mahkûm ve mahbus kalmak istemiyerek Arzın üzerine çıktığım gibi onun da üstüne çıkmak için yine çabalarım. Bu kerre de döner mücerred şuur delâletiyle bir de sırf ruhanî yoldan giderek bir müşahede ve tasnîf daha yapmak için harekete gelirim. Yine kendimden başlıyarak şuurumda bana karşı ahzı mevki' etmiş bulunan âlemlere doğru bir daha ircaı nazar ederim. Bu kerre ruhanî noktai nazarla olan bu ikinci müâhazaya gelelim: bu haysiyyetle kendimize bakınca şuur âlemimizin bir Seması demek olan gönlümüzde, nefsi natıkamızda bir Arz gibi (.......) vicdanının merkezi bulunan kalbimizde îman ve irade şuuru uyandırmak üzere muhît ile alâkadar yedi pencere buluruz ki, bunlardan bize mütemadiyen ruh sereyan eder. Beşi yalnız cismanî muhît hâdiselerine nâzır olan havvası hams, altıncısı onların varidatiyle daha ilerisine nâzır olan akl-ü mantık, yedincisi herkeste sarîh ve kavi olmamakla beraber hepsinden geniş olan ilham ve vahiy kuvveleridir. İşte biz meşaır denilen bu yedi pencereden kalbimize inip çıkan ruh ve basîret nurunun kuvvet ve za'fına göre hakikatten haberdar olur ve ona göre îman ve irade cehdiyle âkıbetimiz olan gayeye doğru yürürüz, nefes alırken ciğerlerimize kabiliyyetlerine göre hava girip çıktığı gibi hiss-ü idrâkda da meşaırimize ruh inip çıkarken o cereyanları yerli yerine hakkiyle iysal ve tevzia hizmet eden ve Melâike denilen bir çok gizli ve hayırlı maddî ve ma'nevî kuvvetler bulunduğu ve mâniaları bertaraf ederek idrakimizi, iymanımızı, irademizi takviye için çalıştığı gibi bil'akis o ruh cereyanlarının bize nüzulü sırasında yol kesen eşkıya gibi pusu kuran, varıdatımızı soymağa ve hiç olmazsa vehm ü hayal ilkasiyle müzahama edip bizi aldatarak neûzübillah idrakimizi, iymanımızı, irademizi gizliden gizliye ıdlâl ve ifsad etmeğe çalışan maddî ve manevî bir takım şerr ve alçak kuvvetler de vardır ki, bunlara da Cin ve Şeytan denilir. Dostu düşman veya düşmanı dost zannettiren bir vehim, biri iki, eğriyi doğru veya bil'akis gösteren bir hayal, iyiyi kötü, kötüyü iyi zannettiren bir fikir, boş yere gönlümüzü imrendiren veya bulandıran bir rü'ya veya söz intibaı hep gizli veya açık bir Şeytan parmağıdır ki, bunlar bizimle Sema arasında icrayı şekavet ederler. Bunlar olmasaydı biz hiç bir his ve irademizde hata etmez, her hususta hakka intibak ederdik. Bizim bunlardan korunabilmemiz için de BİRİNCİSİ nefsimizin fıtrî bir kabiliyyeti, İKİNCİSİ inmekte bulunan ruh cereyanının tam ve kabiliyetimizle mütenasib olarak şiddet ve kuvveti ÜÇÜNCÜSÜ de iradenin hududunda bu varidatın ta menbaı vahye kadar yekdiğerine mutabekatlarının derecesi gözetilmek lâzımdır. İşte bize böyle bir merkez noktası gibi tecelli ederek ben dedirten nefsimizle muhîtımıza tabaka tabaka intıbakımızı ifade etmek suretiyle bizi hakikatten haberdar edip duran ruh cereyanına medhal ve mahreç halinde açılmış bulunan yedi şuur noktasına içinden ve dışından varid olabilen yedi nevi' hâdisât ve idrakât âlemleri de benlik zeminimizi sarmış bulunan yedi Semadırlar. Ya'ni lâmise muhitı, zâika muhitı, şamme muhitı, sâmıa muhitı, bâsira muhitı, akl-ü mantık muhitı, ilham ve vahiy muhitı demek olan bu yedi âlem aralarında tabaka tabaka mütenevvi' ve aynı zamanda mütetabık birer tecelli tarziyle vicdanımıza intıbakları nisbetinde bizim hem âfakımızla hem de kendimizle intıbakımızı te'min eden bir vahdet nizamı arz ederler ki, hiss-ü şühudumuzdan gaib olan vücudı hak da böyle bütün zâhir ve bâtının intibakı noktasından doğan îman ve irfan nuriyle sezilir, tanınır ve gönlümüzde o nisbette hasıl olan heyecanı mahabbetle samimi kalbimizden irade ruhu coşarak müstevayı rahmette mağfiret ve rıdvana yükselmek üzere vazife ve amel şuurumuzu faaliyyete getirir. Hasılı Şemsi merkez tutarak Arzımızdan cismanî noktai nazarla âfaka baktığımızda nazarımız rasaddan rasada Kamerden yakırı seyyarelerin