CİN-Sûre-i Cinn Mekkîdir. Buna (.......) de denilir. Âyetleri - Yirmi sekizdir. Kelimeleri - İki yüz seksen beş. Harfleri - Yedi yüz elli dokuz sayılmıştır. Fasılası - yalnız (.......) harfidir. Cinn, ismi cins, müfredi cinnîdir. İncillerde ve sair kütübi sâlifede, eski ve yeni milletlerde zikroluna gelmiştir. Frenklerin (genie), Latinlerin (genius) dedikleri de budur. Sûre-i En'amda (.......) buyurulduğu üzere Allah’ın gizli mahlûku olan cinleri müşrikler, ülûhiyyet derecesine çıkarıp Allah’a şerik koşmuşlardı ve o suretle Allah’a oğullar ve kızlar uydurup cehaletle onlara tapmışlardı ve Sûre-i Sâffâtta (.......) buyurulduğu üzere Allah ve Cinnîler beyninde bir neseb uydurmuşlar, ma'budların tevalüd ve tenasüllerine zâhib olmuşlar, bir takımları da Cinlerin gaybi bildiklerini i'tikad ederek o suretle onların tesallut ve istiylâlarına sebebiyyet vermişlerdi, bu bâtıl akîdeler müteaddid âyetlerde redd-ü ibtal olunduğu gibi bilhassa bu Sûrede Allah’ın birliği ve büyüklüğü ve Cinler hakkındaki yanlış ve mübaleğalı akîdelerin butlânı anlatılmak üzere Kur’ân’ın onlar üzerindeki te'siri ve Cinnin her ne suretle olursa olsun bir varlığı bulunmakla beraber onların da müslimi ve kâfiri, iyisi kötüsü bulunduğu ve maamafih Allah’a karşı hiç birinin hukmü olmayıp hepsinin âciz ve mes'ul olduğu ve hepsinin başına Kıyametin kopacağı ve Allah’a îman edenlerin onların şerlerinden kormaması lâzım geleceği ve onların İnse tesallut ve istiylâları yine İnsten bir takımları vasıtasiyle olageldiği ve Peygamberin bı'setiyle Cinlerin cehalet ve fetret zamanlarında oynadıkları rolleri oynıyamaz oldukları ve çünkü bı'seti Muhammediyye üzerine eskisi gibi sokulmak istedikleri yüksek mevkı'lerde kendilerini gözetliyen ve hulûllerine meydan vermiyen parlak ateşlerle karşılandıkları ve hâlâ buna inanmayıp fenalıklarında devam etmek istiyenler varsa da Allah’ın kudretine karşı onların hiç hukmü olmayıp Allah’a îman edenlere hiç bir zarar yapamıyacakları ve ancak kendileri helâk olup Cehenneme odun olacakları ve buna böyle îman etmiş Cinlerin ise fenalığa değil, hak ve savaba hizmet ettikleri ve binaenaleyh Allahdan başkasına duâ ve ıbadet edilmemesi ve Cinler gaybi bilir veya zarar yapabilir zannederek aldanılmaması ve Peygamberin de Allah’ın bir kulu olup Allah’ın emir ve izni olmayınca kimseye kendiliğinden ne menfeat ne zarar yapamıyacağı ve ancak Allahtan gelen risaletler dairesinde tebligat yaptığı ve Allah’ın gaybına kimseyi agâh etmeyip ancak dilediği bir resule tebliğ etmek için bildirdiği ve şu halde bunun da gaybi bilmek olmayıp kat'î olarak bildirmiş olan emirleri haber vermek demek olduğu ve her halde Allah’ın va'dleri yerini bulacağı ve Allahü teâlânın gizli açık her şey'i bütün tafsîlâtiyle temamen bildiği anlatılmıştır. Sûre-i En'amda geçtiği, Ehli lügatin ve müfessirînin beyan ettiği üzere (.......) kelimesi, bu maddenin bütün iştikakında aslı bir şey'i histen setretmek ma'nasını ifade eder, «cennehu ve ecennehu» onu örttü, gizledi (.......) gece üzerini örttü bürüdü, cünne; kalkan ya'ni siper, cenîn; henüz doğmamış, rahimde mestur çocuk, yâhud kabir, cenan; bâtındaki kalb; cennet zemini örtmüş bağ ve bostan, yâhud da histen gizli bağ, cünun; nefs ile akl arasına hâil olmuş delilik, bütün bu kelimelerde ve ma'nâların da histen bir gizlilik ma'nâsı vardır. İns mukabili olarak isti'mal olunan, ya'ni görülen ve mahsûs olan insan değil de onun his mâverasında bulunan zihnî tasavvuratı, tahayyülâtı, iradesi gibi ruhaniyyetle bir münasebeti olan gizli kuvvetler ma'nasına gelen cinn ismi Râgıbın Müfredatta beyanına göre iki vech ile söylenir: BİRİSİ, eamm ma'nasıdırki ins mukabilinde havasstan mestur olan alelumum ruhanîlere denir, bu surette Melâike ve Şeyatin dahi bunda dahil olur. Her Melâike cindir, her cinn Melâike değildir. BİRİSİ de cinn, böyle ruhanîlerin hepsi değil, ba'zısıdır. Çünkü ruhanîler üç kısımdır. BİRİNCİSİ, hepsi ahyar, Melâikedir, yanlış iş yapmaz, insanı aldatmazlar, Allah’ın emrinden çıkmazlar. İKİNCİSİ, hepsi eşrar, Şeytanlardır. İnsanı aldatır, şerre fenalığa çalışırlar. ÜÇÜNCÜSÜ, ikisi ortası, hayırlısı da vardır şerlisi de, işte hass ma'nasiyle cinn bunlarda müteareftir. İşbu (.......) Sûresinde cinn, (.......) âyetlerinin delâletinden bunlar olduğu anlaşılıyor. Sûre-i Rahmanda geçen cânn ve cinn de bunlar demek oluyor. Cinnin cemaatine cinne denilir. (.......) gibi. Nesarânın incillerinde cinn çıkarmaktan bahseden bir hayli kelâmlar vardır. Bu Sûrede de onlara ta'rîz eden noktalar, nükteler vardır. Fransızca Larosta «genie» kelimesinde şöyle denilmiştir: Bu isim (Demon «favarable = uyar şeytan veya Melek demek olan latince «genius» kelimesinden) eskilerin re'yince herkesin iyi kötü hayatına hâkim olan divinite ya'ni ülûhiyyet, lutin, ya'ni rü'yada hoş görünerek aldatan ruh, gnume, ya'ni Yehudî tılsımcılarınca Arzın sinesinde sakin olup ondaki defîneleri beklediği iddia olunan ve gnume denilen fevkattabi'a cüceler «Sylphe» silf, ya'ni kurunıvustada selt ve cerman asatîrinde havacinni, bir iş yapmak için meharet, zevk, meyli tabi'î, beşer zihninin vara bileceği en yüksek derece, cinn fikirlilik, deha' ve bununla muttasıf şahıs: dâhiy (.......) Bundan Firenklerin de cinniye dair eski ve yeni telâkkîleri kısaca anlaşılmış oluyor. Bu da gösteriyorki müşrikler eskiden Cinleri ülûhiyyet derecesine çıkararak onları te'lîh ediyorlardı. Dev, peri, Melek, Şeytan, cinn namlariyle anılan hayr-ü şerr esrârengiz ruhanî mahlûkat veya muhayyelâtı türlü türlü ilâh tanıyarak onlara teabbüd eden ve suretlerini tasvir eden ve onların havaslarına göre tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler: Süryanîler, Gıldanîler, Yunanîler, Romalılar ve cahiliyye Arabları gibi sair müşrikler bütün bunları cinn namı umumîsi ile te'lih ediyor (.......) ve (.......) âyetleriyle beyan olunduğu üzere Allah’a ortak edip ona oğullar, kızlar uyduruyorlardı. Sonrakiler de mehanet, işgüzarlık ve beşerin irebileceği, en yüksek derece diye cinni, jeniyi, cinn fikirlilik, deha veya dâhiy ma'nasiyle ı'zam eylemişler, ki, Arabcada deha, hakkından gelinmez belâ ma'nasındandır. Yehudîlerin kabala denilen tılsımcıları ve sahirleri, kâhinleri bunları te'lîh etmemekle beraber Sabi'îler gibi tılsım ve sihr için esrarlı vasıtalar olmak üzere ta'kıyb etmişlerdi. Bunlar ta Hazret-i Nuha, Hazret-i İbrahime, Hazret-i Mûsaya karşı gelenler tarafından ta'kıyb oluna gelmiş Şeytanetli şeyler olup Hazret-i Süleymana karşı da yapılmış ve mülkünde o suretle fitne çıkarılmışti. Fakat Sûre-i (.......) da geçtiği üzere neticede Allah’ın ınayetiyle Süleyman aleyhisselâme o şeytanetli jeniler, cinnîler, benna ve gavvas ve âharîn, teshîr edilmiş çifte çifte pırangalara bağlanarak esaret altında ağır ve ince işlerde istıhdam edilmişlerdi, onun vefatı üzerine o esaretten kurtulmuş olan o şeytanlar, Süleyman, mülkünü bu ılimlerle idare ederdi, cinleri, şeytanları bununla teshîr eylerdi diye bir takım tılsım ve sihir kitabları yazmışlardı. Sûre-i Bakarede (.......) âyetinde beyan olunduğu vechile sonraki Yehudîler Allah’ın kitabı olan Tevratı arkalarına atıp bir taraftan Süleyman aleyhisselâm mülküne, Devletini sureti