CİN

-Sûre-i Cinn Mekkîdir. Buna (.......) de denilir.

Âyetleri - Yirmi sekizdir.

Kelimeleri - İki yüz seksen beş.

Harfleri - Yedi yüz elli dokuz sayılmıştır.

Fasılası - yalnız (.......) harfidir.

Cinn, ismi cins, müfredi cinnîdir. İncillerde ve sair kütübi sâlifede, eski ve yeni milletlerde zikroluna gelmiştir. Frenklerin (genie), Latinlerin (genius) dedikleri de budur. Sûre-i En'amda (.......) buyurulduğu üzere Allah’ın gizli mahlûku olan cinleri müşrikler, ülûhiyyet derecesine çıkarıp Allah’a şerik koşmuşlardı ve o suretle Allah’a oğullar ve kızlar uydurup cehaletle onlara tapmışlardı ve Sûre-i Sâffâtta (.......) buyurulduğu üzere Allah ve Cinnîler beyninde bir neseb uydurmuşlar, ma'budların tevalüd ve tenasüllerine zâhib olmuşlar, bir takımları da Cinlerin gaybi bildiklerini i'tikad ederek o suretle onların tesallut ve istiylâlarına sebebiyyet vermişlerdi, bu bâtıl akîdeler müteaddid âyetlerde redd-ü ibtal olunduğu gibi bilhassa bu Sûrede Allah’ın birliği ve büyüklüğü ve Cinler hakkındaki yanlış ve mübaleğalı akîdelerin butlânı anlatılmak üzere Kur’ân’ın onlar üzerindeki te'siri ve Cinnin her ne suretle olursa olsun bir varlığı bulunmakla beraber onların da müslimi ve kâfiri, iyisi kötüsü bulunduğu ve maamafih Allah’a karşı hiç birinin hukmü olmayıp hepsinin âciz ve mes'ul olduğu ve hepsinin başına Kıyametin kopacağı ve Allah’a îman edenlerin onların şerlerinden kormaması lâzım geleceği ve onların İnse tesallut ve istiylâları yine İnsten bir takımları vasıtasiyle olageldiği ve Peygamberin bı'setiyle Cinlerin cehalet ve fetret zamanlarında oynadıkları rolleri oynıyamaz oldukları ve çünkü bı'seti Muhammediyye üzerine eskisi gibi sokulmak istedikleri yüksek mevkı'lerde kendilerini gözetliyen ve hulûllerine meydan vermiyen parlak ateşlerle karşılandıkları ve hâlâ buna inanmayıp fenalıklarında devam etmek istiyenler varsa da Allah’ın kudretine karşı onların hiç hukmü olmayıp Allah’a îman edenlere hiç bir zarar yapamıyacakları ve ancak kendileri helâk olup Cehenneme odun olacakları ve buna böyle îman etmiş Cinlerin ise fenalığa değil, hak ve savaba hizmet ettikleri ve binaenaleyh Allahdan başkasına duâ ve ıbadet edilmemesi ve Cinler gaybi bilir veya zarar yapabilir zannederek aldanılmaması ve Peygamberin de Allah’ın bir kulu olup Allah’ın emir ve izni olmayınca kimseye kendiliğinden ne menfeat ne zarar yapamıyacağı ve ancak Allahtan gelen risaletler dairesinde tebligat yaptığı ve Allah’ın gaybına kimseyi agâh etmeyip ancak dilediği bir resule tebliğ etmek için bildirdiği ve şu halde bunun da gaybi bilmek olmayıp kat'î olarak bildirmiş olan emirleri haber vermek demek olduğu ve her halde Allah’ın va'dleri yerini bulacağı ve Allahü teâlânın gizli açık her şey'i bütün tafsîlâtiyle temamen bildiği anlatılmıştır.

Sûre-i En'amda geçtiği, Ehli lügatin ve müfessirînin beyan ettiği üzere (.......) kelimesi, bu maddenin bütün iştikakında aslı bir şey'i histen setretmek ma'nasını ifade eder, «cennehu ve ecennehu» onu örttü, gizledi (.......) gece üzerini örttü bürüdü, cünne; kalkan ya'ni siper, cenîn; henüz doğmamış, rahimde mestur çocuk, yâhud kabir, cenan; bâtındaki kalb; cennet zemini örtmüş bağ ve bostan, yâhud da histen gizli bağ, cünun; nefs ile akl arasına hâil olmuş delilik, bütün bu kelimelerde ve ma'nâların da histen bir gizlilik ma'nâsı vardır.

