MÜDDESSİR

Müddessir Sûresi Mekkîdir. Esahhı rivayette başından (.......) e kadar beş âyet Müzzemmilden evvel nâzil olmuştur. (.......) Âyetinin Medenî olduğu da mervîdir.

Âyetleri - Elli altıdır, Şamîde elli beştir.

Kelimeleri - İki yüz elli beş.

Harfleri - Bin on.

Fasılası - (.......) harfleridir.

Müzzemmilin sebeb-i nüzuliyle Müddessirin sebeb-i nüzulü bir ve ikisi de emri risaletin i'lânı ile alâkadar olmak ve bunun evveli nüzulde daha mukaddem bulunmakla beraber Müzzemmilin sebeb ve mukaddimata, bunun gaye ve murada tealluku daha sarih ve enfüsten âfâka seyri daha şumullü olduğu için tertibde bu ondan sonraya konulmuştur.

1

Ey bürünen (Müddessir)!

(.......) müddessir, aslı mütedessir, disâre, bürünen demektir. Disâr, entari, cübbe, kaftan, ihram gibi şiarın üstüne giyilen veya örtülen dış kisvesi veya bürgüsü, şıar da gömlek, don, izar gibi bedene temass eden iç çamışırıdır. Müzzemmilde de geçtiği üzere denilmiştir ki, Peygamberin büründüğü disâr, bir katîfe idi, Ikrimenin beyanına göre: nübüvvet ve kemalâtı nefsiyye ile bürünüp giyinmiş olan demektir. Bu ma'nâlarla bu hıtab Müzzemmil gibi risaletin ilk tebliğinde şöyle bir kinaye ile intibahe da'veti iş'ar eder: ey o bürünen ey o kendisine tevdi' edilmiş olan hakıkati halkın nazarlarından gizlemeğe çalışan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti, uyanmak, görünmek, o hakıkati izhar etmek, zahmetler çekmek, meşakkatlere katlanmak halkı irşad, etrafı tathîr için teklifler, ağır yükler yüklenerek azm ile kalkıp hareket etmek zamanı geldi.

2

Kalk artık inzar et

(.......) kalk - yatağından kalk, yâhud azm ile kıyam et işe başla (.......) artık inzar vazîfesini yap - etrafındakilere akıbetin vehametini anlat, saygısızları kocundur

3

Ve rabbını artık büyükle

(.......) ve rabbını artık büyükle - büyüklük ancak onun şanı olduğunu ve ona karşı herşey'in küçük ve hakîr bulunduğunu kalben tanıdığın gibi kavlen ve fi'len de anlat i'lân et. Rivayet olunurki bu nâzil olunca Resulâllah (.......) demiş, Hazret-i Hadice de tekbîr almış, sevinmiş ve onun vahy olduğuna yakîn hasıl etmişti. Burada (.......) nin takdimi kasr içindir (.......) bir şarta ceza ma'nası ile maba'dinin makabline terettübünü müfid olarak şöyle demek olur. Ve rabbını, ancak rabbını büyükle, her ne hâdise olursa olsun hiç bir sebeble artık onun tekbîr ile büyüklemek, vazîfesini bırakma

4

Ve elbiseni artık temizle

(.......) ve esvabını, elbiseni artık temizle - siyab ve elbise ba'zan içindeki sahibinin kendisinden, esvabının temizliği de kendisinin temizliğinden kinâye olur. Netekim filânın eteği temizdir, denildiği zaman onun ıffeti ve ahlâkının temizliği kasd olunur. ğaylan İbn-i seleme

Bihamdillâh ben ne fâcir elbisesi giydim, ne de bir ozre ile maskelenirim, beytinde kendisinin ne fucur, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmiyeceğini anlatmıştır. Antere:

Uzun mızrakla siyabıni parçalıdım, kerîm, mizrağa na mahrem değildir. Beytinde sibay ile nefisden kinaye etmiştir. İmriülkays de: (.......)

Eğer benim bir huyum sana fena geldiyse Benim siyabımı kendi siyabından sıyırıver kutrulursun beytinde siyab ile kalben kinaye etmiştir. Bunlar gibi burada da siyab, nefisten veya kalbden kinaye olmak üzere birçok müfessirîn (.......) kendini veya kalbini günahtan, gadirden temiz tut, inzarını kabule mani' olacak kirli ahlâktan sakın, nâsihatlarini kabule sâik olan güzel ahlâk ile mütehallık ol demektir, diye tahareti ma'nevîyye ve ahlâkiyye ile tefsîr etmişlerdir. Lâkin kinaye hakikatı iradeye de mani' olmadığı cihetle bu tefsîr aynî zamanda gerek bedenin ve gerek elbisenin cismanî temizliği dahi emredilmiş olmasına münafi olmaz. Çünkü taharet, nezafetten eamm olarak maddî ve ma'nevîye şamildir. Maamafih burada bundan başka bir ma'na daha vardırki o da siyabın yakından bürüyen muhît ve zuruftan kinaye veya mecaz olmasıdır. Netekim bir takım kimselerin üzerine atılıp binerek alıp getirdikleri bir deveyi vasfettiği şu beytinde Leylâ:

Ona hafif hafif bir takım esvab attılar, şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz, derken devenin üzerindeki insanları evvelâ esvaba, sonra da koşan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir.

Ya'ni seni esvabın gibi yakından sarmış olan ma'şerini, ilk evvel etrafındaki kimseleri tathir eyle demek olurki bu ma'nâ (.......) mazmununa da muvafık olur. Hem bunda Hazret-i Peygamberin maddî ve ma'nevî tahareti nefsiyyesi evleviyyetle anlatılmış olacağından onun nefsindeki taharetini ihtara lüzum kalmaz.

