İNSÂNSûre-i İnsan, Sûre-i Dehir, Sûre-i Ebrar, Sûre-i, Emşac, «Hel etâ» Sûresi dahi denilen bu Sûre-i celîle Mücahid ve Katâde rivayetlerinde medenî denilmiştir. Hasen ve İkrime dahi Medenî olduğunu ve ancak (.......) bir âyetinin Mekkî bulunduğunu söylemişler, lâkin çokları hepsi Mekkî demişlerdir. Zemahşerî, Razî, Beyzavî, Ebüssüud, nisaborî hep Mekkî olduğunu kaydetmişler, Ebû Hayyan da buna Cumhûr kavli demiştir. Âlûsî derki İbn-i âdilden Cumhûra göre alelitlak medenî olduğu menkuldur. Şi'a da Medenî olduğuna kail olmuşlardır. Âyetleri - Bilâ hılâf otuz birdir. Kelimeleri - İki yüz kırk. Harfleri - Bin elli üç. Fasılası - Yalnız (.......) harfidir. Sûre-i Kıyame, Kıyamet ve ölüm ahvalini beyan ile başlamış, insanın mükellefiyyeti, hayatı ile gayesinin ebedî hayat olduğunu anlatmak üzere ölülerin ihyasına kudreti isbat ile hıtam bulmuştu. Bu Sûre de insanın mebde'i hılkati ve hikmeti tekâmüliyle sa'yi beşerin fevâidini göstermek üzere o hayatı, o hatime ve gayeyi tevzıyh edecektir. 1Fil'hakîka geldi insan üzerine dehirden bir müddet o anılır bir şey olmadı (.......) HEL, istifham harflerinde olmakla beraber ba'zan (.......) gibi (.......) ma'nasında nefiy, ba'zan da burada olduğu gibi (.......) ma'nasında isbat yerinde kullanılır. Müfessirîn burada ve (.......) de (.......) ma'nasında olduğunu söylemişlerdir. Bunun iki vechi vardır. BİRİSİ, hel aslında (.......) ma'nasına tahkîk veya takrib için olmaktırki hakikaten geldi yâhud yaklaştı geldi demek olur. BİRİSİ de istifhamı takrîrî olmak suretiyle geldimi geldi «geldiya!» diye aynî ma'nayı ifade etmesidir. Bununla insan hılkatinin tekvin tarihinde te'ehhürü tahkık ve takrir olunmuşturki sonra da bunun hikmeti derece derece terbiye ve ıstıfa ile tekemmül ettirilerek mebde' ve gayeyi anlayacak ma'rifetullah ile sirri teklîfe kabil bir hale getirilerek kendi şuur ve gayretiyle ileri doğru daha yüksek bir hayata ıstıfa için Sûre-i Mülkün başında geçtiği üzere imtihan ve ibtilâ meydanına sevk olduğu anlatılacak, ve şükrünü bilmeyip bu vazîfeden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felâketleriyle şükrünü bilip vazîfelerini yapan ebrarın temiz ruhları ve tarzı mesaiyleri ve anın semeresi olarak Âhırette irdikleri hayatın zevkleri tasvir oluncaktır. (.......) İnsan üzerine - burada insandan murad Âdem, veya Benî Âdem diyen kaviller varsa da zâhir olan Âdem ve Benî Âdem hepsine şamil olan cinsi insandır. Ve huküm, her ferdi hakkında sadıktır. (.......) Dehirden bir hîn - EDDEHR, Sûre-i Câsiyede de geçtiği gibi Râgıbın beyanı vechile aslı ma'nasında âlemin vücudunun mebde'inden inkızasına kadar bütün müddeti, ya'ni zemanı küll demektir. Ve burada bu ma'nayadır. Gayrımuayyen uzun zamanlara da ıtlak olunur. Zaman ise bunun hılâfına olarak az müddete de çok müddete de denir. Ya'ni zaman silsilelerinin yekûnuna da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehir vahid olan külle ve ba'zan da büyük kısımlarına denir. Meselâ bir saat, birgün, bir ay müddete zaman denir, dehir denilmez ve bundan dolayı Fıkıhta yemîn mes'elelerinde dehrin ma'rife ve nekire hallerindeki ma'nalarının ekallini ta'yin hususunda Ashabın ve müctehidînin ıhtilâfları olmuştur. İmamı a'zam nekire olan dehrin ekalli ma'nasını ta'yinde tevakkuf etmiş (.......) demiştir. HÎN, zamandan, az veya çok mahdûd bir müddete denilir. Külle ıtlak edilmez, vakıt gibi cüz'e ıtlak edilir. Burada dehrin mebde'i olan hılkatı âlem ile insanın hılkatı hadleriyle mahdûddur. Nekire olması ise haddizatinde mahdud olmakla beraber insana nazaran mikdarının mechûl olduğuna işarettir. Ya'ni şu muhakkak ki, insan cinsi âlemin hılkatinden hayli müddet sonra yaratılmıştır. Âlemin hılkatiyle başlıyan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar sizin için mechûl ve maamafih bu iki hadd ile mahdûd bir müddet cereyan etmiş, insana doğru gelmiştir. O haldeki (.......) o müddet zarfından insan anılır, bu nam ile tanınır bir şey olmamıştır. - Bu cümle insandan hal yâhud «hîn» in sıfatıdır. Ve nefiy kayde müteveccihtir. Hiç bir şey olmamış degil, mezkûr bir şey olmamıştır. Mezkûr, hem kesr ile zikirden hem de zamm ile zükürden olabilir. Aslı ma'na mücerred insan lâfzının söylenmesi değil, bununla kasd olunan mefhum ve medlûl olduğu için mazmumdan olmak daha ma'kuldür. Maamafih meksûr da bundan eamdır. Ya'ni insan namiyle anılan, anlaşılan insanlık mahiyyetiyle düşünülen bir şey olmamış, bugün insan unvaniyle tesavvur olunup zikorulunan cins vücud bulmamıştı, ancak insan unvaniyle tanınmayan bir şey olmuştu. Bidayetinde ilk maddeleri olan anasır, meadin, sonra onlardan tavır tavır yaratılıp mütevassıt maddeleri olan nebatî hayvanî gıdalar (.......) sonra onlardan süzülen ve yakın maddesi olan nutfeye doğru peyderpey etvar ve meratib içinde gelen bir şey olmuş, lâkin insan diye mezkûr olan şey olmamıştı. Hâkikat insanın her ferdi gibi cinsi de kadîm değildir, hâdistir. Hem dehrin başlangıcından, âlemin hılkatinden çok sonra vücude gelmiştir. Niçin öyle olmuş da daha evvel olmamış? 