5

Celâlim hakkı için biz o Dünya Semayi takım takım kandillerle donattık ve onları Şeytanlar için (rucum) atmalar yaptık, hem onlar için o çılğın ateş azâbını hazırladık (ki, azâbı Seıyr)

(.......) şanım hakkı için biz o Dünya Semayı nice nice mısbahlarla donatıb süsledik - Semai dünya terkibini Dünyanın Seması demek gibi izafet terkibi zannederek yanlış anlamağa alışmış olanlar, bizim buna Dünya Sema dememizi tühaf bulurlarsa da biz bunun doğrusu Dünya sıfat, Sema mevsuf olarak sıfat terkibi olduğunu anlatmak için yukarıdan beri Dünya Sema demeyi tercih eyledik ki, hayatı Dünyaya dünya hayat dememiz de böyledir. Gerçi Dünya lâfzı lisanımızda olduğu gibi sıfatı galibe kabîlinden ism olarak dahi isti'mal olunursa da Kur’ân’da hep sıfat olarak zikredilmiş olduğundan o mazmunu muhafaza lâzımdır.

DÜNYA, ednânın müennesi ismi tafdıyl olup denaet yâhud dünüvvden müştakk olmasına nazaran en aşağı yâhud en yakın Sema demek olur. Fakat bu Semai Dünyadan murad hangi Sema olduğuna gelince bunda da iki vecih vardır. Birisi zikrolunan yedi Semadan biri olup bize doğru aşağıda bulunan ve en yakın olan birinci Sema olmasıdır ki, Arzımızın cevvinden ve hattâ sathından i'tibaren feleki Kamerin üst haddine kadar mahrekiyle bir senede devreylediği dairenin iç ve dış hudududur. Buna eski hey'etçiler feleki Kamer demişler.

Lâkin görünen yıldızlar burada olmadığı için müfssirîn bunda ihtilâf eylemiş, çokları mesabîh ilemüzeyyen olan Semai Dünyanın feleki Kamerden çok geniş olması lâzım geleceğini söylemişler. Ba'zıları da yıldızlarla müzeyyen olması için görünen yıldızların hepsi onda olmaz lâzım gelmiyeceğini dermiyan eylemişlerdir. Behaüddini âmülî buna aid olmak üzere Keşkülünde şöyle bir mütalea kaydetmiştir: (.......) kavli ilâhîsi kevakibin feleki kamerde merkûz olduğuna delâlet etmez, belki feleki kamerin onlarla müzeyyen olduğuna delâlet eyler. Filvaki' eflâkin şeffafiyyetinden dolayı o da öyledir.

Kezalik (.......) kavli de kevkebin kendisinin düşmesini iktıza etmez ve binaenaleyh bundan müruri eyyam ile kevakibin naksı lâzım gelmez, nihayet lâzım gelse gelse şihab denilen şu'lelerin kevakibden infisali lâzım gelir. Bununla beraber kevakibin hepsi sekizinci felekte merkûz olduğuna ve feleki kamerde kamerden başka kevkeb olmadığına burhan ikame olunmuş da değildir.

İhtimalki rasad edilmemiş kevakibin bir çoğu onda merkûzdur da şihablar da onlardan düşer (.......) İşte feleki kameri dünyâ sema olmak üzere bu âyete tevfık etmek istiyen evvelki fenni hey'et fikirlerinin hulâsası budur. Bunun son fıkrası oldukça calibi dikkat ve Sûre-i Saffatta geçtiği üzere zamanımızda şihablar hakkındaki nazariyyelere haylı yakın olmasına mebniy buraya dercediyoruz.

Şimdilik şihab ve rucum mes'elesine varmazdan evvel biz de diyebiliriz ki, sade feleki kamer değil, o da dahil olmak üzere Arzımızın birinci seması dahilinde kamerden başka mesabîh yok değildir. Zira yukarıda söylediğimiz vechile Güneş, Utarid, Zühre, Kamer dördü de bu semanın dahılindedir. Arzımızın bu Seması dahılden bunlarla daha yukarıdan da Semanın şeffafiyyeti hasebiyle zıyaları bize gelebilen bütün yıldızlarla nazarımızda müzeyyendir.

Lâkin şunu da i'tiraf etmek lâzım gelir ki, bu suretle görünen tezyin, yalnız birinci Semaya mahsus değil, ilk mülâhazada saydığımız yedi semanın hepsinde de manzurdur. O halde (.......) denilmeyip de Dünya vasfıyla takyidin faidesi ne olabilir? Bu suâle verilecek cevab şu ikiden hâlî değildir. Ya mesabîhden murad alel'umum görülen kevakib değil, cevvi Arz hududunda fişenk gibi parlıyan kayıp düşen şihab şu'leleridir denecek, yâhud da Semai dünyadan murad bervechi meşruh zikredilen birinci semadan daha geniş İbn-i mer'î olan kevakib sahasının mecmuuna şâmil olmak üzere mahsûs olan Sema hududuna kadar tevsi' olunmaz lâzım gelecektir.

Evvelki ihtimal sakıttır. Çünkü Vessâffâti Sûresinde (.......) diye zinetinin kevakib olduğu tasrih edilmiş, sonra da (.......) diye şihabı sâkıb ayrıca zikrolunmuş bulunduğu cihetle burada tezyin noktai nazarından mesabihi şihablara hasretmek doğru olamaz. O halde ikinci vecih zâhir olur ki, muhakkıkînin muhtarı da budur.

Ya'ni Semai dünya yedi olarak sayılan semaların bize doğru alt tabakası olan birinci Sema demek değil, Arza mukabil olarak fevkınde nazarlarımızı tahdîd eden sakfı merfu' halindeki mutlak Sema muhitının Arzımıza kadar rü'yet sahamızı teşkil eden iç yüzü, bize nâzır olan alt cebhesi Arzımızın cevvinden i'tibaren üzerinde görülen ve görülebilecek olan menazırını muhtevî olarak müzeyyen kubbe şeklinde nazarımıza irtisam eden muhît dahilidir ki, ilk cismanî mülâhazalardaki yedi semanın dahilini ve ikinci mülâhazadaki yedi semanın mahsûs olabilen kısmını ihtiva eder.

Bunda Dünya kaydi yalnız feleki Arza nazaran ulya mukabili değil, Arza nazaran ulya demek olan cinsi semanın mafevkı ma'nasına ulya mukabili veya maverası ma'nasına uhra mukabilidir. Tıpkı dari Dünya ve dari Âhire ve hayatı Dünya, hayatı Âhire ta'birlerindeki ma'na gibidir. Hulâsa bizim gök dediğimiz, muhîtin dışı değil, içi, fevkı değil, tahti demektir.

Biz her ne görsek bunun içinde görürüz bütün gördüğümüz kevakib, seyyareler, sabiteler, manzumeler, bürcler, tabakalar, teşekküller bunun içindedir. Bunun fevkı dış yüzü, daha ilerisi, ancak Allah’a ve Allah’ın bildirdiklerine ma'lûm olabilir. Orası Kürsi ve Arş cebhesidir. Sidrei münteha ve nazarlarımızdan gizli olan cennetülme'va da Arşın altında ve Semai dünyanın son haddi olan yedinci semanın dış yüzündedir. Hadîslerden anlaşılan da budur. Vasılîn, kurbi hakka oradan irerler. Bütün o kandiller bizi oraya irdirmek için lâmbalar, fenerlerdir. Biz o hakki, o noktayı sezmedikçe Dünya semada ihtilâfı nazardan kurtulamayız.