İns mukabili olarak isti'mal olunan, ya'ni görülen ve mahsûs olan insan değil de onun his mâverasında bulunan zihnî tasavvuratı, tahayyülâtı, iradesi gibi ruhaniyyetle bir münasebeti olan gizli kuvvetler ma'nasına gelen cinn ismi Râgıbın Müfredatta beyanına göre iki vech ile söylenir:

BİRİSİ, eamm ma'nasıdırki ins mukabilinde havasstan mestur olan alelumum ruhanîlere denir, bu surette Melâike ve Şeyatin dahi bunda dahil olur. Her Melâike cindir, her cinn Melâike değildir.

BİRİSİ de cinn, böyle ruhanîlerin hepsi değil, ba'zısıdır. Çünkü ruhanîler üç kısımdır.

BİRİNCİSİ, hepsi ahyar, Melâikedir, yanlış iş yapmaz, insanı aldatmazlar, Allah’ın emrinden çıkmazlar.

İKİNCİSİ, hepsi eşrar, Şeytanlardır. İnsanı aldatır, şerre fenalığa çalışırlar.

ÜÇÜNCÜSÜ, ikisi ortası, hayırlısı da vardır şerlisi de, işte hass ma'nasiyle cinn bunlarda müteareftir. İşbu (.......) Sûresinde cinn, (.......) âyetlerinin delâletinden bunlar olduğu anlaşılıyor. Sûre-i Rahmanda geçen cânn ve cinn de bunlar demek oluyor. Cinnin cemaatine cinne denilir. (.......) gibi.

Nesarânın incillerinde cinn çıkarmaktan bahseden bir hayli kelâmlar vardır. Bu Sûrede de onlara ta'rîz eden noktalar, nükteler vardır.

Fransızca Larosta «genie» kelimesinde şöyle denilmiştir:

Bu isim (Demon «favarable = uyar şeytan veya Melek demek olan latince «genius» kelimesinden) eskilerin re'yince herkesin iyi kötü hayatına hâkim olan divinite ya'ni ülûhiyyet, lutin, ya'ni rü'yada hoş görünerek aldatan ruh, gnume, ya'ni Yehudî tılsımcılarınca Arzın sinesinde sakin olup ondaki defîneleri beklediği iddia olunan ve gnume denilen fevkattabi'a cüceler «Sylphe» silf, ya'ni kurunıvustada selt ve cerman asatîrinde havacinni, bir iş yapmak için meharet, zevk, meyli tabi'î, beşer zihninin vara bileceği en yüksek derece, cinn fikirlilik, deha' ve bununla muttasıf şahıs: dâhiy (.......)

Bundan Firenklerin de cinniye dair eski ve yeni telâkkîleri kısaca anlaşılmış oluyor. Bu da gösteriyorki müşrikler eskiden Cinleri ülûhiyyet derecesine çıkararak onları te'lîh ediyorlardı. Dev, peri, Melek, Şeytan, cinn namlariyle anılan hayr-ü şerr esrârengiz ruhanî mahlûkat veya muhayyelâtı türlü türlü ilâh tanıyarak onlara teabbüd eden ve suretlerini tasvir eden ve onların havaslarına göre tılsımlar, sihirler yapan Sabiîler: Süryanîler, Gıldanîler, Yunanîler, Romalılar ve cahiliyye Arabları gibi sair müşrikler bütün bunları cinn namı umumîsi ile te'lih ediyor (.......) ve (.......) âyetleriyle beyan olunduğu üzere Allah’a ortak edip ona oğullar, kızlar uyduruyorlardı. Sonrakiler de mehanet, işgüzarlık ve beşerin irebileceği, en yüksek derece diye cinni, jeniyi, cinn fikirlilik, deha veya dâhiy ma'nasiyle ı'zam eylemişler, ki, Arabcada deha, hakkından gelinmez belâ ma'nasındandır.

Yehudîlerin kabala denilen tılsımcıları ve sahirleri, kâhinleri bunları te'lîh etmemekle beraber Sabi'îler gibi tılsım ve sihr için esrarlı vasıtalar olmak üzere ta'kıyb etmişlerdi. Bunlar ta Hazret-i Nuha, Hazret-i İbrahime, Hazret-i Mûsaya karşı gelenler tarafından ta'kıyb oluna gelmiş Şeytanetli şeyler olup Hazret-i Süleymana karşı da yapılmış ve mülkünde o suretle fitne çıkarılmışti. Fakat Sûre-i (.......) da geçtiği üzere neticede Allah’ın ınayetiyle Süleyman aleyhisselâme o şeytanetli jeniler, cinnîler, benna ve gavvas ve âharîn, teshîr edilmiş çifte çifte pırangalara bağlanarak esaret altında ağır ve ince işlerde istıhdam edilmişlerdi, onun vefatı üzerine o esaretten kurtulmuş olan o şeytanlar, Süleyman, mülkünü bu ılimlerle idare ederdi, cinleri, şeytanları bununla teshîr eylerdi diye bir takım tılsım ve sihir kitabları yazmışlardı.