idaresine dair diye ona yalandan bir takım küfriyyat isnad ederek o Şeytanların ılim nâmına nâsı aldatmak üzere sihir ta'lîm için küfr ile uydurdukları eserlerin, bir taraftan da sihir ve tılsımla iştigal edegelen Babilîlerden kalma Hârut ve Mârut hikâyeleri gibi şeylerin arkalarına düşerek karıyı kocasından ayıracak sihir ve tılsım arkasına düşmüşlerdi, dîni ve mu'cizeyi bir sihirbazlık addedenler de bunlara aldananlardı. Nesarâ da habîs ruhlu cinnîleri çıkarmak için cinlere ehemmiyyet vermişlerdi, cahiliyye Arabları da bütün bunların arasında çalkalanarak kendilerini sâhirlere, kâhinlere, cinlere kaptırmışlar, ve bir yere, tenha vadîye vardıkları vakıt oranın cinlerine sığınırlar ve bu suretle onların istîlâlarını artırırlardı. Bı'seti Muhammedî ile tarafı haktan tepelerine indirilen âteşîn alevler, âyetler onları yakmıya başlamıştı. Ki, işte bu Sûrede cinlerin hadlerini tanıtarak Allah’ın birliğini ve büyüklüğünü doğru ve ma'kul rüşd yolunu gösterip cinlerin yalanlarına ve tecavüzlerine sed çeken ve onları gökten inen şihablar gibi iştial ederek yakacak olan Kur’ân’ın hakkıyyetini ve onu getiren Peygamberin vazîfe ve galebe ve muvaffakıyyetini anlatmıştır ve onun için bu Sûreyi de Peygambere ilk nâzil olan Müzzemmil ve Müddessir Sûreleri ta'kıyb edecektir. İslâm uleması tarafından da cinlere dair bahisler yapılmış, eserler yazılmıştır. (.......) bu babda meşhur olan kitablardandır. Razî, tefsiri kebîrinde de cinlerin sübutuna ve mahiyyetine dair epiyce uzun ve kelâmi bir bahis yapmıştır. Burada ona dair de bir hulâsa yapmak muvafık olacaktır. Hakîm Farabî Fususul'hıkem nam eserinde Melâikeyi şöyle ta'rif etmiştir: Melâike, cevherleri ulûmi ibdaıyye olan suveri ılmiyyedir. Nukuş bulunan levhalar gibi değil, ulûm bulunan sudur gibi de değil, belki bizevatiha kaim olan ibda'î ılimlerdir ki, emri a'lâyi mülâhaza ederler ve onların hüviyyetlerinde mülâhaza ettikleri intıba' eyler. Ve onlar mutlaktırlar. Lâkin ruhı kudsiyye onlara yakazada muhatabe eder, Ruhı beşerîye de nevmde muhatabe eder. Mesaili felsefiyye ve cevabları namındaki risalesinde de Cinnin mahiyyeti hakkında sorulan suâle cevab olarak da Farabî demiştir ki, cinn, hayyi gayri natık, gayri mâ'ittir, ya'ni bir zî hayat ki, natık da değil, ölmez de. Bu ta'rif, insanın hayyi natıkı mâit diye ma'ruf olan haddinin tebeyyün ettiği taksimin iycabıdır. Ki, şöyledir: hayy, ya natıkı mâittir ki, o insandır. Veya natıkı gayri mâittir ki, o melektir. Veya gayri natıkı mâittir ki, o behayimdir. Veya gayri natık, gayri mâittir ki, o da cindir. Bunun üzerine sâil dedi ki, Kur’ân’daki (.......) kavli ilâhîsi buna münakızdır. Zira gayri natık olan nasıl dinler ve nasıl kail olur? Fârabî buna cevaben demiştir ki, münakız değildir. Zira hayy hayyolmak haysiyyetiyle onun için semı' ve kavil mümkindir. Çünki kavil ve telâffuz, nutuk denilen temyizin gayridir. Behayimden bir çoğunu görürsün ki, hayy olmakla beraber kavli yoktur. İnsanın sesi de bu mekatııyle onun için bu nevi'de hayy olması haysiyyetinden tabiîdir. Cinn envaından her nev'ın savtine diğer nevi'lerden olan gayrisinin savti yetişmediği gibi bu mekatı ile insanın savti de sair hayvan nevi'lerinin esvatine muhaliftir. Gayri mâit dememize gelince Kur’ân ona delâlet eder. Bunun hasılı kavlin nutuktan eamm ve nutkun insana mahsûs olmasıdır. Netekim mantıkta kavli melfuz ve ma'kul diye ikiye ayırırlar. Lâkin insanın ta'rifinde ki, nutuk kavli melfizmudur? Yoksa mantıkmıdır? Fârabî bunu melfuza hamletmiş oluyorki bu nokta zaıyftir. Saniyen, âyet ile istidlâl eksiktir. Çünkü bu âyetin diğer yerinde (.......) vardır. Demek ki, Farabî esas ı'tibariyle cinni inkâr etmemiş, mahiyyetini bile ta'rife kadar gitmiştir. Ancak gayri mâ'it demesinde isabet olmadığı gibi gayrinatık demesinde de isabet etmemiştir. Hadditamm ile ta'rif etmek isteyeceğine haddinakıs olarak hayyı maiti hafî deseydi yanılmamış olurdu. İbn-i sîna Hudud risalesinde cinn, eşkâli muhtelifede teşekkül eder bir hayvanı hevaîdir diye ta'rif etmiş ve sonra da « (.......) = bu ismin şerhidir» demiştir. Fahri razî de bunu inkara hamlederek cinnin sübut ve nefyinde nâs eski ve yeni ihtilâf etmiştir. Felasifenin ekserinden zâhir olan inkârdır. Çünkü Ebû Aliyy İbn-i sînanın bu ta'riften sonra (.......) demesi bu ta'rif, bu lâfızdan murad olunan ma'nayı şerhtir. Bu hakikatın haricde vücudu yoktur demeğe delâlet eder deyip isbatı için tafsîlâta girişmiştir. Çünkü haddi ismî, yalnız ismin mefhumunu şerh eder. Müsemmanın mahiyyetini şerh eden haddi hakikî gibi vücuduna delâlet etmez. Lâkin bundan ademine delâlet ma'nası çıkarıp da inkâra haml eylemek de doğru olmaz. Zira maksad, müsemmasının gizli olduğu için haddi hakikî ile hakikatini ta'rif kabil olmadığını söylemek de olabilir. Razînin tahkikına göre: Erbabı milelin cümhuru cinnin varlığını i'tiraf etmişler. Kudemai felâsifeden ve ashabı ruhaniyyâttan bir çoğu da ona ervahı süfliyye demişler ve ervahı süfliyyenin icabette daha çabuk fakat zaıyf, ervahı felekiyyenin ise icabette ağır fakat kaviy olduklarını zu'meylemişlerdir. Ve cinnin subutuna kail olanlar mahiyyeti hakkında ikiye ayrılmışlardır: bir kısmı; ne cisim ne de cisme hulûl eden cismanî olmayıp binefsiha kaim cevahiri mücerrede olduklarına kail olmuşlar ve demişlerdir ki, bunların ne cisim ne de cismanî olmamaları, Allah’a müsavî olmalarını istilzam etmez, çünkü ne cisim ne de cismanî olmamak sülûbdur. Sıfatı selbiyyede iştirâk, hakikat ve mahiyyette iştiraki iktiza etmez. Netekim a'raz, bir mahalle ihtiyacda müsavî olmakla beraber mahiyyetleri muhteliftir. Ba'zısı hayırlı, ba'zısı şer, ba'zısı hoş ve sevgili, ba'zısı da alçak ve hasîstir, kimisi iyi işlere yarar, kimisi de kötü işler yapar, bunları düşünebilmek için en yakın misal insanın nefsi natıkasiyle onun beden üzerindeki ef'alidir. Bir şuurdan bir hareket hasıl olabilir. Bu kısımdan ba'zıları da demişlerdir ki, cinn, beşerin bedenlerinden muharekat etmiş olan ruhları ve nefsi natıkalarıdır. Bedenlerinden ayrılmakla ruhanî âlemde inkişaf ederek kuvvet ve kemâlleri artar, ayrıldıkları bedene müşabih bir beden huduse gelince ona müşakelet sebebiyle o ayrılmış olan ruhun bu bedene bir alâkası bulunur. Ve bu suretle o ikinci bedenin nefsine ef'alinde ve tedbirinde muavenet eder, Zira cinsiyyet zamma ıllet olur. O ikinci nefis hayırlı nüfûstan ise ona muîn olan ruh. Melek ve o yardım, ilham olur, şirrir ise o muîn, Şeytan ve o iâne vesvese olur. Diğer kısım, cinlerin ecsam olduklarına kail olmuşlar ve bunlardan ba'zıları şöyle demişlerdir: cisimler, hayyiz: mekân, cihet, tul, arz, umk sıfatlarında müşterek olmakla beraber sıfatlarında müşterek olmakla beraber sıfatta iştirâk temamı mahiyyette iştiraki iktiza etmiyeceğinden bunlar cismiyyetin a'razından olur da hakikati olmıyabilir. Ve çünkü muhtelif mahiyyetteki şeyler ba'zı levazimde iştirâk edebilir ve cisimlerin latîf ve kesîf olarak taksim edilebilmeleri cismiyyet hakikatinde müşterek oldukları halde yalnız letâfet, kesâfet mefhumlariyle ayrılmış olmalarını iycab etmez. Ve şu halde cismiyyet mefhumu ecsam dediğimiz şeylerin hepsinde müştereki zatîsi olmayıp bir arazîsi olabilir, meselâ su