KALEM(.......) Sûresi veya Kalem sûresi veya (.......) sûresi denilen bu Sûre-i celîle de mekkîdir. Hem de ilk zamanlar da nâzil olanlardandır. İbn-i Abbastan bir rivayete göre de (.......) de sonra bu Sûre nâzil olmuştur. Müddessir veya Müzzemmilin daha evvel nâzil olduğunu söyleyenler de vardır. Lâkin Fatihanın tefsîrinde geçtiği üzere âyet olarak ilk (.......) Sûresinin başı, tam Sûre olarak da ekser müfessirîne göre evvelâ Sûre-i Fatiha, sonra da Kalem nâzil olmuştur. Şu halde Müddessir Sûresinin başından beş veya on âyetin bundan evvel nâzil olmuş bulunması buna muhalif olmaz. Filvaki - (.......) âyetlerine pek mütenasib olmakla beraber içerisinde sebebi nuzül gibi görünen âyetler, ezcümle son âyeti daha evvel bir hayli âyetlerin nüzûlü işidilmiş ve kâfirler tarafından hem hayret hem küfrile karşılanmış olduğunu gösteriyor. Hattâ, Sûre-i Mülkün de Mekkî olduğu esahh olmakla beraber evvel veya sonra olmasına dair ma'lûmat bulunmamasına nazaran onun da ilk kısmı veya sonundaki (.......) den i'tibaren bir kaç âyetten maadası dahi bundan evvel nâzil olmuş olmak muhtemildir. Âyetleri - Elli ikidir. Kelimeleri - Üç yüz. Harfleri - Bin dört yüz elli altı. Fasılası - (.......) harfleridir. Bu Sûrenin Sûre-i Mülke münasebeti de çok güzel ve açıktır. Zira o Sûre (.......) diye başlamış, kudret ve mülki ilâhînin vüs'atini ve onun tecelliyatından mevt ve hayat ile insanların hikmeti hılkatini ve nizamı hılkatin cereyanını, Şeytanların ve kâfirlerle mü'minlerin akıbetlerini, bu babda tenvir ve inzarın fevaidini, Peygamberin ehemmiyyetini, şükrün ve vazifenin kıymetini ve Âhıretin hakkıyyetini ve rahmaniyyetinin asârı ile Peygambere ve mü'minlere olan va'd ü rahmetinin yüksekliğini beyan ederek bir (.......) suâli ile hıtam bulmuş ve bu suretle kâfirlere akıbet mülklerinin zevalini ıhtar ile inzar ve mü'minlere ileride büyük bir mülk va'diyle tebşir buyurulmuştu. Bu Sûre ise o Rahman ile Nezîri beyninde bir sirr olan ve o mâima'înin menbaına bir işareti andıran bir remz ve idarei mülkün en birinci şeraıtinden olan kalem ve yazıya kasem ile başlayacak ve bundan en büyük matlûbun idrâk ve ahlak olduğuna tenbih için idrâk ve ahlâkı Muhammedînin büyüklüğü ve iymansızların, ahlaksızların, müdahinlerin alçaklığı ve itaate lâyık olmadıkları ve en güzel mülk-ü harsin, düşüncesizlik, hırs ve buhul, istibdad-ü tehakküm ve zulm-ü tugyan gibi ahlaksızlık yüzünden harab olacağını ve cezanın terbiyevî hassası ve mütenebbih olmayanlara Âhıret azâbının büyüklüğü ve takvâ ile korunanların kazancı, müslim ile mücrimin farkı ve hakka karşı tehakkümün ve şirkin zemm-ü ibtali ile akıbetlerinin zilleti ve bunlara karşı mücahedede sabrın lüzümu ve gadabın zararı ve hasılı Peygamberin ve Kur’ân’ın ulüvvi şanı zikrolunacaktır. Ebû Hayyan Bahirde derki: bu Sûrenin makabline münasebeti: evvelki Sûrede Allahü teâlânın kudreti bahiresiyle ılminin vus'atine ve sü'ada ve eşkıyanın ahvaline dair şeyler, ve eğer Allahü teâlâ dilerse onları batıracağı veya üzerlerine taşlar yağdıracağı zikrolunmuş ve Allahü teâlânın ıhbar ettiği bu şeyler Resulullahın vahy ile telakkî ettiği haberler olduğu, kâfirler ise bunu gâh şı're, gâh sihre, gâh cünuna nisbet eyledikleri cihetle Allahü teâlâ bu Sûrede Peygamberinin beraetini ve onların ezâlarına sabretmesine mukabil ecrini büyüteceğini ve onun ahlâkının büyüklüğünü beyan ile başlamıştır (.......) Bu ifade sebebi nuzulü tazammum etmiş bulunuyor. 