5

Ve o pislikleri artık def' eyle

(.......) ve o ruczü; o pislikleri artık def eyle - ranın zammı veya kesri ile (.......) pislik ve azâb ma'nasına geldiği gibi burada putlar, esnam ve evsân demek olduğunu da beyan etmişlerdir.

6

Hem çoksunarak menn etme

(.......) Hem çoksunarak mennetme - burada da iki ma'nâ beyan edilmiştir. Birisi; menn, başa kakmak ma'nasına olarak: yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma, amelinle nazlanma, demek olur. Birisi de: men, in'am ve ata ma'nasına olarak: bir iyilik, bir in'am ve ata yaptığın zaman verdiğin kimseden mukabilinde daha çoğunu almak maksadiyle yapma.

Ya'ni on para sadeka verip de yirmi paralık hizmet veya hörmet bekliyenler gibi Dünya ticareti veya maksadı gözeterek veya gösteriş, riya için iyilik etme, maahaza Allah için iyilik et başkasından bir ecir bekleme, bu ma'nâ İbn-i Abbastan menkuldür. Bu iki ma'nâda (.......) cümlesi haldir. (.......) demektir. (.......) merfu' olmayıp da nehye cevab olarak meczum olsa idi «yaptığın iyiliği başa kakma ki, çoğaltasın, çok hayır ve ecre iresin» demek olurdu. Lâkin Aşerede bu kırâet yoktur. Maamafih terettüb kasd edilmiyerek şu ma'nâ da olabilir. Yaptığın hizmeti başa kakma, daha çok hayırlara ireceksin

7

Ve rabın için sabr eyle

(.......) ve rabbın için artık sabr et - ya'ni bu vazîfeleri yapmak için her ne kadar zahmetler çekecek, ezalar görecek isen de mahzâ rabbının hukmü için artık sabr eyle

8

Çünkü o boru öttürüldü mü bir

(.......) çünkü o boru çalındığı vakıt -

NAKUR, sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir, nakr vurmak ve didiklemek ma'nâlarına geldiği gibi boru çalmak ma'nasına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden heva tazyık ile didiklenmiş olacağı gibi dışından da o ses çarptığı kulakları didikliyeceği cihetle boruya minkar ma'nâsiyle alâkadar olarak nâkur denilmiştir. Boru çalınmak urfte de kârbanın veya askerin seferi için hareket kumandası demek olduğu gibi borusu ötmek de emir ve kumandasının nüfuzundan kinâye olduğu cihetle nakri nâkur, nefhı sur, Âhıret seferi için (.......) emri ilâhîsinin zuhurudur. (.......) ta'liliyye olarak (.......) demektir. Burada murad nefhai ulâ olduğu beyan olunuyor.

9

O işte o gün pek zorlu gündür

(.......) tenvin, muzafı ileyhten ıvazdır. (.......) ya'ni o öyle olduğu gün demektir. Biz bunun mealinde o «gün» demekle iktifa ediyoruz.

10

Kâfirlere hiç kolay değildir

(.......) kâfirlere kolay değil - pek zor denildikten sonra kolay değil demek ilk nazarda lüzumsuz gibi görünür. Lâkin zorluk iki türlüdür. Birisi evvelâ çok zor olmakla beraber gittikçe kolaylaşır yenilebilir. Birisi de gittikçe zorlaşır hiç kolaylaşmaz, o gün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere (.......) den sonra (.......) buyurulmuştur.

11

Bırak bana o herifi ki, yarattım da tem tek

(.......) burada «vahiden» halıktan da, mahlûk olan (.......) den de hal olabilir.

Ya'ni benimle bırak o benim şerikten münezzeh yegâne halık olduğum halde yarattığım kimseyi, yâhud kendisini tek başına, kimsesiz olarak yapa yalnız yarattığım kimseyi demek de olabilir. Ve bu mazmun (.......) buyurulduğu üzere her ferd hakkında sahihtir. Ve bununla Kıyametin de hılkat gibi bilhassa ferdî safhasına işaret buyurulmuş demektir. Sebeb-i nüzulün hass olması huküm ve inzarın vasıflara nazaran umumî olmasına mani' de değildir. Bunun sebeb-i nüzulu Velîd İbn-i Muğiretelmahzumî olduğu rivayet olunuyor. Buradan onun Sûre-i Nunda geçtiği vechile zenîm, deıyy olduğuna iyma ve Vahid, namiyle anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.

12

Hem uzun boylu mal verdim

(.......) mali memdud, uzun uzadıya uzatılmış, ya'ni çok mal, servet, arazî ve çiftlik gibi geniş yâhud nema ile veya ticaret ile artırılmış uzatılmış: Velîdin Mekke ile Tâif arasında türlü emvali ve Tâifte yaz kış meyveleri eksik olmıyan bostanı, ve milyon kadar nükudu bulunduğuna dair rivayetler nakl edilmiştir.