mahrek ve medarlarını mütalea ede ede birer muhîtta yükselerek bütün manzumei şemsiyye hududu nihayetinde altıncı Semada nisbî bir münteha bularak hususî rasadât ve hisablarımızın fazla nüfuz edemediği lâ yuhsa sevabit âlemine dayanır, onu da icmâlî bir nazarla kavrayarak hepsini (.......) olan yedinci Semada mülâhaza ederek orada da bütün cismiyyet intıbaını kaplıyan ve maverasına nüfuz kabil olmıyan son bir müntehaya dayanır. Bu suretle bu yedi Semada birisi Arzımızdan altıncı semada manzumemize nihayet veren nisbî bir sidrei münteha, birisi de yedinci Semada âlemi cismanîye nihayet veren umumî bir sidrei münteha bulunduğu gibi oradan cismaniyyet maverasına çıkabilmek için tekrar kendimize dönüp ruhanî noktai nazarla baktığımız zaman da birisi yine altıncı Sema olan ma'kulât muhîtı müntehası, birisi de daha geniş olan yedinci Semada ilham ve vahiy muhitı müntehası olmak üzere iki sidrei münteha var demektir. Filvaki' sahihi Müslimde rivayet olunduğu üzere mi'rac hadîslerinin birinde sidrei münteha altıncı Semada, diğerlerinde de yedinci Semada gösterilmiş bulunmasına nazaran sahîh olan bu iki hadîsin cem'inde yedi semada iki sidrei münteha bulunduğu anlaşılır. Resulullâhın mi'racı hem cismanî hem ruhanî olmak haysiyyetiyle de yedi sema hakkında bu iki haysiyyeti cami' bir görüş ta'kıb etmek lâzım gelir. Sırf cismanî noktai nazardan görebildiğimiz yedi sema ile ruhanî noktai nazardan mülâhaza edebildiğimiz yedi semayı mukayese ve tatbık ettiğimiz surette ise ikincisinin evvelkisinden daha vasi' olarak cismaniyyet maverasında ma'kulâtı mücerrede ve ilham ve vahiy hududuna kadar müntehî bulunduğunu teslim etmek iktıza eder. Çünkü cismaniyyet semalarının en vasi' hududu nihayet havassi hamsimizin en genişi bulunan hissi rü'yetin müntehi bulunduğu hadden ma'kulat sahasına dayanmakta olduğundan hissen ilerisine geçemeyip maverasını kapalı bulduğumuz ve ancak bu sahadaki ihsasatımızın terkib ve intıbakından akl-ü mantık idrakâtiyle mülâhaza edebildiğimiz ve üzerimizde hey'eti mecmuasına gök tesmiye ettiğimiz muhîttan ibaret kaldığı cihetle gerek bu sahadaki rasad ve teribelerimizden fikir ve kıyas tarikıyle geçtiğimiz ma'kulât muhitı ve gerek vahiy menbaından aldığımız îman ve irfan nurlariyle daha geniş olarak mülâhaza ettiğimiz mutlak ruh muhitı cismanî semaları geçip (.......) mısdakınca Arzıyla beraber onları içinden ve dışından ihata etmiş bulunan Kürsî ve Arş muhitına kadar yükselen bir sidrei müntehâ ifade etmektedir. Şu halde (.......) emri basıramızın hissi rü'yette dayanıp döndüğü ve gözlerimize aksedebilen cismanî zıyaların aklımıza terki mevki' ederek zulmete daldığı cismanî âleme âid nazar sonra (.......) emri de ihsasatımızdan maada akl ü basîretimizin dahi tecribe ve tesavvur-u tefekkür ile ihata edemiyerek dayanıp kaldığı ve daha ilerisine gidemiyerek acz içinde tekrar kendimize mün'akis olduğu ruhanî âleme âid nazar hadlerini basar ve basîrete tanıtmaktadır. Bu iki vecih ile her iki âlemde de kendimizden ve arzımızdan yürüyen nazarlarımız yedi sema muhîtları içinde mahsur olarak nisbiyyetten mutlakiyyete doğru birer müntehaya dayanır kalır. Biz bunların her birinde muhtelif meratibi vücudun derece derece yekdiğerine mutabekatleri nizamı içinde bizimle intıbakları noktasında bulunarak kendimizle âfakımız arasında duyduğumuz vahdet şuurundan zatı hakkın birliğini ve mülki hakkın vüs'at ve azametin ve bunun içinde kendi haddimizi ve hedefi hareketimizi sezer tanırız. Yalnız cismanî noktai nazarla bakanlar muhitı küll olan zatı hakkın birliğindeki ulüvv-ü azameti ile (.......) tecellisini yalnız cismanî bir kıyas ile mülâhaza ederek teşbihten kurtulamayıp tecsîm vadîsinde saplanır kalırlar. Ve Allah’ın Arş üzerinde istivasını bir cismi küll halinde mülâhaza olunan mahlûk âlemin üzerinde hiç bir cisme benzemez diğer bir cisim gibi