Sûre-i Bakarede (.......) âyetinde beyan olunduğu vechile sonraki Yehudîler Allah’ın kitabı olan Tevratı arkalarına atıp bir taraftan Süleyman aleyhisselâm mülküne, Devletini sureti idaresine dair diye ona yalandan bir takım küfriyyat isnad ederek o Şeytanların ılim nâmına nâsı aldatmak üzere sihir ta'lîm için küfr ile uydurdukları eserlerin, bir taraftan da sihir ve tılsımla iştigal edegelen Babilîlerden kalma Hârut ve Mârut hikâyeleri gibi şeylerin arkalarına düşerek karıyı kocasından ayıracak sihir ve tılsım arkasına düşmüşlerdi, dîni ve mu'cizeyi bir sihirbazlık addedenler de bunlara aldananlardı.

Nesarâ da habîs ruhlu cinnîleri çıkarmak için cinlere ehemmiyyet vermişlerdi, cahiliyye Arabları da bütün bunların arasında çalkalanarak kendilerini sâhirlere, kâhinlere, cinlere kaptırmışlar, ve bir yere, tenha vadîye vardıkları vakıt oranın cinlerine sığınırlar ve bu suretle onların istîlâlarını artırırlardı. Bı'seti Muhammedî ile tarafı haktan tepelerine indirilen âteşîn alevler, âyetler onları yakmıya başlamıştı.

Ki, işte bu Sûrede cinlerin hadlerini tanıtarak Allah’ın birliğini ve büyüklüğünü doğru ve ma'kul rüşd yolunu gösterip cinlerin yalanlarına ve tecavüzlerine sed çeken ve onları gökten inen şihablar gibi iştial ederek yakacak olan Kur’ân’ın hakkıyyetini ve onu getiren Peygamberin vazîfe ve galebe ve muvaffakıyyetini anlatmıştır ve onun için bu Sûreyi de Peygambere ilk nâzil olan Müzzemmil ve Müddessir Sûreleri ta'kıyb edecektir.

İslâm uleması tarafından da cinlere dair bahisler yapılmış, eserler yazılmıştır. (.......) bu babda meşhur olan kitablardandır. Razî, tefsiri kebîrinde de cinlerin sübutuna ve mahiyyetine dair epiyce uzun ve kelâmi bir bahis yapmıştır. Burada ona dair de bir hulâsa yapmak muvafık olacaktır.

Hakîm Farabî Fususul'hıkem nam eserinde Melâikeyi şöyle ta'rif etmiştir: Melâike, cevherleri ulûmi ibdaıyye olan suveri ılmiyyedir. Nukuş bulunan levhalar gibi değil, ulûm bulunan sudur gibi de değil, belki bizevatiha kaim olan ibda'î ılimlerdir ki, emri a'lâyi mülâhaza ederler ve onların hüviyyetlerinde mülâhaza ettikleri intıba' eyler. Ve onlar mutlaktırlar. Lâkin ruhı kudsiyye onlara yakazada muhatabe eder, Ruhı beşerîye de nevmde muhatabe eder. Mesaili felsefiyye ve cevabları namındaki risalesinde de Cinnin mahiyyeti hakkında sorulan suâle cevab olarak da Farabî demiştir ki, cinn, hayyi gayri natık, gayri mâ'ittir, ya'ni bir zî hayat ki, natık da değil, ölmez de. Bu ta'rif, insanın hayyi natıkı mâit diye ma'ruf olan haddinin tebeyyün ettiği taksimin iycabıdır. Ki, şöyledir: hayy, ya natıkı mâittir ki, o insandır. Veya natıkı gayri mâittir ki, o melektir. Veya gayri natıkı mâittir ki, o behayimdir. Veya gayri natık, gayri mâittir ki, o da cindir. Bunun üzerine sâil dedi ki,