1ve kalem ve ehli kalemin satra dizdikleri ve dizecekleri hakkı için Nun vakf üzere sakindir. Vasıl halinde kıraetlerin ekserisinde izhar ile ba'zısında (.......) da gunneli veya gunnesiz idgam ile okunur. Tâ baş (.......) de geçtiği üzere bizim için lügaten olmasa bile ma'nen müteşabihattandır. Bunu zâhiri (.......) gibi hurufı hecadan bildiğimiz Nun harfi olmasıdır ki, Rahman, Kur’ân isimlerinin âhirinde olduğu vechile gunneli bir sestir. Bir nokta ile bir hokka ve çanak gibi dairevî bir şekilde yazılır. İsmi de evvel ve âhiri bir olan (.......) lâfzıdır. Harf denilen sesler içinde en ihtizazlı bir ses olması ve kitabi fıtratin nizamında derece derece müfredat ve besaitten mürekkebât dizilerek mebde'den müntehaya vücudi hakka delâlet eyliyen âyetler satra konmuş olduğu gibi fikir ve nutukta ve kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi haysiyyetiyle ya zikri has, iradei âmm kabîlinden alel'umum heca harflerine işaret olarak veya enîni beşerin ve tanîni hılkatin en ziyade mümessili olan bir ses, yâhud nazarımızda bir merkeze nâzır nısfı küre şeklinde tecelli eden âlemin Arz ve Semasile suret ve ma'nâsını veya kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde yazılan (.......) harfinin bilhassa kendisini göstererek fıtratte kelâm ve yazının menşe' ve gayesine telvih ve bunlara kasem ile yazının ve ehli kalemin kıymetine tenbih ederek tehaddi, da'veti ifade eder bir harftir. Ki, zihinleri bir noktada derinlere götürerek kitabi münzelden kitabi bılkate ve meb'dei vücuda kadar bütün harfleri düşündürebilir. Ve böyle olması aynı zamanda Sûrenin ismi olmasına da mani' değildir. Nun diye okunurken ismi değil de müsemması maksud olduğuna tenbih için (.......) yazılmış ve ı'rab olunmayıp vakf üzere okunmuştur. Bu vakf ile evvelki Sûrenin âhirindeki mâimaini gayb etmiş olanların enînleri ancak bir abi revan gibi mayei hayat olmak üzere tarafı Rahmandan nâzil olan Kur’ân ile dinlendirebileceğine ve kalemlerin onun için çalışması lüzumuna da zevkî bir delâlet vardır. Hasılı burada asıl ma'nâi maksud her ne olursa olsun evvel emirde ma'lûmumuz bulunan (.......) harfi olmak zâhir ve bir çok müfessirînin muhtarı da budur. Bu cihetle lâfzî teşabbüh bir dereceye kadar kat' edilmiş demek ise de ma'nevî teşabüh yine bâkîdir. Maamafih arabîde (.......) ismi bu harften başka olarak Hazret-i Yûnüse (.......) denilmesinde olduğu gibi hut, ya'ni balık ma'nâsına, kezalik yazı hokkası «divit» ma'nâsına ve daha ba'zı ma'nalara geldiği söylenir. Bu münasebetle burada şu rivayetler de nakledilir: Ba'zıları demiştir ki, (.......) büyük balıktır ki, Arzlar onun üzerindedir. Ve ona Yehmut ta'bir olunur. İbn-i Cerîr İbn-i Abbastan bu babta şunları rivayet eyler: birincisi: Allahü teâlânın ilk halk ettiği şey kalemdir. O yaratılınca bütün olacaklar cereyan etti, sonra buhar yükseltildi ondan Semâvat yatarıldı, sonra (.......) yaratıldı. Arz o nunun sırtına döşendi, sonra Arz hareket etti, derken ıztırab ile çalkandı, onun üzerin dağlarla tesbit edildi, onun için dağlar Arza karşı fahrederler. İbn-i Abbas böyle dedi ve okudu: (.......) bir diğeri: Rabbımın ilk halk ettiği şey kalemdir. Ona yaz dedi o da Kıyamete kadar olacağı yazdı. Sonra su üzerinde Nunu halk etti, sonra onun üzerine Arzı kebseyledi (ya'ni kışrı arzı onun üzerine örttü) buyurdu, Âlûsî: bunu Ziyanın Elmuhtarede ve Hâkimin sahih diye ve daha bir takımlarının İbn-i Abbastan rivayet eyledikleri bir hadîs olmak üzere şöyle nakletmiştir: (.......) = Allahü teâlâ Nunu halk eyledi sonra onun üzerine Arz bast edilip