Âlûsî derki: mesabîh, sirac' ya'ni kandil demek olan mısbahın cem'idir. Bununla kevkebden mecaz yapılmış, sonra cem'lenmiş, yâhud iptida mesabîh kevakibden mecaz yapılmıştır. LÜGAVİYYUNUN ba'zısı mısbahı siracın mekarrı diye tefsir eylemiştir. Bu surette mecaz üzere mecaz olur. Buna hacet de yoktur. Çünkü siracın kendisine dahi mısbah denildiğini tasrih edip duruyorlar. Mesabîhin tenkiri de ta'zîm içindirki sizin bildiğiniz mısbahlarınız gibi değil, büyük büyük mısbahlar demektir. Türlü türlü mısbahlar ma'nasına tenvi' için olduğu da söylenmiş ise de evvelkisi evlâdır.

Zâhir olan murad da geceleyin kandilin ışık verdiği gibi şu'a' veren seyyarât ve sevabitten bütün kevakibdir. Şuna binaenki: bütün bunlar kurben ve bu'den mütefavit felekler ve mecralar da oldukları halde Semai Dünya sahni içindedirler. Semanın felekten ibaret olması ise seleften ma'ruf olanın hılafınadır. O, ancak evvelki Felâsifenin kelâmiyle şeriatin kelâmını cem'etmek isteyenlerin kavlidir. İslâm beyninden şayi' olmuş ve i'tikad eden etmiştir. Atadan menkul şöyle bir haber vardır: «kevakib, Arz ile Sema arasında, Melâike ellerinde nurdan silsilelerle muallak kandillerdedir.» Buna nazaran Semanın mesabîh ile tezyini «tavan kandillerle tezyin olundu» denilmesi gibi olur. -

Ya'ni tezyin, Semanın dahilinden demek olur. - O haber pek sahih olmasa bile zâhir olan budur. Semaı Dünyanın felki Kamer, bâkı altının da meşhur tertib üzere mütebâkı seyyarelerin felekleri olduğuna ve sevabit için lisani şeri'de Kürsî ta'bir olunan bir felki mahsus bulunduğuna i'tikad eyleyenler, yâhud Semai Dünyanın yedinci Sema sayılan Zuhal feleğinde olmasını veya ba'zısı bir felekte, diğer ba'zısı daha fevkında diğer bir felekte olmasını veya hepsinin bir felekte ve yediden başka bir Semada bulunmasını ve az adede iktisarın çoğu nefy etmemesini tecviz edenler de şöyle demişlerdir: mesabîh ile tezyinin bu Semaya tahsıysı şunun içindir: zira onlar ancak onun üzerinde görülür ve onun mafevkında bir cirim görünmez.

Yâhud umuma anlatmak muktezasına riayet içindir. Çünkü Semadan semaya temyiz umum için müteazzirdir. Çünkü onlar kevakibi en yakın Gök bir felek sergisi üzerinde parıldayan cevherler gibi görürler. Bugünkü ehli hey'etin dediklerine i'tibar edenlere gelince şöyleki: kevakib, feza deryasının cevvinde hikmetin iktıza ettiği vechi mahsus üzere yüzen acaib kudretli gemiler ve fezadaki mecraları (ya'ni mahrekleri) de onların felekleridir. Her biri hareket ederken boşlukta veya ona şebih mahalde birbirlerine cazibe kuvvetleri ile müncezib ve mürtebit olarak hareket ederler, hem kendi mihverleri üzerinde harektleri hem de başka hareketleri vardır. İştihar ettiği vechile eflâk veya sema namına ne hafif ne de sakıl olmıyan şeffaf, sulb ecramda merkûz değildirler.

Şimdiye kadar bilinemiyen hafî bir sebebten dolayı hepsi yakın görünürlerse de yakınlık ve uzaklıklarında küllî fark vardır. O derecedik Şemsin şuaı aramızdaki otuz dört milyon fersah (ki, yüz elli küsûr milyon kilometre) mesafeden bine sekiz dakika on üç saniyede vasıl olurken o yıldızlardan ba'zılarının şuaı bize müteaddid senelerde vasıl olur. İlh... Bunları nazarı i'tibara alanlar da demiştir ki, Semai dünya ile bu fezadaki bir tabakai mahsusa, mesabîh ile de kevakibin kendileri murad olunmak caizdir. Çünkü bunlar bir sarayın fezası içinde uçan ve alay alay dolaşan kuşların tezyin etmesi gibi o tabakayı tezyin etmektedirler.

Yâhud onun fevkında bile olsa görülebilen kevakibin hepsidir. Tezyini de geçtiği vechile orada izhar edilmiş olmaları i'tibariyledir. Âlûsî bunları kaydettikten sonrada şu mutaleayı ilâve etmiştir: Bilirsin ki, der: Âyât ve ahbarı felâsifenin her dediklerine mutlaka tatbika çalışan pek de taman olmıyacak bir işe tesaddî etmiş olur. Allah ve Resulü ise ittibaa daha ehaktır. Evek nakli te'vîl ancak onun medlulü hilâfına aklî delîl kaim olduğu vakıt gerektir. Felâsifenin delillerinin ekserîsi ise ehli şer'in delillerine muhalif olanı sahih bir surette isbattan aciz esasına mübteniydir. Böyle olduğu da onun mesabihi ile müstenir olanlara hafî değildir.

Eski fenni hey'et erbanının müsbet hisab haricine çıkan ve eflâk ve semayı görüldüğü gibi şeffaf bir cismi lâtîfi esiri ve mevci mekfuf halinden çıkarıp ne hafîf, ne sekıl olmamakla beraber şeffaf ve yıldızların çakılmış olarak merkûz bulunduğu birer cismi sulb halinde düşündüren felsefi nazariyyelerinin, mevzu'larının hepsini mütearefe halinde farzederek âyat ve ahbarı ona göre te'vil edenlerin henüz sâbit olmıyan farzîyyeleri islâm beyninde dinî ve kitabî birer akîde imiş gibi işaalara bâ'ıs olmuş ve bu sebeble Kur’ân ve ahadîsin bilâ lüzüm zâhiri hilâfına gidilmiş bulunduğunu bir çok müfessirler gibi görmüş olan Âlûsî yeni hey'et telâkkîlerinden bahsederken aynı hataya düşmemek için ihtiyatı elden bırakmıyarak günün birinde değişmek ihtimali bulunan ve henüz ılm ü fennin kat'î hududu dahiline girmiş olmayan felsefi nazariyyat ve farazıyyat sahalarında akl ü naklin zâhirî hılâfında görünen cihetlerde te'vil yoluna sapıvermeyip aklımızın hakkıyla ihata edemediği mutlak hakikat hududunu, Allah ve Resulünün ıhbaratını her halde kendi izafî fikrimiz içinde halledivermek sevdasına düşülmemeği, ve binaenaleyh mahsûsü mahsûs, ma'kulü ma'kul, haberi sadıkla menkülü menkul olmak üzere her birinin hak ve kıymetlerine göre intıbak noktalarını zayi' etmiyerek anlamağa çalışmayı, ve ıhtilâflı noktaları hilâfı küfür-ü dalâl olan dinî bir akîde haline getirmemeği tavsiye etmiş demektir ki, ne teassub, ne de şeytanet ve şarlatanlık hevalarına kapılmamak için Ehl-i Sünnet ulemasının tutmuş oldukları sâlim hak ve ma'rifet yolu da budur. Biz de bu fikir ve i'tikaddayız. Bu esas dairesinde biz de şunu söylemek isteriz ki,

Gerek eski gerek yeni ılmi hey'et erbabı tarafından dermiyan edilen fikirlerin hepsi mücerred bir fikri felsefîden ibaret olmadığı gibi hepsi kat'iyyetle isbat ve tecribe olunmuş ve olunabilecek riyazî, mihanikî, hıkemî, kimyevî, mantıkî fen ma'lûmatı kabilinden de değildir. Hâttâ bu fenlerin mebadîsinde bile mütearefe haline gelmemiş nice münakaşalar, mevzu'lar, farzıyyeler bedihî olmıyan tesavvurlar bulunduğu gibi netaic ve hasılâtında da zarurî olmıyan şiır halinde mülâhazalar vardır.

