A'LÂSebbih Sûresi dahi denilen Sûre-i A'lâ Cumhûra göre mekkîdir. Âlûsînin nakline göre İbn-i ğars bunda zekâti fitır ve Bayram namazına işaret bulunduğundan dolayı Medenî olduğunu da ba'zılarından rivayet etmiş, Celâli suyutî de bunu Buharînin ve İbn-i sa'dın ve İbn-i ebî şeybenin Bera İbn-i âzibden rivayet ettikleri şu hadîs ile reddeylemiştir: Bera İbn-i âzib radıyallahü anh demiştir ki, Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretlerinin Ashabından bize ilk gelen Mus'ab İbn-i umeyr ve İbn-i ümmi mektûm idi, geldiler bize Kur’ân okutmağa başladılar, sonra Ammar ve Bilâl ve Sa'd geldi, sonra yirmi kişi içinde Ömer İbn-i hattab radıyallahü anh geldi, sonra Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem geldi, ehli Medînenin aleyhissalâtü ves-selâm ile ferahlandıkları kadar bir şey ile ferahlandıklarını görmedim, hattâ çocukları ve sıbyanı görüyordum ki, bu işte: Resulullah geldi diyorlardı, ben (.......) yi onun gibi bir kaç Sûre içinde okuyuncaya kadar gelmemiştir (.......) Âlûsînin kaydine göre Bera' Ata', İbn-i Abbastan, Yezidi nahvî Ikrimeden ve hasen İbn-i ebilhasenden şöyle rivayet etmişlerdir: Kur’ân’dan Mekkede ilk nâzil olan (.......) sonra (.......), sonra müzzemmil, sonra müddessir, sonra tebbet, sonra (.......) sonra (.......) dir. İmam Ahmed ve Bezzar ve İbn-i Merduye Hazret-i Ali kerremallahü vechehudan tahric etmişlerdirki: Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bu (.......) sûresini çok severdi demişti. Ebû ubeydin ebî temîmden tahric eylediği bir hadîste de: aleyhissalâtü vesselam buna (.......) namını vermişti, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî , İbn-i Mâce ve Hâkim ve Beyhekî Hazret-i Âişeden tahric eylemişlerdir: demiştir ki, Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem vitirde birinci rek'atte (.......), ikincide (.......) üçüncüde de (.......) okurdu. Tirmizîden maada yine bunların Übey İbn-i kâ'bdan rivayetlerinde mu'avvizeteyn yoktur. İbn-i ebî şeybe, imam Ahmed, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Nesâî , İbn-i Mâce Nu'man İbn-i beşirden tahric eylemişlerdir: Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem, Iydeynde ve Cum'a günü (.......) ve (.......) okurdu ve eğer Cum'aya rast gelirse ikisini de okurdu. Taberanî Abdullah İbn-i hâristen tahric eylemiştir: Resulullahın kıldığı son namaz akşamdır: birinci rek'atte (.......) ikincide (.......) okudu, demiştir. Sûre-i Târikın ahirı, kâfirlerin keydine karşı emri ilâhî ile Resulullahın ileride galibiyyeti va'dını tazammun ediyordu. Bu Sûrede (.......) ile onu tasrih ve tehekkukunu te'yid etmek üzere evvel emirde rabbının a'lâ ismiyle te'minat vererek şükrân vazifesınin iyfası sıyakında onu tesbiha da'vet için (.......) diye başlıyacak ve bunun Bayram yapılmaga lâyık bir tebşir olduğuna işaretle beraber Âhıretin daha hayırlı ve daha bekalı olduğunu ve binaenaleyh hakîkî bayramın asıl o vakıt olacağını anlatacaktır. Âyetleri - Bilâ hilâf on dokuzdur. Fasılası - Yalnız (.......) harfidir. 