2Çünkü biz yarattık o insanı bir takım katgılarla mezcedilmiş (emşac) bir nutfeden, evire çevire mübtelâ kılmak üzerede onu bir semî' basîr yaptık (.......) Çünkü insanı biz şöyle yarattık: - Ya'ni o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basît ve mahdûd bir mertebede mühmel olarak kalmak için de yaratılmadı, şu vechile yaratıldı (.......) bir nutfeden - Râgıbın beyan ettiği üzere nutfe esasen safî suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Urfte nutfe ile menî müteradif gibi addedilmiştir. Lâkin Sûre-i Kıyamenin âhirinde de geçtiği vechile Kur’ân’da (.......) diye nutfenin menîden bir cüz olduğu ifade olunmuş (.......) Hadîs-i şerifinde de külli ifradî ile min külli mâ'in değil, külli mecmu'î ile minküllilmai buyurulmuş olmasından veledin husule geldiği o suyun, mecmuımâ olan bütün bir menî değil, onun bir cüz'ünden ıbaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, menîden bir cüz olan halıs tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının zâhiri Âdem’in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder. Şu kadar ki, o nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını istilzam eyler, (.......) de bu olmak gerektir. Gerçi (.......) ile Âdem’in buradan istisnasına da istidlâl edilebilir. Lâkin (.......) gibi diğer âyetler, türabdan, tîynden hılkatin mebde' ı'tibariyle olduğunu gösterdiği gibi (.......) gibi umuma hıtab eden âyetlerde mebde' noktai nazarından bunların bütün insanlar hakkında sadık olduğunu anlattığından Âdem’in bir insan ile mesbuk olmıyan bir nutfeden yaratılmış olmasına münafi olmıyacağı cihetle (.......) de olduğu gibi burada da cins mebdei olarak vârid olan (.......) ıtlakından hiç bir insan istisna edilmemek daha zâhirdir. Fakat o nasıl bir nutfe (.......) EMŞAC - Nutfeye sıfat yapılan bu kelime, bir şeyi bir şey'e karıştırmak, mezc etmek ma'nasında olan meşc maddesinden olduğu belli, ancak, müfred veya cemi' olduğunda ıhtilâf edilmiştir. Sahib keşşaf müfred olan nutfeye sıfat olduğu için (.......) ta'birleri gibi elfazı müfrededen olmasını ihtiyar etmiştir. Ve «nutfetin emşacin» denilmekle nutfetin meşcin denilmesinde fark olmadığını, burada meşcin cem'i olmak sahih olmayıp ikisinin de mahlût, memzûc gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Lâkin emşac lâfzından zâhir olan sebeb esbab, ketif ektaf, şehîd eşhad gibi cemi' olmasıdırki müfredi sebeb vezninde meşec, ketif vezninde meşic, şehîd vezninde meşîcdir. Onun için ekser müfessirîn ahlât diye tefsîr etmişlerdir. Bu surette müfrede sıfat olması zati emşacin taktirinde olarak emşaclı yâhud ahlâttan ıbaret, ya'ni her biri karışık eczaden mürekkeb halîtalar mecmuu olan nutfe demek olması i'tibariyledir. Müfred olduğu surette eczasının bir kerre terkib ve mezci mülâhaza edilen bir halîta, cemi' olduğu surette ise eczasından her biri başkaca bir halîta olan muhtelif halîtaların imtizacları mülâhaza edilen katmerli halîta demek olur. Filvaki' ahlât, muhtelık demek olan (halat) ın cem'idir. Muhtelif anasırın ıhtilâtiyle husule gelen ve kimyevî bir surette yekdiğeriyle imtizac ettiğinden dolayı mizac dahi ta'bir olunan kan, safra', sevda', balgam «lenfa = lymphe» gibi karışık kimyevî mürekkebatı mahsusaya ahlât ıtlak olunur. Şu halde nutfenin emşacı nedir? Şübhe yok ki,, bu nutfenin tam bir tahlili ile bilinecek bir şeydir. Bunun tamanını ise ancak yapan bilir. Bunu sade meşîc, karışık ma'nasına anlıyanların çoğu nutfenin rahimde kadın menîsiyle ıhtilâtı, ya'ni telkîh hali diye telakkî etmişlerdir. Lâkin nutfe o vakıt uluk ve aleka namını aldığı cihetle emşac vasfının daha evvel olması zâhirdir. Ba'zıları da kan ve emsali ahlât demişlerdir. Mervî olan tefsirler içinde ikisi şayanı dikkattir. Birincisi, Keşşafta mezkûr olduğu üzere İbn-i Mes'ud Hazretlerinden «nutfenin uruku». İkincisi Katâdeden elvan ve etvar Nutfenin uruku zâhiren menînin elyafından ibaret zannedilebilerse de nutfe asıl tohumdan ıbaret olan zürriyyet huceyresi olmak üzere mülâhaza edilince onun uruku: damarları hayatî teşekkülünde haiz olduğü muhtelif hususiyyetleri çizen hututı esasiyyedir ki, ilk maddei musavveresi olan protupilazmasında, nüveyyesinde, gışasında, bünyesine, uzviyyetine dahil ve evsafında insan hususiyyeti mündemic olan ve künhü henüz tahlilâti fenniyyenin mâverasında Atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki, bunlar önce mezkûr olmıyan şeylerden başlamıştır. Nutfenin elvan ve etvarı ta'biri de teşekkülüne kadar geçirdiği ve gayri mezkûr şeylerden süzüle süzüle keyfiyetten keyfiyyete tahvil olunarak geldiği müteaddid ıstıfa meratibindeki ahval ve etvar ile bundan sonra aleka, mudga, muhallaka yapılarak gecireceği rüşeym ve cenîn hallerindeki etvara şamil olabilir, Hasılı insan bizatihi ve lizatihi kâmil ve kendiliğinden mevcud bir kadîm olmadığı gibi bir anda yaratılıvermiş basît bir mahlûk da değil, dehrin bidayetinden beri devir devir, tavır tavır yaradıla gelmiş gayri mezkûr şeylerin süzülüp biribirlerine katıla katıla imtizac ettirilmiş ve terbiye edile edile bir takım evsaf ve hususıyyat ilâve olunarak yetiştirilmiş emşacdan mürekkeb bir nutfeden yaratılmıştır. Basît olmıyan böyle bir nutfe yaratılmak için evvelâ alîm, hakîm, dilediğini yapar fâıli muhtar bir halikın sun'una mütevakkıf olduğu gibi, sonra mezc ve terkib ve terbiye olunacak basît eczanın halk ve terkib-ü tasfiyesine de tab'an mevkuf olduğundan dolayı insanın hılkati dehr ile beraber başlamış, bu nutfenin tekvininden sonraya te'ahhur etmiştir. Şu halde bunda ılmi ilâhîdeki insan tabiat ve mahiyyetinin