mahiyyeti, buhar, mayi', incimad hallerindeki tehavvülâtta su hakikatinden çıkmak lâzım gelmiyeceği gibi bir şey de hakikatinden çıkmaksızın hem muhtelif cisimler halinde görünmek hem de cismiyyet onun bir arazîsi olup o cismiyyet mâverasında bir şey olarak bulunmak kabil olur. Bu suretle heva'î ba'zı ecsamı latîfenin mahiyyette sair heva'î cisimler envaına muhalif bir mahiyyette bulunması ve bundan ba'zı ef'ali acîbe zuhur etmesi tesavvur olunamıyacak bir şey değildir. Cinler de bu suretle muhtelif şekiller alabilir ve başkalarının gözüne bir şey görünmezken ba'zılarının gözüne ecsam halinde bir çok şeyler görünebilir. Maamafih diğer bir çokları bunu kabul etmemiş, ecsamın zikrolunan vasıflarla temamı mahiyyette müsavî olduklarına ve enva'a ayrılmaları ona munzamm olan ayrı vasıflarla olduğuna kail olmuşlar, bunlar da hayat hakikati noktai nazarından iki mezhebe ayrılmışlardır. BİRİNCİSİ, Eş'arînin ve cümhuri etba'ının kavlidirki: hayat için binye şart değildir. Hayat haddızatında tecezziy etmiyen bir hakikattir. Onun bir binye de tecelli etmesi haddizatında bir binyeye mütevakkıf olmasını ıktıza etmez. Bir binyede tecelli eden hayat, ne onun mecmuunda, ne de ayrı ayrı eczasının her birinde değildir. Cisim, cismiyyette müsavî olmak hasebiyle her cüz'iyle kaim olan hayat diğerinin misli olacağından bir şey'in hukmü mislinin hukmüne mütevakkıf olamaz. Öyle olsa mütekabilen o, ona o ona mütevakkıf olacağından nâmütenahî devir lâzım gelir, nâmütenahî zamanda bir hayat husule gelemezdi, bir arazın bir çok mahallere birden hulûlü de ma'kul değildir. Doğrusu büyük bir binyede tecelli eden hayat, basît bir tek cüzde de tecelli edebilir. Hakikat ı'tibariyle hayat, madde ve ecsamın bir tabiati değil, bir emri rabbanîdir. Onun için bir cüzde büyük büyük cisimler tecelli edebilir. Ve bir göz, ortada bir binye olmadığı halde, başkalarının görmediği bir cisim görebilir. Hattâ görmek için göz bile şart değildir. Allahü teâlâ murad ederse gözler kapalı iken bir parmak uciyle bile gösterebilir. Cinler de böyle binyesi olmıyan bir hayat kuvveti olmak üzere ecsamın herhangi bir cüz'ünde görünür veya görünmiyebilir. İKİNCİSİ, bu âlemdeki hayatta istikraların gösterdiğine göre binye de şarttır. Cinnilerin de cismanî bir binyesi olabilir, Lâkin bizim her binyeyi görmemiz lâzım gelmiyeceği gibi gördüklerimizin de her cüz'ünü görmediğimiz ma'lûmdur. Şu halde gözlerimizin önünde nice nice binyeler bulunurken biz onları görmiyebiliriz. Netekim mikropları alelâde bakışla göremediğimiz gibi, cevviheva içinde, hiç hislerimize ilişmeyen mevceler, ziyalar da bulunabilir, ve bunların bize uzak ve yakın, yüksek ve alçak olanları da bulunabilir ve biz bütün ecsamı ve bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri keşfetmiş değilizdir. Şu halde gerek ruhanî, gerek cismanî bakımdan bizim hislerimizden mestur mahlûklar bulunduğunu inkâr etmek doğru değildir. Böyle olmakla beraber cinleri isbat edeceğiz diye onların şeytanetlerine kapılarak onları nazarlarda haddinden ziyade büyütülmeğe ve onlardan gaybler, sirler öğrenmek sevdasiyle onların istîlalarına düşmeğe de kalkışmamalıdır, Onlara verilen kuvve insin idrakine verilen kuvveden yüksek değildir. Ve hepsi kutreti ilâhiyye önünde hiçtir. Onun için (.......) buyurulduğu üzere Allah’a cidden îman edenler onlardan korkmaz ve onların istîlâlarına uğramazlar, Kur’ân’ın nuru onları yakar. Bu Sûre bu hakikatleri anlatmış ve cinlerin vücudunu ve mes'uliyyet ve mükellefiyyetlerini ve İnse alâka ve müşabehetlerini haber vermekle beraber hepsinin bir vahdet arz edecek mahiyyette olmayıp dilim dilim, boy boy, fırka fırka ayrılmış olduklarını ve toplansalar bile Allah’a ve Allah’ın emrine karşı bir şey yapmaktan ve gaybi bilmekten âciz ve onların fitne ve imtihan meydanlarında mahkûm bulunduklarını bildirmiştir. Gerek Sûre-i Ahkafta gerek bu Sûrede bir takım cinnin Peygambere gelip Kur’ân dinledikleri ve ona îman ile cem'ıyyetlerine dönüp nasîhat ederek da'vet eyledikleri zikr ü beyan olunmuş olduğunda şübhe yoksa da Peygamberin onları görüp görmediği hakkında rivayet muhteliftir: 1 - Sa’îd İbn-i cübeyrden, İbn-i Abbastan rivayet olunduğuna göre Resulullah cinlere karşı okumamış ve onları görmemişti, ancak Resulullah bir kaç nefer Ashabı ile Sokıukâza giderken Nahle nam mevki'de sabah namazı kıldıkları esnada okuduğu Kur’ân’ı cinnîler dinlemişti, o sırada Şeytanlar Sema haberleri alamaz olmuş ve üzerlerine şihablar saldırılmıştı, herhalde yeni bir şey hadîs olduki sizinle Sema haberleri arasına hail oldu, Arzın şark u garbına gidin bakın bakalım o hâdis olan nedir? Demişler ve bu sebeble şark u garbı araştırmağa başlamışlardı, Tihame tarafına giden takım sokı ukâza gitmekte bulunan Peygamberin nahlede Ashabiyle sabah namazı kılarken okuduğu Kur’ân’ı işidince varıp dikkatle dinlemişler, dinleyince de işte bu size Sema haberine hail olan demişler, hemen orada kavımlarına döndüklerinde (.......) demişlerdi, Allahü teâlâ bunun üzerine Peygamberine (.......) Sûresini indirdi, cinnin dedikleri Peygambere ancak vahy olundu (.......) Tirmizîde ve İbn-i Cerîr tefsirinde bu rivayetin başında: (.......) fıkrası vardır. Lâkin Buharîde o fıkra yoktur, ancak sonunda (.......) vardır. Abd İbn-i Humeydin, Mihran, Süfyan, Âsım tarikıyle verkadan rivayetinde de Zevbea rehtı ve ashabı, Mekkeye gelmiş Peygamberin kıraetini dinlemişler sonra gitmişlerdi (.......) budur. Onlar dokuz idiler, Zevbea da içlerinde idi, Dahhâkten rivayette de İbn-i Abbastan rivayet vechile ilek gönderilen nefer Nasıbiyn ehlinden idi, Nasıbiyn Yemende bir arzdır ve onlar cinin eşraf ve sâdatıdır. İblîs onları Tihame ve Yemen havalîsine göndermişti, onlar vadî üzere Nahle vadîsine gelmişlerdi ki, Nahle vadiden iki gecelik mesafedir, orada Peygamberi sabah namazı kılarken buldular, Kur’ân okurken işittiler, huzuruna geldiklerinde biribirilerine susun dediler, namaz bitince de kavımlarına mü'min olarak dönüp gittiler, Peygamber onları bilmiyordu, Allahü teâlâ (.......) indirinceye kadar Peygamberin onların gönderilmiş olduklarından haberi bile yoktu (.......) Bir rivayette de bunlar Şeysabandan idiler ve onlar cinnin adedce en çoğudur. İblisin cünudunun çoğu onlardandır (.......) 