1Tesbih et rabının a'lâ ismine (.......) rabbının a'lâ ismini tesbih ile tenzih et - ya'ni seni yetiştiren ve kâfirlerin keydini başlarına geçirecek olan rabbın zatinde her şeyden üstün, hepsinden yüksek a'lâ olduğu gibi onun sıfat ve esması da bütün sıfatların, müsemmâsını tanıtan isimlerin en yükseği en a'lâsıdır. Onun esmâi hüsnâsından birisi de el'a'lâ ismi şerifidır. Onun için sen onun bütün isimlerini ona lâyık olmıyacak eksikliklerden tenzih ve takdis ederek ona tesbih et. Binaen'aleyh onun zaten ve sıfaten kendisine mahsus olan Allah, Errahman, Hallak, Rezzak, âlimülgayb, ekber, a'lâ gibi isimleri başkasına ıtlak câiz olmıyacağı gibi ef'al ve sıfatını anlatmak için vârid olan isimleride sâde lügatte mevzu' olan ve eşyaya iştiraki bulunan ma'nalarla değil, onun şani ulviyyetine lâyık olmıyacak noksan şâibelerinden tecrîd ve tenzih ederek (.......) olan zati kibriyasına yaraşan şer'î bir ma'nâ ile mülâhaza etmek ve ibtizal ve istihfafı iş'ar edecek mahal ve ahvalden sıyanet eyleyip saygı ve ta'zîm ile zikr eylemek lâzım gelir. Bundan dolayı keyd, mekir, intikam gibi ef'ali ilâhiyye hakkında vârid olan isimler dahi şanı ilâhîde noksan şâibelerinden tenzih olunarak yüksek bir ma'nâda mülâhaza edilmelidir. Şübhe yok ki, evvelki Sûrenin âhirinde (.......) buyurulması akıbinde burada böyle ismi rabbın a'lâ olduğunun ıhtarı onun keyd-ü imhalinde ulüvv ve galebesiyle Peygambere olan va'dın tehakkuk ve incazına bir te'minattır. Ve böyle rabbının a'lâ ismine tesbih ile emir ona karşı vazifei şükrâna da'vettir. Şundan da gaflet etmemek lâzım gelir ki, ismi tenzih eblâğ bir surette müsemmâyı tenzihtir. Çünkü müsemmânın ulviyyeti ve kudsiyyeti ismin uluviyyet ve nezahetiyle ifade olunur. Bundan dolayı burada ba'zıları besmelede geçtiği üzere (.......) mısraında olduğu gibi isim lâfzı «muhkam» dır demiş, ba'zıları da isimden murad müsemmâdır. Ba'zıları da isim müsemmânın aynidir demiş iseler de hepsinin muradı ismin tenzihinden müsemmânın tenzihi lâzım geleceğini ve asıl maksad sade lâfzı değil, sıfat ve esmâsiyle müsemmânın zatini tenzîhe raci' olduğunu anlatmak diye telâkkî olunmak gerektir. Netekim sahib Keşşaf da (.......) demekle bunu anlatmak istemiştir. İmam Ahmed ve Ebû Davud ve İbn-i Mâce ve daha diğerleri ukbe-İbn-i - âmiri - cühenî den rivayet etmişlerdir. Demiştir ki, (.......) nâzil olduğunda Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bize buyurdu ki, « (.......) = onu rükuunuzda yapın» sonra (.......) nâzil olunca da onu sücudunuzda yapın (.......)» buyurdu. Ve ma'lûmdurki rüku'da (.......) secdede (.......) denilir. Yine imam Ahmed ve Ebû Dâvud ve Taberanî ve Sünende beyheki İbn-i Abbastan rivayet etmişlerdirki, Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem (.......) yı okuduğu zaman (.......) derdi. Görülüyor ki, bunlar sade ismi tenzih değil, müsemmayı tenzihtir. Maamafih (.......) diye büyük, yüksek münezzeh isimleriyle tenzihtir. Buna nazaran (.......) denildiği gibi burada da (.......) denilmek zâhir olurdu. İsme mukham diyenlerin muradı budur. Lâkin söylediğimiz vechile rabbın kendisini tenzih maksud olduğu gibi isminin tenzihi de maksud olduğuna tenbih için (.......) buyurulmuştur. (.......) rabbın da, ismin de vasfı olabilir, ihtirazî değil, kâşifedir. Zira başka rabb yoktur, gerçi esma çoktur ve beyinlerinde meratib vardır. Meselâ ismi zat olan Allah ismi celîli hepsinden üstün câmi'dir. İsmi a'zam ta'biri de vardır. Bu i'tibar ile azîmi, a'zam ta'biri de vardır. Lâkin esmai ilâhiyyenin hepsi esmai hüsnâ olduğu için diğer isimlere nazaran cümlesi a'lâdır, tenzihi