13

Hem goz önünde uğullar

Şühûd, «şâhid» in cem'i, ya'ni hazır hepsi yanında, göz önünde çalışmak için şuraya buraya gitmek ihtiyacından âzâde, mecalis ve mahafilde babalarının maıyyetinde hazır veyâhud mühim işlerde şehadetlerine, reylerine, ma'lûmatlarına müraceat olunur oğullar. Denilmiş ki, Velîd İbn-i Muğirenin hepsi ricalden olmak üzere on veya on üç oğlu vardı, fakat ma'lûm olan yedidir. Velîd İbn-i Velîd, Halid İbn-i Velîd, Umare İbn-i Velîd, Hişam İbn-i Velîd, As İbn-i Velîd, Kabis İbn-i Velîd, Abdi Şems İbn-i Velîd. Denilmiştir ki, bunlardan Halid, Hişam, Velîd, şerefi İslâm ile müşerref olmuşlar. Sahib keşşaf böyle, (.......) diye zikr etmiş, Âlûsî derki: Umarenin Bedrde veya Habeşte Necaşî tarafından katl edildiği ıhtilâflıdır iki rivayet de kâfiren katlinde müttefıktır, İslâmına dair Sa'lebînin Mukatilden rivayeti sahih olmaz, İbn-i Hacer onun galat olduğunu tansîs etmiştir. Bu galat Sahib Keşşafta da vakı' olmuş ve ona tabi olanlar da tabi olmuşlar: teaccüb olunur ki, Velîd İbn-i Velîdi İslâm ile müşerref olanlar miyanında zikr etmemişler, halbu ki, muhaddisîn baştan âhire onun İslâmında müttefıktirler (.......) Evet Velîd İbn-i Velîdin de sonradan İslâmında ıhtilâf görülmiyor fakat Umare ihtilâflı., dörtten maadası ise gayri ma'lûm.

14

Hem kendisine bir döşeyip döşedim

(.......) ve ona döşendim de döşendim - mal ve oğullarından başka, bir çok esbab ihzar ederek câh ve haşmet-ü ıkbâl de verdim. Velîd Kureyş içinde vücuhten, sanadîdden sayılırdı. Vehîd ve Reyhanetül'kureyş lekablariyle anılırdı.

15

Sonra da tama' eder ki, daha artırayım

(.......) sonra da tama' ederki daha ziyade edeyim - öyle harîs, hattâ demiş ki, eğer Muhammed sadık ise Cennet benim için yaratılmış demektir.

16

Hayır, çünkü o bizim âyetlerimize bir anud kesildi

(.......) Hayır, öyle şey yok -

KELLÂ, harfi redı'dir. Bir sözü, bir da'vayı veya ümid ve talebi redd eder. Biz bunun yerinde, hayır öyle değil, öyle şey yok, yağma yok ta'birler kullanıyoruz. Hayır ta'birini yerine göre (.......) mevkı'lerinde de kullandığımızdan tam mukabili denemezse de yakınıdır burada onun tama' ve ümidini katı'dır. Sebebi (.......) çünkü o, bizim âyetlerimize Inadcı kesildi - o ni'metleri veren mün'imin vahdaniyyeti delillerine veya Kur’ân âyetlerine karşı inada kalkıştı, bu ise küfranı ni'mettir. Ni'mete küfran ise onun artmasına

değil, kesilmesine sebebtir.

17

Ben onu dimdik sarpa sardıracağım

(.......) ben onu sa'ûde: sarp yokuşa, dikine azâba sardıracağım - Tirmizî ve Hâkim ve daha bir takımlarının rivayet ettikleri bir hadîste aleyhissalâtü ves-selâm buyurmuşturki: sa'ûd, ateşten bir dağdırki ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer yine Hazret-i Peygamberden: Cehennemde bir akabeye çıkması teklif olunurki ona elini koydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca erir kaldırınca yerine gelir. Yine rivayet olunuyorki âyetin nüzulünden sonra Velîdin malı günden güne eksilmiş, nihayet helâk olmuştur. Va'îdin ılleti veya inadın beyanı için Buyuruluyor ki,

18

Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti

(.......) çünkü o düşündü (.......) ve bir takdir yaptı - zihninde ölçtü biçti, bir tahmin yaptı

19

Kahrolası nasıl bitçi

(.......) Arabcada bu (.......) yâhud (.......) ta'birleri kahrolası, Allah canını alası gibi esasen beddü'a olmakla beraber nazardan esirgemek tarzında yâhu ne yaman şey, anası ağlıyası gibi bir kıymete işaret olarak medih makamında, ve ba'zan da bu ma'nada tehekküm ve istihza için kıllanılırki burada onun düşüncesini begenenlerin bu yoldaki senalarını hikâye ile tahkir içindir.

Ya'ni dedikleri gibi kahrolası nazıl da takdir etti ya!..

20

Sonra kahr olası nasıl biçti

(.......) sonra kahrolası nasıl da takdir ettiya-bu tekrar, hem tahkîri te'kid, hem de takdirin tefavütüne işarettir.

21

Sonra baktı

(.......) sonra baktı - etrafındakilere bir bakındı

22

Sonra kaşını çattı ve ekşiyerek surat astı

(.......) sonra kaşını çattı (.......) ve ekşidi, surat astı -

BESR, Vaktından evvel isti'cal etmek hamlık yapmaktır. Netekim meyvanın hamına, hurmanın koruğuna büsür denilir. Râgıb burada bu ma'nadan olduğunu söyler.

Ya'ni vaktından evvel kopmuş ham koruk gibi ekşidi, surat astı

23

Sonra ardına döndü ve büyüklük tasladı da

(.......) sonra adını döndü ve büyüklendi - anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, îmana arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allahdan korkmayıp gurur ile büyüklük tasladı, hakkı ikrar etmeği kibrine yediremedi de hâkimâne bir tavrıla

24

Bu, dedi "başka değil, bir sihri müser

(.......) hemen dedi ki, (.......) bu Kur’ân başka değil, ancak bir sihri müser - işbu (.......) ta'birinde iki ma'na vardır.