2 - İbn-i Mes'ud rivayetidir: demiş ki, aleyhissalâtü ves-selâm «ben cinne Kur’ân okumakla emrolundum, beraberimde kim gider?» Dedi, sükût ettiler, ikinci kere söyledi yine sükût ettiler, üçüncüde yine söyledi, ben «Abdullah maıyyetinde giderim ya Resulullah» dedim, bunun üzerine kalktı, İbn-i ebî Düb Şıbinin yanında Hacûne gelince benim üzerime bir hat çizdi, bunun tecavüz etme dedi, sonra Hacûne doğru geçti, derhal üzerine doğru keklikler gibi uçuştular, sanki Zut ricaline benziyorlardı, kadınların def çaldıkları gibi deflerini çalıyorlardı nihayet onu sardılar, gözümden gaib oldu hemen kalktım, bana eliyle otur diye işaret etti, sonra Kur’ân okumağa başladı, gittikçe sesi yükseliyordu hepsi yere yapıştılar, o derece ki, seslerini işidiyordum da kendilerini görmüyordum, sonra bana avdet buyurduğunda «gelmek istedin değil mi?» dedi, «evet ya Resulullah» dedim, «o sana gerekmezdi, onlar cinn, Kur’ân dinlemeğe geldiler, sonra da kavımlarını inzar etmek üzere döndüler, benden azık istediler, ben de onlara kemiği azık ettim, kemikle, deve gübresiyle kimse taharetlenmesin» buyurdu (.......) İbn-i Mes'ud Hazretleri mes'elede daha salâhiyyetdar olmakla beraber İbn-i Abbas Hazretlerinden rivayet tarıkleri sahih ve kuvvetli olması ve Sûrenin cereyanı da buna muvafık görünmesi hasebiyle bu rivayetlerin birin tercihten ziyade tevfikı cihetine gidilmesi daha muvafıktır. Bir çokları vak'anın teaddüdüne zâhib olmuşlardır. Evvelâ İbn-i Abbasın dediği gibi olmuş, onun üzerine Allahü teâlâ Peygambere bu Sûreyi vahy edip onların dilediklerini ve dediklerini haber vermiş, sonra da İbn-i Mes'udun rivayet ettiği gibi onlara çıkmasını da emir buyurmuş olabilir. Çünkü İbn-i Mes'ud rivayetinde bu Sûrenin inzâli zikredilmemiştir. Bir de Sûre-i Rahmanda geçtiği üzere Peygamberin o Sûreyi de cinlere okuduğu geçmişti, muhaddisler cinn ifadesinin altı kerre olduğuna hadîslerin delâlet eylemekte olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan vak'a bir olduğu halde bile Resulullah bu vakta kadar cinleri ne görmüş ne de onlara cinciler gibi bir şey okumuş, fakat bu kerre onlara Kur’ân okumakla emr olunmuş, lâkin onların kavımlarına varıp söylediklerini bilmemiş, bu cihet kendisine tarafı ilâhîden vahy ile haber verilmiş demek olur. Fil'hakîka İbn-i Abbas rivayetinin en mühim nüktesi cinnin bu sûrede haber verilen sözlerini onlar söylerken Peygamber kendilerini görerek onlardan dinlemek suretiyle bilmiş olmayıp Cinlerin bu sözleri onun gıyabında söylenmiş olduğu halde Allahü teâlâ Peygambere vahy ile bildirmiş bulunduğunu anlatmasıdır. Buharînin rivayetinde nefyi rü'yet mezkûr olmayıp yalnız (.......) denilmesi bu ma'naya tenbih olduğu gibi (.......) buyurulması da temamen bunu nâtıktır. Yoksa (.......) buyurulmak lâzım gelirdi. Bu sözlerini söylerlerken onları görmemiş ve dinlememiş olması ise hiç görmemiş olmasını ıktiza eylemez. İbn-i Mes'ud rivayeti de Peygamberin bunları cinlerin kendilerinden dinlediğini söylememiş, ancak Peygamberin onlara karşı Kur’ân okumağa me'mur olduğunu ve vak'ada kendisinin de hâzır bulunup onları Peygamberin etrafında nasıl gördüğünü anlatmıştır. Demek aradaki en farklı cihet Peygamberin cinni mutlaka görüp görmemiş olması mes'elesidir. İbn-i Abbas rivayeti alel'ıtlak değil, bu vak'aya kadar ve bu sözleri söyledikleri sırada görmemiş olduğunu anlatıyor. Böyle olmasa bile, müsbit nâfiye müreccah olduğundan, bu hususta İbn-i Mes'ud rivayeti tercih olunmak lâzım gelir. Hem Cebraili gören ve hatta İbn-i Abbasın kavlince Mi'racda rabbini gören Resulullahın cinleri, Şeytanları hiç görmemiş olması ma'nâsız olur. Demek ki, İbn-i Abbasın (.......) demesi sâbit olduğuna göre de muradı Peygamber bu sûredeki sözleri cinlerden dinlemedi ancak Allah tarafından vahy ile bildirildi demektir ve Peygamberin bı'setiyle cinlerin, Şeytanların idlâllerine karşı bir sed çekilmiş olduğunu anlatmaktır ki, bu Sûrenin ruhuna temamen muvafıktır. Netekim İbn-i Mes'ud rivayetinin sonunda cinlere azık olarak kemik atılmak fıkrası da onların hakaretini beyandır. Zevbea, lügatte kasırga demektir. Bir de kasırga gibi bir nevi' Cinn veya Şeytan ismi olduğu zikrolunmuştur. Şeysaban dahi Kamusta erkek karınca, karınca yuvası, Cinden bir kabîlenin ve bir Şeytanın ismidir. Kamusşerhinde, Şeytanı racîmin ismi denilmiştir. Demek ki, zevbea da kasırga gibi hevaî bir ıhtilâl cereyanı Şeysabanda da hurde ve mıkroblar gibi bakteriyolozik bir gizlilik vardır. Nasıbiyn de Musul tarafındaki Nasıbîn değil, Yemende cinniyle meşhur bir mevkı' imiş. Ehli Nasıbiyn ta'biriyle mahal ta'yin edilmesinde de bunların mukabili olmakla beraber İnsten eamm olan alelıtlak insan mukabili bir cinn olmadıklarını andıran bir ma'na vardır. (.......) kavlinden zâhir olan da bunların rical suretinde temessülüdür. El'ilmü ındallah. Âlûsînin İbn-i Teymiyyeden nakline göre Cinn kıssası hicretten üç sene evvel vâkı' olmuştur. Vakıdî de nübüvvetin on birinci senesinde olduğunu söylemiştir. 1Deki vahy olundu bana hakıkat bir takım cinnin dinleyip de şöyle dedikleri: inan olsun biz acâib bir Kur’ân dinledik (.......) Biz bir tek kişiye de nefer deriz, Arabca da ise meşhuru üçten ona kadardır. Âlûsînin beyanına göre fasîhte ondan yukarıya ıtlak olunur. Erlere hattâ İnse de mahsus değildir. Çünkü burada cinne de ıtlak olunmuştur. Mücmelde demiştir ki, Reht ve nefer, kırka kadar kullanılır, aralarında fark: reht, bir Ataya raci' olurlar, neferde ise öyle değil, nefer, kavme de ıtlak olunur ki, (.......) kavli celîli bundandır. İmamı Kirmanî de neferin urfi lügatte diğer bir ma'nası vardır: Recül (er) demiş ve bir hadîsi sahîhin bu ma'na ile tefsir olunduğunu söylemiştir. Demek ki, bizde nefer bu ma'nadan gelmiştir. (.......) Bu (.......) kıraetlerin hepsinde bil'ittifak üstün okunur. Çünkü cümle (.......) nin naibi fa'ili mevkıindedir. Buna ma'tuf olanlar böyle feth ile okunmak lâzım gelir. Zamir, şandır. (.......) Bu (.......) mekuli kavl olduğundan bütün kıraetlerde esre okunur. Buna ma'tuf olanlar da meksûr okunmak lâzım gelir. 2Rüşde irdiriyor, biz de ona îman eyledik, rabbımıza hiç kimseyi şerik koşmıyacağız 3Ve doğrusu o rabbımızın şanı çok yüksek, ne bir arkadaş edinmiş ne de bir veled (.......) bu sûrede bu ve maba'dindeki (.......) lerin atfı, mühim mes'eledir. Kıraetlerin ba'zısında üstün ba'zısında esre okunmuştur. Ba'zılarında esre ba'zılarında fetha okuyanlar da vardır. Esre okunan kıraetlerde (.......) üzerine ma'tuf olduğu açıktır. Şöyle söylediler, şöyle söylediler demektir. Fetih ile okunmasında ise ki, - bizim hafs kıraetinde ve mushaflarımızda böyledir - bunda incelikler vardır. Ba'zısı (.......) deki (.......) nin mahalline veya (.......) takdiriyle (.......) zamirine ma'tuf. Olup «dinledik de ona ve şu hakîkatlere îman ettik» demek olur. Bu suretle bunlar da Cinlerin kelâmı cümlesine dahil bulunur. Arada ve sonunda ba'zıları da (.......) daki (.......) üzerine ma'tuf olur ki, onlar Cinnin kelâmından hikâye olmayıp doğrudan doğru tarafı ilâhîden vahyolunan kelâmlar cümlesinden olarak mülâhaza edilmek lâzım gelir. Netekim (.......) böyle doğrudan doğru vahy olduğu için kıraetlerin hepsinde feth ile okunmuştur. Arada (.......) sonra (.......) iki veche muhtemildir. Biz bunları mealde doğrusu ve hâkikat ve filhakika ta'birleriyle göstermeğe çalıştık ve bütün bunlar da rüşdün ma'kul ve doğru yolun bir izahı vardır. CEDD, sahib Kamusun Besairde beyanına göre bu maddenin aslı düz erazîyi baştan başa kat' edip geçmek ma'nasınadır. Sa'y-ü cehde ve elbiseyi kesib biçmekle lâzımı olan yeniliğe ve gece gündüz kat'ı mesafe zımnında mu'în olan feyzı ilâhî; baht, gına, nasîb şan ü azemet ma'nalarına ve bu münasebetle büyük babaya ıtlakı ondan müteferri'dir (.......) Bu vechile ced eyî baht, kadr-ü haysiyyet, nasîb ü kısmet ma'nalarına geldiğinden böyle bahtiyar kimselere ashabülcedd, zevülcedd veya mecdud denildiği gibi ululuk ve azemet ma'nasiyle de (.......) herkesin gözünde büyüdükçe büyüdü denilir, ve cimin zammiyle (.......) azim demek olur. (.......) olan Allahü teâlâya izafetle cedd, onun bütün kâinatı kat'etmiş olan ezelî şan-ü azemeti, gınayi zatîsi, bir de umumiyyetle kâinata ve hususiyyetle dilediklerine olan yüksek feyz-u ınayeti ma'nalariyle tefsir olunurki burada birincisi olmak zâhirdir. - 4Ve doğrusu bizim sefiyh, Allah’a karşı saçma söylüyormuş (.......) İblis, veya cins ma'nasiyle Cinnin mütemerridleri diye ma'na verilmiştir. - (.......) ŞETAT, hadden aşırı, haktan rüşdden uzak, saçma, ki, o, sefîhin Allâha eş ve veled isnad etmesidir. 