Eski hey'ette de kat'i hisab sahasına girmiş riyazî, fennî ma'lûmat yok değildi. İki bin seneden ziyadece bir zamandan beri seyyaratın kıranları, ictima' ve istikballeri, husûf ve küsûf hisab olunabiliyordu. Fakat harekâtın sebeblerine aid muhakematı akliyyelerinde mütearefe yerine saydıkları mevzualarında Arzı merkezi kül ve eflâkı ecsamı sulbe addetmek gibi farzıyyelerinde ve onların hasılâtında felsefî idiler, fen ve felsefe hududu iyi ayrılmış değil idi, bu günkü ehli hey'etin de o kabilden sırf felsefî mevzuaları farzıyyeleri ve henüz fen hududuna girmiyen bir takım mülâhazaları yok değildir.

Bununla beraber şunu da i'tiraf etmek lâzım gelir ki, bu gün fen ve felsefe, tecribe ve amelî teknik sahasındaki ma'lûmat ile mücerred fikir sahasında dolaşan ma'lûmat ve intikad hadleri daha iyi ayrılmış, her fennin hususî sahasında amelî kıymeti hâiz nazariyyat daha iyi vahdetle kuvvetlenmiş ma'lûmatı hususiye alât ve vesaıt tezayüd ve tekessür etmiş, buna mukabil de bütün bun fenlerin ma'lûmatını tensîk edecek olan felsefe ve îman sahalarında mezhebler, meşrebler çoğalarak umumî fikirlerde teşettüt ve perişanî çoğalmıştır.

Yine i'tiraf etmek lâzım gelir ki, fünunun tecribe sahasında keşfiyyat ve tatbikatı ileriledikçe bunlar Kur’ân’ın mazmunlarına aykırı gitmemiş, bil'akis bir çok âyetlerin daha iyi vuzuh ile anlaşılmasına hizmet eylemiştir.

Eski hey'et nazariyyeleriyle yeni he'yet nazariyyeleri Kur’ân bakımından mukayese edildiği zaman eski hey'ete nazaran te'vile sapılması lâzım gibi görünen nice âyetleri yeni hey'ete nazaran te'vile gidilmeksizin zâhiri vechile anlamak daha ziyade sühûlet kesbetmiştir. Meselâ (.......) âyetlerini eski hey'etçiler bir te'vil kapısı aramadan anlıyamadıkları halde yeni hey'etçiler aynen kendi düsturları gibi anlamakta hiç müşkilât çekmezler.

Kezalik eski hey'etçiler milki ilâhîyi daha dar bir zihniyetle mülâhaza ettikleri halde yeni hey'etçiler onun vüs'atini ihata etmekten âciz olduklarını iftihar ile i'lân ve i'tiraf etmekten geri durmazlar. Şübhe yok ki, tecribenin tezayüdü ve efkârın telâhuku ile ma'lûmatın hududu tevessu' etmekle beraber hiç bir fen âlemi hılkat ve tekvînin bütün hudud ve esrarını ıhata etmek iddiasında bulunmadığı gibi hiç kimse Kur’ân’ın bütün ledünniyyatını ihata da'vasında bulunamaz, bütün madde ve ecsam âleminin hududunu doğrudan doğru mahsûs olmayıp mücerred bir emri ma'kul olan cazibei umumiyye kanununun vahdetiyle mülâhaza eyleyen, bununla beraber hılkatin bütün hududunu her cihetle ıhata ettiği iddiasında bulunmıyan yeni hey'et ma'lûmatının nazarlara açabildiği vüs'at sahası hem mutlak akıl sahasından hem de Kur’ân’ın telkın ettiği daha yüksek vüs'at sahasından çok geridir. Bu i'tibar ile Kur’ân’ın tefsirini her hangi bir zamanın fen veya felsefesi hududuna çekerek fikirleri, vicdanları darlaştırmağa çalışmak doğru olmaz.

Mahsûsü, mahsûs, mak'ulü ma'kul olarak anlamak lâzım geldiği gibi Kur’ân’ı da mahsûs, ma'kul menkul bütün nıkatı nazardan kendi nazmının ifade ve delâletini ta'kıb ederek îman sahasına irmek lâzım gelir. Fakat bunu yaparken âleme karşı göz yummayıp gerek eski ve gerek yeni efkâr ve ma'lûmatın haddini tecavüz etmemek üzere hizmetinden tahlîl ve terkibinden istifade ederek yürümek de Kur’ân’ının (.......) emri gibi delâlât ve irşadatı cümlesinden olduğunu unutmamak iktıza eyler.

Bizim nefsimizde esbabı ılmimiz, havassi selîme, akl ü tecribe haberi sadık bu üçte hulâsa edilir. Ve şimdiye kadar bütün keşiflerimiz bunların vahdetini zamin olan vücudi hakka izafet vicdanı içinde bulunduğu için hislerimizin maverasını akl ile, aklımızın maverasını haberi sadık ile vicdanımıza ıktıran ettirerek îmanı hakka yükselebilir isek de evvel emirde hissimizi ilerisinden kavramayıp da kendi âleminde ibtal ile başlıyacak bir akle mebde' bulamadığımız gibi hiss-ü aklımızı tenvîr ve tevsi' edecek yerde onları kökünden ibtal eden bir tenakuz ile başlıyan haberin sıdkına da bir mebde' bulamayız.

Ve o vakıt akıllarımızı daha yüksek bir nûr sahasına çıkarmayıp da hududu dahilinde olduğu halde tenakuz ile boğup bırakan bir haberi anlıyabilmek için te'vil mecburiyyetinde bulunacağımız gibi hissimizi kendi sahasında boğacak olan akılları da birer Şeytan gibi telâkkı ederek daha sağlam bir akl ile red veya te'vil mecburiyyetinde bulunuruz. Yanlış anlaşılmasın bundan hissimizin her hakikate kâfi olduğunu söylemek istemiyoruz.

Ancak hakikat semalarının bize en yakın ucu hissimiz olduğunu söylüyoruz. Kendinden üstün ve bütün hislerin rabıtası olan aklı duymıyan veya duymak istemiyen his, hissolamıyacağı gibi rabtedeceği hisleri ihata edip de kendisinden daha yüksek olan hakikate îman duygusunu duyuracak yerde kendinin ne fevkında, ne de tahtinde bir hakikat görmek istemeyin akılların da akl olmadığını anlatmak istiyoruz.