BİRİSİ, me'sûr, ya'ni ötedenberi ta'lim ve rivayet oluna gelen ehlinden ehline öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.

BİRİSİ de: yü'ser, iysâr olunacak, sair sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir demek olur. Bu, parlak sihir ma'nasına sihri mübîn demelerine benzer. Bunda aldatıcı bir cazibe var demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu

25

Başka değil kavli beşer"

(.......) bu başka değil, her halde bir beşer sözü - dedi. Kararı bastı, risaleti ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasını inkâr ediverdi ki, işte anud kâfirlerin Kur’ân ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur. Allah’ın indirdiği kelâmı değil, Muhammedin kendi söylediği kitabı derler. Hâdise tefsirlerde şöyle rivayet olunuyor: Velîd İbn-i mugîre Peygamber sallallâhü aleyhi vessellem Hazretlerinin yanına gelmiş, Kur’ân dinlemiş bir teessür duymuştu, kalkıp kavmı Benî mahzuma varmış, vallahi Muhammedden demin bir kelâm dinledim, ne İns kelâmı ne de Cinn kelâmı, onun bir halaveti var, onda bir talâvet var, a'lası müsmir, esfeli müğdık "zemîni feyyaz", o her halde üste çıkar, üstüne çıkılmaz, demiş buna karşı Kureyş Velîd saptı, vallahi bütün Kureyş sapacaktır demişler, bunu işiden Ebû Cehil ben size onun hakkından gelirim, deyip hazîn hazîn yanına varmış, ey amca! Demiş, kavmın sana vermek için bir mal topluyorlar, çünkü sen Muhammedden bir şey'e nâil olmak için onun yanına gidiyormişin, Velîd:

Kureyş bilirki ben onların malca en zenginleriyim diye cevab vermiş, Ebû cehil o halde onun hakkında bir söz söyle de kavmın işitsin, senin onu hoşlanmadığını, inkâr ettiğini anlasınlar, Velîd, ne diyeyim içinizde şi'ri, recezini kasîdesini Ve Cinn şiırlerini benden iyi bileniniz yoktur, onun söylediği bunların hiç birine benzemiyor ki,... Yok herhalde bir şey söylemelisin... Bunun üzerine Velîd kalkmış, kavmin meclislerine varmış, siz demiş Muhammed mecnun diyorsunuz, hiç kimseyi bogarken gördünüzmü, kâhin diyorsunuz, hiç kehânete çalışırken gördünüzmü? Şâir diyorsunuz, hiç şi'r ile oğraşırken, şiır söylerken gördünüzmü?, yalancı diyorsunuz hiçbir yalanını tecribe ettinizmi? Demiş, hayır amma, fakat nedir? Demişler, durun düşüneyim demiş, düşünmüş düşünmüş (.......) demiş, bunun üzerine hoşlarına gitmiş, meclislerinde bir alkıştır kopmuş, onun sözünü alkışlıyarak dağılmışlar. Yukarıda geçtiği üzere ba'zılarının kavlince bu hâdise, Müzzemmil ve Müddessir Sûrelerinin sebeb-i nüzulü gibi nakledilmiş ise de Velîdin dinlediği âyetler (.......) lerden olduğuna dair vaki olan rivayetlerden de anlaşıldığına göre bu, bu Sûrenin başının değil bu âyetlerinin sebeb-i nüzulu olmuştur. Buyuruluyor ki,

26

Yaslıyacağım onu Sekare

(.......) ben onu Sekare yaslanacağım - bu âyet (.......) den bedeli iştimâldir. Ve onun mazmununu izahtır. Sekar, Cehennemin isimlerindendir. Ba'zıları bunun ucmeliğine kail olmuşlarsa da Güneşin yüzü çalıp kavurması ma'nasına «sakır» dan müştakk olarak yakıcı mefhumundan me'huz olduğunu söylemişlerdir.

27

Bilirmisin hem ne sekar

Ve ne dirayet bildirdi sanaki o ne Sekar - ya'ni o öyle bir Sekarki onun mahıyyetini direyetle bilemezsin

28

Ne bakıyye kor ne bırakır

(.......) ne bekıyye kor, ne bırakır - ya'ni o öyle şırnaşık bir Sekardırki bir kerre çattığı bir şey'i hiç bir zerresi kalmayacak vechile helâk eder tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz, o helâk olan yeni bir hılkate tebdil olunur. O yine evvelki gibi azâb ile çatmakta devam eder.

29

Beşere susamış bir susuz

(.......)

BEŞER, insan demek olduğu gibi «beşere» nin cem'i derinin bahusus insan derisinin dış yüzleri ma'nâsına da olur. Ki, insana beşer denilmesi de bu yüzdendir.

LEVVAHA, levhten mübalağa sıygasıdır. Levh, susamak veya Güneşin harereti, yâhud susuzluk bir adamın çehresini bozmak, ya'ni yakıp kavurup karartmak veya zuhur etmek veya şimşek çakmak veya gözle görmek ma'nâlarına gelir ki, levvaha, bunların hepsine muhtemildir. Beşere susamış yâhud mütemadiyen beşereler kavuran, yüzler karartan, yâhud hep beşer gözeten, beşere tearruz eden ma'nalarını ifade eder. İbn-i Abbastan: mütemadiyen beşereler kavuran, yüzler karartan ma'nası merviydir. Daha başka da söylenmiştir. Buna şöyle diyebileceğiz: kanmak bilmez bir susuz, mütemadiyen beşersuz.