döşendi, bu sebeble Nun ıztırab ile deprendi, bu sebeble Arz meyd (meyl) ile çalkandı, bu suretle dağlar oturtulup onlarla tesbit edildi, sonra okudu. Görülüyor ki, bu rivayetlerde hep Nun ismi kullanılmış, hut denilmemiştir. Fakat Mücahidden rivayette buna Arzın veya arzların üzerinde bulunduğu hut» ta'bir edilmiş olduğundan balık diye şayi' olmuştur. Bunun bizim bildiğimiz balık olmadığı aşikâr iken bundan bir çok yanlış zehablar hasıl olmuştur. Lâkin dikkatle okununca bunlar bize şunu anlatmış oluyor. İbtida kalemia'lâ denilen ve takdiri ezelîde Kıyamete kadar cereyan edecek şeylerin bir projesini yazan ruhanî bir mebde, bir kuvvet yaradılmıştırki buna bir çokları aklî evvel veya nuri Muhammedî demişlerdir. Sonra madde yaratılmıştır, buna cevher dahi denilmiştir. Sonra bir su buharı gibi gaz halindeki maddeden ecramı semaviyye yaratılmış, sonra bunlardan mayi' halinde Arzın maddesi ayrılmış ki, faza dediğimiz Sema deryasında yüzen bu maddeye kürevî olduğu anlatılmak üzere Nun veya Hut tesmiye edilmiştir. Kürei Arzın böyle ibtida sema maddesinden ayrılarak yaratılmış olup buharlarla muhat mayi' halinde cevde yüzmekte bulunan yuvarlak (.......) maddesi üzerinde sonra kışrı Arz ta'bir ettiğimiz toprak ve cemadat tabakası yaratılmağa başlamış ve bu tarftan o Nun maddesinin üzerine bir kabuk halinde yayılıp döşenmiş ve bu suretle Arz husule gelmiştir. Fakat her taraftan böyle sarılmış olan o Nun evvelkisi gibi teneffüs edemiyerek nefesi tıkanmış bir balık gibi ıztırab ile deprenmeğe başladığından bu sebeble hareketi Arz, ya'ni zelzeleler husule gelmeğe ve bundan da Arzın sathı çalkanıp yarılarak volkanlar zuhur etmeğe başlamış, bu sebeble de etrafına saçılan Arz dalgalarının kebs oluna oluna, ya'ni bastırıla bastırıla dağlar yaratılmış ve bu suretle dağlar oturdukça Arz peyderpey kesafet ve metanet kesbederek tesbit olunup üzerinde durulabilecek bir hale gelmiştir. Kur’ân’da dağlara evtad, ya'ni Arzın çivileri ta'bir buyurulması da bu ma'nâ ile tefsir olunmuştur. Dağların teşekkülünün bu suretle Arz üzerinde hayat için büyün faideleri olmuş ve bundan dolayı onların Arza karşı tefahürle yukarıdan bakmağa bir hakları vardır. Bununla beraber ondan sonra hareketi Arz ve hasf denilen volkan hâdiseleri hiç olmuyor değil, zaman zaman nice zelzeleler olmakta ve nice sivrilen dağlar yıkılıp yerin altından yeni dağlar, tepeler yaratılmaktadır. Fakat bunlar arasıra ve ilk devirlere nisbetle pek cüz'î demek olduğundan hey'eti umumiyyesiyle Arzın kabili sükna olmasına mani' teşkil etmemektedir. Bir gün olup da Sûre-i Hakkada geleceği vechile zîri zemînden büyük bir feveran ile Arz ve cibalin bir lâhzada un gibi dağılıp hebaen mensûrâ edilivermesi de her gün ihtimal dahilindedir. El'haletü hazihi vuku bulmakta olan zelzeleler, hasifler, volkanlar dahi demek ki, hep Arzın altındaki o Nunun biemrillâh teprenmesiyle husule gelmektedir. Ve yarılan yerler, fışkıran volkanlar, yeniden husule gelen çukurlar, tepeler, ovalar hep o kalemia'lânın resmettiği çizgiler, yazdığı yazılardır. Şimdi şunu i'tiraf etmek lâzım gelir ki, zamanımızda Arzın teşekkülü ve dağların tekevvünü ve zelzelelerin tehaddüsü hakkında fen namına Tabakatül'arz malûmatından edinilebilen kanaatlerin hulâlasası da bu rivayetlerin müfadından başka bir şey değildir. Böyle iken bir çokları Arzın altında balıkmı olurmuş, o nasıl deprenir de hareket olurmuş diye güler, bir çokları da Arzın altındaki gazların sıkışmasından, hareketinden, yerin üzerinde zelzelemi