NÛHSûre-i Nuh Mekkîdir. Âyetleri - Kûfîde yirmi sekiz, Bısrîde ve Şamîde yirmi dokuz, maadada otuzdur. Kelimeleri - İkiyüz yirmi birdir. Harfleri - Yediyüz ellidir. Fasılası - (.......) 1Haberiniz olsun ki, biz Nûh’u kavmına gönderdik, kavmını inzar et diye, gelmezden evvel onlara bir azâbı elîm Âlûsî der ki, Nuh ismi aslen Arabî değil, A'cemîdir. Cüvalikî muarreb olduğunu söylemiş, Kirmanî de Süryanîde ma'nası sâkin demek olduğunu söylemiştir. Hâkimin Müstedrekte asıl ismi Abdülgaffar olup çok nevha ve bükâ etmiş olmasından dolayı Nuh denilmiş olduğuna dair rivayeti sahîh olmasa gerektir. Meşhura göre: Hazret-i Nûh’un Nesebi, İbn-i Lemek İbn-i Mettuşelah İbn-i Ahnuhtur. Ahnuh da İdris aleyhisselâmın ismidir. Buna nazaran Nuh, İdris aleyhisselâmdan sonradır. Müstedrekte ise ekser Sehabe radıyallahü anhüm Hazret-i Nûh’un Hazret-i İdristen evvel olduğuna kail oldukları mezkurdur. Hazret-i Nuh ile Hazret-i Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı kütübi sâlifeye nisbet olunan şayi' bir rivayet vardır. Lâkin Hazret-i Nûh’un kavmı bu Sûrede beyan olunduğuna göre Vedd, Süva', Yegus, Yeuk, Nesir namlarında bir takım putlar yapmış oldukları bu ise Hazret-i Nûh’un gemisi gibi mu'cıze kabîlinden olamıyacağına mebni o vakıt sanayiin bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu gösterdiği cihetle bin sene zarfında ilk insanların sanayı'de bu dereceye gelebilmiş olmaları hukmi rübubiyyetle âlemde meşhûd ola gelen tedricî tekâmül görünür. Bu cihetle ya hılkati Âdem’e isnad olunan tarihin yanlışlığına hukmetmek veya o Âdemden murad, ebül'beşer olan Âdem olmadığına kail olmak icab eder. Biz ise Kur’ân’da Âdem’i ismi alem olarak bir tanıdığımızdan Hazret-i Nuh ile Hazret-i Âdem beyninde ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allahdan başka kimse bilmez deriz. Burada Hazret-i Nûh’un umuma değil, kıvmına mürsel olduğu anlaşılıyor. Zira mürselîn miyanında umuma bı'set Peygamberimize mahsustur. O zaman Yer yüzünde ne kadar insan ve hangi kavımlar, vardı, ve Arzın nereleri meskûn idi onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Âlûsînin beyanına göre denilmişki Hazret-i Nûh’un kavmı Ceziretül'arab ve ona yakın yerlerin sükkâni idi, meşhûr olan da müşarünileyhin Kûfe arzında ya'ni İrakta sâkin olduğu ve orada kendisine risalet verilmiş olmasıdır. Bundan Nuh tufanının da ma'lûm olabilen umumu, kavmi Nuha ve onların umumuna aid demek olup bütün kürei Arzın her tarafına şâmil olması lâzım gelmiyeceği ve o vakıt ruyi Arzda onlardan başka insanlar bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyorki Âlûsînin de muhtarı budur. İbn-i Esîr, Kâmilde ve Ebülfida' tarihinde «Mecus, tufanı tanımazlar, ba'zıları da tufanı ıkrar eder ve lâkin Babil ıklimiyle ona yakın yerlede olduğunu ve küyümers, ya'ni Âdem evlâdının meskenleri maşrıkte olduğundan onlara tufan vasıl olmadığını zu'meder. Kezalik Hind, Fürs, Çin gibi maşrık ümmetleri tufanı tanımazlar. Fürsün ba'zısı onu i'tiraf eder ve fakat umumi değildi, Hulvan akabesini geçmemişti derler. Sahih olan ehli Arzın hepsi Nuh evlâdından olmasıdır. Çünkü (.......) buyurulmuştur.» Diye tahrir eylemişlerdir. (Sûre-i Sâffatta bu âyet ile Sûre-i Hudda (.......) âyetlerine bak). (.......) Âhıret azâbı yâhud Tufan 2Dedi ki, ey kavmım! Haberiniz olsun ben size açık bir nezîrim 3Şöyle ki, Allah’a kulluk edin ve ona korunun ve bana itaat eyleyin 4Günahlarınızdan size mağfiret buyursun ve sizi müsemma bir ecele kadar te'hîr eylesin, muhakkak ki, Allah’ın takdir eylediği ecel gelince te'hîr olunmaz eğer bilseidiniz! (.......) günâhlarınızdan bir kısmını mağfiret etsin - Ki, o geçmiş günahlardır. Çünkü (.......) dir. İslâm makablini keser atar, Âhırette onunla muahaza olunmaz. Yâhud hukukullaha müteallık olan günahlar, çünkü hukıkı ıbadın afvını Allahü teâlâ onlara bırakmıştır. Onun mağfireti onlarla halâllaşmağa mütevakkıftır. (.......) ve sizi müsemmâ bir ecele kadar te'hır etsin - De ecel gelmeden evvel mağfiret olunduktan başka sevab kazanacak güzel ameller yapmağa da meydan bulabilesiniz. Çünkü o müsemmâ ecel îman ve ittika ve tâat şartiyle takdir buyurulan eceldir. (.......) Çünkü Allah’ın takdir buyurduğu ecel - herhangi şey hakkında olursa olsun takdir buyurulduğu vechile (.......) gelince (.......) te'hîr olunmaz - Allah’ın takdirini vukuundan evvel kendisinden başka kat'î surette kimse bilemiyeceği cihetle daha vakıt var biraz daha eğlenelim de o gelmezden evvel yine hazırlanırız demek de kabil olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel imhal ve te'hîr vakıtlarını fursat bilip de ona göre îman ve ubudiyyet ile azâbdan korunup tâat ile sevab kazanmağa çalışmalıdır. Burada bir tarafdan te'hîr etsin deniliyor, bir taraftan da gelince te'hîr olunmaz deniliyor. Gelince te'hîr olunmıyan, te'hîr olunsun demek tenakuz olmazmı? Denecek olursa, ilk nazarda varid gibi zannedilen bu suâlin varid olmadığı cüz'î bir teemmül ile anlaşılır, çünkü gelince te'hîr olunmayanın gelmezden evvel te'hîr olunması tenakuz değil, aynî hakikattir. Zira henüz gelmeyen te'hîr olunmuş demektir. Bundan başka (.......) de te'hîr olunan ecel değil, muhatablardır. Eceliniz te'hîr olunsun denilmemiş siz ecele kadar mağfiretle te'hîr olunasınız denilmiştir ki, magfur olarak ecele iresiniz demek olur. Halbuki tenakuzda nisbetin ittihadı için müteallakların ittihadı şarttır. Siz ecele te'hîr olunursunuz ecel te'hîr olunmaz demek hiç bir zaman tenakuz olmaz. Şu kadar ki, bu ma'naca burada (.......) cümlesinin açık bir fâidesi anlaşılmaz. Onun için bundan ilk tebadür eden ma'na tenakuz değil şu olur. Muhakkak bir eceli müsemmâ vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkân yoktur. Ancak o ecel gelmeden evvel Allah’a îman ve itaatle iyi korunmak gibi ba'zı esbaba mebniy te'hîr olunabilir, lâkin ecel gelince aslâ te'hîr olunmaz. Binaenaleyh o gelmezden ba'zı esbab ile te'hîr olunabilmesine ne ma'na verilmeli? Takdir olunan ecel meselâ yüz sene ise korunmamakla ondan evvel gitmek mümkin olurmu? Veya o gelmezden evvel Allah’a îman ve emirlerine itaat ile korunarak onu yüz yirmi seneye çıkarmak mümkin olabilirmi? Bundan dolayı ba'zıları buradan iki ecel ma'nası anlaşıldığına zâhib olmuşlar ve ecelin takdirini terdid ile şarta muallak olarak tasvir etmişlerdir. Keşşaf demiştir ki, Allahü teâlâ şöyle kaza' buyurmuşturki meselâ Nuh kavmı îman ederlerse ömürleri bin senedir ve eğer küfr üzere giderlerse dokuz yüzün başında onları ihlâk edecektir. Bu suretle onlara denilmiştirki îman edin ki, Allah sizi eceli müsemmaya kadar te'hîr etsin, ya'ni tesmiye etmiş ve sizin için daha ilerisine gidemiyeceğiniz bir gaye olarak ta'yin buyurmuş olduğu vakta kadar bıraksın ki, o tam bin olan en uzun vakıttır. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakıt, bu kısanın te'hîr olunduğu gibi te'hîr olunmaz. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdî ve Ebüssüud ve Âlûsî dahi aynî ma'nâda yürümüş olmakla beraber yalnız gelince te'hîr olunmıyan eceli, müsemmâ olan uzuna kasretmeyip ikisi de «lâyüahhar» olduğunu, burada ise (.......) den murad, îman takdirinde müsemmâ olan ecel değil, îman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması ıktiza edeceğini ve çünkü ıbadetin (.......) ile ta'lil edilmesi menfiy te'hırin mevud te'hîr olmasını icab ettiğinden ıbadet etmezseniz uzun ecele te'hîr edilmezsiniz ve o halde mukadder olan eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de tehîr edilmez, o vakıt kurtulamazsınız, müsemmâ eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur, demek olduğunu anlatmışlar ve bu suretle bunlar bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel farz etmekle beraber hakıkatte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü mes'elenin iki safhası vardır. BİRİSİ, eşyanın tabiatine nazaran haddi zatindeki imkânı safhasıdır ki, bu bakımdan muhtelif esbaba nazaran ecel, vukuuna kadar muhtelif surette uzun ve kısa olmak mümkindir. Vukuundan veya delâili vukuundan evvel sirri kader Allahdan başkasına ma'lûm olmadığı cihetle insan ancak imkân safhasını mülâhaza ederek ona göre hazırlanmak lâzım gelir. İKİNCİSİ de vuku' safhasıdır ki, bu bakımdan vakı'de tehakkuk eden ecel o mümkinlerin ancak birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur. Takdiri ilâhîye gelince, takdir, Allahü teâlânın ezeldeki ılmi, kaza o ılmin lâyezalde fı'le çıkarılması demek olduğuna göre (.......) olan ılmi ilâhîde hafa ve tereddüd ıhtimali bulunmıyacağından ileride bil'fiıl vakı' olacak olan ecel ne ise ılmi ilâhîde mukadder olan ecel de odur. Binaenaleyh hakikatte mukadder olan ecel vakı'deki gibi birdir. Lâkin onu vukuundan evvel Allahdan ve Allah’ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. Ilim ma'lûme tabi' ve teklifin menatı ise imkânı zatî olmak hasebiyle Hazret-i Nûh’un da'veti de hakîkati takdire nazaran değil, sureti imkâna nazarandır. İbn-i Atıyye tefsirinde demiştir ki, (.......) Mu'tezilenin insan için iki ecel vardır demelerinde temessük ettiklerindendir. Eğer bir ve müncez olsa idi haddine irince te'hıri sahih olmaz, irmeyince de ta'cili sahih olmazdı demişlerdir. Halbuki âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Çünkü Nuh aleyhisselâm onları te'hîr olunacaklardan mı yoksa ta'cil olunacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Ve onlara siz vaktı gelen ecelden te'hîr olunursunuz da dememiş. Lâkin ezelde onları ya îman ve te'hîr ile hukm olunanlardan veya küfr ve ta'cîl ile hukm olunanlardan olduğu sebk etmiştir, sonra bu ma'nâya şiddet verip (.......) kavlile şimşeği çakarak karar vermiştir. 