Kur’ân’daki (.......) kavli ilâhîsi buna münakızdır. Zira gayri natık olan nasıl dinler ve nasıl kail olur? Fârabî buna cevaben demiştir ki, münakız değildir. Zira hayy hayyolmak haysiyyetiyle onun için semı' ve kavil mümkindir. Çünki kavil ve telâffuz, nutuk denilen temyizin gayridir. Behayimden bir çoğunu görürsün ki, hayy olmakla beraber kavli yoktur. İnsanın sesi de bu mekatııyle onun için bu nevi'de hayy olması haysiyyetinden tabiîdir. Cinn envaından her nev'ın savtine diğer nevi'lerden olan gayrisinin savti yetişmediği gibi bu mekatı ile insanın savti de sair hayvan nevi'lerinin esvatine muhaliftir. Gayri mâit dememize gelince Kur’ân ona delâlet eder.

Bunun hasılı kavlin nutuktan eamm ve nutkun insana mahsûs olmasıdır. Netekim mantıkta kavli melfuz ve ma'kul diye ikiye ayırırlar. Lâkin insanın ta'rifinde ki, nutuk kavli melfizmudur? Yoksa mantıkmıdır? Fârabî bunu melfuza hamletmiş oluyorki bu nokta zaıyftir.

Saniyen, âyet ile istidlâl eksiktir. Çünkü bu âyetin diğer yerinde (.......) vardır. Demek ki, Farabî esas ı'tibariyle cinni inkâr etmemiş, mahiyyetini bile ta'rife kadar gitmiştir. Ancak gayri mâ'it demesinde isabet olmadığı gibi gayrinatık demesinde de isabet etmemiştir. Hadditamm ile ta'rif etmek isteyeceğine haddinakıs olarak hayyı maiti hafî deseydi yanılmamış olurdu.

İbn-i sîna Hudud risalesinde cinn, eşkâli muhtelifede teşekkül eder bir hayvanı hevaîdir diye ta'rif etmiş ve sonra da « (.......) = bu ismin şerhidir» demiştir. Fahri razî de bunu inkara hamlederek cinnin sübut ve nefyinde nâs eski ve yeni ihtilâf etmiştir. Felasifenin ekserinden zâhir olan inkârdır. Çünkü Ebû Aliyy İbn-i sînanın bu ta'riften sonra (.......) demesi bu ta'rif, bu lâfızdan murad olunan ma'nayı şerhtir. Bu hakikatın haricde vücudu yoktur demeğe delâlet eder deyip isbatı için tafsîlâta girişmiştir. Çünkü haddi ismî, yalnız ismin mefhumunu şerh eder. Müsemmanın mahiyyetini şerh eden haddi hakikî gibi vücuduna delâlet etmez. Lâkin bundan ademine delâlet ma'nası çıkarıp da inkâra haml eylemek de doğru olmaz. Zira maksad, müsemmasının gizli olduğu için haddi hakikî ile hakikatini ta'rif kabil olmadığını söylemek de olabilir.

Razînin tahkikına göre: Erbabı milelin cümhuru cinnin varlığını i'tiraf etmişler. Kudemai felâsifeden ve ashabı ruhaniyyâttan bir çoğu da ona ervahı süfliyye demişler ve ervahı süfliyyenin icabette daha çabuk fakat zaıyf, ervahı felekiyyenin ise icabette ağır fakat kaviy olduklarını zu'meylemişlerdir. Ve cinnin subutuna kail olanlar mahiyyeti hakkında ikiye ayrılmışlardır: bir kısmı; ne cisim ne de cisme hulûl eden cismanî olmayıp binefsiha kaim cevahiri mücerrede olduklarına kail olmuşlar ve demişlerdir ki, bunların ne cisim ne de cismanî olmamaları, Allah’a müsavî olmalarını istilzam etmez, çünkü ne cisim ne de cismanî olmamak sülûbdur. Sıfatı selbiyyede iştirâk, hakikat ve mahiyyette iştiraki iktiza etmez. Netekim a'raz, bir mahalle ihtiyacda müsavî olmakla beraber mahiyyetleri muhteliftir.

Ba'zısı hayırlı, ba'zısı şer, ba'zısı hoş ve sevgili, ba'zısı da alçak ve hasîstir, kimisi iyi işlere yarar, kimisi de kötü işler yapar, bunları düşünebilmek için en yakın misal insanın nefsi natıkasiyle onun beden üzerindeki ef'alidir. Bir şuurdan bir hareket hasıl olabilir. Bu kısımdan ba'zıları da demişlerdir ki, cinn, beşerin bedenlerinden muharekat etmiş olan ruhları ve nefsi natıkalarıdır. Bedenlerinden ayrılmakla ruhanî âlemde inkişaf ederek kuvvet ve kemâlleri artar, ayrıldıkları bedene müşabih bir beden huduse gelince ona müşakelet sebebiyle o ayrılmış olan ruhun bu bedene bir alâkası bulunur.