lâzımdır. Bilhassa a'lâ ismi veya vasfı da bu ma'nayı nâtık olmak i'tibariyle bir sıfatı kâşife demektir. Bu haysiyyetle ela'lâ rabba nazaran vasıf, isme nazaran atfı beyan müfadını ifade etmektedir. iki takdirde de ulûvden murad mekânî yükseklik değil, kudret ve âsarda kuvvet ve ahkâmda ekmeliyyet ma'nasına üstünlüktür. Tesbih, kavlî ve fi'lî olur ve yukarılarda da geçtiği üzere namaz ve bahusus nafile namaz ma'nalarına da müte'aref olmuştur. Tesbihi kavlî lisanen yapılan tenzih ve takdistir ki, (.......) demek bunun alemi olmuştur. Ibad tarafından tesbihi fi'lî kalben tevhid ve tenzihe i'tikad, fi'len de onu ifade eden ef'al ile ibadettirki namaz, mâlen bedenen cihad, bilfiıl emir bilma'ruf ve nehiy anilmünker o cümledendir. (.......) da namaz ma'nasına olduğu geçmişti. İsme izafetle namaz ma'nasına olduğu zaman (.......) gibi (.......) ile sılalanmak lâzım gelir. Çünkü namaz isme kılınmaz ism ile kılınır. Burada da Bahirde İbn-i Abbastan (.......) ma'nasına tefsîr edilmiş olduğu ve harfi cerrin hazf olunmuş bulunduğu dahi nakledilmiştir. Lâkin hılâfı zâhirdir. Âlûsînin nakline göre Isamuddin demiştir ki, ism ile murad, eser olmak da baîd değildir. Rabbı a'lânın asârını noksandan tenzih et demek olur. Çünkü Allah sübhânehu ve tealânın eseri de ona delâlet etmek, i'tibariyle ismi gibidir, bu suretle mahlûkatı Allahü teâlânın mahlûku olmak haysiyyetiyle ve (.......) kavline münafi olacak vechile ayıblamaktan men olmuş olur (.......) Âlûsînin dediği gibi maba'dindeki sıfatlarda bunu andıracak bir vecih bulunmakla beraber ismin ma'ruf olan ma'nasını mani' bir karîne olmadığı halde zaruretsiz bir te'vil gibi görünür. Bundan her şey'i haddizatinda tenzih gibi bir şirk ma'nası tevehhüm etmemelidir. Çünkü maksad mahlûkatın kendilerine nazaran bizzat kendilerini tenzih değil tasrih olunduğu üzere Allahü teâlânın mahlûku olmaları ve ona delâlet eylemeleri hasiyyetiyle ayıbdan, eksiklikten tenzih olduğu ifade olunmuşturki bu da Allahü teâlânın sıfatı olan halk fi'lini ve delâlet eylediği sıfâtı tenzihe ve (.......) mazmununa raci'dir. Âlemden halık ve sâni'a, sıfâtı fi'liyyesinden sıfatı zatiyye ve maneviyyesine istidlâl ederken zihnimizde husule gelen halık, rabb, kadir, âlim ve saire gibi mefhumlarla suveri zihniyyemiz dahi onun asarı olmak i'tibariyle bunda dahil olur ki, esmâiilâhiyye dediğimiz de akl-ü nakilden edindiğimiz bu mefhumları ve kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın sani'ıne delâlet eden vechi (.......) olan âlemin vechi delâlet olan suveri ılmiyyesi, hem de Halık tealânın bize celâl ve ikram ifade eden eseri ve âyâtı demek olan vechidirki biz Allah’ı bunlarla hepsinin mâverâsında tanırız. (.......) dir buna nazaran isim, delâleti vaz'iyyesi bulunan lâfızdan ıbaret değil, müsemmaya aklen de vechi delâlet olan mefhumlara, nisbetlere muhtabık olarak (.......) ma'nasına teşmil edilmiş oluyor. Bundan dolayı ……….. Isamın bu fikrini şu suretle ifade ederek yegâne bir ma'na gibi göstermiş de demiştir ki, bu gibi âyetlerde ismullah (.......) onu ma'rifete sebeb olandır, Allah ise bize sıfâtiyle tanınır, bizim zihinlerimiz onu ancak âlim, kadir, hakîm ilh... diye halkında nazarımızın bizi kendisine delâlet ve vicdanımızın hidayet eylediği vechile tanır, ve Sûre-i Rahmânda (.......) diye (.......) ile okunan kıraette