olurmuş diye güler, iki taraf da birbirinin dediğini düşünüp anlamayarak yekdiğerini techil veya tekfire kadar gider. Halbuki iki tarafda da bunun Allah’ın emriyle olmasını unutandır ki, cehalet eder. İşte Arzın içindeki esas küreyi, merkezi teşkil eden o Nuna ba'zı tefsirler Huti a'zam ve Yehmut ta'bir etmişlerdir. Bunu (.......) ile mübhemiyyetten (.......) okuyanlar olmuş ise de kazıy haşiyelerinde iki noktalı yanın fethi ve «ha» nın sükûniyle yehmut diye tasrih edilmiştir. Maamafih hanın da fethiyle melekût ve ceberut vezinlerinde mübalağa sıygası olmak zâhir görünür. YEHEM, cünun, EYHEMAN, iki saldırıcı ki, bedevîler seyl ile adama saldıran kızgın esirik deveye, medenîler de seyl ile yangına derler. YEHMA' sahra vezninde ucu bucağı bulunmayın çöle, bir de asla ferec-ü inşirahı bulunmıyan şiddetli kıtlık senesine denir. Bundan mübalâga sıygasiyle yehemut bir ma'nâ ile volkana bir ma'nâ ile fazaya denilebileceği gibi son ma'nâ ile de Arzın bidayeten açık iken sonra kışrının yaratılmasiyle altında merkezine kadar mahbus kalıp sıkışmış ve bir fürce buldukça feverana müheyya olmak üzere iztırabını saklamakta bulunmuş olan içine şiddet ve dehşeti i'tibariyle Yehemut, ıztirabı i'tibariyle Hut, iniltisi veya merkez etrafında istidaresi i'tibariyle de Nun denilmiş demek olur. İşte bir kısım müfessirîn zikrolunan rivayetlerine binaen burada «nun», hut ya'ni balık ma'nâsına olarak bu yehemute kasem olduğuna kail olmuşlardır. Bir kısmı da Sûrede (.......) buyurulmuş olması ve Sahib huttan murad Sûre-i Enbiyada geçen (.......) Âyeti mucebince zennun olan Hazret-i Yunüs bulunmasına ve Sûre-i Saffatta (.......) buyurulmasına mebniy bu karînelerle burada da «nun» Hazret-i Yunüsün zulümatında habs olunduğu balık olduğuna zâhib olmuşlardır. 2 - Yine İbn-i Abbastan merviy ve Dahhâk ve Hasen ve Katedenin muhtarı olarak ba'zıları da burada «nun» devat, ya'ni yazı hokkası demek olan divit olduğunu söylemişler ve nunun bu ma'nâya geldiğine İbn-i atıyye ve Râzî bir şâirin şu beytiyle de istişhad eylemişlerdir: Bu surette hokka ile kaleme kasem edilmiş demek olur. Çünkü yazı bunlarla yazılır. Nutuk gibi kitab ve kitabetin de ehemmiyyet ve fâidesi pek büyüktür. Maamafih bu ma'na yalnız kaleme kasemden de anlaşılır. 3 - Nurdan bir levh denilmiştir. Ve Muaviye İbn-i Kurrenin bunu bir hadîsi merfu' olarak naklettiği zikrolunmuştur. Bu ma'na; ufukta Sema kavsi içinde bir nokta gibi bulunan Güneşin veya Arzın bir (.......) şekli resmetmesinden müste'ar olabilir. 4 - Yine İbn-i Abbastan: (.......) harflerinin son harfidir. 5 - Ca'feri Sadık Hazretlerinden: Cennet nehirlerinden bir nehirdir (.......) Bunlardan başka Kamusta mezkûr olduğu üzere nun, devat ve hut ma'nasına geldiği gibi şefretüsseyf, ya'ni kılıcın ağzına da denir. Ve Arabların balık şeklinde bulunan bir kılıclarının ismidir. Ve bir kelimei savaba ve kezalik sabînin çenesindeki çukura nûne denir (.......) Ve bunlarda (.......) vahdet için olduğundan cins murad olunduğu zaman «nun» denilmek lâzım gelir. Şu halde nun, ismicins olarak (.......) kılıç ve kaleme kasem olmak da muhtemildir. Lâkin burada buna dair bir rivayet varid olmamıştır. Sahib Keşşaf demiştir ki, Murad, hurufı mucemden olan bu (.......) harfidir. Divit demelerine gelince, vaz'ı lügavîmidir, yoksa şer'îmidir? Bilmem. Burada divitin ismi olduğu takdirde ya ismicins veya ismi alem olmaktan halî olamaz. Eğer cins ise ı'rab ve tenvin nerede? Eğer âlem ise yine ı'rab nerede? Ve hangisi olsa kelâmın te'lifinde