farz ederler. Bununla beraber her şey'i zâhir ve bâtınından ihatai ılmiyye ile muhit olduğunu da tasdik eylerler. Bu ise vücudi ılmîyi i'tiraf ile beraber ılmi hakkın zatı hakdan daha vâsi' ve daha büyük olduğunu farzetmek demek olur. Halbuki bütün sıfati kemali cami' olan zatı hak elbette sıfatının her birinden daha yüksektir. Ve bu yükseklik mekânî ve cismanî değil, zatî ve hakîkîdir. Vücudi ılmîyi sezip de yalnız ruhanî noktai nazarla bakanlarda muhitı küll olan zatı hakkı bütün ruhaniyyatın fevkınde bir ruhı kül gibi mülâhaza ederler ve kendilerini muhît olan cismanî âlem mecmuıyle ruhanî âlem mecmuunun dahi intıbakına kefil ve hâkim muhitı kül, refiudderecat, zül'arş (.......) buyuran zatı hakkın her ikisinden daha yüksek ve daha büyük (.......) olması lâzım geleceğini düşünmezler. Ve mücerred fikrî bir seyrile hakka vâsıl oluverdiklerini zannederler. Hattâ kendilerini hakta ifna ederek müteâlî bir vahdete yükselecek yerde hakkı kendilerinde ifna etmek suretiyle sâfil bir vahdete düşerler. Halbuki zihn ile vaki', enfüs ile âfak, ruhanî âlem ile cismanî âlem bir noktada intıbak etmeyince Hak sezilmez, ruh ve cisim ayni Hak değil, mülki ilâhîde vücudi hakka dall birer âyettirler. Biyedihilmülk olan zati hakk ise her şey üzerine kadîr, her şey üzerine şâhiddir. (.......) dür. Allahü teâlânın mertebei zatında, makamı ahadiyyetinde ulüvv ü azametine bir lemhai ma'rifet edilenebilmek için âlemi cismanî ile âlemi ruhanînin birbirine muntabık olarak vahdeti hakta fânî oldukları bir sidrei müntehada ğaşyolmak lâzım gelir. Ruh ve cisim âlemleri bizim mevcudiyyetimize nazaran kurbi hakka uçmak için açılmış iki kanat gibidirler ki, müstevayı Rahman bu iki kanadın yumulduğu sidrei müntehanın fevkından tecellî ederek bütün Arşi vücudu ıhata ve istiylâ eyler. Netekim (.......) âyetinin kalbi Muhammedîye nazil olduğu bu münteha sidresini iş'ar için yedi sema hılkatini ve onların mutabekat nizamını ıhtar akıbinde cismanî âlemlerin müntehasına celbi dikkat ile (.......) buyurulduktan sonra seyri ruhanî ile teemmüle meydan vermek üzere terâhî ifade eden (.......) ile (.......) âyetiyle tekrar ircaı nazar emrolunmuş ve bunda iki noktai nazarın cem'ıne işaret olunarak da bil'hassa (.......) kaydi ile takyid edilmiş ve ancak ondan sonra emre cevab olmak üzere müntehada tecelliyati ilâhiyyenin azameti karşısında kendinden geçip fenâ fillâh ile istiğrak halinde bîtab olarâk uyandıktan sonra neticede beka billâh şuuri ile kemali ubudiyyet için meb'dei nazar olan nefse dönüleceği anlatılarak (.......) buyurulmuştur. (.......) ilâ (.......) Beyanâtı da mülki ilâhîde mertebeden mertebeye hep öyle zül'cenahayn olarak mevtten hayata, ataletten sa'ye, azâbdan rahmete, sefaletten saadete, fenâdan bekaya, neşr-ü haşr için beka billâh ile müstevayı Rahmana vuslet ve istinad gayesine irmek üzere seyr-ü sülûkte yalnız nazariyyat ile iktifa etmeyîp hakikî olarak bil'amel dahi uçmak için en vazıh fark ve cemi' âyetlerine ehli basar ve basîreti irşad ve Şeyatîn ve küffarı âteşîn mermîlerle sefalet ve husran vâdîsine tard ve ib'ad yolunda hakıkati tafsîldir. (.......) de (.......) vasfiyle ahalâkının azameti ve ecrinin sermediyyeti beyan buyurulan hakıkati Muhammediyyenin isrası ve Sûre-i Necimde (.......) sonra da (.......) âyetleriyle beyan buyurulan mi'racı da cismanî ve ruhanî iki haysiyyetin mertebei cem'inde cereyan etmiş ve Sûre-i Mi'racda (.......) âyetinde de ülûhiyyet mearicine uruc için yalnız ecsam âlemi şöyle dursun onu bir lâhzada kat' eden Melâike ve Ruhun bile seyri ruhanî ile elli bin senelik bir zaman kat'ına muhtac olacak vechile madûn bir mertebede bulundukları ıhbar ve binaenaleyh o sidrei müntehada bir az sabrı cemîl lüzumu da emr-ü ıhtar olunarak mekân-ü zamandan münezzeh olan zatı hakkın bütün cismaniyyet ve ruhaniyyet âlemlerinin mertebei cem'inden de çok