zülcelâli vel'ikram olmakla vasf olunan isim de budur. Ve bu (.......) ma'nasına isim (.......) kavli celîlindeki vecihtir. Çünkü vecih «sahibinin kendisiyle tanındığı» dır. Belki vecih sahibi ancak vechiyle tanınır (.......) kavlinde mezkûr olan esma da bu ma'naca isimdendirki eşyanın kendisiyle tanındığı rüsûmu demektir. Bu vechile Allah’ın ismi de zihinlerimizin Allah’a teveccüh etmesine ile mümkin oluyorsa odur. Allah bize bu ismi tesbih ile emrediyor. Ya'ni onda mahlûkata benzemek yâhud onlardan birisinde ayniyle zuhur etmek yâhud şerik veya veled ittihaz eylemek veya bunlar kabîlinden ona lâyık olmıyacak bir noksan bulunmaktan tenzih etmemizi emrediyor. Biz ona akıllarımızı ancak şöyle tevcih ederiz: O her şey'in halikıdır, ılmi mevcudâtın bütün inceliklerini muhittır. İlh... Netekim buyuruluyor. Bizim onu böyle bütün kâinatı halk ve iycad ve tesviye etmiş, takdir ve hidayet eylemiş olmak gibi evsaf ile tanımamız iycab eder (.......) Görülüyor ki, ismin bu ta'rif ve iyzâhı Isamın eser ma'nasiyle izah ederek (.......) dediği ma'na üzerinde bir intikal hatvesini tazammun eden bir ta'riftirki bunun hasılı isimde mu'teber olan delâleti vaz'iyyeyi, delâleti akliyye ve tabi'iyyeye ta'mim etmektir. Ve binaenaleyh bir mecazdır. Bizatihî âlemi tenzih ve takdis ma'nası tevehhüm olunmamak ve tenzihte gözetilen kaydi haysiyyet iyi mülâhaza edilmek şartiyle haddizatında sahih bir ma'nadır. Karînei mücevvize vardır. Ancak esmai ilâhiyye tevkifî olması esasına ve zâhirden sarfı nazar için karînei mani'a zâhir bulunmamasına nazaran mecaza udul baîd olur. Şu kadar ki, bunda müsemmeya delâleti bir mefhum vasıtasiyle olan esmai sıfât ve ef'alin vechi delâletlerini bir izah fâidesi vardır. Sofiyye mizacınca da sıfât zatın, esma sıfatın, asâr esmanın muktezası olan ahkâmı olduğuna göre asâr esmanın kendisi değil, ahkâmıdır. Isamın buna isim gibi dâll demesi de hakikaten ism olmadığını iş'ardır. Meselâ mahlûk eser, balık isim, halk sıfat, bu isim ve sıfatla muttasıf olan zatı hak da mevsuf ve müsemmâ olan zatı a'lâdır. Ve bu isimlerin sıfatların tenzihi ile tenzihi matlûb olan odur. Asârın kendisi değildir. Tenzihin ma'nası da dediğimiz gibi bu esma ve sıfâti asâr ve mahlûkatın şüûnı imkâniyyesinden tecrid ederek hepsinden üstün tutmak ve şirke sapan veya onu halkına teşbih ile ta'rif eden mülhıdlerin yaptığı gibi onlara ona lâyık olmıyan bir ma'na karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksad, zatı tesbih olduğu halde doğrudan doğru onu tesbihi emrolunmayıp da ismin tesbihi emrolunması tesbihı kavlî bakımından tenzihi zat ancak ismin nezâhetiyle ifade olunabileceğinden, tesbihi fi'lî bakımından da zati baht bizim Dünyada ukul ve ezhanımızın doğrudan doğru teveccüh ve idrakinden çok yüksek ve ona teveccüh ve ma'rifetimizin ancak sıfâtına delâlet eyliyen esma veya asâr ile kabil olabileceğinden dolayı demek olur. Gerçi rü'yetullaha kail olan Ehl-i Sünnete göre tecellîi zat dahi caiz demek ise de o uhrevîdir. Sûrenin âhirinde - (.......) buyurulması tesbihin kavlî ve fi'lîden eamm olduğunu anlatır. Sonra (.......) buyurulması da uhrevî tecelliyatın ekmeliyyetini tensîs eyler. Biz bu bahsi şöyle hulâsa etmek isteriz: isim (.......) ma'nasiyle, lâfzî, aklî, tabi'î delâletlerin hepsinden eamm olarak zihinlerimizin zati müessire