hiç ıktizası yok değil, fakat o tabiat fâıl ve müessir değil, kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan âciz ve muhtac bir mümkin tabiati ve ıhtiyacı ıktizasıdır. Onun için huküm, tabiatin değil, ona hâkim olan hâlık ve sânı' Hak teâlânındır ki, o tabîat kendi haddi zatinde yok, onun ılminde sâbittir. Düşünmeli ki, basît bir müvellidülmâ diye yad olunan şey ile emşac bir nutfe denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, emşac bir nutfe diye anılan şey ile insan denilen şey arasında tabîat bakımından aşılmıyacak ne büyük bir hatvei terakkî ne yüksek bir eseri san'at-u kudret vardır. Ve işte bu âyetler insanlara bilhassa bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet insan kendi kendine olmadığı gibi basît bir hılkat ile de yaratılıvermedi. Allahü teâlâ onu şanı azemetiyle gittikçe tekemmül ettirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere irdirmek üzere işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle emşac bir nutfeden yarattı, ki, böyle yaratmanın hikmeti şununla beyan olunuyor. (.......) öyle ki, onu mübtelâ kılmak üzere evire çevire - ya'ni o insanı öyle yaratıp artık bitti diye südâ ve mühmel bırakıvermek için değil, onu bir takım emanat ve tekâlîf ile mükellef kılıp kendisine duygular, vazîfeler mihnetler yükleterek imtihana çekmek ve Sûre-i Mülkün başında (.......) diye beyan olunduğu ve Sûre-i Kıyamenin âhırinde (.......) diye ıhtar kılındığı vechile daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere tavırdan tavra evire çevire yarattık. Bu ibtilâ ve mükellefiyyetle ileri doğru neticelerini kabil olması ve verilen emirleri, edilen irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için (.......) yarattık da onu bir semî' basîr yaptık - gerek kendisinde ve gerek âfakta işitilecek görülecek tenzilî, tekvinî âyât ve delâili işitecek, görecek, basîretle bilip ona göre şuur ile vazîfesini yapacak mükellef bir mahlûk dehrin bidayetinden beri nice etvardan geçirilip kale gelmez nice şeylerden süzülüp nice katğılarla mezc edilerek husule getirilmiş emşac bir nutfeden (.......) medlûlünce evirile çevirile tesviye edildikten sonra (.......) mazmununca bam başka bir ruhanî hılkate mazher edilmiş semî' basîr mevt ve hayat geçitleriyle mübtelâ, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata namzed ve yolcu bir mahluktur. Şu halde hakkiyle semî' basîr olmıyan ve rabbına karşı vazîfelerini düşünmiyen kimseler insan unvanına lâyık değildirler. Görülüyor ki, insanın bu suretle ta'rîfi hayvanı natık ta'rîfinden daha derin ve daha güzeldir. (.......) kaydi umumiyyetle Kur’ân’da beyan oluna gelen mükellefiyyetlerin hepsine işaret olmakla beraber bilhassa Sûre-i Mülkten beri anlatılan ve ez cümle Sûre-i Kıyamede tasvir olunan ve bundan sonra bu Sûrede ve ileri Sûrelerde ıhtarı tevâlî edecek olan mukadderatı beşere müte'allık vazîfe mihnetlerin ve mücazat ve mükâfat ibtilâlarını icmal eder (.......) vasfının yine Sûre-i Kıyamede geçen (.......) âyetini hususî bir ıhtarı vardır. Burada Razî tefsirinde kaydedildiği vechile rivayet olunuyorki: Hazret-i Sıddık bu âyeti işittiği vakıt (.......) ah nolurdu o taman olsaydı da mübtelâ kılınmasaydık» demişti. Bu temenni Hazret-i Sıddıkın bu âyeti ne ince bir vukuf ve basîret ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bunda insanın noksanını ve tekemmül için istıkbale aid vezaîfinin ağırlığını derinden duyan bir nidayi haşyet vardır. Filvaki' bu iki âyet insanın hılkat tarihinde hikmeti te'ahhuru, geçirdiği istıfa mertebeleriyle sureti tekvîni hali ve istıkbali ile mahiyyeti ve mukadderatı bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları ihtiva eden ve nice nice amellerin tahlil ve tetkıklerine müsaid hututı esasiyyesini tenvir eyliyen ledünniyyatı telhıs ve icmal etmiş, aslını, hılkatın mebdeinden beri en derin, en güzîde damarlarından toplanıp süzülerek bir tavrı mahsusta zübde edilen bir usarecik, mahiyyetini tabiatin kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmıyan yüksek bir tekâmül hatvesiyle doğrudan doğru Hâlık tealânın sıfat ve sun'unu tecelli ettiren sem'u basar ve basîret gibi bir hakikati ruhaniyye olarak ta'rif ederken, hikmeti halkiyle bütün mukadderatını da bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan tekemmül için ibtilâ ve mes'uliyyet kanununda hülâsa eylemiştir. Ve bu suretle insan diye anılan şey'in gayesine ermiş tam ma'nasiyle mütekâmil ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümiyle bütün mukadderatı tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp rabbından geldiği gibi (.......) ve (.......) buyurulduğu vechile yine rabbına gitmek üzere altı Seıyr, ucu nu'îme varan ve tehlüke ve mihnetlerle dulu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır. İbtilânın bu iki ciheti tasrih ve tevzih olunmak üzere Buyuruluyor ki, 3Her halde biz ona yolu gösterdik, ister şâkir olsun ister nankör kâfir (.......) herhalde biz ona doğru yolu gösterdik - yol (.......) ve (.......) ve (.......) gibi âyetlerin nâtık olduğu ve Fâtihada beyan edildiği vechile doğrudan doğru Allah’a ve halıs ni'metlerine götüren ve Kur’ân ile da'vet olunan hak İslâm dînidir. Ya'ni âfak-u enfüste mebde' ve gayesiyle Hak yolunu göstermek üzere işitilecek ve görülecek ve düşünülecek tenzîlî