Hiç bir his bizi kendi sahasında aldatmaz. Bütün hatalar o hissi maverasındaki sebeb ve ıllete bağlamak için vasıta olan aklın muhakemâtında, ya'ni fikir sahasında vakı' olur. Ben bir hayal ve bir farazıyye kurduğum zaman onun bende, zihnimde bir varlığını duyarım ve bu duygum kendi sahasında hatasız olarak doğrudur. Hakikaten o hayal veya farz bende vardır. Fakat bu hissimin haddini aşıp da o hayal veya farazıyyenin benim bütün varlığımda veya haricimde mevcud olduğunu da iddiaya kalkışırsam işte o vakıt hissimin hududunu geçmiş, aklımda hata etmiş olurum. Bindiğim bir gemi sahilden hakete başladığı zaman sâhile baktığımda ben bir tehavvül, bir hareket hissederim ve bu hissim beni aldatmaz, ortada hakikaten bir hareket vardır.

Fakat ben bunu aklımla mahalline bağlamak için fikre giriştiğim zaman mebde'leri iyi mülâhaza etmiyerek acele ile sahilin hareket ettiğine hukm ediverirsem hareketi hissimde değil, fakat aklî muhakemem olan fikrimde hata etmiş olurum. İşte Arz ile Sema arasında hissettiğimiz hareketlerin mahallerini ta'yinde vakı' olan hatalarımızın menşei de hissimiz değil fikrimizdir. Eski hey'etçilerle yeni hey'etçilerin arasındaki fark da bu haysiyyettendir. Bunları arzetmekten maksadımız ise şu neticeye gelmektir. Bütün ecramı cazibe kanunu altında tevhid ederek mülâhaza eden yeni hey'etçiler eflâkın ecsamı sulbe telâkkısini reddederek fezâya daha geniş bir nazar atf etmiş olmalarından dolayı Semayı inkâr etmiş olduklarına dair bir şayia vardır. Halbuki bu isnad doğru değildir. Hey'etçi demek semacı demektir.

Semayı daha geniş olarak düşünmek başka inkâr etmek yine başkadır. Karşımızda nazarlarımızı tahdid veya temdid eden ve add ü ıhsasına gücümüz yetmiyen ecramın vaz'ıyyetlerini âdeten mümkin olabildiği kadar hissen rasad ve müşahede ile Sema ve âlem hakkında aklî bir fikr edinmeğe çalışan fen, mahsûsten ma'kule geçerken mebdei olan mahsûsü inkâr ile işe girişecek olursa ilk önce kendi temelini veya iskelesini yıkmış olur. İskeleden iskeleye yükseldikçe etrafı daha geniş görmek başka, kendine dönmek için iskelesini yıkmış veya gözünü kör etmiş olmak yine başkadır. Biz arzımızından etrafımıza baktığımız vakıt her şeyden evvel nazarımızı kaplayan mahsûs bir sema bir gök içinde bulunduğumuzu görür, sonra da bunu kendimize bağlıyarak hakkı bulmak için ma'kul bir Semaya çıkmak isteriz.

Çıkarken başımızın döndüğü noktadan kendimize dönmek istediğimiz sırada bütün mahsûsatımızı kaybederek bayılmış bulunursak ıyazenbillâh ya hiç kendimize gelemiyecek vechile sukut eder helâk oluruz, yâhud da sukut ettiğimiz yerde yine o mahsûsat içinde rü'yadan uyanır gibi uyanır menkulâtımızı mahsûsat aleminde ta'bir etmeğe çalışırız. Şeytanların bütün işi de bizi ya mahsûstan ma'kule çıkarmamak veya çıkabildiğimiz noktadan sukut ettirerek helâkimize çalışmaktadır. Biz müntehasında bir noktaya olsun dayanmıyan mücerred bir fazadan hiç bir hiss edinemeyiz.

O bizim için hiç bir şey ifade etmiyen namütenahi bir yokluktan ibaret kalır. Kezalik her gördüğümüzü bir zıya ile gördüğümüz halde herhangi bir satıh, bir hadd üzerine aksetmiş olmıyan bir zıyayı da asla göremeyiz. Halbuki açık bir havada başımızdan yukarı baktığımız zaman gözümüz bir yıldıza, bir bulata ilişmese bile en yüksekte nazarımızın dayandığı düzgün ve yuvarlak bir muhît hissediyor ve onunla aramızda bir cev, bir faza bu'dü tanıyoruz. Ve sonra herhangi bir yıldız veya şua'a' veya bulut görsek hepsini o muhîtin altında ve o cevvin içinde görürüz, nazarımızı yıldızdan yıldıza tabakadan tabakaya ne kadar uzatsak hissimiz kabil değil o muhitın üstüne çıkamaz hep aşağısında behmehal kendimize döner, işte bizim hissimizi ihata ederek nazarımızda irtisam eden Gök dediğimiz o mahsûs muhitin bizden tarafa olan bütün cebhesi Semaı Dünyadır. Duyduğumuz bütün hareketler içinde cereyan eder. İlerisine aşılmaz, memnu' bir dalga demek olan «mevci mekfuf» da odur.

Fikrimizde onun daha üstü, Semanın Seması, yahud Semai ulya veya Semai uhrâ diye ne kadar kıyas yürütsek, başkaca bir göz, bir keşif veya haber almadan bütün ma'kulâtımız o mahsûs muhitin dahilindeki ılmimizden bir hatve ileri atmış olmaz ve onun için bizim kendimize dönerek kalbimizden hakka intıbakımız böyle birlerce perde arkasından bir alemi gayıbda vakı' olurki onu ancak îman yetişir.

Şimdi bizim doğrudan doğru bir ziya imtidad ve intıbaiyle hissetmekte bulunduğumuz bu mahsûs Gök ve içindeki ecram ve faza gerek kendi mevki'lerinde ve gerek yalnız bizim gözümüzdeki intıba'lariyle dımagımızda ve gerekse bizden öte ve mevki'lerinden beri bir haddi mahsûste irtisam etmiş bulunsun herhalde bütün müdafealarımıza rağmen vicdanımızda mevcudiyetini hissettirmiş olduğunda şübhe edemiyecemiz bir şeydir. Ve bütün akl u fikrimiz bu hissin hududu içinde yürür.

Biz bütün yükseklik hissini ve mutlak hüsni ekmel zevkını ancak bunun içinde duyduğumuz ziynet ve güzelliğin tecriden mukayesesinden duyabiliriz. Bunu âmiyane bir histir diye nefy-ü inkâra kalkışacak olan herhangi bir akl-ü fen ondan evvel kendi kendini yıkmış bulunur. Bu bir cismi sulb değildir. Denilir, bilmem diyebiliriz, bu bir cazibei umumiyye muhassalasıdır. Denilir, bilmem diyebiliriz.

Bu bir nevi' ince hareketten ibaret olan ziyanın seyr-ü imtidadı hududiyle gözümüze temassından i'tibaren önümüzde parlatılarak tersim olunmuş bir sun'i haktır denilir, belki fakat ne güzel san'at, ne güzel sâni' diye hayretle takdir edebiliriz, lâkin hissettiğimiz o muhît, o mahsûs Sema yoktur, hiç bir şey değildir denilecek olursa artık onu görmeyen neyi görebilirki diye bütün vicdanımızla onun duygusuzluğuna veya insafsızlığına ve inadına hukmekte ve elimize geçen barikai hakikati başına yağdırmak lüzumunda tereddüd etmeyiz.