30

Üzerinde on dokuz

(.......) üzerine on dokuz - bu on dokuzun ne olduğunu anlatan mümeyyizi zikr olunmuyor. Ancak bundan sonraki âyetten o Cehennemin korucuları olan Melâike ya'ni zebanîler olması anlaşılıyor. Beşerin ruhî ve ahlâkî kuvvelerini tahlil ve tasnif ile bu adedin sirr-ü hikmetini iyzaha çalışmak isteyenler olmuş ise de dogrusu bunu dirayetle bilinecek bir ılm işi değil, mutlak bir îman işi olmak üzere imtihan için olduğu ikinci âyette bilhassa anlatılmıştır.

Onun için bunun bilâkayd-ü şart bir îman ile inanılması matlûb, mutlak bir ıhbarı ilâhî olduğunu tasdık edip te'vilini Allah bilir demek lâzım gelir. Bunun hasılı, Allahü teâlânın şimdi sizin temamen bilip anlıyamayacağınız ve ileride tezahür edecek öyle kuvvet ve kudretleri vardırki onların hakikatini ancak kendisi bilir. Ve sizin ona mutlak surette inanmanız lâzım gelir. İşte size onlardan bir numune haber veriyor.

Bu hali hazırda îmanı olmıyan ve kalblerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir muammâ gibi gelir. Böyle kapalı Allah kelâmı, Peygamber tebliğmi olur? Diye alay ve inkâra sapmalarına sebeb olabilirse de kitab ve Peygamberin ne demek olduğunu ve istıkbal işinin bugünkü kıyaslarla bilinemiyeceğini bilenlerin işkillerini kesecek ve îman kabiliyyeti olanların iymanlarını artırarak muvaffakıyyet ve halaslarına bâıs olacak en mühim sebeblerden, ıhtar ve ıhbarlar cümlesinden olduğu için bunların te'viline çalışmıyarak mutlak bir îman ile inanılmak iktıza eder. Demek olduğunu beyan siyakında buyuruluyor ki, -

31

Hem biz o ateşin muhafızlarını hep Melâike yaptık, sayılarını da ancak küfr edenler için bir fitne kıldık ki, kitab verilmiş olanlar yakîn edinsin ve îman edenlere îman artırsın, kitab verilenler ve mü'minler şübhelenmesin, kalblerinde bir maraz bulunanlarla kâfirler de desin: Allah bununla meselâ ne murad etmiş? İşte böyle Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir ve rabbının ordularını ancak kendisi bilir ve o ancak bir öğüttür düşünmek için beşer

(.......) burada ashabı nar, ebediyen o ateş içinde kalıp yanacak olanlar ma'nasına değil, o ateşe sahib olup kuruyacak bekçiler, muhafızlar ma'nasına olduğu zâhirdirki murad Cehennem hazenesi denilen ve Sûre-i Tahrîmde (.......) diye tavsîf olunan ve reisleri Malik olan Zebanî Meleklerdir. Bunları ıddetlerinden, ya'ni adedlerinden murad da zikrolunan (.......) adedi olduğu vâzıhtır.

Ya'ni bunların sayılarının on dokuz yapılması veya şahıslarımı, nevi'lerimi ne olduğu ta'yin edilmiyerek sade on dokuz adediyle muamma halinde ifade ve ıhbar olunması mücerred kâfirlere bir mihnet ve imtihan içindir. Bunun fâidesi de şunlardır:  Bu âyetin sebeb-i nüzulünde iki rivayet zikrolunuyor:

BİRİSİ: (.......) nâzil olduğu zaman, Ebû Cehil Kureyşe şöyle demişti: analarınız ağlasın İbn-i Ebi Kebşenin oğlunu işitiyorum size hazenei nârın on dokuz olduğunu haber veriyor: sizler ise demir pehlivanlarsınız sizin her onunuz onlardan bir adamı yakalamaktan âciz misiniz? Ebül'eşedd İbn-i Üseyd İbn-i Keledetel'cümehî, pençesi pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı, ben size on yedisinin hakkından geliveririm, siz de bana ikisinin hakkından geliverin demişti (.......) nâzil oldu, onlar sizin tâkat getireceğiniz adamlar değil, Melâikedir diye haber verildi.

Ve Ebû Cehil hakkında Sûre-i Kıyamedeki (.......) nâzil oldu. Tirmizî ve İbn-i Merduyenin Hazret-i Câbirden bir rivayetlerine göre: Yehudîlerden ba'zı kimseler Peygamberin ashabından ba'zılarına «sizin Peygamber Cehennem hâzinlerinin adedini biliyor mu? Diye sormuşlar, onlar da Resulâllaha haber vermişlerdi, Resulullaha şöyle ve şöyle diyip elleriyle bir kerre on, bir kerre de dokuz işaret buyurmuştu (.......) Yehudîlerin Medînede bulunmâsından dolayı bundan ba'zıları bu âyetin Medenî olduğunu anlamak istemişlerse de Ashabtan ba'zılarının Medîneye veya Yehudîlerden ba'zılarının Mekkeye gitmiş olmaları melhuz bulunduğundan bu istidlâlin zaıyf olduğu derkârdır. Ve hattâ sebeb-i nüzulden ziyade bir tefsîr ma'nasındadır (.......) İşte o muammanın asıl sirri ve fâidesi bu hakıkate mutlak bir îmanı te'min etmektir.