bir mevki'i olmak lâzım gelir. Eğer muksemübihtir dersek cins olduğu takdirde cer ve tenvin vacib olur. Ve kasem mechul ve münekker bir divite yapılmış ve sanki (.......) denilmiş olur. Âlem olduğu takdirde de munsarıf kılarak mecrur okumak veya alemiyyet ve te'nisten dolayı gayrı munsarıf kılarak meftuh okumak ıktıza ederdi. Kezalik hut ile tefsir de böyledir. Ya balıklardan herhangi bir balık murad olunacak, yâhud da zu'meyledikleri yehmute alem olacak, nurdan veya altundan bir levh yâhud Cennetde bir nehir diye tefsir dahi öyledir. Hasılı ı'rab olmadığı için murad isim değil, harfin kendisi olduğu teayyün eder (.......) Bunun gibi Ebû hayyan da demiştir ki, (.......) hurufı mu'cemeden (.......) gibi bir harftir. Amilden mühmel olarak diğeriyle beraber gelen ba'zı huruf gibi gayri mu'rebdir. Mahalline ı'rab ile huküm tehakküm olur. Onun hutı a'zamın ismi olduğuna dair İbn-i Abbas ve Mücahidden, divit ismi olduğuna dair yine İbn-i Abbas ve Hasen ve Katade ve Dahhâkten, nurdan bir levh olduğuna dair merfu' olarak Muaviye İbn-i Kurreden, Errahman harflerinin âhiri olduğuna dair yine İbn-i Abbastan, Cennet nehirlerinden bir nehir olduğuna dair Ca'feri Sadıktan edilen rivayetlerden hiç biri sahih olmasa gerektir. Ebû Nasr Abdurrahimi kuşeyrî de tefsirinde (.......) hurufı mu'cemeden bir harftir. Tam bir kelime olsaydı kalem gibi ı'rab olunurdu. Demek ki, sair sûrelerin evvellerindekiler gibi bir heca harfidir demiştir (.......) Bizim bütün bunlardan vasıl olduğumuz netice de şudur: evet resmi hat ve lâfız noktai nazarından burada (.......) sade bir heca harfidir. «nun» diye ismiyle okunuşu da elif be gibi ta'dad tarzında oluduğu şübhesiz ve bunun asıl hukmü de tehaddi ile ibtilâi rasihîndir. Lâkin böyle olması Sûrenin ismi olmasına mani' olmıyacağı gibi bir çok ma'nalara delâletiakliyye ile muhtemil müteşabih bir remz olmasını da mani' değil, muktazîdir. Bundan dolayın «nun» lâfzının zihinleri sürükliye bileceği muhtemil ma'nalardan birini «murad budur» diyerek hasra kalkışmak doğru olmaz. Bununla beraber lisanda azçok ma'lûm ma'nalardan ba'zıları hakkında varid olan ve rivayetce pek zayıf olmadığı gibi dirayetce de anlıyabilenler için gayri ma'kul değil, bil'akis fâideli mazmunları iş'ar eyliyen rivayetleri, mahmili sahihleri varken tekzibe kalkışmak da hakkaniyyete muvafık olmaz. Zira İbn-i Abbastan rivayetlerin te'addüdü gösteriyorki o onları tahsîs için biren vech olmak üzere söylemiş ve her birinde bir fâide beyan eylemiştir. Hem kaleme tealluk eden (.......) fıkrası ve şu halde «nun» sesinden hatıra gelebilen ve ehemmiyyeti mahsusası bulunan her ma'na burada zihinden geçirilmek ve fakat Allah’ın muradı bunlardan birisimi? Hepsimi? Yoksa daha başka bir şeymi olduğu ta'yin edilmiyerek bunun aczi beşeri tanıtmak üzere ma'nâ i'tibariyle müteşabihattan olduğuna karar verip (.......) demek en muvafık hareket olur. Gerçi delâleti lâfziyye noktai nazarından ilk evvel yazıldığı gibi hurufı hecadan olan (.......) harfini anlamak zikrolunan kıraete nazaran kat'î demektir. Lâkin burada bu kadarı teşabühün ref'i için kâfi değildir. Bu vav, kasem içindir demeğe benzemez. Çünkü bu surette de kelâmın te'lifi için (.......) harfiyle kalemin ve yazının münasebitini takdir edebilmek üzere aklî ve zevkî bir takım münasebetler düşünülmek lâzım gelir. Ve işte o zaman bu harfin yalnız bir remz olmak üzere zikredilmiş bulunduğu teayyün eder. Bundan ise yine remzi surette mümkin olabilen sair ihtimalâtı mülâhazaya dalmak