teveccühüne sebeb olan ve bizde ona dair bir vechi ma'rifet ifade etmek üzere bir takım suveri zihniyye ve mefhumat husule getiren bilcümle sıfat ve asâra dahi şâmil olabilirse de Mantık ve Ruhiyyatta ma'lûm olduğu üzere bizim idrakât ve tasavvuratımızı ifade eden mefhumların en vâzıh ve en itkanlı olanları suveri lâfzıyye ve kelâmiyye ile ifade ve tebliğ olunabilen mefhumlar olmak hasebiyle isim denildiği zaman bundan tam ma'nâsiyle mütebadir olan hakıkat bize müsemmâlarını lisanî suretler iktisa ederek gerek alem ve gerek evsaf halinde ifade eden esmâ ve sıfâttır. Fil'vakı' (.......) meşhuresi mucebince kâinat satırlarının hangisi teemmül olunsa bize melei a'lâdan birer risâle oldukları tebeyyün eder. Fakat bunların birer risale olabilmesi sade şuurumuza ilişmeleriyle değil, zihinlerimizde geyinmiş oldukları sureti kelâmiyyeleri iledir ki, o mefhumlar bunların mantuk ve medlûlleridir. Onun için burada da (.......) den murad gerek ismi zat ve gerek ismi sıfat olarak Allahü teâlânın zati ve sıfatına delâlet için söylenilecek düşünülecek olan lisanî isimler olmak zâhir ve mütebadirdir ki, bunların en güzelleri de kitab ve sünnette vârid olan esmai hüsnâdır. Bu cihetle bunlar sem'a tevakkuf eden lisanî ve şer'î haysiyyetleri hâiz olduğu gibi mantuk ve mefhumları i'tibariyle aklî hasiyyeti de hâizdirler. Bu sebeble burada tesbih ve tenzîh emrinin vechine işaret olmak üzere rabbıkel'a'lâ ismi ıhtar olunmuş, sonra da bu rububiyyet ve ulviyyetin tevzıh ve isbati için şu sıfatlarla tavsîf buyurulmuştur: 2O rabbın ki, yarattı da düzenine koydu (.......) o ki, yarattı - her şey'in halıkıdır. O ilk evvel halk etme fı'li, halikıyyet sıfatı, Halık isim ve vasfilye bilinir. Şübhe yok ki, yaratan Halık, yaratılan mahlûktan yüksek ve üstündür. O mahlûkta bulunan imkân ve hudus, ıllete ıhtiyac gibi noksan vasıflardan münezzehtir. Binaenaleyh Halık ile mahlûku esmâ ve sıfâtta karıştırmamalı, Halıkın ismini a'lâ tanıyarak tesbîh ve tenzîh etmelidir. El'a'lâ rabbın sıfatı olduğuna göre bu (.......) mevsulları da rabbın sıfatıdır. Lâkin a'lâ ismin sıfatı veya beyanı olduğuna göre ki, daha zâhirdir, bunun da isme sıfat olması lâzım gelir. Yoksa rabb ile sıfatı arası fasl olunmuş olur. Bu ise nahven câiz değildir. Halbuki halk ismin fı'li değil, müsemmasının fı'li olduğu için isme sıfat olması ma'kul olmaz. Bu surette (.......) sıfat olmayıp (.......) takdirinde cümle-i istînafiyye olmak evlâ olur. Maamafih halk doğrudan doğru muktezayı zat olmayıp tekvin sıfatının muktezası olmak hasebiyle Hâlık isminin hukmü olmasına binâen ism üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Netekim Ehl-i Sünnet âlimün biılmihi, kadirün biküdretihi, müridün biiradetihi, mütekellimün bikelâmihi, hâlikûn bisıfatihi ve fi'lihi demekle, Sofiyye de âsâr ve ahkâm, esmanın muktezasıdır demekle bu nükteye işaret etmişlerdir. Evet o Halık yarattı da (.......) tesviye etti - yarattığını muhtelif suretler içinde düzenine koyup düzgünleştirdi. Sâde basît bir halk ile bırakmadı, bir çok halklar yaptı. Ve onları bir nizam ile ta'dil ve tevsiye de buyurdu. Ki, bu da rabb isminin muktezası olan rübubiyyetin hukmüdür. Bundan dolayı onun bir ismi de rabbı adildir. Ve şübhe yok ki, rabb, merbubdan a'lâ ve üstündür. Şu da şani rububiyyetin bir tafsîlidir: 3O rabbın ki, takdir