ve tekvînî; naklî ve aklî âyetler, deliller, alâmetler nasb-u ikame ederek ve insana sem'-u basar ve basîret kuvveleri vererek ona nereden gelip nereye gideceğini ve son murada irmek için rabbına ne yolda gitmek ve ne gibi vazîfeler yapmak lâzım geleceğini anlatarak irşad eyledik (.......) gerek şâkir olsun o insan gerek nankör kâfir - ya'ni isterse o irşad ve hidayet ni'metinin kadrini bilerek rabbına şükretmek üzere îman ve hüsni niyyetle o Hak yoluna sûlûk edip mihnetlere göğüs gererek çalışsın, gayei kemale yürüsün, isterse nankörlükle küfr edip teklif ve tekammülden kaçınarak, bu irşad ve hidayete karşı, işitmez, görmezceden gelerek bu ibtilâ âlemi olan Dünya hayatta kalmak istesin, o cihet kendisine, kendi ıhtiyarına aiddir. Her iki halde de yol gösterilmiş bulunuyor. Bu hidayet ve irşaddan sonra şakir ve kâfir taksîminde bir taraftan şükre tergib bir taraftan da küfürden tahzir için (.......) tarzında ıhtiyari beşere hitab eden mücmel bir va'd-ü va'îd vardır. Onun için leff-ü neşri gayri müretteb üslûbiyle evvelâ küfr-ü küfrandan tahzirin ılleti 4Çünkü biz, kâfirler için, zincirler, tomruklar, bir de Seıyr hazırladık (.......) çünkü biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir Seıyr, çılgın bir ateş hazırlamışızdır. Ya'ni dileyen bunlara ıhtiyar etsin, lâkin bunlar basîreti olanlar için ıhtiyar edilecek, tehammül olunacak şeyler olmadığı için her halde küfr-ü küfrandan sakınmak lâzım gelir, mealinde kısaca tefhim olunduktan sonra şükr-ü îman, birr-ü ihsan ile çalışanların ruhlarının temizliğiyle tarzı hayatları ve semerei mesaîleri, Dünya hayatın geçici zevklerine ve sâgarı sernigûn olmağa müheyya humarlı ışretlerine meftun olanları imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir surette beyan ve tafsıl olunmak üzere buyuruluyor ki, 5Haberiniz olsun ebrar (hayır sabihi iyi insanlar) öyle dolgun bir kadehten içeceklerdir ki, mizacı olmuştur kâfur (.......) haberiniz olsun ebrar - EBRAR, «berr» in cem'dir, rabb erbab gibi. Fâil venzi ef'al diye cemi'lenebildiğine göre «barr» ın cem'i de olabileceği söylenmiştir. Berr, birr sahibi, ya'ni kemaliyle hayır sahibi mutî' iyi insan demektir. Hakkullahı eda ve nezrini iyfa eder kimse diye de ta'rif edilmiştir. Hasenden, karıncayı incitmez, şerre razı olmaz kimse diye de merviydir. Sûre-i Bakarede (.......) âyetine, Ali imranda (.......) âyetine bak. BARR; iyilik ve ihsan yapan, bir de ahdinde ve yemîninde sadık olan ma'nalarına gelir. Burada şâkir olanların güzel halleri ve akıbetleri beyan olunurken onlardan ebrar unvaniyle ta'bir olunması, bir ta'rif demek olup bunların nâil oldukları yüksek kerametlere istihkakları bu vasf ile olduğuna, ya'ni şükürden murad şükri amelî olup bunun birr-ü hayır ve ihsan ve sedâkat ile iyfa olunacağına tenbihtir. Böyle birr-ü hayır sahibi iyi insanlar (.......) içerler - ya'ni Âhırette içecekler, kâfirlerin Seıyrde yanmaları, Âhıretteki akıbetleri olduğu gibi mukabilinde zikrolunan ebrarın da sürblerinden murad Âhıretteki şürbleri demek olur. (.......) Bir ke'istenki - KEİS, kâse yukarılarda da geçtiği vechile dolgun kadehe ıtlak olunur. Boş olursa keis denmez. Meşhur de hakikatı, içinde içki bulanan kabın kendisidir. Bilhassa içindeki içkiye de ıtlak olunur. İçki içenlerin asıl maksadları gayesi olan neş'e olduğu için sonra da zikri sebeb iradei müsebbeb tarikıyle keis, tam neş'eden mecaz olurki edebiyyatta isti'mali bu ma'na ile urf olmuştur. Şu halde tam ma'nasiyle dolgun kadeh neş'esinde hiç humar olmıyan hal ve istıkbalinde her türlü gamm-ü kederden azade olan safî bir hayat zevkı demek olur. Böyle bir hayat ise (.......) mısdakınca ancak hayatı âhıredir. Çünkü Dünyanın hiç bir neş'esi yokturki keder ve humarı bulunmasın. Bu ma'nada müverrih âlî ne güzel söylemiştir: Neş'e ümmid ettiğin sâgar de senden gamlıdır: Bir dokun bin âh dinle kâsei fağfûrdan. Onun için ke'is ta'birinde gözetilen tam neş'e ma'nası Dünya kadehlerinde, Dünya şarablarında yoktur. Onlar bir neş'eye bedel bin tahrib ile doludur. Bundan dolayı Kur’ân’da Dünya şarabı (.......) diye tavsîf olunduğu halde Âhıret şarabı (.......) ile tavsif olunmuşturki: bu, Dünyada ancak mutlak bir îman, safî bir aşk neş'esi ile ruhanî bir gaye halinde mülâhaza olunabilir. Bunda zevkı cismanîden zevkı ruhanîye husni fanî mir'âtından cemali mutlak şevkına geçen öyle derin ve lâyezal bir neş'ei vısal vardırki yolunda Dünyadan geçilir canlar feda edilir. Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil ! Ne niza' eyliyelim ol ne senindir ne benim. Denilir. Ve bun neş'eyi duyanlardırki (.......) ve (.......) tebşirleriyle ındallah ebedî hayatta serşarı camikâm olurlar. Bu Âhıret neş'esinden gafil olup da bütün lezzetlerini Dünya hayatın zevkında tüketmek istiyenler, âlâmı Dünyayı yalnız Dünya şarabının dolmak ihtimali olmıyan ve cüz'î bir neş'eye bedel türlü acılıklar, türlü humarlarla âlûde ve akıbet kırılmağa mahkûm bulunan boş veya eksik sagarinden aradıkları için Allahü teâlâ onlara rağmen ebrarın temiz ruhlariyle zevkı uhrevî ve ebedî neş'ei hayatını birçok Sûrelerde olduğu gibi burada da dolgun bir kâsei ışret ve temiz bir içki demek olan şurbi ke'is ve şarabı tahûr zevk-u neş'esiyle beyan ve tasvir buyurmuştur. Bu ke's ile içilen içkinin mizacı Dünya içkilerinin mizacına benzemeyip