zarurî olur. Ve bu haysiyyetledir ki, teşabüh tehakkuk eder. Biz de bunun için diğer mukattaatı süverde olduğu üzere bunun dahi müteşabihattan olduğunu beyan ile söze başladık ki, bu hem Selef meslekine muvafık, hem de hurufi hecadan bir harftir diye kestirip atanların gözettikleri tahaddi maksadına mutabıktır. Şu halde (.......) bir kasemi tazammun ediyormu etmiyormu? Kestileremez. Kasem mukadder ise (.......) deki vav, (.......) deki gibi atf için değil ise kasem için olur. Bu kalem nedir? Müfssirîn burada iki vecih söylemişlerdir: birisi «lâm» ın ahid, biriside cins için olması i'tibariyledir. İbn-i cerîr derki: kalem, ma'ruf olan kalemdir. Şu kadar ki, rabbımızın kalemler içinde kasem ettiği kalem, o kalemdirki tealâ zikruhu halk edip emretmiştir, o da Kıyamete kadar kâin olacağın kitabetiyle cereyan eylemiştir, Bana Muhammed İbn-i Salihi enmatî tahdîs edip dedi: bize Abbad İbn-i avvam tahdîs edip dedi: bize Abdülvahid İbn-i selîm tahdîs edip dedi: Atayı dinledim, dediki: Ubade İbn-i Samitin oğlu velîde sordum babanın vefatı sırasında vasıyyeti ne idi? Cevaben dediki: beni çağırdı, ey oğulcuğum! Dedi: Allah’a takvâ ile korun, haberin olsunki sen Allah’ın birliğine. Hayır ve şerr kadere îman etmedikçe Allah’a korunamazsın ve ılme iremezsin, ben Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretlerini dinledim, diyordi ki, (.......)= haberiniz olsun ki, Allah ilk halk ettiğinde kalemi halk etdi de ona dediki yaz, yarab ne yazayım ki,? Dedi, kaderi yaz dedi, dediki: işte o saatte kalem olmuş ve ilelebed olacak ile cereyan etti». Mücahidden de (.......) kendisiyle zikir yazılandır. (.......) Demek ki, kasem olunan kalen şer'an ma'hud olan kalemdirki o da levhi mahfuzu yazan kalem yâhud Kur’ân yazılan kalemdir. Maamafih bunu (.......) de olduğu gibi cinse hamledenler de vardır. Keşşaf şöyle der: kaleme kasem buyurdu, şanına ta'zîm için, çünkü onun halk ve tesviyesinde hikmeti azîmeye delâlet vardır. Ve çünkü onda vasfın ihata edemiyeceği menafi' ve fevaid vardır. İbn-i atiyye de demiştir ki, nuna «behmut» diyenler, kalemi Allahü teâlânın halkedip kâinatı yazmayı emrettiği kaleme hamlettiler (.......) daki zamiri de Melâikeye irca' eylediler. Ona isimdir diyenler de insanların ellerinde mütearef olan kaleme haml eylediler. İbn-i Abbas bunu tensîs eylemiş ve (.......) daki zamiri de nâsa göndermiştir. Bu suretle kasem bu mecmua, ya'ni yazı işine vârid olmuştur ki, bütün ulûmun ve Dünya ve Âhıret umurunun kıvamıdır, çünkü kalem, lisanın kardeşi ve Allah tarafından bir ni'meti ammedir (.......) İmamı Râzî de şöyle der: «velkalem» de iki kavil vardır: birisi budurki kasem edilen kalem, gerek Semada bulunanın ve gerek Arzda bulunanın yazdığı kalemin hepsine vaki' olan cinstir. Allahü teâlâ mantıkı ihsan ile (.......) diye minnet buyurduğu gibi (.......) diye kalem ile kitabeti müyesser kılmasiyle de minnet buyurmuştur. Bununla intifaın vechi de şudur: kalem gaibi muhatab menzilesine koyar, bu sebeble insan lisan ile yakınına anlatabildiği meramını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi: kasem edilen kalem (.......) diye haberde varid olan ma'hud kalemdir. Allahü teâlâ bunu evvelâ halk etmiş, sonra da ona Kıyamete kadar olacağı yazdırmış, saat gelene kadar olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu Sema ile Arz mabeyni kadar nurdan bir kalemdir. Kâdî «Ebû Bekr-i Bakıllanî olmalı» demiştir ki, bu haberi mecaze hamletmek icab eder. Çünkü kitabette âleti mahsusa olan kalem emr-ü