Ve bu suretle o ikinci bedenin nefsine ef'alinde ve tedbirinde muavenet eder, Zira cinsiyyet zamma ıllet olur. O ikinci nefis hayırlı nüfûstan ise ona muîn olan ruh. Melek ve o yardım, ilham olur, şirrir ise o muîn, Şeytan ve o iâne vesvese olur. Diğer kısım, cinlerin ecsam olduklarına kail olmuşlar ve bunlardan ba'zıları şöyle demişlerdir: cisimler, hayyiz: mekân, cihet, tul, arz, umk sıfatlarında müşterek olmakla beraber sıfatlarında müşterek olmakla beraber sıfatta iştirâk temamı mahiyyette iştiraki iktiza etmiyeceğinden bunlar cismiyyetin a'razından olur da hakikati olmıyabilir.

Ve çünkü muhtelif mahiyyetteki şeyler ba'zı levazimde iştirâk edebilir ve cisimlerin latîf ve kesîf olarak taksim edilebilmeleri cismiyyet hakikatinde müşterek oldukları halde yalnız letâfet, kesâfet mefhumlariyle ayrılmış olmalarını iycab etmez. Ve şu halde cismiyyet mefhumu ecsam dediğimiz şeylerin hepsinde müştereki zatîsi olmayıp bir arazîsi olabilir, meselâ su mahiyyeti, buhar, mayi', incimad hallerindeki tehavvülâtta su hakikatinden çıkmak lâzım gelmiyeceği gibi bir şey de hakikatinden çıkmaksızın hem muhtelif cisimler halinde görünmek hem de cismiyyet onun bir arazîsi olup o cismiyyet mâverasında bir şey olarak bulunmak kabil olur. Bu suretle heva'î ba'zı ecsamı latîfenin mahiyyette sair heva'î cisimler envaına muhalif bir mahiyyette bulunması ve bundan ba'zı ef'ali acîbe zuhur etmesi tesavvur olunamıyacak bir şey değildir. Cinler de bu suretle muhtelif şekiller alabilir ve başkalarının gözüne bir şey görünmezken ba'zılarının gözüne ecsam halinde bir çok şeyler görünebilir.

Maamafih diğer bir çokları bunu kabul etmemiş, ecsamın zikrolunan vasıflarla temamı mahiyyette müsavî olduklarına ve enva'a ayrılmaları ona munzamm olan ayrı vasıflarla olduğuna kail olmuşlar, bunlar da hayat hakikati noktai nazarından iki mezhebe ayrılmışlardır.

BİRİNCİSİ, Eş'arînin ve cümhuri etba'ının kavlidirki: hayat için binye şart değildir. Hayat haddızatında tecezziy etmiyen bir hakikattir. Onun bir binye de tecelli etmesi haddizatında bir binyeye mütevakkıf olmasını ıktıza etmez. Bir binyede tecelli eden hayat, ne onun mecmuunda, ne de ayrı ayrı eczasının her birinde değildir. Cisim, cismiyyette müsavî olmak hasebiyle her cüz'iyle kaim olan hayat diğerinin misli olacağından bir şey'in hukmü mislinin hukmüne mütevakkıf olamaz. Öyle olsa mütekabilen o, ona o ona mütevakkıf olacağından nâmütenahî devir lâzım gelir, nâmütenahî zamanda bir hayat husule gelemezdi, bir arazın bir çok mahallere birden hulûlü de ma'kul değildir. Doğrusu büyük bir binyede tecelli eden hayat, basît bir tek cüzde de tecelli edebilir. Hakikat ı'tibariyle hayat, madde ve ecsamın bir tabiati değil, bir emri rabbanîdir. Onun için bir cüzde büyük büyük cisimler tecelli edebilir. Ve bir göz, ortada bir binye olmadığı halde, başkalarının görmediği bir cisim görebilir. Hattâ görmek için göz bile şart değildir. Allahü teâlâ murad ederse gözler kapalı iken bir parmak uciyle bile gösterebilir. Cinler de böyle binyesi olmıyan bir hayat kuvveti olmak üzere ecsamın herhangi bir cüz'ünde görünür veya görünmiyebilir.