her türlü şaibeden ve nâhoş kokulardan âri gayet temiz ve sonunda tasrih olunacağı üzere bir «şarabı tahûr» olduğu anlatılmak üzere de Buyuruluyor ki, (.......) onun, ya'ni o ke'sin mizacı bir kâfur olmuştur. - MİZAC, ismi alet ma'nasında olarak bir şey'e mezc olunan katgı demektirki hassası onda tebarüz eder. Meselâ bir şerbete katılan gül suyu onun mizacı olmuştur. «ha» zamiri ke'se raci'dir. Keis dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre kâfur, kadehin mizacı olmuş olur. Bu ise o ke'sin sırçasi, (.......) den anlaşılacağı vechile kâfur tıynetinde beyaz ve hoş demek olabileceği gibi o ke'sin içine katılan içkinin kâfur hassasında görülmedik bir içki demek olduğunu da ifade edebilir. Bundan başka mizacı olmak kabın kendisinden ziyade içindeki içkiye daha münasib olacağına nazaran burada ke'isten murad içindeki içilecek şey demek olup onun mizacı da o içilecek içkiye katılan temiz ve hoş bir katgı demek olur. Evvelki ma'naya göre kâfur, ma'ruf ma'nasında mülâhaza olunabilir. Ma’lûm ki, kâfur beyaz ve zarif bir renkte hoş kokulu, serin, antiseptik, ya'ni te'affüne muzadd ve mizacı kalbi takviye etmek hasasını hâiz, meşhur bir şeydir. Bir ke'sin kendisinin bu mizacta olması onun temizliğini hoşluğunu letâfetini ifade eden bedi' bir isti'arei temsîliyye olur. Ve ikinci, üçüncü ma'nalara göre ise kâfur, ma'ruf olan ma'nasında değil, Dünyada ma'lûm olmıyan bambaşka bir içki veya içki katgısı dremek olur. Filhakika bu ma'naca kâfur, Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismi diye merviydir. Bu surette ebrar o dolgun kadehten bu kâfur denilen çeşmenin suyunu veya mizacı o çeşmeden katılan bir Cennet şarabını içecekler demek olur. Bu takdirde 6Bir çeşme, ondan Allah’ın kulları içer, güzel, yollar açarak akıtırlar onu akıtırlar (.......) kâfurdan bedel veya atfı beyandır. Ya'ni o ke'sin mizacı olan kâfur bir ayn: bir çeşme, ta'biri âharle, bir menba', bir kaynak gözü, bir pinardır. İkinci ve evvelki takdirde ise (.......) nin mef'ulüdür. Ya'ni mizacı kâfur olan o ke'isten mütemadiyen akan ve ebedî hayat menba'ı olan bir çeşme suyu veya o su ile mezc edilmiş bir içki içerler. Ki, buna Sûre-i Vakıada sabikunun vasfında (.......) Sûre-i Saffatta (.......) denilmiştir. Burada kâfur, orada (.......) Sûre-i Muhammedde (.......) gibi evsaf mütekarib mazmunlardır. O kâfur veya o içtikleri öyle bir çeşme ki, (.......) onunla yâhud ondan Allah’ın kulları içer (.......) güzel yollarla akıtırlar da onu akıtırlar - istedikleri yerlere kolay kolay cereyan ettirler, diledikleri gibi kana kana içerler. Abdullah İbn-i Ahmedin Zeva'i düzzühhadda İbn-i şevzîden rivayetine göre: altın masuraları vardı, su, onları ta'kıb eder (.......) Burada «Ibadullah» yine o ebrarın kendileri, şürb de evvelkinin beyan ve tevzıyhi olmak muhtemil ise de e'amm olmak daha zâhirdir. Bu surette çeşme o ebrarın Dünyadaki hayratı, Ibadullahın şürbü ondan umumun intifa' ve istifadeleri, ebrarın kâfur mizaclı dolgun ke'isten içmeleri de Âhırette onun sevabından irdikleri ebedî saadet neş'esi demek olur. Bunun şu suretle izahı da bu ma'nayı anlatır. 7Adaklarını yerine getirirler ve şerri salgın olan bir günden korkarlar (.......) ilh ... - Çünkü bu, o ebrar isminin icmalen anlattığı ma'nayı bir nevi' tafsıl olmak üzere onları Âhırette o murada irmelerine sebeb olan Dünyadaki hallerini, ahlaklarını, haleti ruhiyye ve fikr-ü emelleriyle hayır amellerinin esasını ve semerelerini beyana şüru'dur. Ya'ni onlar ne suretle o birre irer, o tefcîri yaparlar? Denilirse, Buyuruluyor ki,, nezirlerini iyfa ederler, NEZR, ahid ve adak demektirki bir kimsenin üzerine vâcib olmıyan hayırlı bir işi kendine vâcib kılarak yapayım diye te'ahhüd etmesidir. Ve şübhe yok ki,, kendine vâcib olmıyan nafileyi üzerine alıp da iyfa eden kimseler, kendilerine vâcib olan vazîfeleri evleviyyetle iyfa ederler. Bu haysiyyetle (.......) gerek kendilerinin iyacabı ve gerek Hak teâlânın iycabı ile üzerlerine vâcib olan her türlü vecîbe ve vazîfelerini iyfa ederler demek olur. Ve bu suretle (.......) âyeti mazmuniyle (.......) hadîsi kudsîsi mazmununu ihtiva eyler. (.......) muzari' sıygası da bu iyfada istimrarlarını ifade eyler, ya'ni bir iki iyfa ile kalıvermezler, müstemirren iyfa eder dururlar, hem de yaptıklarına magrur olup da artık yetişir diye gafil davranmazlar (.......) ve şerri müstatîr olan bir günden korkarlar - o endişe ile korunur dururlar. MUSTATÎR, uçan, uçuşan, yangının veya sabahın intişarı gibi âfaka dağılıp yayılmak isti'dadında bulunan demektir. 8Miskîne, yetîme, esire seve seve yemek yedirirler (.......) Burada (.......) zamirin merci'ine göre iki ma'na ifade eder. BİRİSİ, taama sevgileri, ya'ni kendi ihtiyacları hasebiyle istek ve arzuları bulunmakla beraber demektir ki, (.......) mazmunudur. BİRİSİ DE, o it'amı kerhen değil, bütün kalblerinden isteye isteye seve seve demektir ki, her birinin bir vechi vardır. (.......) MİSKİN, kendi kendine iktisabdan âciz, YETİM, kâsibi ölmüş, kendisi de âciz, ESİR, memlûk olup olmamaktan, Ebû Müslim olup olmamaktan eamm olarak her hangi bir esîr olursa olsun. Burada esîrlere, düşgünlere hüsni muameleye mühim bir tenbih vardır. Esîr, kendisine katil ve sair her hangi bir muamele yapılabilmeğe mahkûm bir haldedir. Onun katletmek lâzımsa önce katletmeli, fakat kaydi esaretle bağlandıktan sonra da işkence etmeyip mümkin olabildiği kadar insanca bakmalıdır. Rivayet olunur ki, Resulullaha esîr getirilir, o onu müslimanlardan ba'zılarına teslim eder, buna ihsan et, güzel bak diye emrederdi, iki gün üç gün onun yanında kalır, o müslim, ona kendi nefsine tercih eder surette bakardı. Katâde demiştir ki, o gün onların esîrleri müşrikler idi, müslim kardeşin ise elbette it'amına daha lâyıktır (.......) Müslim esîre muavenet, daha ziyade onun esaretten halâsına sa'y ile olur. Sonra onlar bu it'amdan bir garaz ve ıvaz beklemezler. 