nehy olunacak hay ve âkıl değildir. Onun mükellef bir zîhayat olmasiyle bir kitabet âleti olması kabili ictima' değildir. Belki murad onu bütün olacaklarla cereyan ettirdi demektir. Bu tıbkı (.......) kavli gibidir. Çünkü bunda ne emir, ne teklif yoktur. Belki makdurda münazeasız ve müdafeasız mücerred kudretin nefazı vardır. Yine Razî derki: nastan ba'zı kimseler de şu zuumde bulunmuştur: burada mezkûr olan kalem akıldır. Ve o cemii mahlûkatın aslı gibi bir şeydir. Ve buna şu suretle istidlâl eylemişlerdir. Zira haberlerde rivayet olunmuştur ki, (.......) dir. Diğer bir haberde de (.......) dır. Diğer bir haberde de «evvelü mahalâkallah bir cevherdir ki, Allahü teâlâ ona heybetle nazar buyurdu, o eridi ve sühunet peyda etti, ondan bir dühan ve köpük çıktı, dühandan Semâvat, köpükten Arz yaratıldı» diye varid olmuştur. Bu haberlerin mecmuu delâlet ederki kalem ve akıl ve mahlûkatın aslı olan o cevher hepsi bir şeydir, yoksa tenakuz olurdu (.......) Kâdî Beydâvî de bunları şöyle hulâsa eder: «velkalem», lavhı yazan, yâhud kendisiyle yazılandır. Ona kasem buyuruldu. Çünkü fevaidi çoktur (.......) Tefsir-i Celâleynde de der ki, kalem kâinatın Levh-ı Mahfuzda yazıldığıdır (.......) Bunu cinsi kalemin ta'rifi olarak anlamak da kabil olabilirse de süyutînin muradı ahiddir. Bütün bunları gözden geçirdikten sonra biz de bu kanaate geliyoruz: ma'lûm ki, ma'hud da cins cümselindendir. (.......) mısdakınca insana ta'lim olunan cinsi kalemden zâhir olan ise ma'lûmumuz olan kalemi beşer görünür. Kalemi beşer de Allah’ın halkıyledir. Bu da ilk halk olunduğunda beri olmuş ve olacağı ve hattâ ilel'ebed olacağı ve zikr-ü fikri mümkin olduğu kadar yazmakla cereyan etmektedir. Ve şübhe yok ki, gerek hakikat gerek mecaz her ne ma'nâ ile olursa olsun kaleme kasem edilince bundan bir ferdi ma'hud dahi murad edilse yine cinsi kalemin ve binaenaleyh kalemi beşerin dahi bir şeref ve kıymeti anlaşılmış olur. Eğer bu kasemin cevabında muhatab bilhassa Hazret-i Peygamberin kendisi olmasaydı da hıtabı amm olsa idi burada (.......) gibi kalemi beşer murad olunmak zâhir olurdu. Çünki umum beşerin fi'len ma'lûmu olabilen kalem o olurdu. Ahid murad edildiği takdirde de bunlardan birisi veya bir kısmı olurdu. Bununla beraber bundan mecaz olarak kalemi beşerin men'baı feyzı olan kalemi fıtrat olmak da muhtemil bulunurdu. Fakat burada hıtab bilhassa ni'meti ilâhiyyeye mazher kılınarak (.......) buyurulan Hazret-i Muhammedîye aid olması ve bu azîm huluk mefhumunun içinde (.......) kezalik (.......) mazmunları dahi dahil olmakla ni'met ve hulûkı Muhammedînin azameti kalemi beşerden değil, doğrudan doğru kalemi fıtratten cereyan etmiş, bundan önce de mülki ilâhînin azamet ve cereyanından söz geçmiş bulunması hasebiyle burada Peygambere kasem olunan kalemden murad, ona bildirilmiş ve önce ma'lûm olmuş bulunan kalemi fıtrat veya kalemi evvel veya kalemi â'la denilen kalemi ilâhî olmak lâzım gelir. Bundan dolayı biz bu hususta en güzel vechi İbn-i Cerîrin rivayeti ile Celâleynin hulâsasında buluyoruz. Bunun Ilmi usul lisaniyle ifade edecek olursak şöyle denilmek icab eder. Bu (.......) de kalem, kalemi ilâhîde bil'ibare nass, dolayısiyle kalemi beşer hakkında da bil'işare zâhir demektir. Cins diyenlerin maksudu da Razînin ıhtarı vechile gerek hakıkat gerek mecaz (.......) ma'nâsına bu ikisinden eamdır. Yalnız dal bil'ıbare ile dal bil'işareyi nass ile zâhiri tefrık etmemişlerdir. Sonra şunu da unutmamak lâzım gelir ki, bu (.......) de elif