yüksek ve üstün olduğuna ve maamafih bir az sabrı cemîl ile Mi'racı Muhammedînin o harîme vusulüne de işaret buyurulmuş, mi'rac hadîslerinde de seb'a semavât hem cismanî hem ruhanî haysiyyetlerle ifade olunarak Cibrîl ile beraber yedinci Sema nihayetinde cennetülme'vanın bulunduğu sidrei müntehaya ve oradan yalnız olarak Arşı hakka varılmış olduğu anlaşılmıştır. Bu hadîslerde üzerinde yaratıldığımız Arzımızın seması birinci olduğuna işaret olarak birinci Sema makamı Âdem, ikinci Sema makamı Yahya, üçüncü Sema makamı Yusüf, dördüncü Sema makamı Isâ, beşinci Sema makamı Harun, altıncı Sema makamı Mûsa, yedinci Sema makamı İbrahim olduğu ve buraya kadar urucda meıyyeti Cibrîl ile gidilip sonra da daha ileri geçildiği haber verilmiş olmakla her iki hassiyyete tenbih olunmakla beraber evvel emirde israya âlemi cismanîden bed'edildiği ifham olunmuştur. O halde seyri ruhanî seyri cismanîden geniş ve makamı vahiy âlemi ukülü de muhtevi olarak Kürsî ve Ârşa müntehi olmak hasebiyle biz de yedi Semayı ilk nazarda âlemi cismanîye ikinci nazarda âlemi ruhanîye sonra onların nizamı intıbakı ile mertebei cem'inden Arşi hakka urûc ve orada fena ve beka zevkını tadarak mensûb olduğumuz mülki hakta hayatımızın mebde' ve meadiyle hadd-ü gayemizi tanıtan bir intibah, bir îman ve vazife şuuriyle yine mertebe mertebe kendimize avdet ederek fi'len ve hakikaten o gayeye yürümek için idraki lâbüdd olan mearic ve menazili vücudun his ve akl-ü îman noktai nazarlarına göre umumî haysiyyetten alel'icmal bir telhis ve tasnifi olarak mülâhaza etmek üzere evvel emirde hissi basarla rasad bakımından, cismanî haysiyetle mütaleadan başlıyan bir seyir ta'kıb etmeyi muvafık buluyoruz ki, bunda yedi Sema maverası Kürsî ve Arş olmak üzere ihsas maverası olan akıl ve vahiy muhitına bırakılmış ve bu suretle ruhanî ve hakikî semaların dâirei rü'yetimizi tahdid eden yedi semadan daha çok ve daha yüksek olduğu da anlaşılmış bulunur. Öyleki bu yedi Semanın mecmuuna yalnız Semai Dünya demek câiz olur. Bizim bu cismanî mülâhazada noktai nazarımız üç buüdlü, cism olduğunu söylemiştik. Zamanımızda bir takım zevat ondan ileride dört beş ve belki daha ziyade buüdlü ya'ni tul, Arz, umk dediğimiz üç buüdden fazla eb'adın amuden tekatu' etmiş bulunacağı ecsam âlemleri tesavvur olunabileceğini ve yedi Semayı o noktai nazarla cismanî olarak mülâhaza eylemek kabil olduğunu da bir farziyye halinde söylüyorlar. Biz ihsaslarımızın hasılı olan tecribe ile zihnen noktadan hatta, hattan satha, satıhtan cisim tesavvuruna geçiyoruz ve tecribemize nazaren bir cisimde balâda arz ettiğimiz vechile amuden tekatu' etmiş üç buüddan fazlasını vakı'de bulamıyoruz. Bulamamak haddi zatinde bulunmamağı ıktıza etmiyeceği, ademi vicdandan ademi vücud lâzım gelmiyeceği cihetle bir noktada üçten fazla amudün tekatu' edebileceğini farz etmekte zâhiren bir tenakuz görünmez. Cisim üç buüdlüdür demek zatî bir vücub ile aklen bir kazıyyei zaruriyye değil, ancak vakı'ı ifade eden bir mutlakaı amme gibi görünür. Fakat bu kazıyye terkibî bir kazıyye olmayıp mahmul olan üç buüd mefhumu, mevzu' olan cisim mefhumunda dahil bir kazıyyei tahliliyye olmak haysiyyetiyle mutlak cism tesavvurundan zarurî olarak istintac olunmuş bedihî bir kazıyyei zaruriyyedir. Çünkü biz bir cisim diyebilmek için daha evvel üç bu'dün tekatuunü bir mebde olarak ahzetmişizdir. Ve bunu ahzederken üç buüdden her birini mülâhazaya mebde ittihaz ettiğimiz müstevîlerin ve onları mülâhazaya mebde olan mustekîm hatlaların namütenahi temdiydini farz ederek onları temdid eden muhîti namütenahiye götürerek mülâhaza etmeğe de alışmışızdır. Bundan dolayı mutlak bir cisim tesavvur ettiğimiz zaman onda üç buüd tesavvurunu namütenahide dahi rükni zarurî olarak düşünürüz. Ve üç buüdden fazlasını tesavvur ederken namütenahiye kadar mevzu' olarak ahzettiğimiz mebde ile çıkmış