CÜNUD, «cünd» ün cem'ıdir ki, asker ve bir adamın a'van ü ensarı, alây ve ordu ma'nâlarına gelir. Kuvvet ve gılzati i'tibariyle askerde iştihar etmiştir. Aslı (.......) vezninde (.......) den me'huzdur ki, taşlık, sert arazîye denir. (.......) ve o - ya'ni Sekar ve yâhud bu âyetler - başka bir şey değil, (.......) ancak beşer için, beşerin menfeati için bir öğüd, bir muhtıradır.

Bunu istıhfaf edenleri redd ile inzârı hem takviye hem de müsbet gayeye tevcih ile tenvir zımnında buyuruluyor ki, (.......)

32

Hayır hayır o Kamere

 Burada Kamer, gece, sabah kendi ma'nalarında ve cünudi ilâhînin tecelliyatı lemhalarına işaret olmakla beraber Dünyanın zulmete boğulduğu cahiliyye devri içinde nuri nübüvvetin doğuşu ve o gecenin zevale yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı demleriyle İslâm güneşinin tulû'u hengâmına da iyma vardır. Ve hattâ asıl maskîkaleh budur.

33

Ve döndüğü dem o geceye

34

Ve açtığı sıra o sabaha Kesem olsun ki,

35

her halde büyüklerin biridir o Sekar

(.......) muhakkak o sekar (.......) herhalde kübraların birisidir. -

Ya'ni en büyük beliyyelerin birisidir.

36

Kocundurmak içi beşeri

(.......) inzâr etmek, kocundurmak i'tibariyle beşeri, yâhud münzir olarak beşeri - bunu ba'zıları Sûrenin evveline merbut demişlerdir ki, (.......) demektir.

37

İçinizden ileri gitmek veya geri kalmak istiyen kimseleri

38

Her nefis kazancına bağlıdır

(.......) her nefis kazancına bağlıdır. -

Ya'ni Allah indinde borclu olarak kazancına rehindir. Saadet ve felâketi kazancıyle mütenasibdir. Çalışır güzel ameller yapar, Allah’a borçlarını öderse kendisini kurtarır (Sûre-i Turda (.......) bak)

39

Ancak ashabı yemîn

(.......) ancak ashabı yemîn müstesna - ki, bunlar yalnız kendi kesiblerine merhûn kalmıyarak takdiri ezelîde Allahü teâlânın mahza fadl-ü kereminden nasîbleri, kısmetleri ziyade takdir edilmiş olan bahtiyarlardır. Çünkü adl-ü hakîm olan Allahü teâlâ herkese kesbiyle mütenasib bir ecir verir, kimsenin hakkını zayi' etmez. Hukuk noktainazarından hepsini müsavî yaratmış, kesbine bağlamış olmakla beraber lâyüs'elü ammâ yef'al olduğu için mahza fadl ü lütuf noktainazarından hepsinin mukadderatını ve mazheriyyetini müsavî kılmamış, kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla fadlından mahrum kılarak yalnız kesbine birakmıştır. İnsanları sair hayvanattan, mümtaz olarak yaratması bir kesb işi değil, mahzı fadl olduğu gibi insanları da muhtelif meratibde yaratması Enbiya ve Evliyayı yüksek mazheriyyetlerle mümtaz kılması ve Enbiyanın ba'zısını ba'zısına tafdîl buyurması, mazheriyyeti Muhammediyyeyi hepsinden üstün kılması da bu kabîldendir. Bu suretle meratibi âliyenin bir çoğu kesbile istihsal edilemez, bu ise (.......) mazmununa münafî düşmez. Zira kesb-ü sa'yinden başkası insanın kendi hakkı değil, mahzı fadıldır. Maamafih istisna, muttasıl olduğuna göre ashabı yemîn onun da bir istisnası sayılmak lazım gelir.

Şu halde burada ashabı yemîn, Sûre-i Vakıada geçen ashabı yemînden ehass, sabikun gibi mümtaz bir ma'nada demektir. Bunun tefsirinde melâike, muhlıs mü'minler, etfali müslimîn, mîsakı fıtrette sağ tarafta vaki olanlar, ya'ni (.......) şunları Cennet için yarattım ehemmiyyet vermem, şunları da Cehennem için yarattım yine ehemmiyyet vermem» hadîsi kudsîsinde Cennet için yaratılmış olanlardır, diye muhtelif rivayetler vârid olmuştur. Etfali müslimîn rivayeti Hazret-i Alîden deniliyor. Bunlar kesibleri olmadan atalarının maıyyetinde Cennete girecekleri cihetle istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivayet de gösteriyorki bu istisna ehli kesb içinde Cennete girecek yok demek değil, lâkin bir takımlarının kesiblerine bağlı olmadan veya kesblerinin degerinden fazla olarak mahzı fadl ile müstesna surette Cennete gireceklerini anlatmış oluyor.

Gerçi bundan Cennete girmek mahzı fadl olduğunu iş'ar eden bir ma'na varsa da bu ma'na (.......) düsturunu ibtal değildir. Kesibde husni amele muvaffakkıyyet dahi esas i'tibariyle Allahü teâlânın bir fadl-ü tevfîkı olmasına nazaran hepsini de fadli ilâhîye nisbet doğru olmakla beraber burada maksad kesbin ehemmiyyetini iskat etmek degil (.......) mantukunca kaderleri yaver olan ve kesb ile irilemiyecek mertebeler kendilerine mahzı lûtf olarak verilmiş bulunan güzîde havass istisna edilmek şartiyle umumun felâh ve felâketi kesbi ne merbut bulunduğunu beyan ile kesbin kıymetini iş'ardır. İnzarın, tezkirin asıl fâidesi de budur. Binaenaleyh burada yemîn iki ma'nâ ile mülâhaza olunabilir:

BİRİNCİSİ, kaderde sağ tarafta vaki olmuş, hiç kesibleri olmadan kaderleri yaver kılınmış kimseler demektir. Meselâ Peygamberin nübüvvet risaleti (.......) âyetinden de anlaşıldığı üzere kesbinin hiç dahli olmayan bir mevhibe, bir rahmeti ilâhiyyedir.

