2Çünkü biz yarattık o insanı bir takım katgılarla mezcedilmiş (emşac) bir nutfeden, evire çevire mübtelâ kılmak üzerede onu bir semî' basîr yaptık (.......) Çünkü insanı biz şöyle yarattık: - Ya'ni o kendi kendine, kendi keyfine göre olmadı, basît ve mahdûd bir mertebede mühmel olarak kalmak için de yaratılmadı, şu vechile yaratıldı (.......) bir nutfeden - Râgıbın beyan ettiği üzere nutfe esasen safî suya denir. Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Urfte nutfe ile menî müteradif gibi addedilmiştir. Lâkin Sûre-i Kıyamenin âhirinde de geçtiği vechile Kur’ân’da (.......) diye nutfenin menîden bir cüz olduğu ifade olunmuş (.......) Hadîs-i şerifinde de külli ifradî ile min külli mâ'in değil, külli mecmu'î ile minküllilmai buyurulmuş olmasından veledin husule geldiği o suyun, mecmuımâ olan bütün bir menî değil, onun bir cüz'ünden ıbaret olduğu anlatılmış bulunduğundan nutfe, menîden bir cüz olan halıs tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının zâhiri Âdem’in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder. Şu kadar ki, o nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını istilzam eyler, (.......) de bu olmak gerektir. Gerçi (.......) ile Âdem’in buradan istisnasına da istidlâl edilebilir. Lâkin (.......) gibi diğer âyetler, türabdan, tîynden hılkatin mebde' ı'tibariyle olduğunu gösterdiği gibi (.......) gibi umuma hıtab eden âyetlerde mebde' noktai nazarından bunların bütün insanlar hakkında sadık olduğunu anlattığından Âdem’in bir insan ile mesbuk olmıyan bir nutfeden yaratılmış olmasına münafi olmıyacağı cihetle (.......) de olduğu gibi burada da cins mebdei olarak vârid olan (.......) ıtlakından hiç bir insan istisna edilmemek daha zâhirdir. Fakat o nasıl bir nutfe (.......) EMŞAC - Nutfeye sıfat yapılan bu kelime, bir şeyi bir şey'e karıştırmak, mezc etmek ma'nasında olan meşc maddesinden olduğu belli, ancak, müfred veya cemi' olduğunda ıhtilâf edilmiştir. Sahib keşşaf müfred olan nutfeye sıfat olduğu için (.......) ta'birleri gibi elfazı müfrededen olmasını ihtiyar etmiştir. Ve «nutfetin emşacin» denilmekle nutfetin meşcin denilmesinde fark olmadığını, burada meşcin cem'i olmak sahih olmayıp ikisinin de mahlût, memzûc gibi karışık demek olduğunu söylemiştir. Lâkin emşac lâfzından zâhir olan sebeb esbab, ketif ektaf, şehîd eşhad gibi cemi' olmasıdırki müfredi sebeb vezninde meşec, ketif vezninde meşic, şehîd vezninde meşîcdir. Onun için ekser müfessirîn ahlât diye tefsîr etmişlerdir. Bu surette müfrede sıfat olması zati emşacin taktirinde olarak emşaclı yâhud ahlâttan ıbaret, ya'ni her biri karışık eczaden mürekkeb halîtalar mecmuu olan nutfe demek olması i'tibariyledir. Müfred olduğu surette eczasının bir kerre terkib ve mezci mülâhaza edilen bir halîta, cemi' olduğu surette ise eczasından her biri başkaca bir halîta olan muhtelif halîtaların imtizacları mülâhaza edilen katmerli halîta demek olur. Filvaki' ahlât, muhtelık demek olan (halat) ın cem'idir. Muhtelif anasırın ıhtilâtiyle husule gelen ve kimyevî bir surette yekdiğeriyle imtizac ettiğinden dolayı mizac dahi ta'bir olunan kan, safra', sevda', balgam «lenfa = lymphe» gibi karışık kimyevî mürekkebatı mahsusaya ahlât ıtlak olunur. Şu halde nutfenin emşacı nedir? Şübhe yok ki,, bu nutfenin tam bir tahlili ile bilinecek bir şeydir. Bunun tamanını ise ancak yapan bilir. Bunu sade meşîc, karışık ma'nasına anlıyanların çoğu nutfenin rahimde kadın menîsiyle ıhtilâtı, ya'ni