Nur, onda nar, onda şimşekler, onda, şihablar, onda, Güneş onda, Kamer onda, Hilâl onda, bedir onda, Zühre onda, müşteri onda, seyyareler onda, sabiteler onda, Ayyuk onda, şı'râ onda, Süreyya onda, Cevza onda, Sünbüle onda, Mizan onda, manzumeler onda, mensûreler onda, cazibelerin kaynatığı dafiaların çarpıştığı felekler, Hakkın emriyle nurları oynatan, hararetleri kaynatan, zulmetleri dağıtan, bulutları süren, raıdları gürleten, sa'ıkaları patlatan, yağmurları Arzımıza, tadını ağzımıza, nesimi ciğerlerimize, şemimi burunlarımıza, sesi kulaklarımıza, nuru gözlerimize, şuuru gönüllerimize indiren melekler, hasılı gözümüzü gönlümüzü açan, yolumuzu gösteren mısbahlar ondadır. Akl-ü fikrimizi çelen Şeytanlar da onun alt katında, yani başımızda pusular içindedir.

Sema yüksek demek olduğu için (.......) sana üstün olan her şey Semadır» mefhumu i'tibariyle bizim üstümüze gelen havaya ve feleki Kamere ve daha yukarı doğru ecrama ve feleklerine ve bunların arasında mahsûs olan mesafelere ve maddî man'evî bütün yüksekliklere sema' ve semâvat ıtlak edilmek sahih olduğunda, meselâ (.......) de semavâttan murad yüksekteki muallâk ecram olmak zâhir bulunduğunda terrüdüde mahal yok ise de bunları üstünden ıhata ederek nazarımızda teayyün ettiren o umumî mahsûs muhît bize sema' mefhumuna asıl mi'yar olan esasi haddir. Gözümüzün önünde böyle bir kürei sema çizmeden ne bir hey'et dersi, ne bir sema harîtası mutalea edemeyiz. Bunun içinde müteaddid tabakalar mutalea edebiliriz.

Onun için mer'î olmak üzere nazarlarımıza arzedilen yedi semayı da bu dairede mütelea edebileceğimiz anlatıldı. Bu suretle Semai dünya, Sûre-i Bakarede geçen (.......) âyetinde olduğu gibi Arza mutlak olarak tekabül eden ve yedi sema olarak tesviye edildiği beyan buyurulan Semanın bize mahsûs ve manzur olan iç cebhesi olmak en zâhir ve bâhir bir ma'nadır. Yakınlığın ma'nası da hissi basarımız dairesi ve görebildiğimiz zıynet muhîtı olmasıdır. Onun için selef eflâke sema ıtlak etmemiş değillerse de Semai dünyanın feleki kamer olması eslâfı müfessirînce tanınmamış, Âlûsînin dediği gibi eski hey'etçilerin kavline i'tibar edenlerin bir fikri olmuştur.

Bu babda Atâdan nakledilen haberin, rivayet olmak üzere sıhhati tesbit edilemese bile, gerek âyetin zâhirini ve gerek yeni hey'etçilerin esas düsturlarını her kese en güzel anlatabilecek vecîz bir ifade olduğunu dirayeten i'tiraf etmek gerekir. Evet, görüp duruyoruz ki,, yıldızlar arz ile sema muhîtı arasında cevde muallâk kandillerdir. Bunlar, direk hizmetini görecek sulb cisimlerde merkûz değiller, sade mütekabilen yekdiğerine varid olan zıya hüzmeleri, nur silsileleriyle muallâkda mütevazin ve göze görünmez fakat eseriyle tanınır ma'nevî kuvvetlerle mahfuz olarak (.......) hukmünce sâbihtirler. Şübhesiz ki, bu semanın bir de bizden tarafa olmıyan dış yüzü vardır.

Yukarılarda çok kere ıhtar ettiğimiz vechile yedi semanın altısını orada âid olmak üzere mülâhaza etmek de câizdir. Lâkin bu Sûrede (.......) hıtabı hıtabı âmmolmasına nazaran rü'yetimiz sâhasında gösterilmiş olmaları hasebiyle dünya semada saymak ve hiss-ü idrakimizin yetişemediği maverasını, âhar ta'bir ile semanın semasını Semai uhrâyı Kürsî ve Arş diye mülâhaza eylemek muvafık olduğu kaatine irmiş bulunuyoruz. Nihayet şunu da söyleyelim ki, biz semai dünya tefsirinde hem rivayeten hem dirayeten muvafık görerek iştirâk eylediğimiz Âlûsînin yalnız kevakibe mesabîh ıtlak edilmesi mecaz olduğu hakkındaki fikrine ıtlâkı üzere iştirâk etmiyeceğiz. Çünkü mısbah, sirac, lâmba, kandil gerek ışık ve şavkın kendisi gerek fener gibi makarrı olmak üzere mülâhaza edilsin hepsinde de bu mefhumlar kevakibde tam ma'nayı hakikîsiyle mevcuddur. Büyük veya küçük olması buna mâni olmaz. Bu ma'nada güneşin büyük bir lüks lâmbasından farkı yoktur.

Ancak hissî ışıklara değil (.......) hadîsinde olduğu gibi ma'nevî ulûm ve îman nurlarına dahi şumulü maksud olmak i'tibariyle umumı mecaz suretinde anlaşılmak ıktıza eder ki,, gerek maddî ve gerek ma'nevî nurlar gerek hakikî gerek mecazî mesabîh ıtlak olunabilen ışıklar demek olur. Asıl maksad da bunların fevkassema' olan kudreti ilâhiyyeye ve husni ekmele delâletle kalblerde îman ve hidayet şuuru uyandırmaları haysiyyetinden ma'nevî kıymetlerine işaret olduğu siyak-u sibaktan zâhirdir. Lâmi kasem ile (.......) buyurulması bilhassa ve ma'nevî delâlete tenbih demek olduğu gibi Şeyatîne rücum keyfiyyetini anlamakta da bunun ehemmiyeti vardır.

Binaenaleyh meâl şu olur: Şanı celâlime, namı ülûhiyyetime kasem ederim ki, biz azîmüşşan o futursuz görüp durduğunuz dünya semayı, gözlerinizi açacak maddî ma'nevî ehemmiyeti haiz türlü kandillerle tezyîn eyledik. (.......) ve onları, ya'ni o mesabihi Şeytanlar için rücum, atmalar yaptık - bunda birkaç ma'na vardır:

Birincisi Şeytanlara atmak, onları Arz hududundan yukarı çıkarmamak, Semayı şerlerinden muhafaza etmek için mermîler demektir ki, meşhuru budur.

Sûre-i Hıcirde (.......) ve Sûre-i Sâffâtta (.......), âyetlerinde geçtiği üzere hakka karşı ınad eden ve tarafı ilâhîden indirilen şuunâtı rabbaniyyeyi, emirleri, âyetleri anlayarak hak yoluna sülûk etmek isteyen insanları gizliden gizliye türlü mânialar, vehimler, hayaller, desîseler, igfallerle aldatarak akıllarını ve gönüllerini çelip arkalarında sürüklemek üzere dolaşan ve bu suretle insanlara karşı işleri güçleri şeytanat yapmaktan ıbaret olduğundan dolayı şeytan denilen maddî veya ma'nevî gizli bir takım süflî kuvvetler, habîs ruhlar vardır ki, bunlar semadan matrud ve sema onlardan mahfuzdur. Bu Şeytanlar melei â'lâyı, vahyi hakkı getiren melâikei mukarrebîni dinliyemezler, oraya yetişemezler. Ancak Semai dünyadan inerken kulak hırsızlığı tarzında çalıp kapmaca bir şey yapmak isterler.