İKİNCİSİ, bu âlemdeki hayatta istikraların gösterdiğine göre binye de şarttır. Cinnilerin de cismanî bir binyesi olabilir, Lâkin bizim her binyeyi görmemiz lâzım gelmiyeceği gibi gördüklerimizin de her cüz'ünü görmediğimiz ma'lûmdur. Şu halde gözlerimizin önünde nice nice binyeler bulunurken biz onları görmiyebiliriz. Netekim mikropları alelâde bakışla göremediğimiz gibi, cevviheva içinde, hiç hislerimize ilişmeyen mevceler, ziyalar da bulunabilir, ve bunların bize uzak ve yakın, yüksek ve alçak olanları da bulunabilir ve biz bütün ecsamı ve bütün cismanî ve fizikî kuvvetleri keşfetmiş değilizdir. Şu halde gerek ruhanî, gerek cismanî bakımdan bizim hislerimizden mestur mahlûklar bulunduğunu inkâr etmek doğru değildir.

Böyle olmakla beraber cinleri isbat edeceğiz diye onların şeytanetlerine kapılarak onları nazarlarda haddinden ziyade büyütülmeğe ve onlardan gaybler, sirler öğrenmek sevdasiyle onların istîlalarına düşmeğe de kalkışmamalıdır, Onlara verilen kuvve insin idrakine verilen kuvveden yüksek değildir. Ve hepsi kutreti ilâhiyye önünde hiçtir. Onun için (.......) buyurulduğu üzere Allah’a cidden îman edenler onlardan korkmaz ve onların istîlâlarına uğramazlar, Kur’ân’ın nuru onları yakar.

Bu Sûre bu hakikatleri anlatmış ve cinlerin vücudunu ve mes'uliyyet ve mükellefiyyetlerini ve İnse alâka ve müşabehetlerini haber vermekle beraber hepsinin bir vahdet arz edecek mahiyyette olmayıp dilim dilim, boy boy, fırka fırka ayrılmış olduklarını ve toplansalar bile Allah’a ve Allah’ın emrine karşı bir şey yapmaktan ve gaybi bilmekten âciz ve onların fitne ve imtihan meydanlarında mahkûm bulunduklarını bildirmiştir.

Gerek Sûre-i Ahkafta gerek bu Sûrede bir takım cinnin Peygambere gelip Kur’ân dinledikleri ve ona îman ile cem'ıyyetlerine dönüp nasîhat ederek da'vet eyledikleri zikr ü beyan olunmuş olduğunda şübhe yoksa da Peygamberin onları görüp görmediği hakkında rivayet muhteliftir:

1 - Sa’îd İbn-i cübeyrden, İbn-i Abbastan rivayet olunduğuna göre Resulullah cinlere karşı okumamış ve onları görmemişti, ancak Resulullah bir kaç nefer Ashabı ile Sokıukâza giderken Nahle nam mevki'de sabah namazı kıldıkları esnada okuduğu Kur’ân’ı cinnîler dinlemişti, o sırada Şeytanlar Sema haberleri alamaz olmuş ve üzerlerine şihablar saldırılmıştı, herhalde yeni bir şey hadîs olduki sizinle Sema haberleri arasına hail oldu, Arzın şark u garbına gidin bakın bakalım o hâdis olan nedir? Demişler ve bu sebeble şark u garbı araştırmağa başlamışlardı, Tihame tarafına giden takım sokı ukâza gitmekte bulunan Peygamberin nahlede Ashabiyle sabah namazı kılarken okuduğu Kur’ân’ı işidince varıp dikkatle dinlemişler, dinleyince de işte bu size Sema haberine hail olan demişler, hemen orada kavımlarına döndüklerinde (.......) demişlerdi, Allahü teâlâ bunun üzerine Peygamberine (.......) Sûresini indirdi, cinnin dedikleri Peygambere ancak vahy olundu (.......) Tirmizîde ve İbn-i Cerîr tefsirinde bu rivayetin başında: (.......) fıkrası vardır.