5Ve doğrusu biz, İns ü Cinn Allah’a karşı asla yalan söylemez sanmışız (.......) ilh - o sefîhlerinin saçmasına bu vakta kadar ne sebeble aldanmış olduklarını beyandır. 6Ve doğrusu İnsten ba'zî rical Cinden ba'zî ricale sığınıyorlardı da onların istiylâlarını artırıyorlardı (.......) Bunun (.......) ye ma'tuf olması melhuzdur. Burada Cinlerin öyle yalan ve saçmalara cür'et etmelerinin vechi ve İnse tesallut edebilmelerinin sebebi anlatılmış oluyorki şudur: - (.......) İnsten bir takım rical, Cinden bir takım ricale sığınıyorlardı - böyle sığınma duâlarına, ta'vîzât ve efsûn namı verilir. Demişlerdirki: «bir adam tenha bir vadîde yatmak veya konmak geçmek istediği ve nefsine bir tehlükeden korktuğu zaman yüksek sesle «ey bu vadînin azîzi! Ben senin itaatinde bulanan süfehadan sana sığınıyorum» der ve bu suretle o vadîdeki cinnînin kendisini himaye edeceğini i'tikad ederdi, şübhe yok ki,, bu i'tikaddaki kimseler başı sıkıldıkça veya her hangi bir maksada irmek istedikçe işi, evvelâ Cinne sığınmak olur. Ebû hayyanın zikrettiği vechile Mukatil demiştir ki, Arabda Cinne Te'avvüz, Yemende bir kavımdan başladı, sonra Benî hanîfeye geçti sonra Arabda şayi' oldu (.......) Burada Cinn hakkında rical ta'birinin kullanılması şayanı dikkattir. Ba'zıları demiştir ki, Cinlere rical ıtlak olunmaz, bu âyette ricalin ikisindende murad ins ricali olarak ma'na şu olmak lâzım gelir. İnsten bir takım rical, Cinnin şerrinden bir takım İns ricaline sığınıyorlardı, meselâ bu vadînin Cinninden Hüzeyfeye sığınıyorum» diyorlardı, buna göre (.......) gibi beyaniyye olarak ricalin sıfatı değil, ibtidaiyye olarak (.......) ye müteallık mef'ulibih gayri sarihtir. Bu sığınış ise ölmüş veya diri bir adamın ismine ve ruhaniyyetine veya kâhinlere müraceat gibi fi'len kendisine müraceat suretiyle de olabilir. Bu ma'nada güzel bir ma'nadır. Bu surette cinnin erkekliğine dişiliğine delâlet eyler bir cihet yoktur. Lâkin Cumhûr (.......) lerin ikisininde beyaniyye olmasını zâhir görerek bu ayetin zâhiri cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğuna ve onların erkeklerine de rical ta'bir olunduğuna delâlet eyler demişlerdir. Şu halde hiç bir hayvanın erkeğine recül denilmediği düşünülürse burada İns mukabili Cinlerin başka bir hayvan olmayıp insanların içinde gizli mahlûklar olmaları iktiza edeceğini tefekkür etmek lâzım gelir. Bunun için biz, Cinn hakkında rical ta'birini hakikatleri i'tibariyle değil temessülleri i'tibariyle olmasına hamletmek istiyoruz. Hasılı İnsten bir takım rical, Cinden bir takım ricale her ne suretle olursa olsun sığınıyorlardı (.......) da o sığınan İns ricali Cinlerin kibr-ü tuğyanlarını artırıyorlardı.- REHAK, asıl ma'nasında gaşy etmek, sarıp bürümek demek olduğu gibi bir adamın arkasından yaklaşıb çatmak ma'nasına ve sefahet, ya'ni hafiflik ve hamakat ma'nasına, ve şerr-ü şur, zulm-ü vefa irtikâb etmek ve muharremat ve menhiyyata dalıp hep onunla uğraşmak ma'nalarına geldiğinden burada müfessirîn; ism, cür'et ve tuğyan, sefahet, şirret, kibr-ü utüvv ma'nalarına tefsir etmişlerdir. Ya'ni o adamlar Cinlere sığınmakla Cinleri şımartıyor, onların sefahat ve tuğyanı cesaretlerini artırıyor, Bu seseble mütemerrid cinler de Allah hakkında bile yalanlar uydurarak Cinn ve İnse zulm-ü tesallutlarını artırıyorlardı. İnsanlar onlara sığınarak kurtulmak isterlerken o suretle onlara yüz verip daha ziyade tuzaklarına düşüyorlardı: Demek ki, insanlara fenalığı Cinlerden ziyade asıl kendileri yapmış oluyor. Cinler, inse yine İns vasıtasiyle zarar yapıyorlar. Onları âlet ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak tesallut ve istiylâlarını artırıyorlar, şu halde insanlar yalnız Allah’a sığınsalar da cinlere hiç ehemmiyyet veremeselerdi Cinler onları saramazlardı Cinn-ü İnsin Allah’a karşı böyle yalan ve tuğyanlarına sebeb olan sefatlerinden birisi de 7Ve doğrusu onlar sizin zann ettiğiniz gibi zann etmişlerdi ki, Allah ebedâ hiç bir kimseyi ba's etmiyecek (.......) bunun atfında da iki vecih muhtemildir. Cinnin birbirlerine sözlerini hikâye olduğuna göre (.......) zamiri İnse (.......) hıtabı Cinnedir. (.......) ya ma'tuf olarak doğrudan doğru vahy olunan kelâmi ilâhî olduğuna nazaran (.......) zamiri Cinne, hıtab İnsedir. Bu makamda âyetlerin böyle bir aşağıye bir yukarıya atfında iki tarafa çakan şimşek gibi bir yaldırayış ve bu suretle bir taraftan anlatılan zann mefhumundaki çalkanışa bir taraftan da onlara saldırılan şihabların parıldayışına tam bir mütabekat belagatı vardır. Ya'ni ey o Cinlere sığınan insanlar o Cinler de sizin gibi zannetmişlerdiki, yâhud ey o Kur’ân’ı dinlemiş olan Cinler o size aldanan insanlar da sizin gibi zannetmişlerdiki - (.......) Allah ebeden hiç kimseyi ba'setmiyecek - ya'ni âleme hakk-u savabı anlatır, sizlere haddinizi bildirir, yalanlarınıza, tuğyanlarınıza karşı başlarınıza ateşler yağdırır bir Peygamber, bir Resul göndermiyecek zannetmişlerdi. Burada Ba'sin Âhırette ölüleri diriltip herkesin cezalarını vermek ma'nası da melhuz ise de murad Dünyada vaki' olan Peygamberin bi'seti olduğuna gelen âyetler anlatmaktadır. Zira Cinler o zanlarının butlânını ve bi'sete iymanlarının sebeb ve delilini şu tecribeleriyle anlatıyorlar. 8Ve doğrusu biz o Semayı yokladık da onu öyle bulduk ki, şiddetli muhafızlar ve şihablarla doldurulmuş (.......)esasen lems dokunmak, elle yoklamaktır, semayı yoklamak taleb ve iltimas ile arıştırmak istemek, sınamak ma'nasına mecaz olduğu beyan olunuyor. HARES, bekçi ve muhafız demek olan hârisin cem'i, hadem hadim gibi. ŞÜHÜB de şihabın cem'idir. Şihab, esasen ateş alevi, (.......) gibi. Bundan Semada yıldız kayar gibi kayan parıltılara da isim olmuştur. Ma'nanın hasılı şu oluyor: biz îman ettikki: Allah kimseyi ba's etmiyecek, etmez zannı yanlış imiş, biz yüksek bir kimsenin ba's olunduğunu anladık, çünkü biz Semayı o yüksek âlemi yokladık da onu şiddetli hârisler, kuvvetli muhafız Melekler ve atılmağa müheyya ateşîn alevler, şihablarla doldurulmuş bulduk 9Ve doğrusu biz ondan dinlemek için ba'zî mevkı'lere otururduk, fakat şimdi her kim dinliyecek olursa onun için gözeten bir şihab buluyor (.......) ve ma'lûm ki, biz o Semadan dinlemek, haber almak için ba'zı meclislere otururduk - ya'ni ba'zı mevki'lerden terassud eder, gizli Sema haberleri alır onlarla halkı şaşırtırdık - (.......) fakat şimdi her kim dinlemek isterse onun için râsıdlar halinde gözliyen, yakmağa müheyya bulunan bir şihab, parlak bir alev buluyor. - O Kur’ân’ın ve onu okuyan zatın karşısında Cinn ve Şeytan böyle eriyecek bir vaz'iyyette kalıyor, işte Allahü teâlâ böyle bir kimse ba'setmiş ve âleme böyle tehavvül vermiştir. Burada ekseriyyetle şihabın zâhirî ma'nasında israr ediliyorsa da biz bu israrda ma'nayı tecessüm ettirmekten