5Dedi ki, ya rab! Ben kavmımı gece gündüz da'vet ettim 6Fakat benim çağırmam onlara firardan başka bir şey artırmadı 7Ve ben onları mağfiret buyurman için her da'vet ettiğimde onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar ve esvablarına büründüler ve ısrar ettiler ve kibirlendikçe kibirlendiler. 8Sonra ben onları yüksek sesle çağırdım 9Sonra hem i'lâm ederek söyledim onlara hem gizli gizli söyledim 10Gelin dedim: rabbınızın mağfiretini isteyin, çünkü, o, mağfireti çok bir gaffardır 11Bol hayır ile üzerinize semayı salsın 12Ve size mallar ve oğullarla imdad eylesin, ve sizin için Cennetler yapsın, sizin için ırmaklar yapsın 13Neye siz ummazsınız Allah için bir vakar (.......) neye siz Allah için bir vekar ummazsınız - vekar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, hilm ü temkin ile azamet ma'nalarına gelir, netekim tevkıyr, ta'zîm demektir. (.......) fâili veya müteallakı beyandır. Ya'ni siz neye Allahdan korkmıyorsunuz, Allahü teâlânın hılmiyle beraber bir azamet ve ızzeti bulunduğuna inanmıyor ve onu saymıyanın akıbet helâk olacağına ihtimâl vermiyor, i'tikad etmiyorsunuz da ona saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz, bu ma'naca kelâm, sırf tehdid olur. Yâhud ne için siz Allahü teâlânın size ileride bir vekar ve haysiyyet bahşederek tevkîr etmesini, terakkî ettirip akıbette büyük mertebe ve sevaba irdirmesini ümid etmiyorsunuz da îman ile onun yoluna gitmiyor, ona küfr ile putlara tapıp zillet yolunu ıhtiyar ediyorsunuz? Demektirki bu surette tehdidden ziyade teşvik olmuş olur. 14Yaratmış iken o sizi tavır tavır bu tavra kadar (.......) Halbuki o sizi tavır tavır nice hallerden geçirerek halk etmiştir. - Burada insan hılkatinin ferden ve cem'an geçirmiş olduğu tekâmül mertebelerine işaret buyurulmuştur ki, Ebüssüudun tahriri vechile ibtida anasır halinde, sonra ağziye halinde, sonra ahlât halinde, sonra nutfe halinde, sonra aleka halinde, sonra mudga halinde, sonra ızam ve lühum halinde, sonra da bam başka bir hılkatte inşa etmiştir. (.......) bunları yapan o güzel halık tevkîr ve ta'zîme lâyık değil mi? O sizi daha başka bir tavr-u hılkatle yükseltemezmi? Yâhud kahr-u tedbir ile elîm azâblara düşüremezmi? Siz neye bunları düşünmiyorsunuz? Bunu daha ziyade izah ve isbat için Buyuruluyor ki, 15Görmediniz mi nasıl yaratmış Allah yedi Semayı uygun tabaka tabaka? 16Kameri kılmış içlerinde bir nur, güneşi de kılmış bir lâmba 17Ve Allah yetiştirdi sizi Arzdan nebat tarziyle (.......) Nebat, nebt kelimeleri lügatte ismi cins ve masdar olur. İsm olduğuna göre yerde biten, ya'ni neş'et edip yetişen her şey'e denir, sonra sâkı olmıyanda belki hayvanatın yediğinde urf olmuşturki ot dediğimizdir. Masdar olduğuna göre de bitmek, ot bitmek yetişmek, inbat da bitirmek, yetiştirmek, neş'et ettirmek demek olur. Nebatın faslı, mümeyyiz ve vasfı nümüvdürki uzviyyetin tegaddi ve tenasül ile tezahürüdür. Lâkin kelimenin asıl sîgasi masdar olduğu ve insan hayatı, nebatî hayattan ibaret bulunmadığı için müfessirîn burada (.......) hal değil, masdar olarak mef'uli mutlak olduğunu beyan etmişlerdir. Ancak ba'zıları doğrudan doğru (.......) den mef'uli mutlak olmak için (.......) ma'nasına olup