Lâkin Buharîde o fıkra yoktur, ancak sonunda (.......) vardır. Abd İbn-i Humeydin, Mihran, Süfyan, Âsım tarikıyle verkadan rivayetinde de Zevbea rehtı ve ashabı, Mekkeye gelmiş Peygamberin kıraetini dinlemişler sonra gitmişlerdi (.......) budur. Onlar dokuz idiler, Zevbea da içlerinde idi, Dahhâkten rivayette de İbn-i Abbastan rivayet vechile ilek gönderilen nefer Nasıbiyn ehlinden idi, Nasıbiyn Yemende bir arzdır ve onlar cinin eşraf ve sâdatıdır. İblîs onları Tihame ve Yemen havalîsine göndermişti, onlar vadî üzere Nahle vadîsine gelmişlerdi ki, Nahle vadiden iki gecelik mesafedir, orada Peygamberi sabah namazı kılarken buldular, Kur’ân okurken işittiler, huzuruna geldiklerinde biribirilerine susun dediler, namaz bitince de kavımlarına mü'min olarak dönüp gittiler, Peygamber onları bilmiyordu, Allahü teâlâ (.......) indirinceye kadar Peygamberin onların gönderilmiş olduklarından haberi bile yoktu (.......) Bir rivayette de bunlar Şeysabandan idiler ve onlar cinnin adedce en çoğudur. İblisin cünudunun çoğu onlardandır (.......)

2 - İbn-i Mes'ud rivayetidir: demiş ki, aleyhissalâtü ves-selâm «ben cinne Kur’ân okumakla emrolundum, beraberimde kim gider?» Dedi, sükût ettiler, ikinci kere söyledi yine sükût ettiler, üçüncüde yine söyledi, ben «Abdullah maıyyetinde giderim ya Resulullah» dedim, bunun üzerine kalktı, İbn-i ebî Düb Şıbinin yanında

Hacûne gelince benim üzerime bir hat çizdi, bunun tecavüz etme dedi, sonra Hacûne doğru geçti, derhal üzerine doğru keklikler gibi uçuştular, sanki Zut ricaline benziyorlardı, kadınların def çaldıkları gibi deflerini çalıyorlardı nihayet onu sardılar, gözümden gaib oldu hemen kalktım, bana eliyle otur diye işaret etti, sonra Kur’ân okumağa başladı, gittikçe sesi yükseliyordu hepsi yere yapıştılar, o derece ki, seslerini işidiyordum da kendilerini görmüyordum, sonra bana avdet buyurduğunda «gelmek istedin değil mi?» dedi, «evet ya Resulullah» dedim, «o sana gerekmezdi, onlar cinn, Kur’ân dinlemeğe geldiler, sonra da kavımlarını inzar etmek üzere döndüler, benden azık istediler, ben de onlara kemiği azık ettim, kemikle, deve gübresiyle kimse taharetlenmesin» buyurdu (.......)

İbn-i Mes'ud Hazretleri mes'elede daha salâhiyyetdar olmakla beraber İbn-i Abbas Hazretlerinden rivayet tarıkleri sahih ve kuvvetli olması ve Sûrenin cereyanı da buna muvafık görünmesi hasebiyle bu rivayetlerin birin tercihten ziyade tevfikı cihetine gidilmesi daha muvafıktır. Bir çokları vak'anın teaddüdüne zâhib olmuşlardır.

Evvelâ İbn-i Abbasın dediği gibi olmuş, onun üzerine Allahü teâlâ Peygambere bu Sûreyi vahy edip onların dilediklerini ve dediklerini haber vermiş, sonra da İbn-i Mes'udun rivayet ettiği gibi onlara çıkmasını da emir buyurmuş olabilir. Çünkü İbn-i Mes'ud rivayetinde bu Sûrenin inzâli zikredilmemiştir.

Bir de Sûre-i Rahmanda geçtiği üzere Peygamberin o Sûreyi de cinlere okuduğu geçmişti, muhaddisler cinn ifadesinin altı kerre olduğuna hadîslerin delâlet eylemekte olduğunu söylemişlerdir. Diğer taraftan vak'a bir olduğu halde bile Resulullah bu vakta kadar cinleri ne görmüş ne de onlara cinciler gibi bir şey okumuş, fakat bu kerre onlara Kur’ân okumakla emr olunmuş, lâkin onların kavımlarına varıp söylediklerini bilmemiş, bu cihet kendisine tarafı ilâhîden vahy ile haber verilmiş demek olur.

Fil'hakîka İbn-i Abbas rivayetinin en mühim nüktesi cinnin bu sûrede haber verilen sözlerini onlar söylerken Peygamber kendilerini görerek onlardan dinlemek suretiyle bilmiş olmayıp Cinlerin bu sözleri onun gıyabında söylenmiş olduğu halde Allahü teâlâ Peygambere vahy ile bildirmiş bulunduğunu anlatmasıdır. Buharînin rivayetinde nefyi rü'yet mezkûr olmayıp yalnız (.......) denilmesi bu ma'naya tenbih olduğu gibi (.......) buyurulması da temamen bunu nâtıktır. Yoksa (.......) buyurulmak lâzım gelirdi. Bu sözlerini söylerlerken onları görmemiş ve dinlememiş olması ise hiç görmemiş olmasını ıktiza eylemez.