lâmın istiğrak için olduğuna kail olan yoktur. Ya'ni kalem cinsinden her ferdine de kasem edilmiş değildir. Binaenaleyh kalem kasem edilmekle cinsi cins olmak haysiyyetiyle tebcil olunmuş değildir. Zira hakkı ibtal veya ibadullahı ızrar yolunda şeytanet ve ahlâksızlık veya idrâksizlikle fitne ve fesad vâdîlerinde cereyan eden yalancı ve mecnunâne kalemler tebcîle lâyık değildir. Onlar da birer kalem olmak i'tibariyle ehemmiyyeti haiz iseler de hak ve hayır cihetiyle değil, şerr ve zarar cihetiyledir. Bundan dolayı burada bu kasemin arkasından cununun, fitnenin nefyi ve ni'meti rabbaniyyenin idrâk ve ahlâkın, ecrin büyüklüğünü beyan ve ahlâksızların, yalancıların zemmi ile o cihete de tenbih buyurulacaktır. Buda gösterir ki, kalemden murad, kalemi ilâhî, kalemi haktır. O halde meal şu olur: «Nun» denilen mebde' üzerinde bir lâhza dur dinle kasem ederim ona ve ma'lûmun olan kalemi hakka (.......) ve ehli kalemin satra dizip yazdıklarına ve yazacaklarına ki, ya Muhammed! - Burada da dikkat olunacak muhim bir nükte vardır. (.......), cem'ı müzekkeri sâlimdir. Bu cemı' ise zevil'ukule mahsustur. Kalem müfred olarak zikrolunduğu halde yazış ve yazılanlar ona nisbet edilmeyip zikri geçmemiş olan bir zevil'ukul cem'ıne nisbet edilmiştir. Bu ise şunu anlatmış olur: yazı yazan asıl kalem değil, onun arkasında göze görünmiyen bir akıl ve idrâk sahibidir. Onun için mahsüs kalemler yazıları nisbetinde daima arkalarında gizli olup da onları işleten bir akıl âlemindeki müdrik sahiblerine, ya'ni ehli kaleme delâlet ederler ki, hakıkatte o kalemle o yazıları satra dizip yazan onlardır. Kalemden maksud da kendisi değil, o yazdıklarıdır (.......) daki vavı atıf gibi bir âlettir. Bu suretle burada vav, atf için olarak kasem, kalem ve yazılarıyla sahibleri olan ehli idrâke delâlet etmek üzere mecmuuna yapılmıştır. O halde kalem ve yazılardan âlemi ukul ve meaniyi ve onlardan da onları aklî beşere yazan kalemi evveli, ondan da onun sahibi olan rabbül âlemîni anlamalıdır. Kalemi beşere nazaran yazıcılar ehli kalem, akıl ve idrâk sahibi insanlar, hem de göze görünen bedenler değil, insanlık hakikatini teşkil eden şuurlar, zekâlar olduğu gibi, kalemi a'lâya nazaran da harıcde suveri eşyayı ve zihinlerden suveri meaniyi yazan Melâike, onları yazan da Hak teâlâdır. Bunun için burada (.......) un fâili olan zamir kalemi beşere nazaran müdrik insanlara işaret olduğu gibi kalemi a'lâya nazaran da Melâike olmak üzere tefsîr edilmiştir. Ba'zı tefsirlerde nâs, ba'zılarında da Melâike denilmesi bundan dolayıdır. Lisanımızda böyle cem'i müzekkeri sâlim sıygası bulunmadığı için bu nükte ifade edilemez «kalem ve yazdıklarına» dediğimiz zaman bundan ehli kaleme intikal, tasrih edilmemiş olur. Bir de (.......) muzari' sıygasıdır. İstimrara ve hal-ü istıkbale delâlet eder, biz ise hal sıygasından sıygaı sıle kullanmadığımızdan bunu bir kelime ile ifade edemeyiz. Yazdıklarına ve yazacaklarına dediğimiz zaman da yazıyor idiklerini söylememiş oluruz. Bu bize şunu da anlatmış oluyor ki, bu âyetler nâzil olurken kalemi a'lâ cereyan ediyordu ve daha edecektir. - O halde (.......) kalem, olan ile kurumuştur.» Hadîs-i şerifi kalemin cereyanı temamen durmuştur demek değil, olanlar yazılmış bitmiştir, fakat olacaklarla kalem kurumuş değil, onları yazmak için cereyan etmektedir demek olur. Kaderde ferağı tam ümmülkitab olan ılmullaha nazarandır. Yoksa levhı mahfuza ve sahai tekvîne nazaran (.......) dir. Hasılı onlara kasem olsun ki, ya Muhammed! |
﴾ 1 ﴿