babının gayriden olarak zikredilmiş olduğunu söylemişlerdirki sizi Arzdan bitirmek suretiyle yetiştirdik demek olur. Diğer ba'zıları da (.......) ın neticesi olmak üzere sülasî babından mukadder olan fi'lin masdarı olmak dolayısiyle (.......) ın mef'uli mutlakı olduğunu söylemişlerdirki aslı (.......) olup ma'na «Allah sizi bitirdi de siz bir bitiş bittiniz» demek olur. Razî derki: bunda iki mes'ele vardır. BİRİNCİSİ: Âyette iki vecih var: birisi, sizi Arzdan bitirdi demek babanızı Arzdan bitirdi - ibtida topraktan onu yaratmak suretiyle cinsinizi yarattı - demektir, o kadar ki, (.......) gibi olur. Diğeri hepinizi Arzdan yarattı demek olur, çünkü Allah bizleri nutfelerden, onları gıdalardan, onları nebattan, onu da Arzdan yaratıyor. İKİNCİSİ: (.......) denilmek gerekken (.......) buyurulmuşturki: (.......) takdirindedir. Bunda lâtîf bir incelik vardır. Zira (.......) buyursa idi acib garib bir inbat demek olurdu. Halbuki Allah’ın sıfatı olan inbat bizim için mahsûs olmadığından biz onun acib, kâmil bir inbat olduğunu başka türlü tanımazdık, ancak Allah’ın ıhbariyle tanımış olurduk, bu makam ise Allahü teâlânın kemali kudretine istidlâl makamıdır. Onu yalnız sem' ile isbat kâfi gelmiyebilir, lâkin o inbat etti de siz acib, garib bir bitiş bittiniz ma'nasına (.......) buyurulunca bizim vasfımız olan o acib, garib, kâmil bitiş, mahsûs, müşahed olduğundan bununla Allah’ın kemali kudretine istidlâl mümkin olur, onun için (.......) buyurulması bu makama daha muvafık, daha beliğ olmuş ve bu lâtîf sirri göstermek için hakikatten bu mecaza geçilerek (.......) yerinde (.......) buyurulmuştur (.......) Maamafih (.......) hal yapıldığı taktirde de bu nükte anlaşılmaz değildir. Lâkin kelimenin esasen masdar olması ve mef'uli mutlakın halden akdem ve daha kuvvetli bulunması hasebiyle müfessirîn halden ziyade esası gözetmişlerdir. 18Sonra sizi onda geri çevirecek ve çıkaracak sizi bir çıkarış daha Bu da'vet ve beyandan sonra ne oldu? 19Ve Allah sizin için Arzı bir sergi yapmıştır 20Gidesiniz diye ondan geniş geniş yollarda 21Nuh dediki: yarab! Ma'lûmun onlar bana ısyan ettiler ve malı ve veledi kendisine hasardan başka bir şey arttırmıyan kimsenin ardınca gittiler (.......) Bu kimse, kavmi Nûh’un tabi' oldukları ve Hazret-i Nuha adavet eden zalim demek oluyor. 22Ve büyük büyük mekre giriştiler 23Ve sakın ilâhlarınızı bırakmayın ve sakın bırakmayın ne Veddi, ne Suvâı, ne de Yeğûsü ve Ye'ûku ve Nesri dediler (.......) Bunlar kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleri, maamafih aralarında mertebeleri muhtelif ba'zılarında «la» nın tekrarı ve ba'zılarında terki ile bu tefavüte iyma olunmuştur. Demek ki, Vedd, ve Süva' her biri Yeğûs ve Ye'ûk ve Nesrin mecmuuna mukabil. Demişlerki bu putlar Araba intikal etmişti,bundan dolayı Arab; Abdi vedd, Abdi yeğûs diye isimler takardı. Âlûsî derki: Buharî ve İbn-i münzir ve İbn-i Merduye, İbn-i Abbastan şöyle tahric etmişlerdirki: kavmi Nuhtaki evsan sonradan Arabda idi, vedd, Devmetülcendelde Kelbin idi, Süva' Hüzeylin idi, Yeğüs muradın, sonra Seba'da Benî gatîfin idi, Ye'uk Hemedanın idi, nesir de Hımyerin, Âlizilkelâm idi ve bu isimler esasen ba'zı salih kimselerin