telkîh hali diye telakkî etmişlerdir. Lâkin nutfe o vakıt uluk ve aleka namını aldığı cihetle emşac vasfının daha evvel olması zâhirdir. Ba'zıları da kan ve emsali ahlât demişlerdir. Mervî olan tefsirler içinde ikisi şayanı dikkattir. Birincisi, Keşşafta mezkûr olduğu üzere İbn-i Mes'ud Hazretlerinden «nutfenin uruku». İkincisi Katâdeden elvan ve etvar Nutfenin uruku zâhiren menînin elyafından ibaret zannedilebilerse de nutfe asıl tohumdan ıbaret olan zürriyyet huceyresi olmak üzere mülâhaza edilince onun uruku: damarları hayatî teşekkülünde haiz olduğü muhtelif hususiyyetleri çizen hututı esasiyyedir ki, ilk maddei musavveresi olan protupilazmasında, nüveyyesinde, gışasında, bünyesine, uzviyyetine dahil ve evsafında insan hususiyyeti mündemic olan ve künhü henüz tahlilâti fenniyyenin mâverasında Atomik inceliklere kadar varan damarlar demek olur ki, bunlar önce mezkûr olmıyan şeylerden başlamıştır. Nutfenin elvan ve etvarı ta'biri de teşekkülüne kadar geçirdiği ve gayri mezkûr şeylerden süzüle süzüle keyfiyetten keyfiyyete tahvil olunarak geldiği müteaddid ıstıfa meratibindeki ahval ve etvar ile bundan sonra aleka, mudga, muhallaka yapılarak gecireceği rüşeym ve cenîn hallerindeki etvara şamil olabilir, Hasılı insan bizatihi ve lizatihi kâmil ve kendiliğinden mevcud bir kadîm olmadığı gibi bir anda yaratılıvermiş basît bir mahlûk da değil, dehrin bidayetinden beri devir devir, tavır tavır yaradıla gelmiş gayri mezkûr şeylerin süzülüp biribirlerine katıla katıla imtizac ettirilmiş ve terbiye edile edile bir takım evsaf ve hususıyyat ilâve olunarak yetiştirilmiş emşacdan mürekkeb bir nutfeden yaratılmıştır. Basît olmıyan böyle bir nutfe yaratılmak için evvelâ alîm, hakîm, dilediğini yapar fâıli muhtar bir halikın sun'una mütevakkıf olduğu gibi, sonra mezc ve terkib ve terbiye olunacak basît eczanın halk ve terkib-ü tasfiyesine de tab'an mevkuf olduğundan dolayı insanın hılkati dehr ile beraber başlamış, bu nutfenin tekvininden sonraya te'ahhur etmiştir. Şu halde bunda ılmi ilâhîdeki insan tabiat ve mahiyyetinin hiç ıktizası yok değil, fakat o tabiat fâıl ve müessir değil, kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan âciz ve muhtac bir mümkin tabiati ve ıhtiyacı ıktizasıdır. Onun için huküm, tabiatin değil, ona hâkim olan hâlık ve sânı' Hak teâlânındır ki, o tabîat kendi haddi zatinde yok, onun ılminde sâbittir. Düşünmeli ki, basît bir müvellidülmâ diye yad olunan şey ile emşac bir nutfe denilen şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, emşac bir nutfe diye anılan şey ile insan denilen şey arasında tabîat bakımından aşılmıyacak ne büyük bir hatvei terakkî ne yüksek bir eseri san'at-u kudret vardır. Ve işte bu âyetler insanlara bilhassa bunu duyurmak ve göstermek içindir. Evet insan kendi kendine olmadığı gibi basît bir hılkat ile de yaratılıvermedi. Allahü teâlâ onu şanı azemetiyle gittikçe tekemmül ettirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en yüksek mertebelere irdirmek üzere işe yaramazlarını atıp temizlerini süzmek suretiyle emşac bir nutfeden yarattı, ki, böyle yaratmanın hikmeti şununla beyan olunuyor. (.......) öyle ki, onu mübtelâ kılmak üzere evire çevire - ya'ni o insanı öyle yaratıp artık bitti diye südâ ve mühmel bırakıvermek için değil, onu bir takım emanat ve tekâlîf ile mükellef kılıp kendisine duygular, vazîfeler mihnetler yükleterek imtihana çekmek ve Sûre-i Mülkün başında (.......) diye beyan olunduğu ve