9Size ancak "livechillâh" it'am ediyoruz, sizden ne bir karşılık isteriz ne de bir teşekkür (.......) böyle derler. Lâkin bunu sarahaten yüzlerine söylemez, kalblerinden ve halleriyle söylerler. Onun için burada böyle derler diye tasrih edilmemiş kavil, zımnî olarak ifade edilmiştir. LİVECHİLLÂH, Allah yüzü, bâkı olan Âhıret vichesi, Allah rızası demektir. 10Çünkü biz rabbımızdan korkarız, bir suratsız kara günden (derler) (.......) Abus - bed çehreli, ya'ni içinde bulunanların yüzlerini ekşitip fenalaştıracak olan kara gün (.......) çatık suratlı - deniliyor ki, bu kelime, devenin telkıh sırasında bikr ile yâhud doğururken tazyık halinde kuyruğunu kaldırıp burnunu çevirerek ve iki kutrunu, ya'ni yanlarını derliyerek aldığı çalımlı veya sıkıntılı vaz'ıyyetini anlatan (.......) ta'birinden me'huz olarak iki gözünün arasını çatıp şiddetle çîni cebîn gösteren, ya'ni abuslukta şidetli veya şerri birbirine girmiş gibi zorlu ve dehşetli veya uzun ve imtidadlı ma'nâlarına tefsîr olunmuştur ki, o gün, Kıyamet günüdür. 11Allah da onları o günün şerrinden korur ve kendilerini bir parlaklıkla bir sürûre indirir (.......) Bu da Dünyadaki o haleti ruhiyye ile mesainin sonundaki semeresini, Âhıretteki neticesini beyana şüru'dur ki, (.......) ile icmal edilen neş'e ve saadeti tavzıh ve tafsıldir. 12Ve sabırlarına mukabil onlara bir Cennet ve bir harîr verir (.......) bununla sabır, ebrarın muvaffakıyyetleri esbabından biri olan en mümtaz hasletleri olduğuna ve bu suretle şükr ile sabrı câmi' bulunduklarına da işaret olunmuştur. (.......) Cennet - diledikleri gibi yiyip içecekleri dilnişîn bir bostan. (.......) bir harîr (.......) mantukunca bir ipek ki, geyerler, ziynetlenirler. - Bu nadaret-ü sürûr, ve Cennet-ü harîr şu hal ile beyan olunuyor - 13Orada erîkeler üzerine dayanmışlardır ne Güneş görürler onlarda ne de zemherîr (.......) erîkeler üzerine dayanıp kurularak: ERÎKE, hacele, ya'ni gelin odasına kurulan serîr, donatılmış koltuk (.......) zemheri, şiddetli soğuk, - çünkü sıcağın şiddeti azâb olduğu gibi soğuğun şiddeti de azâbdır. 14Üzerlerine o Cennet gölgeleri sarkmış ve devşirimleri mebzûl mebzûl önlerine konmuştur 15Hem dolaşılır üzerlerine gümüşten kaplar ve küplerle ki, billûrlar 16Gümüşten billûrlar, onları türlü türlü biçime koymuşlardır (.......) gümüşten karureler, billûrlar. - Ma'lûm ki, gümüş ile sırça billûrun tabiatleri muhteliftir, gümüşten sırça veya billûr olmamak lâzım gelir. Lâkin burada bedi' bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığiyle billûr berraklığının safasını hâvî muhtelif biçimde Kaplar tasvir olunmuştur. Ki, bunda kâfur mizacına da delâlet vardır. 17Ve orada bir kadeh sunulur ki, katgısı olmuştur zencefil ZENCEBİL, zencefil dediğimiz ma'ruf hoş kokulu baharın ismidir ki,, ba'zı meşrubata katılmasında hoş bir lezzet ve rayiha hasıl eder. Evvelâ kâfur mizaclı ke'Sûre-i, burada da zencefil mizaclı ke's denilmesinden ve birinde şürb, birinde sakıy ta'bir edilmesinden iki nevi' ke's anlaşılıyor ki, birinin kesbî, birini vehbî olmasına işaret olsa gerektir. 18Bir çeşme ki, denir selsebîl (.......) SELSEBİL, ilk evvel Kur’ân’da işitilmiş bir kelime olduğu söylenmiş, bunun selsel ve selsâl gibi selâset ve teselsül ma'nâlariyle alâkadar olarak akımı müteselsil ve içimi ve yudumu boğaza dokunmıyacak surette gayet kolay ve tatlı mefhumunu ifade ettiği de söylenmiştir. Mücahid, cereyanı kuvvetli, içimi kolay demiş, Mukatil de suyu istedikleri meclise diledikleri gibi teselsül eder bir ayn demiştir. Katâdeden rivayet olunduğuna göre Arşın tahtinde Adin Cennetinden nebe'an edip bütün Cennetlere teselsül eden bir ayndır. Bahirde derki: bunun zâhiri bir ism olmayıp insiyağda selis mezakta sehl diye bir tavsıf olmak gerektir. Çünkü hakikaten ism olsa idi te'nis ve Alemiyyetten dolayı gayrı munsarif olmak lâzım gelirdi (.......) Maamafih (.......) gibi fasılaya riayet için tenvinlenmiş olması da melhuzdur. Bazıları da bunun «bir yol iste» manasına (.......) terkibinden menkul bir ism olması ihtimalini söylemişlerdir ki, ona bir yol arıyanlar, ondan içebilirler ma'nasını îyma eder, demektir 19Ve dolanır etraflarına muhalled evlâdlar, görünce onları sanırsın saçılmış inciler 20Ve gördüğün zaman orada bir na'îm ve pek büyük bir mülk görürsün (.......) ve gördüğün vakıt orada - ya'ni o Cennette gözün her nereye ilişse (.......) bir na'îm ve pek büyük bir mülk görürsün. - Kederden, gıll-ü gışten âzade saf bir ni'met ve tavsîfe sığmaz büyük bir saltanat. Ki, mahsûs ve ma'kule şamildir. Bazıları demiştir ki, o büyük mülk, tekvin ve meşiyyet mülküdür ki, bir şey irâde ettikleri zaman oluverir. Ve işbu (.......) hıtabında Resulâllaha ve ümmetine bunu bir va'd vardır. 