İKİNCİSİ, yemîn, ahd ve mîsak ma'nasına olmasıdır. Çünkü mîsakı fitrî ile ahdi ilâhîye dâhil olmuş ve yemînlerine sadık kalmış kimseler kesblerinden mes'ul ve müstefid olmakla beraber netice i'tibariyle yalnız kesiblerine bağlı olmayıp kesiblerinden çok fazla ni'met ve saadetlere irerlerki bunun misali bir ferdin tek başına çalışmasiyle içtima'î bir mukaveleye merbut olarak cem'iyyet halinde çalışması arasındaki farktır. Zira cem'iyyetle yaşıyanlar yalnız kendi kesiblerinden değil, cem'ıyyetlerinin kıymetine ve mukavelelerindeki sadakatlerine göre yekdiğerinin müşterek ve mütekabil mesa'isinden yüksek bir surette istifade ederler.

Dağınık kesiblerin zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir yemîn ve mîsaka bağlanarak muhtelif kesiblerini sadakatle birleştirmiş ve amellerinin tevzi' ve iştîrâk noktalarına hep bir ruh ile sarılarak cemaatle yürümüş olanlar her biri kendi kesbinden müstefid olmakla beraber yekdiğerin kesiblerinden de mütezayid bir surette nasîb alırlar. Ve işte Allah’a ve Resulüne ve Âhıret gününe îman edip de Sekarden korunarak hak yolunda ruhlarını ve mesa'ilerini tevhid etmiş olan ve aynî kıbleye müteveccih olarak yürüyen halıs îman sahibleri kendi kesiblerine bağlanmakla kalmayıp fadli ilâhîden müstesna bir surette nasîb alan ashabı yemîndirler. Solda

40

Cennetlerdedir, soruşdururlar

(.......) Cennetlerdedirler.

41

Mücrimlerden

(.......) Mücrimlerden soruştururlar - mücrimlerin hallerinden kendi aralarında konuşur, bahseder. Birbirlerine sorar yâhud sordururlar. Bu suâl tevbîh ve tahsîr için denilmiş ise de evvelemirde tahkîkı hakk ile cürümlerinin mahiyyetine göre şefaat imkânını teharrî için bir hasbihal veya istintak olmak (.......) siyakına daha uygun görünür. Bu soruşturmanın bu suretle hikâye ve beyanı da mücrimlerin hallerini ve mahkûmiyyetlerinin sebeblerini sorup araştırarak hakkı tebeyyün ettirmek ve ona göre hayr-u salâh için çalışmak, ashabı yemînin hasleti olduğunu anlatmak, bununla beraber ta'dad olunacak cürümlerin sahibi mücrimlerin Âhırette şefaat ile de halâslarına ihtimâl olmadığını Dünyadakilere ıhtar ile nasîhat etmek içindir.

42

Nedir, diye: sizi sekare sokan?

(.......) sizi Sekare sokan nedir? -

Ya'ni bu Cehenneme girmenize sebeb olan cürmünüz nedir? Bu suâl, ashabı yemînin birbirlerine değil de mücrimlere bizzat veya bilvasıta sordukları suâldir. Sahib keşşaf derki bu, ashabı yemînin birbirlerine suâllerini beyan değildir. Öyle olsaydı (.......) onları sekare sokan nedir? Denilmesi lâzım gelirdi. Bu onların sorduğu vasıtanın ifadesini hikâyedir.

Ya'ni sorulanlar böyle anlatırlar: o mücrimlere sizi Sekare sokan nedir? Dedik

43

Derler: biz namaz kılanlardan değildik

(.......) dediler (.......) biz namaz kılanlardan değildik

44

Ve fukaraya yemek yedirmezdik

(.......) ve miskîni ıt'am etmezdik - fakîre yemek vermez, karnını doyurmak çaresini aramazdık, ya'ni Allah’ın emrini tanımaz ve kullarına acımazdık

45

Batakçılarla dalar giderdik

(.......) ve dalanlarla beraber dalar dururduk - boş lakırdılar, beyhude işler, şunun bunun aleyhinde lehinde mâlâ, ya'ni sözler, vakıtları öldüren, keyf-ü hevaya tealluk eden bâtıl şeylere dalan gafillerle beraber kendimizden geçer dalar giderdik

46

Ve ceza gününe yalan derdik

(.......) ve din gününe, ya'ni ceza gününe yalan derdik inanmazdık dediler - Namaz kılmamanın, fukaraya bakmamanın, dalanlarla beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu iymansızlık bu küfürdür.

47

Tâ gelinciye kadar bize o yakîn

(.......) Ta bize o yakın, ya'ni ölüm gelene kadar bu halde devam ettik - ancak ölüm gelince ceza gününün hakk olduğunu yakînen anladık dediler, işte kendilerini Cehenneme sokan cürümlerini böyle haber verirler.