isimleri iken vefatlarında onların namına ve oturdukları mevki'lere Şeytanın ilkaâtiyle dikmeler (ensab) dikilmiş ve onların adları verilmiş, sonra da bilenler kalmayınca cehaletle onlara teabbüd olunmuştur. İbn-i ebî hâtimin urve İbn-i Zübeyrden tahricine göre Vedd, en büyükleri ve en iyileri idi ve hepsi âdem oğullarından idi, bir de rivayet olunmuşturki, Vedd, Allahü teâlâdan başka ma'bud ittihaz edilenlerin ilkidir. Abd İbn-i humeydin Ebû mutahherden tahricine göre Ebû Ca'fer Muhammed İbn-i Bâkır Hazretleri demiştir ki, vedd, kavmi içinde sevgili müslim bir er idi, vefat edince Babil arzında kabrinin etrafında ordu kurdular, matem tuttular, İblis bunların bu feryadını görünce bir insan suretinde onlara: sizin feryad ve eleminizi görüyorum, size onun bir suretini yapsam toplandığınız yere koysanız da onu ansanız! Dedi, peki dediler, onun gibi bir tasvir yaptı, mecma'larına koydular onu anarlardı, bunu görünce: nasıl evlerinize de yapsam herkes evinde de ansa olurmu? Dedi, onu da yaptı o suretle onu anarlardı, sonra evladları yetişti, ona yaptıklarını görüyorlardı, nesil uzadıkça onu neye andıkları unutuldu, tuttular ona ma'bud diye ibadet etmeğe başladılar, işte arzda Allah’ın gayri ilk ibadet edilen vedd oldu. İbn-i Münzir ve gayrisi Ebû Osmani nehdîden rivayet etmişlerdir: demiştir ki, Yegûsü gördüm kurşundan idi, çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç tehyic etmezlerdi, o çökünce de haydin konacağınız menzili beğendi derler ve etrafına konarlar, ve onun üzerine bir bina yaparlardı (.......) Keşşafta mezkûr olduğu üzere bir de denilmiştir ki, Vedd, bir erkek suretinde, Süva', bir kadın suretinde, Yeğûs bir arslan suretinde, Ye'uk bir feres suretinde, nesir bir nesir (kartal veya akbaba) suretinde idi. Yine denilmiştir ki, helâk olmuş olan kavmi Nûh’un esnamı ayniyle Araba intikal etmiş olması beîddir, anlaşılmaz, zâhir olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Arab bir takım esnam edinerek onlara o isimleri vermişler ve Abdü Yegûs, Abdü Ye'ûk tesmiyelerinde de o sanemlerinin isimlerine izafeti kasdetmişlerdir. Ebû Osmanın gördüğü de aynen Nuh zamanından kalma değil ancak o ism ile müsemmâ bir şey olmak lâzım gelir. Âlûsî, evvelce nakledildiği üzere onların hepsi de insan suretinde idikleri esahh olduğunu da kaydeylemiştir. Bu isimler esasen Arabî olmayıp ucme olduklarına göre vedd, ve yegûs isimleri hindlilerin Veda, Vüyasa isimlerine benzer gibi oldukları da hatırlara gelmez değildir. 24Ve çoğunu şaşırttılar, sen de zalimleri artırma ancak şaşkınlıkca artır 25Bir çok hatîatlarından dolayı suya boğuldularda ateşe atıldılar ve kendilerine Allah’ın dûnünden yardımcılar bulamadılar (.......) harfi Cer, ta'lil için, (.......) zâide, veya nekiredir. Hatâyâ ve cinayetlerinin büyüklüğüne ve ziyadeliğine tenbih için ziyade kılınmıştır. Takdim de kasr ifade eder. Başka sebebden dolayı değil, beyan olunduğu üzere sırf kendilerinin bir çok büyük hatîelerinden ötürü (.......) gark edildiler - Tufana boğuldular (.......) sonra da bir ateşe atıldılar - Ki, berzah azâbı, yâhud Âhıret azâbı. Suya boğulmakla ateşe atılmak iki zıdd azâbın cem'inde de beliğ bir tıbak san'atı vardır. 