etti de hidayet buyurdu (.......) ve o ki, takdir etti de hidayet buyurdu - yarattığı her şey'e (.......) vefkınca ılm-ü iradesiyle bir kader ta'yin eyledi: Cinslerinde, nevi'lerinde ferdlerinde, sıfatlarında, fiıllerinde, ecellerinde bir takım hususıyyetlerle birer had ve mıkdar tahsıs etti. İmkân tabiatinde hep bir ve müsavî olan eşyadan her birini vücudde yekdiğerinden birer mıkdar ile temayüz ettirerek muhtelif mâhiyyetler, mühtelif hüviyyetler ile tenvı' ve takyid ve tahdid eden birer biçim takdir buyurdu da ona göre her birini kendilerinden tab'an veya ıhtiyaren sadır olacak hususıyyat ile hariclerinden sadır olacak hususıyyat arasında vâsıl olacakları gayei hılkatlerine doğru tevcih buyurdu. Ona göre hassıyyetler, meyiller, ilhamlar halkı, deliller nasbı âyetler inzaliyle mâhulika lehleri olan mikdara müyesser kılmak üzere yoluna koydu, hükmi rububiyyetle terbiye sayesinde mebde'den müntehaya, Dünyadan Âhırete doğru her birini yetiştireceği netice ve akibete iysal veya irşad etmektedir. Bu miyanda insana da akıl ve dîn hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve muhatabı hass olan zati Muhammedîye nübüvvet ve risaleti mukadder kılıp hidayet ve muvaffakıyyet ihsan buyurmuştur. Ecramın yekdiğeri etrafında feleklerindeki seyr-ü hareketleri ve besaitten mürekkebata doğru ecsamın me'adinin, nebatatın, hayvanatın ahvali tetebbü' ve tetkık olunursa her birinde akıllara hayret veren ve nıtakı nukule sığmaktan uzak bulunan ne kadar derin, ne kadar ince ne kadar büyük ılm-ü kudret ile idare ve hidayet tecelliyatı görülür. Bilhassa insana mahsûs olan zâhir ve bâtından hidayet enval, bahusus akıl ve dîn hidayeti ise onların merhalelerle üstünde, derecelerle fevkındadır. Bununla beraber hiç biri kadirsiz olmadığı gibi hiç biri de mikdarsız hadsiz değildir. Hepsi kemmiyyet kanunlarının hukmü altında mekadiri mahsusa ile mahduddur. Hiç birinde namütenâhî kudreti külliyye yoktur. O ancak onları takdir edip yollarına koyan mukaddir, hâdî alîm, kadîrin san'atı ve onun şanı rububiyyetidir. Şübhe yok ki,, bu takdir ve hidayeti yapan ılim ve kudreti rabbaniyye hidayete muhtac olan ve mıkdari mahsûs ile mukayyed bulunan mukadder kâinatın hepsinden a'lâ ve üstündür. Ba'zıları burada hidayeti akl ve dîn hidayeti gibi insana mahsus olan hidayet ve irşad ile, ba'zıları da alelumum zîhayat olanlara aid olmak üzere yaşadıkları müddette kendilerine göre muhtac olacakları erzak ve sair levazimi hayatın takdiriyle onlardan intifa' yollarını tanıtmak ve kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre uzvî vazîfelerini iyfa ettirmek ma'nasiyle hayvanâta müteallık ilhamat ve sevkı fıtrî ile tefsîr etmişlerse de doğrusu insanlara mahsus olan ve bilhassa Resulullaha aid bulunan hidayet ve irşad bunun en yüksek misal ve mâsîka lehi olmakla beraber (.......) ıtlakının zâhiri (.......) gibi her şey'i gerek tabiî ve gerek ıhtiyarî surette hılkatı gayesine tevcih ma'nasiyle umum eşyaya şâmil olmaktır. Öyleki bir kürenin diğerine doğru mihver veya mahrekinde devri, bir cüz'ün diğer bir cüz'e incizabı, bir gazin inbisat ve inkıbazı, bir taşın yerine düşmesi, bir ma'denin tebellürü, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün müvellidülhumuza ile işti'ali, bir zerrenin uzviyyete sevkı, bir hüceyrenin bir hüceyreyi telkıhı