Arkalarından da bir ateş şü'lesi, bir şihabı mübîn, bir şihabı sâkıb ile recmolunarak def u tard edilirler. Binaenaleyh o Şeytanlar yer yüzünde bir takım kimseleri tarafı haktan gönderilmiş bir medyum, bir ilham vasıtası imiş gibi mıknatıslıyarak ispirtizm, manyatizm, sumnambolizm, pisişizm, metapisişizm gibi biri doğru çıkarsa çoğu yalan çıkan kehanet, cincilik kabîlinden acaib ba'zı ruhiyyât hâdiseleri ve hayalleri ile aldatıp Meleklere, Peygamberlere rekabet etmek isterlerse de Allah onları o yüksekliğe yaklaştırmaz, sevdalarına muvaffak etmez, yalanlarını, yalancılıklarını yüzlerine vurarak âteşîn şu'le'lerle def'u tardeyler. İşte burada da meşhuru: Şeyatîn, Sûre-i Hıcir ve Sâffâtta geçtiği üzere «istirakı semi' yapan» kulak hırsızları Şeytanlar, rücum da şihablarla tefsîr olunmaktadır. Fakat bunda iki vecih vardır. Birisi: şihabdan murad maddî ma'nasiyle hakikaten cevvi hevada ara sıra görülen ve yıldız kayması ta'bir olunan fişenk parıltısı gibi şu'leler olmaktır.

Bunun hasılı: ruhî hâdiselerin cevvî ve semavî hâdiselerle maddeten bir alâkası vardır demek olur ki, hakikatini Allah bilir. Bir şihabın sukutu, gözlerde bir intıba' bıraktığı gibi düştüğü mevki'de hevai nesimî içinde yükselmiş bulunan ba'zı habîs gazlerin ihrakıyla tasfiyesi veya tesmîmi gibi ba'zı netayic husule getirebilmek veya tahteşşuur ba'zı ihtizazlar, cereyanlar ıhdasiyle uykuda veya yekazada veya ba'zı şerait altında müsadif olduğumuz ferdlerin kabiliyyeti mahsusalarına göre rü'ya veya ilhama benzer ba'zı intıbaat nakletmek gibi ihtimallerle alâkadar olabilir. Lâkin bu âyetteki rücumu böyle maddî ma'na ile şihablara hamletmek âyetin zâhirine pek muvafık görünmez, Zira (.......) zamiri, mesabihe râci'dir.

Mesabîh ise yukarıda beyan ettiğimiz vechile şihablara münhasır değil, bütün kevakibe şâmildir. Halbuki yıldızların hepsi birer şu'le addedilebilseler bile şihablar gibi rücum halinde olabilmesinde zâhirdir. Yoksa (.......) denilmek iktıza ederdi. Netekim o ma'nayı verenler de böyle te'vil etmek istemişlerdir. Buna karşı da şihabların yıldızlar kabîlinden olup olmadığı münakaşaları yapılmış ve balâda Behaüddini Amülîden naklettiğimiz ziynet ve şihab fikrasında olduğu gibi şihabların yıldızlardan kopmuş olmaları veya mersud olmıyan kevakib cümlesinden bulundukları tarzında cevablar verilmiş ise de hiç biri âyete karşı hılâfı zâhir olmaktan çıkmaz.

Çünkü şihablar eski fizikçilerin fikri gibi sade hevada yukarı çıkan gazlerin iştiâlinden ıbaret olmayıp daha yukarıda sürü halinde dolaşan gayrı mer'î bir takım küçük yıldızların cazibei arzıyyeye kapılarak hevai nesimî dahiline bir mermî gibi giren ve girmesiyle delk ü temastan iş'tiâl etmesi ile husule gelen şeyler olduğu hakkında yeni mülâhazalar mevcud (Sûre-i Sâffâta bak) ve bunların parçalanmış yıldızlar enkazı olması melhuz olmakla beraber (.......) yerine hazf ü iysal ile (.......) denilmiş olması ve Sâffâtta olduğu gibi kevakib ile şihabın ayırd edilmemiş bulunması hılâfı zâhir demektir.

Buna karşı en muvafık cevab olsa olsa yıldızların hepsinin veya bir çoğunun da sukut kanunlarına tebean şihablar gibi ve şu kadar ki, mahsûs olmıyan bir cereyan üzere bulunduklarına ve bu cereyanlarında dafialariyle aynı hizmeti gördüklerine işaret olması söylenebilir. Lâkin burada dediğimiz gibi mesabîh kelimesinin mecazen maddî ve ma'nevî olmaktan eamm olmasına göre bu rücumu maddî olmaktan ziyade ma'nevî olarak mülâhaza etmek kanaatimizce âyetin zâhirine daha muvafık olur ki, bu da söylediğimiz iki vecihten diğer biridir.

Ya'ni semai dünyayi tezyîn eden bütün kevkebler ve şihablar zâhirî birer nur olarak cazibeli güzellikleri, ferdî ve ictimaî kıymet ve haysiyyetleri, gözleri gönülleri açan zekvı ma'rifetleri ve âhenki vahdetleri ile Allahü teâlânın sun'i kudretine, şumuli rahmetine, azamet-ü ızzetine delâlet ve îmana hidayet edecek ma'nevî birer mısbah oldukları gibi aynî zamanda Şeytanlara karşı fırlatılarak onların iğva ve ıdlâllerini şerr ü zararlarını def u tarda sebeb olacak ma'nevî mermilerdir ki, işte Enbiya ve onların varisleri olan Eshab-ı kiram gibi ulemai ızam da böyledir. Onun için Sûre-i Cinde geleceği vechile bi'seti Muhammediyyede Cinler, Şeytanlar semaya yanaşamaz olmuşlardı. İşte âyette birinci ma'na böyle iki surette mülâhaza olunabilir. Ve bunun ikisinde de recim, Şeytanlaradır.

Şeytanlar rucumun fa'ili değil, hedefleridir. İkinci ma'naya gelince, rucum, recmen bilgaybde olduğu vechile gayb taşlamak, bir takım zunun ve evham ile gaybden haber vermeğe kalkışmak ma'nasına olarak Şeytanların atmaları gayb taşlamaları, bu suretle ma'rifet taslıyarak halkı aldatmaları ve Allah’a isnad edilmek onun ılmine havale olunmak lâzım gelen hukümleri, nucuma, nucumun havassına, kuvvet ve tabiatlerine isnad ederek ılmî salâhiyyeti suiisti'mâl edip şirk-ü küfre sevk etmeleri için birer bahaneleri demek olur ki, bu surette Şeytanlardan murad, saadet ve şekavet, kaza ve kader gibi ahkâmı gaybiyyede nucumun te'siratına kail olarak ve nucuma dair olan ma'lûmatın haddini aşarak ahkâmı nucum ile talı' ve takdirden bir takım istıhraclar ile gayb-u istikbalden haber vermeğe kalkışan müneccimler, kâhinler gibi halkı iğfal etmeğe İns Şeytanları demek olur. (.......) nazmının ifadesi birbirin lâzım demek olan bu iki ma'nanın her birine de ihtimal üzere sadık olduğundan ikisi de sahihtir.