26Nuh demiştiki: yarab, bırakma yeryüzünde kâfirlerden bir deyyar (.......) Evvelki (.......) üzerine ma'tuftur. Fakat evvelkiler gibi yalnız söyleneni hikâye için değil, ondan helâke istihkaklarını beyan için olup da bu duânın da onların hatîâtları yüzünden olduğu anlatılmak üzere te'hîr olunmuştur. Çünkü bu duânın garktan evvel olması zâhirdir. Yarab - (.......) bırakma Arz üzerinde - Arz denince zâhir ve umumen ma'lûm olan arzdır. Maamafih ahd ile kavmi Nûh’un bulunduğu Arz demek de olabilir. (.......) Bütün o kâfirlerden - bir kimse, yâhud yurd sahibi bir kimse. Derlerki (.......) kelimesi ancak umumu nefiyde kullanılır (.......) denilirki evde kimse yok demektir. Ve bu kelimenin aslı dârdan yâhud devirden fey'al vezninde deyvardır. Vav yaya kalbolunmuştur. Fa'al vezninde değildir. Yoksa «ya» olmaz devvar olurdu. Şu halde iştikakına nazaran asıl mefhumu evcil yâhud yurdcul demek gibidir. Maamafih deyyar, ayyaş gibi ya'î olarak (.......) den fa'al vezninde de olurki deyr bekliyen, manastır bekçisi ma'nasınadır. Bu suretle nefiy, umumî olmakla beraber maksad yurd sahibi dar-ü diyar idâre eder hiç bir kimse demek olması da zâhiren şu ta'lîle muvafık görünür: 27Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarıyorlar, ve nankör facirden başka da doğurmuyorlar (.......) zira onları bırakırsan kullarını ıdlâl ediyorlar, evladları da fâcir ve keffardan başka bir şey olmuyor - bu duânın eseri yalnız kavmi Nûh’un garkıyle kalmamış, sonra onun ve meıyyetindeki mü'minlerin zürriyyetleri (.......) vefkınca arzı istiyla ederek (.......) mantukunun tecelli etmiş olmasiyle de tezahür eylemiştir. Bu da Nûh’un şu duâsiyle alâkadardır. 28Yarab! Mağfiret buyur bana, ve babama anama, mü'min olarak evime girene ve bütün mü'minîn, ve mü'minâta, zalimleri ise artırma ancak helâkça artır (.......) geçmiş ve Kıyamete kadar gelecek bütün ümmetlerin mü'minîn ve mü'minâtına şamildir. (.......) Zalimlere ise helâkten başka bir şey artırma - bu cümlede geçmişteki zalimlere de arkalarında bedduâ olarak şamil olmakla beraber daha ziyade o kâfirler helâk edildikten sonra gelecek zalimler aleyhine duâ demek olur. Ya'ni her kim olursa olsun benim zürriyyetimden ve bütün mü'minîn ve mü'minâtın zürriyyetinden dahi zalimlerin hep helâklerini artır, akıbetlerini perişan eyle, ma'nasını da ifade ederki ona (.......) buyurulması, kezalik Hazret-i İbrahimin (.......) duâsına (.......) buyurulması bunun cevabı demektir. Demek ki, küfür ve zulme gidenler her kim olursa olsun atalarının îman ve adaletleri dolayısiyle Dünyada ni'meti ilâhiyyeden bir nasîb alarak bir müddet yaşıyabilirlerse de akıbet helâk olup mağfirete irmeksizin azâbi elîm içinde kalmağa mahkûmdurlar ve o azâb onların sırf küfür ve zulm ile ettikleri hataları ve cinayetleri yüzündendir. Bu suretle Sûre-i Mearicde zikr olunan kâfirler de o va'd olundukları acı günü görecekler, azâb, muhakkak vaki' olacak, o Hâkka çaresiz başlarına inecektir. Görülene ve görüleceğe dair olan bu iki Sûreden sonra umumiyyetle görülmeyen ve nazardan mestur bulunan kuvvetlere dair olmak üzere de buradan Sûre-i Cinne geçilecektir. Ki, bunlar Âdem’in ve Nûh’un zürriyyetinde solmayan kuvvetlere şâmil olur. |
﴾ 0 ﴿