21Üstlerinde bir sündüs esvab yem yeşil ve kalın istebrak, gümüşten bileziklerle süslenmişler, rabları onlara bir şarabı tahûr sonmaktadır (.......) o na'îm ehlinin görüldükleri sırada: veyâ üzerlerine tavaf olunurken hallerini şerhtir. Y'ani (.......) mazmunundan yâhud (.......) zamirinden veya ta yukarıdaki (.......) den hal olarak harîri izahtır. Ya'ni o na'îm ehlini gördüğün vakıt veya vildanı muhalledun ile etraflarında dolaşıldığı veya erîkeler üzere oturdukları sırada haller üstlerinde geyim yâhud üst taraflarında tezyinat olarak (.......) yeşil sündüs esvablar - sündüs namı verilen gayet ince ve zarif ipek kumaşlardan yeşil kisveler. (.......) kalın veya sırmalı ipek kumaşlar ki, (.......) medlûlüne nazaran sırasına göre geyinirler veya oturdukları mevkı'ler aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı bunlarla donatılmıştır. Aslı Arabî olmıyan sündüs ve istebrak kelimelerinde çok sözler söylenmiş ise de bizim anlayacağımız ince ve kalın ipek kumaşların en güzelleridir. (.......) ve gümüşten bileziklerle hılyelenmişler, süslenmişlerdir. Bu (.......) zamiri, hizmet eden vildani muhalleduna raci' olduğuna göre bunların böyle süslenmeleri ma'kuldur. Ehli Cennetten olan kadınlar hakkında da yaraşır. Erkekler hakkında bu tarzda süslenmek nasıl menduh olabilir? Diye bir suâl hatıra gelebilir. Bunu ehli Cennetin zevkine havale etmek, cevabı kâfi olabilirse de ma'kul bir vecih de yok değildir. Çünkü kollarındaki bu bileziklerdirki ehli Cennetin Dünyada elleriyle yapıp ıhtisas peyda etmiş oldukları salih amellerin timsali olan mükâfattır. Ba'zı âyetlerde altın ve gümüş bilezikler diye bunların meratibindeki ıhtilâfa da işaret buyurulmuştur. Ba'zıları gümüş hizmet edenlerin, altın hizmet olunanlarındır, burada hizmet edenlerin hilyesi olmak i'tibariyle gümüş denilmiştir demişlerse de altının parlaklığına mukabil gümüşün rengindeki beyazlığın daha ziyade ıhlâs ve safveti temsil etmesi ve bir de altına nisbetle kesretinden dolayı umuma menfeati daha şumullü olması hasiyyetleriyle burada sade gümüş denilmiş olması daha muvafıktır. Sonra şu da unutulmamak gerektirki bu gümüş ma'lûm olan gümüş değil, o âleme mahsûs olan bir gümüştür. Bu âyetin mazmunu, cismanî, ruhanî daha ba'zı işarî ma'nalar ilham edebilirse de onlar zevklerin inceliklerine aid ledünniyyattır. Bütün bunlar en son olarak şu zevk ve neş'ede hulâsa edilmiştir: (.......) ve onlara rabları bir şarabı tahûr sunmaktadır. - Ki, hem temiz, hem de hiç bir keder ve leke bırakmıyacak vechile gayet temizleyici, hem tarih hem mutahhir bir şarabı. Ki, önce zikrolunan biri kâfur mizaclı, diğeri zencefil mizaclı iki nev'in ikisine de fâık ve sakyı doğrudan doğru rabbül'âlemîne müsned olan, hiç bir katgı katılmamış, safayı mutlak ile safî ve tahuriyyet vasfiyle mümtaz tertemiz bir içki, cemali hakka kavuşmak neş'esidir. Bu şarabın tahuriyyeti hakkında vârid olan rivayetler: Ebû Kulâbeden: yiyecekler, içecekler verilir, en sonunda da bir şarabı tahûr sunulurki bununla kâlbleri ve bütün içleri tertemiz olur. Ve dışlarından misk kokusu gibi bir ter halinde feyezan eder. Mukatilden: Cennet kapısında bir menba'dırki herkim ondan içerse Allahü teâlâ onun kalbinde gıll-ü gış ve hasedden veya içinde kirden, lekeden eser bırakmaz hepsini nezi' eder çıkarır (.......) Diğer taraftan bunda Dünya şarablarında bulunan lekelerden eser yoktur. Bidayetinde olmadığı gibi nihayetinde de yoktur. Ba'zıları da demişlerdir ki, bununla murad sırf ruhanî olan bir şarabdır o bütün mâsivadan geçiren tecellîi rabbanîdir. (.......) Bir safa var su yok, bir letafet var heva yok, bir nur var nar yok, bir ruh var cisim yok. İbn-i fârıdın Hamriyye kasîdesi bu ma'na üzere yazılmıştır. Meselâ tâiyyesindeki şu beyit ile de bunu kasd eylemiştir: Bana içirdiler de «tegannî etme!» Dediler, halbuki bana' içirdiklerini Huney dağlarına içirseler onlar tegannî ederlerdi. Hikâye olunurki Bâyazîdi bestamîye bu âyetten suâl etmişler: demişki: onlara bir şarabı tahûr sundu, onları başkasına mahabbetten tathîr etti. Sonra da demişki: Allahü teâlânın bir şarabı vardırki onun kullarının en fazîletliler için iddihar buyurmuştur. Onu onlara doğrudan doğru kendisi iska eder, içtilermi coşarlar, coştularmı uçarlar, uçtularmı irerler, irdilermi ayrılmazlar, onlar (.......) sirrine mazherdirler. Razî zikrettiği vücuhün sonunda bir ma'nayı işarî olarak buradaki içkilerin hepsini böyle bir tarzı ruhanîde takrir ederek derki: ruh, Melâike âlemindendir. Melâikenin ekâbir bir eazımının cevherlerinden bu ervah üzerine feyezan eden envar, susuzlukları gideren ve bedeni takviye eden tatlı suya benzer. Menba' suları pınarlar, sâfîlikte, çoklukta, kuvvette mütefavit oldukları gibi envarı ulviyye menba'larıda öyledir. Ba'zıları barid ve yabis tabi'atte kâfurîdirler. Bunun sahibi Dünyada havuf-u bükâ ve inkıbaz makamındadır. Ba'zıları da hârr ve yabis tabi'atte zencebîlîdirler. Bu haletin sahibi de Allahü teâlânın mâsivasına az iltifat eder, ecsam ve cismaniyyata az ehemmiyyet verir. Sonra ruhı beşerî kaynaktan kaynağa, nûrdan nûra intikal eder gider. Ve şek yokturki esbab ve müsebbebat nuri mutlak olan vacibülvucud cellecelâlühu ve azze kemalühuye irtika ile nihayet bulurlar. O makama vasıl olup da o şarabdan içince önce içilen içkilerin hepsi