olacağımız cihetle zımnî bir tenakuz görürüz. Ve o halde ona sade cisim değil, cisimden fazla bir şey nazariyle bakmağa mecbur oluruz. Bu i'tibar ile üç buüdlüden fazla bir cisim tesavvuru bize mantık sahasından haric gibi gelir. Bununla beraber şunları da bilmek iycab eder. Bir cisim tesavvurunda üç bu'dün rünki zarurî olması daha ziyadesenin selbini zarurî kılmaz. İmkânını selbeylemez. Bizim ihsas ve tecribe sahasında bütün idrakâtımız nisbî ve binaenaleyh onlardan me'huz olan cisim tesavvurumuz dahi izafî ve mütenahidir. Her izafet mutlak bir muhît dahilinde bir tenahî ile mülâhaza olunabilir. Biz namütenahi bir muhît ile mahdud bir cisim tesavvur edebiliriz, lâkin muhîtsiz olarak namütenahi bir cisim tesavvuru tenakuz olur. Kendimize karşı hiç bir nokta ahzedemediğimiz mücerred bir feza bize bir cismiyyet değil, hiç bir şey ifade etmez. İşte bizim ihsas ve tecribeden me'huz olan bütün ilimlerimiz en nihayette mutlak bir muhît dahilinde bir nisbet şuuriyle o muhîta bir izafetten ibaret bulunduğunu ve muhîta varılınca bu nisbetlerin tükeneceği ve hakikî ılmin ve vücudun muhîti küll olan zatı hakka aid olduğunu ve şu halde gerek cisim tesavvuruna ve gerek muhîtı haktan berideki sair idrakâtımıza o hakikatte mutlak bir idrâk kıymeti atfetmeğe hakkımız olmadığını izah etmek istiyenler üç buüdlü cisim tesavvurunun da esasen izafî ve mütenahi olarak ahzedilmesi lüzumunu ve eski Riyazîlerin ve mütekellimlerin bürhani türs ve bürhanı süllemî namı verdikleri bürhanlarla isbat ettikleri gibi bizim cisim dediğimiz şey'in namütenahi olamayıp mütenahi bulunduğunu düşündürmek üzere ondan ötede dört, beş ve daha ziyade eb'ad âlemleri câiz ve mümkin olduğunu tasvir için şöyle bir kıyas yürütmüşler: Nukta hattın, hat sathın, satıh cismin bir haddi olarak mülâhaza edildiği gibi bizim bulunduğumuz üç buüdlü cisim âleminin de dört, beş veya daha ziyade birer cisim âlemlerinin bir sathı veya hattı veya bir noktası mesabesinde bir haddi gibi mülâhaza edilebileceğini söylemişlerdir. Buna nazaren sema tesavvurunda mekânî buüd mefhumundan ayrılmamak üzere yedi Sema hakkında ecsam âlemini bizim âlemimizin sıfra ineceği yedi buüdlü bir âlem mertebesine kadar çıkmak üzere şöyle bir mülâhaza yürütülebilir: Üçü bizim bildiğimiz eb'adi selâse âlemi, dördüncüsü bu âlemin bir satıh mesabesinde kalacağı dört buüdlü âlem, beşincisi bu dördüncü âlemin bir satıh ve bizim âlemimizin bir hat mesabesinde kalacağı beş buüdlü âlem, altıncısı bu beşinci âlemin bir satıh ve dördüncüsünün bir hat ve bizim âlemimizin bir nokta mesabesinde kalacağı altı buüdlü âlem, yedincisi de bu altıncı âlemin bir satıh, beşincinin bir hat, dördüncünün bir nokta, bizim âlemimizin de sıfır, ya'ni hiç mesabesinde kalacağı yedi buüdlü bir âlem diye düşünebiliriz. Ve artık kendimizin sıfra indiğimizi duyduğumuz lâhzada daha fazla tenakuza düşmemek için bu mütezayid kıyası daha ileri görmeğe salâhıyyetimiz olamıyacağını anlıyarak kendimize dönüp diğer bir âleme intikal ile yükselebileceğimiz lâhzaya kadar hayat vazifemizi ifa edebilmek üzere nisbî ve izafî âlemimizin tahlîl ve terkibi içinde çalışmamız lüzumunu terkeylemiş oluruz. Böyle bir mülâhazada bu âyetin mazmun ve cereyanına muhalif düşmez muvafık olur. Ancak bunda takılacak bir kaç nokta vardır. BİRİNCİSİ: Cisim tesavvurunu üç buüdden ilerisine atlatırken ilk hatvede kendimizden ve mebdeimizden çıkmış bulunduğumuzun farkına varmıyarak mütezayid bir cereyana kapıldıktan sonra na mütenahîde de bir daha kendimize dönmemek tehlükesi. İKİNCİSİ: İhsas ve tecribemiz dahiline girebilen izafet noktalarımızdan onu tahdid eden mutlak muhîta doğrudan doğru intikal ediverecek yerde mesafeyi uzatmak için dolambaçlara sapmış olmak. ÜÇÜNCÜSÜ: İzafetîmiz dairesinin muhîtı dahilindeki buüd ve imtidad mefhumunu o muhîtın maverasına tahdid etmeğe hakkımız olmamak