İbn-i Mes'ud rivayeti de Peygamberin bunları cinlerin kendilerinden dinlediğini söylememiş, ancak Peygamberin onlara karşı Kur’ân okumağa me'mur olduğunu ve vak'ada kendisinin de hâzır bulunup onları Peygamberin etrafında nasıl gördüğünü anlatmıştır. Demek aradaki en farklı cihet Peygamberin cinni mutlaka görüp görmemiş olması mes'elesidir.

İbn-i Abbas rivayeti alel'ıtlak değil, bu vak'aya kadar ve bu sözleri söyledikleri sırada görmemiş olduğunu anlatıyor. Böyle olmasa bile, müsbit nâfiye müreccah olduğundan, bu hususta İbn-i Mes'ud rivayeti tercih olunmak lâzım gelir. Hem Cebraili gören ve hatta İbn-i Abbasın kavlince Mi'racda rabbini gören Resulullahın cinleri, Şeytanları hiç görmemiş olması ma'nâsız olur. Demek ki, İbn-i Abbasın (.......) demesi sâbit olduğuna göre de muradı Peygamber bu sûredeki sözleri cinlerden dinlemedi ancak Allah tarafından vahy ile bildirildi demektir ve Peygamberin bı'setiyle cinlerin, Şeytanların idlâllerine karşı bir sed çekilmiş olduğunu anlatmaktır ki, bu Sûrenin ruhuna temamen muvafıktır. Netekim İbn-i Mes'ud rivayetinin sonunda cinlere azık olarak kemik atılmak fıkrası da onların hakaretini beyandır.

Zevbea, lügatte kasırga demektir. Bir de kasırga gibi bir nevi' Cinn veya Şeytan ismi olduğu zikrolunmuştur. Şeysaban dahi Kamusta erkek karınca, karınca yuvası, Cinden bir kabîlenin ve bir Şeytanın ismidir. Kamusşerhinde, Şeytanı racîmin ismi denilmiştir. Demek ki, zevbea da kasırga gibi hevaî bir ıhtilâl cereyanı Şeysabanda da hurde ve mıkroblar gibi bakteriyolozik bir gizlilik vardır. Nasıbiyn de Musul tarafındaki Nasıbîn değil, Yemende cinniyle meşhur bir mevkı' imiş. Ehli Nasıbiyn ta'biriyle mahal ta'yin edilmesinde de bunların mukabili olmakla beraber İnsten eamm olan alelıtlak insan mukabili bir cinn olmadıklarını andıran bir ma'na vardır. (.......) kavlinden zâhir olan da bunların rical suretinde temessülüdür. El'ilmü ındallah.

Âlûsînin İbn-i Teymiyyeden nakline göre Cinn kıssası hicretten üç sene evvel vâkı' olmuştur. Vakıdî de nübüvvetin on birinci senesinde olduğunu söylemiştir.

1

Deki vahy olundu bana hakıkat bir takım cinnin dinleyip de şöyle dedikleri: inan olsun biz acâib bir Kur’ân dinledik

(.......) Biz bir tek kişiye de nefer deriz, Arabca da ise meşhuru üçten ona kadardır. Âlûsînin beyanına göre fasîhte ondan yukarıya ıtlak olunur. Erlere hattâ İnse de mahsus değildir. Çünkü burada cinne de ıtlak olunmuştur. Mücmelde demiştir ki, Reht ve nefer, kırka kadar kullanılır, aralarında fark: reht, bir Ataya raci' olurlar, neferde ise öyle değil, nefer, kavme de ıtlak olunur ki, (.......) kavli celîli bundandır. İmamı Kirmanî de neferin urfi lügatte diğer bir ma'nası vardır: Recül (er) demiş ve bir hadîsi sahîhin bu ma'na ile tefsir olunduğunu söylemiştir. Demek ki, bizde nefer bu ma'nadan gelmiştir. (.......) Bu (.......) kıraetlerin hepsinde bil'ittifak üstün okunur. Çünkü cümle (.......) nin naibi fa'ili mevkıindedir. Buna ma'tuf olanlar böyle feth ile okunmak lâzım gelir. Zamir, şandır. (.......) Bu (.......) mekuli kavl olduğundan bütün kıraetlerde esre okunur. Buna ma'tuf olanlar da meksûr okunmak lâzım gelir.

1 ﴿