Birincisinde cin Şeytanlarının, ikincisinde İns Şeytanlarının halleri beyan olunmuş demektir. İbn-i Sîna Şıfada felsefei ulâsının mebde-ü mead faslının âhirinde derki: hasılı umurun hepsini tahlil ettiğinde bir takım mebadiye dayanırsın ki, onların iycabı Allahü teâlâ ındinden münzeldir. Allahü teâlâ kaza ilk vaz'ı basîttir.

Takdir kazanın tedric üzere müteveccih olduğudur ki, basît olmak haysiyyetleri kazaya, ilk emri ilâhîye nisbet olunan umurı basîtenin ictimaatının mucebi gibidir. Eğer insanlardan bir insana bütün Arz ve Semadaki hadisatın hepsini ve tabiatlerini tanımak mümkin olsaydı istıkbalde hadis olacakların hepsinin keyfiyyetini de anlıyabilirdi. Ahkâma kail olan şu Müneccim ise, evzaı ulâsı ve mukaddimatı ve bir burhane istinad etmez, belki bu babda tecribe veya vahiy iddisanı yaklaşır ve çok kerre o mukaddimatın isbatında kıyasatı şı'riyye veya hatabiyye tertibine kalkışır olmakla beraber kâinatın esbabından sade bir cins delâile dayanırki o da Semada olandır. Bununla beraber Semada olan ahvalin hepsini ihata ettiğine tarafından zamin olamaz. Bilfarz bize onun zamin olsa ve vefa de etse bizi ve kendisini her vakıt hepsinin

vücuduna vakıf olacağımız bir hayiyyette tutması mümkin olmaz. Hepsinin fiıl ve tab'ı kendisince ma'lûm olsa bile onun bulunduğunu veya bulunmadığını bilmesi kifayet etmez. Çünkü ateş hardır, musahhındır, şunu ve şunu yapar diye bilmek suhunetin hasıl olduğu bilinmeden ateşin teshîn ettiğini bilmeğe kâfi gelmez. Hangi hisab tarikı vardır ki, bize felekteki her hadese ve bid'ate ma'rifet ı'ta edebilsin.  

Bil-farz bizi ve kendisini her vakıt onun hepsinin vücuduna vakıf olacağımız bir haysiyyette tutması mümkin olsa bile bizim için onunla mugayyebata intikal tamam olmaz. Çünkü hudus yolundaki umurı mugayyebenin tamam olması ancak kemal adediyle husulü bizce kâfi olmakla beraber müsemeha edilen umurı semaviyye ile mütekaddim ve lâhık umurı arzıyyenin fâili ve münfeıli, tabi'îsi ve iradîsi ıhtilat etmekle olur. Yoksa yalnız semaviyyât ile tamam olmaz. O halde iki emrin bütün hazırın ve her birinin mucibini ve bahusus gayba muteallık olanını ihata etmedikçe gayba intikal mümkin olmaz. Şu halde müneccimlerin mukaddimatı hükmiyyelerinden bize verdiklerinin hepsi sadık olduğunu cabadan teslim etsek bile yine kavillerine bizim için ı'timad yoktur.

Sabi'îler gibi te'siratı nucumdan bilerek ondan ahkâm çıkarmağa kalkışmak küfr-ü şirk olduğunda ulema müttefıktir. Ancak onları müessir değil de masabîh buyurulduğu vechile ahkâmı ilahiyyenin cereyanına delâil ve emârat olmak üzere sair ulûm ve fununda olduğu gibi teharrii hakikat fikriyle netayic ve ahkâm istinbatına çalışmak da şer'an memnu' değil mendub, belki evkatı salâtta olduğu gibi lüzumuna göre vacib vazife olacağından da ıhtilâfa mahal yoktur. Çünkü ılim, ılm olmak ı'tibariyle (.......) mısdakınca memduhtur. Ve ılimde ya'kîn matlûb olmakla beraber zannî mesail ve ahkâm havi olması da mümkin olabildiği kadar meşru'ıyyet ve mergubiyyetine mani' olmaz.

Ve delâil-ü emârattan istidlâl suretiyle istinbat olunan hukümler, zaıyf bile olsa gaybe huküm sayılmaz, emâresinin medlûlü sayılır. Edillesinin kuvvet ve za'fına, fi'liyyat sahasındaki tatbikatları ve kullanış tarzlariyle gayelerinin hayr-ü şerrine göre hükümleri ve haysiyyetleri fark eder.

Fakat nucum ve eflâkin evza' ve eşkâliyle ahval ve harekâtından bahseden ılmi hey'et veya ılmi sema' denilen (.......) gibi âyetlerle tahsîline teşvik olunmuş olan ılmi nücum değil de onu behane edinerek nücumun evzaından ileride olacak hâdisat ve mugayyebata ve şunun bunun baht-ü tali'ıne dair ahkâm istihrac etmek ma'nâsına tencim veya ahkâmı nücum ta'bir olunan müneccimlik işi nücumun te'sirine i'tikad suretiyle olmasa bile haddi zatinde ılim denecek bir şey olmayıp gayb taşlamaktan ve ba'zan tesadüf etse bile esas ı'tibariyle (.......) buyurulduğu üzere yalan söylemekten ıbaret kalarak bu âyetteki şeytanet kısmına dahil olacağından İbn-i Sinâ dahi ona ı'timad edilmemek lâzım geldiğini salâhiyyetle beyan eylemiştir.

Nücuma perestiş eden Sabiîler İdris aleyhisselâmın mü'cizesi olmak iddiasiyle gaybden haber verdiğine kail olmak istedikleri ahkâmı nücuma ehemmiyyet vermişler ve Semayı on iki burca taksim etmişler ve eflâkten yalnız perestiş edip heykellerini diktikleri mersud seb'ai seyyare feleklerini nazarı itibara alarak seb'ai seyyarenin evzaı felekiyyelerine göre Arzda cereyan edecek hâdiseleri bildireceği zu'miyle bir takım ahkâmı nüucm kitabları yazmışlardı.

Bunun ılmi hey'et noktai nazarından hisabatı felekiyye ve riyazıyyenin terakkısine bir sevkı olmuş olmakla beraber diğer taraftan bir çok halkı iğfal ve ıdlâl eden bir şeytanet vesîlesi olarak kullanıldığı ve bu suretle insanların şirk ve küfür yollarında sürüklendiğe de daha çok olmuştur. Maattessüf müslimanlar arasında da bunun bir çok zararları olmuş, buna haram diyen ulemai dînin ve fukahanın sözlerini dinlemiyenler bunlara aldanarak nice zararlar görmüştür.

Cazibei umumiyye ile alâkadar olan Arzızımızın bütün semavât, ve zıyası irebilen bütün yıldızlar ve aradaki esîrî ve lâtif gizli ve açık âlemler ile âlâkası bulunmak hasebiyle (.......) hukmünce nücumdan hisab olunabilen ba'zı istidlâlî ve tecribî malûmat ile kapdanın denizde yol ta'yin etmesi gibi ılmi nice fevaid istihsal olunabilirse de levhı mahfuzu okuyormuş gibi gayb ve istıkbale hâkim olacak vechile falcılığa ve istihracâta kalkışması bir kaç seyyare işi değil, lâekal arzî ve semavî bütün hâdisâtın tabiî, fi'lî ve infialî bütün şeraitını ta'yin etmeğe mütevakkıf olduğundan bunun beşer için mümkin fennî bir ılim olamıyacağında dîni islâm ulemasiyle beraber İbn-i Sînâ, Farabî gibi hukema ve eski, yeni hey'etçiler de müttefiktirler. Yeni hey'etçilerin ihata davasında olmadıkları ma'lûmdur.