lâzım gelirken onu peyder pey tezyid ederek uzatmak salâhıyyetini nereden aldığımızı düşünmemek. DÖRDÜNCÜSÜ: Düşündüğümüz takdirde ise böyle mütezayid bir kıyas ve mülâhazada ma'lûmumuz olan üç buüdlü cisim muhîtından harice mücerred zihnî olan bir hareketle atlayış ve bu suretle muhat olduğumuz cismanî muhîttan çıkıp mücerred akıl ve gönül muhîtında ruh âlemine dalmış bulunduğumuzu ve şu halde enine boyuna ilâve etmiş olduğumuz buudler vaki'de cismanî ve mekânî buüdler, imtidadlar değil, sırf zihnimizin manevî imtidadı nisbetinde mebdeimize tamamen mutabık olmıyarak izafetimiz nisbetinden fazla bir surette faraziyyât ile uzattığımız manevî buüdlerden ibaret olduğunu, böyle olunca da hakka vusul için cisim tesavvurunu tahdid veya tezyid ile uğraşmaktan ise o tesavvuru yaparken ruh âleminde yürüdüğümüzü bilerek her iki âlemin muhîtına doğru yükselmek en sağlam bir hareket olacağını teslim eylemek lâzım gelir. Bunu iyi teemmül ettiğimiz takdirde de alacağımızı netice şu olur: üç buüdlü cisim âlemimizin muhîtında diğer cismanî bir buüd ya vardır ya yoktur. Evvelâ yok dememiz lâzım gelir, çünkü o muhît bizim fikrimizde imtidadlarımızın müntehası olmak üzere me'huz bulunduğundan hılâfını farzetmek bir tenakuz olur. Bilfarz belki vardır dersek o buüd, yine vaki de bizim ma'lûmumuz olan eb'adi selâsenin mefruz bir imtidadından ıbaret olarak düşünülmek lâzım gelir. Çünkü vahidi kıyasîmiz ondan ibarettir. Bittecribe vasıl olmamış bulunduğumuz bir sahada yapacağımız tahminî bir kıyasta neticemizi mukaddimelerimizin şumulü sahasından ileri götürmeğe asla hakkımız yoktur. İki kerre iki beş eder diyemeyiz. Öyle bir şey farzettiğimiz takdirde de onu sırf gönül âlemimizde yapar ve vicdanımıza intıbak etmediğini bilerek sırf vehmî bir surette bir farz olarak yaparız. O halde dört buüdlü cisim âlemi olan bir sema mülâhazasına geçtiğmiz lâhzaden i'tibaren ecsam âleminden çıkmış, ma'nevî bir sahada hem de ruh ve şuurumuza muntabık olan sadık bir ruhaniyyet âlemi değil, mefruz bir hayal âleminde dolaşmış bulunuruz. Binaenaleyh dört veya daha ziyade buüdlü bir cisim mümkin olduğunu farz ve tehayyül etsek bile farzımızın haricinde vaki' olduğuna huküm edemeyiz. Bu sebeblerle biz bu farzıyyeyi bir şiır gibi kaydedip geçmek isteriz. Ancak tecribî idrakimizin izafiyyetini ve bildiğimiz cisim tesavvurumuzun tenahisini sıfıra indirecek dereceye kadar düşündürebilmesi ve yalnız cismanî düşünmeğe alışmış bulunanlara zihin ve ruhaniyyet âleminin vüs'atini dahi tecessüm ettirerek mecmuunu muhît olan mülki hakkın azamet ve vüs'atini tefekküre sevketmek gibi bir faidesi olmak hasebiyle de kaydetmekten kendimizi alamayız. Bütün bu yollardan yürümek için ise ilk şartın hayat ve şuur olduğunu ve bütün şuurlarımızın mutlak bir muhîta dayanan bir izafet nizamı ve kadrosu içinde anbean lemha lemha yaradılmakta bulunduğunu unutmamak lâzım gelir. Öyle olunca da şuurun halikına arzı teslimiyyet etmesi için kendini ve kendinin anbean hudûs ve mahlûkiyyetini duyabilmesi kâfidir. Şuuruna şuur sahibi olarak kendisini tanıyanlar uzağa gitmeden her şuur mazmununda halıkının bir âyetini görürler ve onun yanında, önünde ve sonunda (.......) sirrine irerler. Bu suretle seyr-ü nazarlarından Allah’ı aramak için değil, (.......) mübtegasınca milkindeki âlâ ve eltafın tarzı tecellisini daha ziyade tanıyarak ma'rifetlerini artırmak ve vazifelerini daha güzel yaparak ılmen ve amelen onun rızasına yaklaşmak için çalışırlar. Elbette şuurumuzun kavradığı her zerre ve her cisim bir âyeti haktır. Onu ve onun tarzı vücudunu kavrıyan şuur ise daha büyük bir dâdi haktır. Âfak-u enfüsten ilm-ü amel kanadlariyle milki ilâhîde uçmak ise en büyük devlettir. Fakat bedenimizle içinden çıkamadığımız âlemleri şuurumuzla kavrayıp da kurbi rahmana ruhan ma'rifet ve îman ile uçabilmek için cisim tesavvru içinde muhat