başka bir fayda görmüyoruz, asıl murad nurı nübüvvet ve ayatı Kur’ân ile hâkikat âleminde parlatılan ve efkârı bâtıleye karşı fırlatılan ateşîn inzarları anlatmak olması daha yüksek bir ma'na olduğu kanaatindeyiz. Zira hadisatı cevviyyeden olan o şihabların bi'seti seniyyeden evvel dahi ola geldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor. Bi'seti seniyye esnalarında denildiği gibi fazla bir çok şıhab yağmurları olmuş ve bunlardan müneccimler, kâhinler, Şeytanlar korkup türlü ma'nalar çıkarmağa çalışmış olsunlar. Fakat bu vechile onlardan Sema haberleri kesilmiş değil, bil'akis çoğaltılmış ve istiraki sem'a daha ziyade meydan verilmiş demek olmaz mı? Halbuki İbn-i Abbas Hazretlerinin söylediği ve bu âyetin de anlattığı ma'nâ bu şihabların onlardan haberi Semâyı kesmiş ve Semâ kapılarını birer zâbıt olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise onların ma'neviyyetlerini, yalanlarını, sefahet ve tuğyanlarını yakan hâkikat şihablarını anlatıyor ki, onlar Semâi Muhammedîden parıldıyan ateşîn âyetler ve mu'cizelerdir ki, onun karşısında İns ü Cinn Şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur. Bu tecribeleri yapmış olan cinler, artık eskisi gibi gaybdan dem vurmağa, istıkbalden haber vermeğe kalkışmayıp yalan söylemiş olmaktan sakınarak ilerisi hakkında iymanlarını şöyle anlatıyorlar: 10Ve doğrusu biz bilmeyiz o Arzdaki kimselere bir şer mi irade edilmiştir, yoksa rabları onlara bir hayır mı murad etmiştir (.......) ve inandık ki, doğrusu biz bilmeyiz: - Bizim dirayetimiz yetişmez (.......) Arzdaki kimselere bir şer mi murad edilmiş (.......) yoksa rabları onlara bir hayır, bir muvaffakiyyet mi murad eylemiştir. - Ya'ni evvel yaptığımız gibi gaybden dem vurmağa kalkışmayalım, biz gaybi, Allah’ın takdirini bilmeyiz, o Allah’a aiddir. Binaenaleyh bu kerre de o Semânın mahfuziyyetinden, o şihabların parlayışından yerdeki kimseler, İns ü Cinn korunup da hayır mı gösrecekler yoksa korunmayıp da ateşlere yanarak zarar mı görecekler orasını Allah bilir. Bu babda bize düşen kendimizi düşünmektir. Bizim bildiğimiz ve anladığımız şudur ki, 11Ve doğrusu bizler: bizlerden salih olanlar da var, olmıyanlar da var dilim dilim tarikatler olmuşuz (.......) doğrusu bizler: biz cinler içinde salihler de vardır - onlar îman edip hayra irmeğe salih ve müste'itdirler. (.......) yine içimizden öyle olmayan aşağılıklar da vardır. - Onların hayra irmesi pek melhuz değildir. (.......) biz tarikat tarikat, yol yol (.......) kıdde kıdde, sırımlar gibi dilim dilim, fırka fırka olmuşuz - ya'ni hepimiz bir yolda müttefık değiliz ki, hakkımızda alelitlak hayır veya şer diye bir huküm verilebilsin 12Ve doğrusu biz anladık ki, Allah’ı Arzda acze düşürmemize ihtimal yok, kaçmakla da onu asla âciz bırakamayız (.......) burada zann, cezmi nefs ile ılim ma'nasınadır. Ya'ni o Kur’ân’ı dinleyen ve o tecribeleri görüp buları söyleyen biz cinler şunu anladık (.......) ki, Allahü teâlâyı Arzda asla âciz bırakamayız. - Arzın neresinde olursak olalım, ne kadar gizlenirsek gizlenelim, gerek böyle muhtelif kalalım, gerekse muttefık olalım herne yapsak Allah’a karşı koyup da ondan kurtulmamıza imkân ve ihtimal yok - (.......) ve ondan kaçmakla da kurtulamıyacağız. - Arzda kalmayıp da Semaya kaçacak olsak yine onu âciz bırakamayacağız kendimizi ondan kurtaramıyacağız. Ona îman ve itaat etmedikçe nerede bulunsak bizi yakacak. Biz bunu bittecribe anladık (.......) ve bize bunu anlatan o hüdayı, o rüşde irdiren hidayet rehberi Kur’ân’ı veya Peygamberi dinlediğimiz vakıtda (.......) ona îman ettik - îman etmekte hiç tereddüd eylemedik. (.......) Bundan böyle her kim rabbina îman ederse, ya'ni onun birliğini ve büyüklüğünü tanır, indirdiklerini tasdîk eyler, azâbından korunur, ona sığınırsa (.......) artık, o ne bahısten korkar (.......) ne de rehaktan - ya'ni hakkı yenilmek, ecrinden bir şey zayi' edilmek suretiyle zulme de uğramaz, gerek İns, gerek Cinn başka birisi tarafından istiylâya uğrayıp zillete de düşmez, bu korkuların hiç biri kalmaz, çünkü Allah’ın şeriki yoktur, onun ızzet ve kudretine karşı gelecek kimse bulunamaz. Hulâsa ins-ü Cinne sığınanlar kendilerini kurtaramaz, ancak Allah’a îman edip de ona sığınanlar selâmete irer. Onun için insanlar cinne sığınmamalı cinler de sefihleri ve alçakları olan Şeytanlara uyup da insanları aldatmağa çalışmamalıdır. 13Ve doğrusu biz o hidayet rehberini dinlediğimizde ona îman ettik, her kim o rabbına îman ederse artık ne hakkı yenmek ne de istiylâ olunmak korkusu kalmaz 14Ve doğrusu bizler: bizlerden müslimler de var, haksızlar da var, müslim olanlar, işte onlar rüşd-ü savabı arıyanlardır (.......) Onunla beraber biz cinlerin içinden biz müslim olanlar, beyan olunduğu üzere Allah’ın birliğine îman ve itaatle selâmet yolunu tutanlar da var (.......) kasıdlar, ya'ni îman ve islâm yolundan sapıp da zulme gidenler de var (.......) fakat müslim olanlar işte onlar, hayr ü savabı arayan ve ona layık olanlardır-o halde o Semanın mahfuzıyyetiyle o bı'set ile onlar hakkında hayır murad edilmiş demektir. 15Amma haksızlar Cehenneme odun olmuşlardır (.......) amma kasıtlar: kâfirler, zalimler Cehenneme odun olmuşlardır - yanacaklardır, onlar hakkında da şer murad olunmuş demektir. 16Ve hakıkat o tarikat üzere istikametle gitselerdi elbette kendilerini bol bir su ile suvarırdık (.......) Bu (.......) den muhaffeftir, zamir şan, mahzuftür. (.......) demektir ve bu cinlerin kelâmından değil (.......) ye ma'tuf olarak doğrudan doğru vahyolunan kelâmı ilâhîdendir. Ya'ni o Cinn ve İns zikr olunduğu üzere hep o îman ve islâm yolunda bir tarikat üzere dos doğru gitselerdi (.......) elbette biz onların hepsine bol bir su sunardık.- Ya'ni bol rızıklar içinde yaşatırdık 17Ki, onları onun içinde imtihan edelim, her kim de rabbının zikrinden yüz çevirirse o onu gittikçe yükselen bir azâba sokar (.......) ki, onları onun içinde imtihan edelim - ya'ni öyle hepsi istikamet yolunu tuttukları halde de onları başıboş bırakıverecek değildik. Bu âlem, imtihan âlemi olduğu için bunun darlığı da genişliği de bir imtihandır. Mihnet içinde bir gayeye yürüyüştür. Fakat hep rızk darlığı içinde imtihan vermekle, genişlik içinde imtihan vermek arasında fark vardır. Onun için onlar o istikametle gitselerdi onları darlıklar içinde değil, bol bol rızıklar içinde imtihan eder o yüzden yükseltirdik. Lâkin onlar, o İns-ü Cinn öyle yapmadılar, çokları o nasîhati dinlemediler, ı'raz ettiler (.......) her kim de rabbının zikrinden, vahy ü nasîhatinden, ibadetinden ı'raz ederse o onu gittikçe yükselen bir azâbe sokar. 