48

Fakat fâide vermez o vakıt şefaati şefaatçilerin

(.......) Onun için de onlara şefaatçilerin şefaati fâide vermez - çünkü iymansız gitmişlerdir. Demek ki, o gün mü'minlere şefaat olacak, bunlar da tekzîb etmeseler, küfre kitmeselerdi belki ashabı yemînin onlara şefaati de mümkin olabilecekti. Lâkin bu cürümleri işlemiş, küfr ile gitmiş oldukları tehakkuk eden mücrimler kendilerini kurtaracak, amel yapmamış oldukları gibi şefaatçilerin hepsi de şefaat edecek olsa fayda vermez, hakikat tebdil olunmaz. Onlar kesibleri olan cürümlerin cazası olarak o Sekare dalar giderler

49

Ya şimdi ne ma'ziretleri var o öğüdden yüz çevirirlerken

(.......) Şimdi o tezkireden yüz çevirmekle kendilere ne fâide var? - Bu Kur’ân’dan yüz çevirmekte, o yakîni ıhtar ile edilen nasîhatten kaçınmalarında kendileri için bir faydamı var? Ögütten yüz çevirmekle o akıbetten kurtulacaklarını mı zann ediyorlar? O tezkireden öyle yüz çeviriyorlarki

50

Sanki ürkmüş yaban eşekleri

(.......) sanki ürkmüş yabânî eşekler

51

Arslandan kaçmaktalar

(.......) kasvereden firar etmekteler. -

KASVERE, «kasr» den müştakk olarak zorlu, zorba demek gibi olup zorlu avcı alayı veya arslan ma'nalarına geldiği beyan olunuyor. Ekser lügaviyyun kasvere arslan demişlerdir. Bunun Habeş lügatı olduğu da rivayet olunmuştur. İşte Kur’ân ile verilen Allah nasîhatinden kaçan, onu dinlemek istemiyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Halbuki o zavallı hımarı vahşilerin kaçmaları bir naçarlık olmakla beraber yine tehlükeden kaçmaktır. Onda belki bir halâs, bir fayda melhuzdur. Ögütten kaçan bu budalalar ise tehlükeden degil, halâstan, halâskârdan kaçıyor faydalarını birakıp helâke koşuyorlar.

52

Yok onlardan her kişi kendisine ayrı sahifelerle tezkireler dağıtılmasını istiyor

(.......) Hayır o kadar da degil, belki onlardan her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış sahîfeler halinde tezkire getirilmesini istiyor. - Umumî bir tezkire ile iktifa etmek istemiyor. Her biri ziyafete da'vet olunur gibi hususî bir tezkire ile ayrıca da'vet olunmasını isteyor, vazîfesine, menfaatine koşmak için kibirleniyor da herbiri yarın ecelin geldi, şu, şu vazîfeleri yapıp hazırlanarak gelmeniz tebliğ olunur diye ayrı bir tezkire bekleyor veya her biri bir Peygamber olmasını arzu ediyorki bu budalalık evvelkinden çok fazlâdır.

53

Hayır, doğrusu Âhıretten korkmıyorlar

(.......) Hayır, öyle şey yok - herkes için ayrı bir tezkire, ayrı bir kitab gelmesine ihtimal yok, bununla beraber öyle de olsa yine gelmezler (.......) doğrusu onlar (.......) Âhıretten korkmuyorlar - bu tezkireye icabet etmiyenlere sonunda ceza edileceğine inanmıyor, sonunu saymıyorlar.

54

hayır hayır o muhakkak bir tezkire

(.......) hayır, iş zannettikleri gibi değil - korkunç bir Âhıret var. (.......) işte o bir tezkiredir. - Bir ıhtardır.

55

Dileyen onu tezekkür ede

(.......) Artık herkim isterse düşünsün - mazmununu anlasın, iycabına göre hareket etsin

56

Maamafih Allah dilemeyince düşünmezler, koruyacak da odur, mağfiret edecek de

(.......) maamafih Allah dilemeyince düşünmezler (.......) takvaya ehil de mağfirete ehil de odur. - Azâbından korkulup korunulacak olan da o, mağfiret edecek de odur. Ondan korkmıyan ne Âhırette ne Dünyada hiç bir şeyden korkmaz, korunmaz, ondan başkası da ne günahları mağfiret edebilir, ne koruyabilir. Onun için her hikmetin başı Allah korkusu, Allah mahabbetidir. İmam Ahmed,

Tirmizî, neseî, İbn-i Mace, Hâkim ve daha başkaları, Hazret-i Enesten rivayet etmişlerdi. Resulâllah sallâllahü aleyhi vessellem bu âyeti (.......) okudu da dediki: rabbınız böyle buyurdu: (.......) ben ittika olunmağa, korkulup vikayesine sığınılmağa ehlim, benimle beraber başka bir ilâh yapılmasın, herkim benden korkar da benimle beraber başka bir ilâh tutmazsa ben onu mağfirete ehlim». Hakîm-i Tirmizî Nevadirilusulde Hazret-i Hasenden tahric ettiği bir hadîste demiştir ki, Resulullah sallâllahü aleyhi vessellem şöyle söyledi: Allahü teâlâ buyuruyorki, kulum bana iki elini kaldırır duâ ederse ben o elleri mağfiretsiz reddetmekten haya ederim, Melâike ey bizim ilâhımız o mağfirete ehil değil dediler, Allahü teâlâ buyurduki lâkin ben tekvaya da ehlim, mağfirete de ehim, sizi işhad ederimki ben onu mağfiret ettim» (.......)

Yarab! Bu kulunu da o koruduğun, mağfiretine irdirdiğin kulların zümresine ilhak eyle, Sensin ehlüttavka, sensin ehlülmağfire.

0 ﴿