Sûre-i Kıyamenin âhırinde (.......) diye ıhtar kılındığı vechile daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata geçirmek üzere tavırdan tavra evire çevire yarattık. Bu ibtilâ ve mükellefiyyetle ileri doğru neticelerini kabil olması ve verilen emirleri, edilen irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi için (.......) yarattık da onu bir semî' basîr yaptık - gerek kendisinde ve gerek âfakta işitilecek görülecek tenzilî, tekvinî âyât ve delâili işitecek, görecek, basîretle bilip ona göre şuur ile vazîfesini yapacak mükellef bir mahlûk dehrin bidayetinden beri nice etvardan geçirilip kale gelmez nice şeylerden süzülüp nice katğılarla mezc edilerek husule getirilmiş emşac bir nutfeden (.......) medlûlünce evirile çevirile tesviye edildikten sonra (.......) mazmununca bam başka bir ruhanî hılkate mazher edilmiş semî' basîr mevt ve hayat geçitleriyle mübtelâ, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden sonra da bir hayata namzed ve yolcu bir mahluktur. Şu halde hakkiyle semî' basîr olmıyan ve rabbına karşı vazîfelerini düşünmiyen kimseler insan unvanına lâyık değildirler. Görülüyor ki, insanın bu suretle ta'rîfi hayvanı natık ta'rîfinden daha derin ve daha güzeldir. (.......) kaydi umumiyyetle Kur’ân’da beyan oluna gelen mükellefiyyetlerin hepsine işaret olmakla beraber bilhassa Sûre-i Mülkten beri anlatılan ve ez cümle Sûre-i Kıyamede tasvir olunan ve bundan sonra bu Sûrede ve ileri Sûrelerde ıhtarı tevâlî edecek olan mukadderatı beşere müte'allık vazîfe mihnetlerin ve mücazat ve mükâfat ibtilâlarını icmal eder (.......) vasfının yine Sûre-i Kıyamede geçen (.......) âyetini hususî bir ıhtarı vardır. Burada Razî tefsirinde kaydedildiği vechile rivayet olunuyorki: Hazret-i Sıddık bu âyeti işittiği vakıt (.......) ah nolurdu o taman olsaydı da mübtelâ kılınmasaydık» demişti. Bu temenni Hazret-i Sıddıkın bu âyeti ne ince bir vukuf ve basîret ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bunda insanın noksanını ve tekemmül için istıkbale aid vezaîfinin ağırlığını derinden duyan bir nidayi haşyet vardır. Filvaki' bu iki âyet insanın hılkat tarihinde hikmeti te'ahhuru, geçirdiği istıfa mertebeleriyle sureti tekvîni hali ve istıkbali ile mahiyyeti ve mukadderatı bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları ihtiva eden ve nice nice amellerin tahlil ve tetkıklerine müsaid hututı esasiyyesini tenvir eyliyen ledünniyyatı telhıs ve icmal etmiş, aslını, hılkatın mebdeinden beri en derin, en güzîde damarlarından toplanıp süzülerek bir tavrı mahsusta zübde edilen bir usarecik, mahiyyetini tabiatin kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali olmıyan yüksek bir tekâmül hatvesiyle doğrudan doğru Hâlık tealânın sıfat ve sun'unu tecelli ettiren sem'u basar ve basîret gibi bir hakikati ruhaniyye olarak ta'rif ederken, hikmeti halkiyle bütün mukadderatını da bir ucu kendi şuur ve iradesine bağlanmış olan tekemmül için ibtilâ ve mes'uliyyet kanununda hülâsa eylemiştir. Ve bu suretle insan diye anılan şey'in gayesine ermiş tam ma'nasiyle mütekâmil ve dehrin son ucuna gelmiş veya ölümiyle bütün mukadderatı tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp rabbından geldiği gibi (.......) ve (.......) buyurulduğu vechile yine rabbına gitmek üzere altı Seıyr, ucu nu'îme varan ve tehlüke ve mihnetlerle dulu bir yolun yolcusu olduğu anlatılmıştır. İbtilânın bu iki ciheti tasrih ve tevzih olunmak üzere Buyuruluyor ki, |
﴾ 2 ﴿