18Ve hakıkat mescidler hep Allah içindir, o halde Allah’ın yanında başka birine duâ etmeyin (.......) Bu da kıraetlerin hepsinde meftuhtur. (.......) gibi yıkarıya ma'tuftur. (.......) demektir. Ya'ni mescidler hep Allah’ındır. (.......) onun için Allah’ın yanında başka birine duâ ve ıbadet etmeyin, ancak Allah’a ıbadet edin. MESACİD, ma'lûm olduğu üzere mescidin cem'ıdir. Cimin fethiyle mescedin cem'ı de olur. Cimin kesriyle mescid secde ile namaz ve ıbadet için tahsıs olunmuş olan yerlerdir ki, lügaten müslim her milletin ma'bedeni şâmil olabilir. Urfte ehli İslâmın ma'bedine mahsustur. İmtiyazına tenbih için ismi mekânın şâz vezinlerinden olmak üzere meksûr okunarak kıyastan ayırd edilmiştir. Cimin fethıyle mesced ise secde ma'nâsına mimli masdar veya secde mevzıi', secde uzva ma'nâsına kıyasî ismi mekân olur. « (.......) = yedı a'zâ üzerine secde ile emr olundum» hadîsinde beyan olunduğu üzere bu yedi a'zâ, alınla burun, iki el, iki diz, iki ayaktır ki, alın ile burun bir sayılmıştır. (.......) gibi yukarılarda geçen bütün âyetlerde olduğu üzere burada da zâhir olan evvelki ma'nâ ile ıbadethanelerdir. Cumhurun kavli de budur. Yehûd ve Nesârâ havra ve kilîsalarında Allah’ın gayrisine de duâ ettiklerinden dolayı müslimanlara ıhlâs ile emr olunmuştur. Ancak bu Sûre nâzil olduğu zaman müslimanlara mahsus mescidler yapılmış olmadığı için burada mesacidi daha umumî ma'nâsiyle tefsir etmek üzere bir kaç vecih daha zikr olunmuştur: ki, şunlardır: «(.......) = Arz bana mescid ve tahur kılındı» Hadîs-i şerifine nazaran Haseni Bısrî demiştir ki, burada mesacid, Arzın bütün buk'alarına işarettir. Arzın hepsi Allah’ın mahlûkı olduğu için onların üzerinde halikının gayrisine secde etmeyin demektir. Yâhud mesced feth ile mimli masdar olmak üzere secdeler, ya'ni namazlar Allah’a mahsustur. Başkasına secde etmeyin demektir. Seıyd İbn-i Cübeyer de demiştir ki, secde a'zâları olan mescedler Allah’ındır, ya'ni Allah’ın mahlûkudur. Binaenaleyh onlarla Allah’ın gayrisine secde etmeyin, âkıl olan Allahdan başkasına secde etmez demektir. Atâ, İbn-i Abbastan burada mesâcidden murad Mescidi haramdır diye de bir rivayet söylemiştir. Bunun vechinde çünkü Mescidi haram bir çok mescidleri havi demektir. Bu suretle diğer mesacidin hukmü bu âyetin ıbaresinden değil, delâletinden anlaşılmış olur. Bunların her birinin bir vehci bulunmakla beraber en zâhir olan Cumhûrı ulemanın dediği vechile alel'umum ıbadethaneler demek olmasıdır. 19Ve filhakıka o Allah’ın kulu kalkmış ona duâ ederken üzerine keçeleneyazdılar (.......) burada (.......) Nâfı' ve Âsımdan Ebû Bekir kıraetlerinde kesr ile, Hafsta ve sair kıraetlerin hepsinde feth ile okunur. Kesr ile okunması Cinnin süzlerine atıftan deniliyor. Bu surette (.......) zamiri Cinlere raci' olmaz. Lâkin buradan bir tek âyeti arada Cinnin kavline atıfta yukarıki letafet görünmez onun için kesir kıraetinde vav atıf olmayıp tarafı ilâhîden istiynaf olması daha muvafık olur. Feth ile okunması ise vahiy cümlesine atıftır. Bu suretlerde (.......) zamiri Cinne veya Cinn ve İnse aid olur. Abdullah, Allah’ın kulu, bu, vahiy kendisine indirilmiş olan Hazret-i Peygamberin kendisidir. Allah’a ubûdiyyetini iyfada ihtısas ile bareber tevazuunu iş'ar için bu unvan ile tavsıf buyurulmuştur. Ya'ni bana şu da vahy olunduki: o Allah’ın kulu - Muhammed - kalkmış ona duâ ederken - ibadet ederken (.......) o kulun üzerine keçelene yazdılar - ya'ni o dinleyen Cinler ta'cillerinden kesret ve izdiham ile etrafına öyle toplandılarki az daha keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi, çünkü hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir duâ dinliyorlardı. Cinnin kelâmından olduğuna göre ise ma'na şu olur: Cinler kavımlarına şunu da söylediler: o Allah’ın kulu kalkmış Allah’a duâ ederken müşrik insanlar ona adavetle aleyhine öyle toplanmışlardıki az daha birbirlerine geçip keçeleneceklerdi. Katadeden merviy olan üçüncü bir ma'nâ daha vardır. Şöyleki: İns-ü cinn kâfirleri onun işini, kıyam ve da'vetini ibtal etmek için aleyhinde öyle toplanmışlardıki az daha birbirlerine keçeleneceklerdi. Fakat Allah onu herhalde muhafaza eder, düşmanlarına karşı muzaffer eyler. Bu ma'nâ iki kırate göre de muvafık ve (.......) mazmununa da mutabıktır. Ve her iki takdirde de Peygambere gıyabında cereyan eden zâhirî ve bâtınî ahval ve hissiyâtı ihbardır. Bundan sonraki emirler, âyetlerin sevkıyle de gayet mütenasibtir. Zira Buyuruluyor ki, 20De ki, ben ancak rabbıma duâ ederim ve ona hiç bir şerik koşmam (.......) De ki, ben ancak rabbıma duâ ediyorum ve ederim - ya'ni neye öyle üzerime veya aleyhime keçeleniyorsunuz? Sizin bana teaccüb veya adavet etmenize sebeb yok. Çünkü ben başka bir şey yapmıyorum ancak yaratan rabbıma ıbadet ediyorum, ve siz her ne yapsanız ben ancak ona duâ ederim (.......) ve rabbıma hiç kimseyi şerik koşmam - başkasından ne bir ümid umarım ne de korkarım 21De ki, haberiniz olsun ben size kendiliğimden ne bir zarar, ne de bir irşad yapamam (.......) zarar mukabili menfeat zikredilmek iktiza ederken gayy-ü dalâl mukabili olan rüşd zikredilmesinde bir nevi' ihtibâk san'ati vardır. Ya'ni ne bir kendiliğimden onu da yapamam, sizi yola getiremem. Eğer siz benim bir zarar etmemden korkarak veya bir men'feat ve irşad umarak üzerime toplanıyorsanız haberiniz olsun ki, ben size kendiliğimden bunların hiç birini yapmağa mâlik değilim onu rabbım yapar, ben ancak ona duâ ederim, onun için ondan korkun ve ne umacaksanız ondan umun ey İns-ü Cinn, de. Bu emir, gayrin şüunu hakkında, şu emir de kendinin şüunu hakkındadır: 22De ki, Allahdan beni kimse kurtaramaz ve ben ondan başka bir sığınacak bulamam (.......) De ki, beni Allahdan kimse kurtaramaz - ya'ni Allah (.......) buyururken ondan başkasına duâ ve ıbadet edecek, emrine muhalefet eyliyecek olursam Allah azâb eder ve Allahdan beni ne İns ne Cinn ne Melek ve başka birisi hiç kimse kurtaramaz. Onun için başkasına ıbadet ve duâ etmekte hiç bir fâide yok, büyük zarar vardır. Lâkin Allah murad ederse hiç birine zarar ettirmez hepsinin adavetinden korur, onun için ancak ona duâ ederim (.......) ve ondan başka bir sığınacak bulamam - gerek onun celâlinden ve gerek başkalarının adavet ve ızrarından sığınacak melce' ve penah ancak odur. Hepsi ona mahkûmdur. Duâ ve ıbadet ancak ona olur. O halde ben böyle olduğum gibi siz de öylesinizdir. Sizler de ne benden ne başkasından korkmayın ve bir menfeat ve irşad ümidiyle bana sığınmayın ancak rabbımdan korkun ve ona sığının. Burada bundan sonraki istisna mülâhaza edilmeden hukmedilecek olursa bu emirlerin zâhiri Peygamberden hiç bir ümid ve talebde bulunmak câiz olmıyacağını zanettirir. Netekim Vehhabîler duâda Peygamberle tevassülü, şefaat ya Resulâllah demeyi şirk addetmeğe kadar gitmişlerdi. Halbuki istisnadan evvel huküm sahil olmaz. Buna karşı evvelâ İns-ü Cinden şöyle bir suâl vârid olur. Peki iyi senden bir zarar gelmesin fakat bir menfeat ve irşad da ümid edilmiyecek ise bu emir ve da'vet ne oluyor. Sen rabbına duâ edeceksen et başkalarını neye çağırıyor, neye inzar ediyorsun? İşte böyle bir suâle meyda bırakmamak için buyuruluyor ki, 23Ancak Allahdan ve risalâtından bir tebliğ yapabilirim, her kim de Allah’a ve Resulüne ısyan ederse muhakakki ona Cehennem ateşi var, içinde ebedâ kalmak üzere onlar (.......) bu istisnâ yukarıki (.......) dan istisnâdır. (.......) de ya mecrur olarak karîbi olan lâfzai celâleye yâhud da kesre ile mansub olarak (.......) üzerine ma'tuftur. Size ne zarar, ne rüşd hiç bir şey'e malik değilim, ancak Allahdan tebliğ ve risalâtı müstesnâ, yâhud Allahdan ve risaletlerinden bir tebliğ yapmak işi müstesnâ. Ona malikim, Allah’ın Resulüyüm, onun emrini tebliğ vazîfemdir onu yaparım. Gerek zararınıza âid olsun gerek