Şifa hasıyelerinde beyan olduğu üzere eski Hey'etçiler de demişlerdir ki, eshabı ahkâm on iki burcu ve yedi seyyarenin feleklerindeki vaz'ıyyetlerini, ictima' ve istıkballerini, kıran ve mukabelelerini, husûf ve küsûflarını, tayflarının verdiğe elvana nazaran ı'tibar edilen saadet ve nühuset tabiatlerini mülâhaza etmekle bu ılme vâkıf olabileceklerini iddia ediyorlar. Halbuki rasadat ve kıyas ile Ilmi hey'etçe bulunmuş olan eflâk yediye münhasır değil, altmışa karibdir.

Bunların ba'zıları arzı muhît, bazıları değildir. Bunlara «eflâki tedavir» ıtlak olunur. Ve daha rasadla idrâk olunamıyan diğer felekler bulunmak da mümkindir. Bundan başka kevakibi sabiteden her birinin de seyyareler gibi birer felekleri bulunmasını da tecviz etmişlerdir. Eshabı ahkâmın ise bu matlebleri nazarı i'tibara almak şöyle dursun haberleri bile yoktur. Bir huküm verdikleri zaman bütün bunlardan gafil olarak yalnız seb'ai seyyare ile huküm veregelmişlerdir. İş bu kadar da değil.

Yine eski ehli Hey'et nazarında Semada kevakibi sehabiyye denilen bir takım yıldızlar vardır. Ve saman yolu, kehkeşan dediğimiz mecerre ve saire gibi görülen beyazlıkların buüdlerinden dolayı gözlerimizle seçilemiyecek derecede küçük görünen yıldız sürülerinden mürekkeb manzumeler olduğuna dair kanaatler vardı ki, bunları yeniler de te'yid eylemektedirler. Bunlar ve bunların da felekleri olmaz lâzım geldiği düşünülünce evzaı felekiyyenin ta'yini ihatai beşerriyyeden ne kadar yüksek olduğu anlaşılır. Hada ilerisinden sarfı nazar edelim, şu dairede mülâhaza edilen ve arza az çok zıyası yetişebilen yıldızların ahvali hususiyyeleriyle Arzın ve cevvi Arzın ve bunlardaki cüziyyât ve hususıyyâtın, cismanî ve ruhanî münasebetleri fenni beşerle ta'yin olunabilmek ihtimali nasıl bulunuyor?

Meselâ küçük bir Süha yıldızının diğer hususiyyetinden kat'ı nazarla, yalnız Arza gelebilen zıyasının ve Arz üzerinde ondan husule gelen intibaatın, meselâ Zeydin mukadderâtı üzerinde ne gibi bir eser husule getirmiş olduğunu hisaba almadan sade on iki burc içinde seb'ai seyyarenin evza'ı felekiyyesi üzerinde Zeydin yıldızına bakarak yarınki hali ne olacağına dair bir huküm vermeğe kalkışmanın nasıl bir saçma, nasıl bir atma, nasıl bir aldatma ve aldanmadan ıbaret olduğunu ve bunların faide yerine ne büyük zararlara badi olacağını anlamıyanlar nücum ile rucumu fark etmiyen bedbahtlar vaya fark ettirmek istemiyen şeytanetkârlar demek değilmidir?

Evet dün bilmediğimiz bir çok şeyleri yarın öğrebiliriz, bugün mümteni' gibi istib'ad eylediğimiz bir takım hakikatleri küçük bir hadiseden bir kanun keşfiyle yarın adiyyât sahasında tasdık edebiliriz. Lâkin ılmin, âlemi imkânın ve semai hılkatın bize nâzır olan haddiyle Allah’a aid olan hakikatinde büyük fark vardır. Âlimülgaybı veşşehade ancak Allahdır. Gaybı ancak o bilir. (.......) o bildirmeyince Peygamber de gaybı bilemez. (.......) buyurulduğu üzere bildirdiği kadar bilir. Onun için (.......) buyurulmuştur. Kezalik (.......) bizim ılimlerimizin kılletini anlattığı gibi (.......) ile tenzilâtı ilâhîyyenin bir mikdarı ma'lûmu bulunduğu da anlatılmıştır.

Allahü teâlâ insanlara bahşettiği kabiliyyetlerin haddine göre enfüs ve âfakta ikame buyurduğu maddî ma'nevî, aklî ve naklî âyât ve delâil ile nazar ve istidlâl ve tecribe ve amel sahasında bizi mertebeden mertebeye kurbı rahmetine yükseltecek nice nice terakkîlere irdirecek ılim yolları, ve semai Dünyayı hidayet mısbahlariyle tezyin etmiş olmakla beraber namütenahiyi idrâk ederek gayb âlemine tehakküm edecek ve bu suretle kendisine şirk koşmağa kalkışacak bir salâhiyyete de mazher etmiş olmayıb (.......) buyurulduğu üzere gayıb hazînelerini tamamen kendi ındinde tutmuş, levhi mahfuza da dilediklerini dilediği kadar muttali' kılmış, o ılmi ledünnîyi güzide kullarından pek azına tattırmıştır.

Semasını Şeytanlardan mahfuz tutmuş, ılmi şeytanet için kullanan ve kulak hırsızlığiyle gayb taşlamağa, kehanet veya keramet satmağa ve böylelikle Enbiye ve Evliye, hattâ Allahü teâlâ ile «muhadde» ederek halkı ıdlâl eylemeğe kalkışan İns ve Cin Şeytanlarını recm için parlak mısbahlar, âteşîn şirareli dafi'alar yaratmış, kullarını o mısbahlardan istifade ve o Şeytanlardan, Şeytan atmalarından ıhtiraz ettirmek için nucumun mısbah olmak haysiyyetiyle rucum olmak haysiyyetlerini temyiz ettirmek üzere namı celâline kasem ile (.......) buyurmuştur.

Sonra da o Şeytanların ve onlara uyan kâfirlerin hal ve akibetlerini anlatmak için buyuruyorki (.......) ve onlar için Seıyr azâbını hazırladık - o Şeytanlar Dünyada recm olunduktan başka şeytanetlerinin vaya attıkları yalanlarla alevlendirmek istedikleri fitne ve fesadın cezasını çekecekler, âhırette o Seıyr azâbını tadacaklardır.

Yukarılarda da ma'lûm olduğu vechile çılgın alevli ateş demek olan saıyr, Cehennemin isimlerindendir.

Sade o Şeytanlar değil (.......) kendilerini yaratan, yaşatan rabbül'âlemîne küfreden, nankörlük edip saygısız giden kâfirlerin hepsine de (.......) Cehennem azâbı vardır. (.......) ki, o ne fena mesîr - ne kötü me'ad, ne çirkin inkılâb yeri, ne acı akıbettir. Bunun fenalığı, o Seıyr azâbının şiddet ve dehşeti, ona atılanların kesreti, küfürlerinin sebeb ve mahiyyeti, azâbı görünce intibahları, ve cinayet ve istihkaklarını ı'tirafları şu suretle beyan ve tasvir olunuyor:

5 ﴿