olduğumuz eb'âdi selâseden daha ziyadesini aramakla meşgul olacağımıza bütün ecsam âlemini Arzımızla Semamız arasında kavradığımız gibi eb'âdi selâse mahiyyetiyle kavramakla iktifa edip ondan çıkınca mücerred ruhaniyyat âlemine girmiş olduğumuzu tasdık eylemek ve buradan ruhanî ve cismanî iki nazarın şuurumuzdaki intıbakından kendimize dönerek hak fikrine teslimi nefseylemek şübhesiz ki, daha seri' bir yol olur. Şu halde yedi semayı, ya evvelki ya ikinci ma'na ile mülâhaza etmekte umumiyyet i'tibariyle kendimize daha kuvvetli bir intıbak vardır. Maamafih yedi semayı bile bildiğimize göre gerek semalardan yedisini ihtiva eden bir manzume âlemi ve gerek yedi idrâk âlemi; gerekse tesavvur edebildiğimiz üç buüdlü ecsam âleminin fevkında olmak üzere hakikatini kavrayamadığımız yedi buüdlü âlem diye mülâhaza edelim, şu muhakkaktır ki, Allahü teâlâ, hakikatlerinin tafsılini kendi bildiği yedi, sema yaratmıştır ki, (.......) hep birbirine mutabık, yâhud tabaka tabaka - TIBAK kelimesi ya masdar, yâhud cemi'dir. Ekser müfessirinin ihtiyar ettikleri vechile masdar olduğuna göre mufaale babından vifak ve muvafekat gibi mutabekat ma'nasına masdar olup sülâsîsitının kesriyle tıbaktır. Burada (.......) dan hal olduğu için zate tıbakın veya mutabekaten mevkıindedir. Yekdiğerine mutabık, hep birbirine uygun demek olup teaddüdleriyle beraber aralarındaki sıkı nizamı irtibatı ifade eder. Bu ma'na Seyyarelerin her birindeki hususiyyetle beraber bir cazibe etrafındaki âhenklerine mutabık olduğu gibi, bir zıya ile bir hararet, bir ses gibi ayrı ayrı hislerle idrâk olunan hâdiselerin gerek âfakta ve gerek enfüste yekdiğerine intıbak edip kaynaşarak müttefikan bir hakikatı haber vermeleri haline de mutabıktır. Bu intıbak olmasaydı biz tecribe sahasında muhtelif havssimizin ihsasatını müşterek bir hiss ile alıp da bir sureti mahsusa ile hafızamıza koyamaz, üzerinde aklımızı işletemez, haricde mevkı'lerini ta'yin eyliyemez, bir hak fikrine iremezdik. Tam ma'nasiyle şirk ve perişanlık içinde kalır, ruhumuzun vahdetini dahi bulamazdık. İkincisi tabak, yâhud tabakanın cem'i olmasıdır ki, Kamus sahibinin besairde beyanına göre tabak ve tabaka bir şey'in muvafıkı olan kapağına ve örtüsüne mevzu' olup ona teşbih tarikıyle alt kata muvafık gelen üst kata ve yüksek rütbeye ve dereceye ıtlak olunur. Ve cem'inde etbak ve tıbak denilir (.......) Bu ma'naca (.......) tabaka tabaka demek olur. Ba'zı müfessirîn de bu ma'nayı ihtiyar etmişlerdir. Bu da her üç ma'naca muvafıktır. Çünkü seyyarâttan her biri merkez etrafında birbiri üstüne böyle tabaka tabaka birer saha'i sema teşkil ettikleri gibi idrakât âlemimizde en aşağıda zevk, onun üstünde lems, onun üstünde şemm, onun üstünde semi', onun üstünde basar, onun üstünde akıl, onun üstünde vahiy hâdisat ve müteallıkatı olmak üzere tabaka tabaka birer vüs'at sahası arzederler. Üç buudlü sema, dört buüdlü sema ilh... diye mülâhaza olunabildiği surette ise her iki ma'naca tıbak mefhumu daha zâhirdir. Âyette etbakan veya mutabikatin denilmeyip de (.......) buyurulması her iki ma'nanın da sadık olduğunu gösterir. Bununla beraber şu vechile izah edilmesi asıl murad tabakattan ziyade mutâbekatı tefhîm etmek olduğunu anlatır. Ekser müfessirînin bunu ihtıyar etmeleri de bu siyaktan dolayı olmalıdır. Zira mutabekatı takrîr için tefavütü nefy ile buyuruluyor ki, (.......) Rahmânın halkında hiç bir tefavüt göremezsin - TEFAVÜT, aslında tenakuz, tehalüf gibi iki şey'in yekdiğerini fevt eder vechile uygunsuzluğu ve perişanlığı, başkalığı demektir ki, münasebetsizlik ve nizamsızlık diye tefsir olunur. Ya'ni bütün bu semaları Allahü teâlâ rahmet ve in'âmı eseri olarak hepsinin fevkında kendisinin birliğini ve kudret-ü ızzetinin büyüklüğü ile rahmaniyyetini tanıttırmak üzere yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka tabaka muhtelif eb'ad ve