menfeatinize âid olsun Allah emredince size tebliğ ederim. Onun icrası ise ona âiddir. (.......) dır. İşte Peygamberden beklenecek olan budur. Elbette Allahdan kullarına Resul ve elçi olan zat (.......) emri mucebince kulları tarafından Allah’a risalet ile duâ ve niyaza dahi tevessül ve tevessut eder. Hattâ her mü'min, mü'min için duâ eder ve etmekle mükelleftir. Mü'minlerin biribirinden duâ talebi menhiy olmadığı gibi Peygamberden hasberrisale talebleri de menhiy olmaz, sebebi itmi'nan ve sekînet olur. Şübhe yok ki, bu istisnâ Peygambere çok büyük bir şan ve salâhıyyet vermiştir. O Allah’ın kulu böyle bir Resuldür. O gerçi kendiliğinden bir şey'e mâlik değildir. Fakat onu gönderen rabbı her şey'e mâliktir. Resulüne adavet eden rabbına adavet etmiş, mahabbet ve itaat eden de yine rabbına mahabbet-ü itaat etmiş olur. Bundan dolayı Resule ısyan Allah’a ısyan demek olduğu sarahaten anlatılmak ve âsîlere inzar şihabları fırlatılmak üzere şöyle tebliğ olunuyor ki, (.......) burada (.......) kaydi ısyanın şirk ve küfr ile ısyan demek olduğunu anlatır 24Nihayet o va'dolundukları şey'i gördükleri vakıt artık bileceklerdirki yardımcısı en zaıyf ve sayıca en aza olan kimmiş? (.......) halin delâlet ettiği mahzuf bir fı'le müteallıktır. Ki, şöyle demektir: Seni ve yardımcını zaıyf ve adedini az addeden o âsîler o fikr-ü ısyanlarında nihayet va'd olundukları o azâbı, o ebedî Cehennem ateşini görecekleri vakta kadar ısrar edebilirler. (.......) fakat onu gördükleri vakıt muhakkak bileceklerdir ki, (.......) yardımcısı en zaıyf ve sayıca daha az olan kimmiş? - Çünkü o zaman Allah’ın o ebedî azâbından kendilerini hiç kimse kurtaramıyacak, kendilerinin kuvvetli ve çok zanneden bütün o İns-ü Cinn âsileri kendilerinin ne kadar zaıyf ve hiç olduklarını anlıyacaklardır. O ne zaman? Denirse 25De ki, dirayet ile bilmem: yakınmı o size va'dolunan? Yoksa Rabbım onun için bir uzun gayemi yapar? (.......) burada (.......) nafiyedir. (.......) demektir. Ya'ni de ki, rabbımdan tebliğ olunmayınca dirayet ile bilmem (.......) yakınmı o sizin va'dolunduğunuz (.......) yoksa rabbım ona uzak bir gaye, uzun bir ecelmi yapar?- Herhalde olacağı tebliğ edildi lâkin yakınlığı uzaklığı tebliğ edilmedi o cihet gaybdır, 26O bütün gaybi bilir, fakat gaybına kimseyi ap açık agâh etmez (.......) o rabbım bütün gaybı bilir. - Gaybın izafîsini de bilir, mutlakını da bilir. GAYB, his ve ılimden veya ve vücudda hâzır olmayan demektir. Bir çok şeyler nefsel'emirde, vücudda âlemi şehadette hâzır olduğu halde birbirlerine nazaran gaib olunurlar. Bir def'a birine nazaran mevcud, mahsûs veya ma'lûm, hâzır, diğerine nazaran mechul ve gaib olur. Meselâ bir kişinin kalbindeki kendisine nazaren hâzır olduğu halde başkasına nazaran gayb olur. Ve o kalb onun, başkasına nazaran gaybıdır. Netekim (.......) bir ma'naca (.......) diye tefsir olunmuştur. Lâkin gaybı mutlak değil, gaybı izafîdir. Haddi zatinde mevcud ve hâzır olduğu için doğrudan doğru veya delâil ve emaratından bilinmek şanıdır. Henüz vücuda gelmeyen ve delâil ü emaratı da bulunmayan ba'zılarına nisbetle gayb olanları bildiği gibi henüz vücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona nazaren gayb yoktur. (.......) Fakat o kendi gaybına - ya'ni bütün kâinata nazaran gaybı mutlak olan ve bâtın isminin mazheri bulunan kendi ılmine kimseyi zâhir kılmaz - açık ve kat'î surette izhar edecek yakînî bir keşf ile muttali' kılmaz. Onun için ne İns, ne Cinn, ne Melek, ne bir şey gaybı mutlakı yakînen bilemez, böyle olması gaybı nisbîye dair ba'zî ma'lûmat edinilebilmesine münafi olmayacağı gibi rü'ya, ilham, keramet veya hafî ba'zî esbab ile gaybi mutlaka dair ba'zî şeyler sezilebilmesine de münafi olmaz ise de bunların hiç birisi zann ve vehimden ârî tam bir keşf ve izhar ma'nasına yakînî bir ılim olmaz. Bundan dolayıdırki vakı'at üzerinde cereyan eden fennî istikraların, mantıkî istidlâllerin bile yarın için hukmü bir kıyastan ileri geçemez. Riyazî bir kat'iyyet ifade edemez. Zâhire nazaran mülâhaza yürütmek başka zâhir olmak yine başkadır. Allahü teâlâ henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybini kimseye zâhir kılmaz, izhar etmez 27İhtiyar buyurduğu bir Resulden başka, çünkü onun önünden ve ardından râsıdler dizer (.......) Ancak Resulleri içinden ıhtiyar edip dilediği bir Resul müstesnâ - dilerse ona gaybından ba'zî şeyler izhar eder. Henüz vücuda gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya risaletinin mebadîsi ve delilleri olan mu'cizeleri yâhud tekâlîf ve ahkâm ve mü'eyyidatı gibi risaletin erkân ve makasıdine müteallık ma'lûmat olur. Bu surette ise yine o Resul gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o Kıyametin herhalde olacağı bildirilmiş ise de yakınmı uzakmı ne zaman olacağı bildirilmemiş (.......) buyurulmuştur. Fakat o Resul kendisine gaybdan izhar olunan şeylerin, Cinn, Şeytan işi vehm-ü hayal olmayıp da Allah tarafından hakk olunduğunu nasıl bilir? Bunu izah için Buyuruluyor ki, (.......) çünkü Allah - onu izhar ederken (.......) o resulün önünden ve arkasından: her tarafından gözetecek bir takım râsıd Melekler dizer. Onlar, o risalet indirilip izhar olunurken ona gizli bir şey karıştırılmamak, Cinn, Şeytan gibi sokulup aldatabilecek sair mahlûkat tarafından müdahale olunamamak için gözetir, sokulmak isteyenleri balâda beyan olunduğu üzere ateşîn şihablarla yakarlar. Onun için o gizli bir noktası olmaksızın Resule açık bir surette mahfuz olara gelir. Ve ondan dolayıdırki o sırada Cinler, Şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o râsıdların dizilişinden uzaktan uzağa sezer kulak hırsızlığı kabîlinden bir şey çalmak ve bununla kehanet yapmak için sokulmağa çalışırlar. Lâkin yanaşıverenler onları yakacak bir alev, bir şihabı mübîn ve sâkıb ile recm-ü tard olunurlarki bu hassa risaleti Muhammediyyeye mahsus olan şıhab mu'cizesidir. Allahü teâlânın böyle râsıdlar dizmesine ne lüzum var, Cinne Şeytana sezdirmeden doğrudan doğru Resule izhar ediverse olmaz mı? Denilmesin, zira Allah o râsıdları şunun içi dizerki 28Bilsin diyeki onlar rablarının risaletlerini hakkıyle iriştirmişlerdir ve o onların nezdindekini ihata etmiş ve her şey'i sayısiyle ihsa buyurmuştur (.......) o Resul şunu bilsin - bütün şâhidleriyle mertebei şuhudda yakînen şuna ılim hasıl etsin (.......) ki, onu gaybinden kendine getiren elçiler, hakıkaten rabları olan Allahü teâlânın risaletlerini, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi hakkıyyle tebliğ etmişlerdir. (.......) ve onu öyle izhar edip gönderen Allahü teâlâ, gerek o râsıdların ve gerek o Resulün nezdinde olan bitenin hepsini ılmiyle ihata buyurmuş (.......) ve her şey'i adediyle, bütün tafsıylâtiyle zabt ü ıhsa eylemiştir. - İşte o Resul bütün bunları yakınen bilsin de ona göre vazîfesini iyfa etsin diye tarafından o râsıdları dizer. Sûre-i Hâkkada kasem edilen (.......) hakkında üç Sûre ile iyzahat verildikten ve Sûre-i Nunda (.......) ile tavsıf buyurulan Peygamberin kadr-ü hüvisyyeti ve vahyin sureti cereyanı anlatıldıktan sonra (.......) e âid olmak üzere vazîfesine mübaşereti emrine geçilmek üzere bu Sûreyi Müzzemmil Sûresi ta'kıyb edecektir. |
﴾ 0 ﴿