münhazım hattâ fânî olurlar. Çünkü Allahü teâlânın nuri celâl ve kibriyası karşısında bütün mâsivallâhın nuru muzmahill olur. Ve işte sıddîkînin seyrinin âhiri, terakki ve kemalde derecelerinin müntehası budur. Bu sebeble Cenâb-ı Allah ebrarın sevabını zikrederken (.......) ile hitam vermiştir (.......) Şöyle diyerekki 22Şöyle diye ki, işte bu sizin bir mükâfatınızdı, sa'yiniz meşkûr oldu (.......) işte bu sizin için hazırlanmış bir karşılık idi ve sa'iyniz meşkûr oldu - Dünyadaki çalışmalarınız boşa gitmedi, kadri takdir olunup daha büyük mükâfat ile karşılandı. Bu hıtab ehli Cennetin Cennete girip kendileri için hazırlanmış olan na'imî müşahede ettikleri zamanki tehni'e hıtabını hikâyedir. Ya'ni o zaman böyle denecektir. Ilmi ilâhîdeki takdiri ezelîyi ıhbar ile Dünyadakilere bir va'd hıtabı olmak da muhtemildir. Kâfirlere hazırlanan selâsil ve aglâl ve seıyre mukabil şâkirlere, ebrara hazırlanan nadaret ve sürûr, Cennet-ü harîr, o na'îmi safî ve mülki kebîr ile şerabı tahûr, sa'yi meşkûr neş'ei kusvasını beyandan sonra (.......) mazmununu tahkîk ve tevzîh siyakında Buyuruluyor ki, 23Filhakika biz indirdik biz sana Kur’ân’ı ceste ceste (.......) başkası değil, biz ancak biz indirdik sana (.......) Kur’ân’ı - insana doğru yolu gösteren ve o şarabı tahûr neş'esini sunan Kur’ân’ı (.......) tenzil suretiyle - ya'ni bir def'ada değil, zaman zaman fasıla ile yirmi üç senede ceste ceste ki, ilk insan hılkatında olduğu gibi bunda da terdicî tekemmül ve tarakkî ka'idesine bir uygunluk vardır. Bununla önceden mezkûr olmıyan bir çok şeyler olacak ve bu va'dolunan şeyler muhakkak vuku' bulacaktır 24O halde sabret rabbının hukmünü vermesi için de itaat etme onlardan bir âsime veya nanköre (.......) onun için acele etme de rabbının hukmünü vermesi için sabret - bugün son nusret ve muvaffakıyyete irdirivermeyip de mükellef ve mübtelâ kıldığı bir takım mesa'i ve mücahedelerin zorluğuna tehammül et, ileride vereceği hukmü gözet, çünkü bu çekilen zahmetlerin güzel bir akibeti var, (.......) sabırsızlık edip de o insanlar içinden (.......) bir âsime - günaha da'vet eden bir günahkâra (.......) veya küfre da'vet eden nankör bir kâfire itaat etme. 25Ve rabbının ismini an hem irken hem ikindiyin (.......) Ve rabbının ismini an - (.......) mantukunca sabr ile beraber ezan ve namaza devam eyle (.......) BÜKRE, irken demek olup ir sabaha ve sabahtan öğleye kadara ıtlak onulur. ASÎL, ikindi ve akşam üzeri olmakla beraber öğleden akşama kadar ıtlak olunur. Bu suretle (.......) sabahtan akşama kadar demek olup bunda sabah, öğleyin, ikindi namazları dahil olur. 26giceden de ona secde et ve tesbih et ona uzun gece (.......) Ve geceden de - ya'ni gecenin ba'zı cüz'ünden de (.......) ona, ya'ni rabbına secde et - burada «fa» ile (.......) emri (.......) emrini de beyan ederek ondan da murad namaz olduğunu anlatır. Secde, zikri cüz iredei küll tarikıyle salâttan mecazdır. Gecenin ba'zı cüz'ü de akşam ve yatsu demek olur. (.......) Hem de ona uzun gece yâhud geceleyin uzun uzadıya tesbih et - bunda da Sûre-i Müzzemmilde geçtiği üzere Peygambere teheccüdün vücubuna tenbih olmakla beraber rabının hukmü gelinceye ve onun Allah’a tesbîh ve tenzîh ile müteyakkızâne ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi lüzumuna da işaret vardır. Bu işaretin dolayısiyle ümmete aid olacağı da unutulmamak lâzım gelir. 27Çünkü onlar pîşini severler ve önlerindeki ağır bir günü bırakırlar (.......) Çünkü onlar - ya'ni kâfirler (.......) Bu ağır gün önlerindeki Kıyamettir. 28Biz yarattık onları ve kundaklarını biz bağlâdık, dilediğimiz vekıt de kılıklarını tebdil ederiz. (.......) esaret maddesi olan esr, aslında sıkı bağlamak ma'nasına masdar olup bağlamak vasıtası olan kayd-ü bende de ıtlak olunurki burada hılkat bendleri, bedenlerin mafsıllerini bağlayan uruk-u a'sab ve adalât gibi rabıtalar ile tefsîr olunmuştur. Biz bu «şeddi esri» mealde kundaklarını bağlama ta'biriyle ifade etmeği muvafık bulduk (.......) burada tebdili emsâl mimin kesriyle misilden, kendilerini ihlâk eder, yerlerine diğer misillerini halk ederiz ma'nasına, tebdili zevat ma'nasına dahi olabilirse de sıfat ve kılık ma'nasına mimin fethiyle meselden olarak tebdili sıfat ma'nâsına olmak daha muvafıktır. Netekim Sûre-i vakıada (.......) de bu ma'nâ zâhir idi 29İşte bu bir tezkiredir, dileyen rabbına bir yol tutar 30Maamafih Allah dilemeyince dilemezsiniz, çünkü yegâne alîm, hakîm Allahdır (.......) bu âyet cebr-ü kader mes'elesinde ma'rekei ârâ olmuş ise de bunda kullara da meşiyyet isbat edilmiş olduğunda ve maamafih onun mutlak olmayıp meşiyyeti ilâhiyyeye tevafuk ile mukayyed bulunduğunda şübheye mahal yoktur. Binaenaleyh mes'uliyyet, abde, huküm Allah muzaftır. Onun için kul mukadderatını keyfine göre çizemez, meşiyyeti ilâhiyye dairesinde mes'uldür. Allahü teâlâ ise hiç mukayyed olmıyarak dilediğini yapar, yol onun ta'yin ettiği sevab ve ıkab onun ahkâmıdır. O dilediğini yapar. Bundan dolayı 31O dilediğini rahmeti içine kor, zalimlere ise elîm bir azâb hazırlamıştır (.......) diye biri rahmetine, biri azâbına giden iki yol göstermiştir. İşte insan gösterilen bu iki yolun arasında mübtelâ olmak üzere yaratılmıştır. Kısmen bâlâda izah olunan bu va'd-ü vaîd, gelecek Sûrelerde de tahkık ve tafsıl olunacaktır. |
﴾ 0 ﴿