vüs'atte yaratmakla beraber hepsini hem yekdiğerine mutabık, hem size uygun bir nizam ve hey'et ve yeknesak bir muvazene ve âhenk içinde yaratmıştır. Ondan dolayı ey muhatab! Yer yüzünde sen onları o âhenk ve nizam ile muhît bir birlik içinde görür ve onlardan rahmeti rahmanı sezerek ona irmek için aykırı gitmeyip nizamı vahdet ile hareket etmek lâzım geldiğini anlıyabilirsin. Bak o Rahmanın yarattığında hiç bir nizamsızlık, bir münasebetsizlik göremezsin (.......) haydi o basarı - Rahmanın sende yaratmış olduğu gözü - döndür de bak (.......) hiç bir futur, ya'ni nizamı vahdeti bozan veya seni onların maverasına geçiren bir çatlak, bir kusur, bir delik, bir halel görebilirmisin? - O halde sen gözünü açacak o nizamı rahmetten istifade ile en güzel amele koşacak, yükselecek yerde ona gözlerini yumup küfr ü ısyan ile o nizamı kırmağa ve o mülkün haricine çıkabilirmişin gibi kafa tutmağa nasıl cür'et edebilirsin? FUTUR, şak, ya'ni yarık ve çatlak demek olan fatr kelimesinin cem'idir. Bundan ilk nazarda eski feylesofların dediği gibi semavatın hark-u iltiyamı kabil olmaması hakkındaki da'valarına istidlâl olunacak zannedilebilir. Fakat futur bulunmamak başka haddi zatinde futuru mümteni' olmak yine başkadır. Sûre-i Enbiyada (.......) âyetinde Arzın mukaddema semavât ile bitişik iken sonradan ayrıldığı beyan olunmuş bulunduğu gibi Kamerin yarılması ve (.......) gibi âyetlerle Kıyamette Semanın inşıkak ve infitar edeceği haber verilmiş, mahlûk oldukları da tasrih olunmuş olmakla nefyi futurdan gerek semavât içindeki ecram ve kevakibin ve gerek nefsi semanın Arzımızdaki ecram ve kevakibin ve gerek nefsi semanın Arzımızda olduğu gibi haddi zatinde kabili infıtar olmalarını nefiy lâzım gelmez. Yapan elbette yıkmağa dahi kadirdir. Maksad kudreti ilâhiyyeye nazaran yarılmaları, bozulmaları ve yapılmaları ihtimalini selb değil, vücuddaki vahdet-ü ittısal manzarasını göstererek mülki ilâhînin vüs'at ve azametini, yaratılışlarındaki nesak ve intizamın muhayyirül'ukul olan mükemmeliyyetini, kusursuzluğunu tabakat ve enva' ve eczasının kesretiyle beraber hey'et ve sisteminin ıhatalara sığmaz, maverasına geçilmez kudreti ilâhiyye çenberi içindeki vahdetini ve o muhît altında mahlûk nazarların mahdudiyyet ve izafiyyetini ve onun içinde ne kadar yükselirlerse yükselsinler üstüne ve haricine çıkmak için bir had, bir delik bulunmasına kullar tarafından imkân ve ihtimal olmadığını anlatmak olduğu âşikârdır. Şu halde demek olur ki, haddi zatinde infitarı hark u iltiyamı kabil olmıyan şey ecramı Sema veya nefsi Sema değil, onları içinden dışından muhît olan ve hepsinin fevkında bulunan kudreti ilahiyyedir. Bir rahmeti ilâhiyye olan o nazarlardan sabit olacak olan da budur. (.......) işte o öyle aziz öyle gafurdur, cihet ve mekân kasdiyle değil, cismanî, ruhanî, mekânî, zemanî, maddî, ma'nevî irilebilecek her yüksekliğin fevkında hepsini bürür demek olan bu ma'na iledir ki, Allahü teâlâya fevkassema' ve fevkal'arşdır denilir. (.......) Buraya kadar âyette (.......) iki nazar ifade etmiş olduğu gibi irca'ı basar ta'biri de tekerrürü ifade eder. Ma'lûm ki, göz iki, idrâk birdir. Bunda bir taraftan nisbet ve izafetin hududunu teşkil eden noktaların elâstıkıyyetiyle meratibi nazarın tevessuuna ve bundan dolayı tecribe sahasında teharrii hakikat için nazarların dikkatle tekerrürü lüzumuna bir tenbih ve aynî zamanda bu suretle ma'rifeti hakka doğru terakkı için nazarın enfüsî ve âfakî haysiyyetlerini dahi mülâhaza ve teemmül ile hareket etmek ıktıza edeceğine bir işaret vardır. Netekim bunu daha sarîh olarak anlatmak üzere burada iki gözü birleştiren ihsasi basarın dayanıp kaldığı cismanî hadde bir lâhza tevakkuf ve teemmülden sonra basarı basîretle daha ziyade ta'mîk ve tedkık için nazarların tekrarı tasrîh olunurak terahîye mevzu' olan (.......) ile buyuruluyor ki, |
﴾ 3 ﴿