gibi hadisatın husulü dahi hep bu hidayet cümlesinde dahildir. (.......) bütün mahlûkatı zevat ve sıfâtında her birinin hususıyyetlerine göre takdirlerine şâmildir. Semavat ve Arz, kevakib ve anasır, meadin, nebatat hayvanat ve insanlardan herbirine cüsse ve cesametçe birer miktarı mahsus, yine her birine bekadan bir müddeti mahsusa ve sıfât ve elvandan, tu'ûm ve revayihten, evza' ve etvardan hüsn-ü kubuhtan, saadet ve şakavetten, hidayet ve dalâletten bir mıktarı ma'lûm takdir edip (.......) buyurduğu gibi bir kaderi ma'lûm ve bir kaderi mahsus ile tahdid ve tahsîs eylemiştirki bu ma'nada a'lâi ılliyyinden esfeli sâfilîne kadar bütün eşya ve avalim dâhildir. Onun için bunun tefsîr ve tafsıline cildlerle yazı yazılsa kifayet etmez, her birini sahai şühudda tetkîk iycab eder. Bununla beraber ındallâh ma'lûm olan o sirri kader bizim için zuhurundan evvel temamen ma'lûm da olmaz. Sonra (.......) şunu gösterirki: tabi'ati imkâna nazaran herşey alesseviyye vücud ve ademden her hususiyyete kabil olmakla beraber Halikın takdir ve tahsısı ile vucudda her mizac bir kuvvei hassaya müste'id kılınmıştır. Ve her kuvve ancak mu'ayyen fi'illeri salih olmuştur. Tabiatte ıttırad ve atalet kanunu diye ifade olunan tabi'ati imkâna nazaran her cisim, namütenahî harekâta kabil farz olunurken cisimlerin mahdud ve mütenahî hareketler içinde vücudlarının tükenip tabiatlerinin hıtama irdiğini görürüzki bu işte Halikın o tabiate tahsîs buyurduğu bir kaderi ma'lûm, bir isti'dadı mahsustur. Ve her biri bir fi'li mu'ayyene masdar olan bu hass kuvvelerin o ecza ve a'za ve ecramda halkıyle maslahatının itmamı için gayei mahsusalarına tevcihi de o takdir dairesinde hidayeti mahsusadır. Bütün bunların üzerinde mukaddir ve hâdî olarak hâkim olan kudreti rabbaniyyenin hepsinden yüksek olduğu zâhir bulunmakla onun ismi a'lâsı bütün bunlardaki mahdudiyyet ve noksan şâibelerinden tenzîh olunmalı ve binaenaleyh onun emr-ü tedbiri kâfirlerin keydine galib olacağında şübhe etmemelidir. O halk-u tesviye ve takdir ve hidayet şevahidi ile beraber şu vasıf da buna bilhassa şâhiddir. 4O rabbın ki, o İbn-i mer'ayı çıkardı (.......) ve o ki, o mer'ayı çıkardı - Vennaziatide (.......) buyurulduğu üzere insanların ve hayvanların temettü' ve intifa'ları için güdek ve yaylım yeri olan o mer'ayı, o otlaklar, o yaylalar, mezrealar, bağçeler ormanlardaki türlü nebatat ve eşcar ve esmarı kudreti rabbaniyyesiyle ter-ü tâze yetiştirip çıkardı 5Sonra da onu karamsı bir sel kusuğuna çevirdi (.......) sonra da onu kapkara bir gusâya çevirdi - gübre ve kömür hâline getirdi ki, en bâriz kabiliyyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet etmektir. Ve işte hakka karşı keyd arkasında koşan kâfirlerin ve insanlığın cismanî zevklerinden öte kadr-ü kıymetini tanımıyan bedbahtların akıbeti de bundan bedter olarak geleceği vechile ebedî büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ıbarettir. Gasiy ve gaseyan ma'nalariyle alâkadar olan GUSÂ, lügat ve tefsirlerde beyan olunduğuna göre seyl suyunun meralardaki otları, çöpleri birbirlerine katarak sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot çöp, yaprak ve köpük mekulesi halîtalara denir ki, seyl kusuğu ta'biriyle tercemesini muvafık gördüm. Âlûsînin Mecma'dan nakline göre aslı perakende cinslerden ahlâttır. Arab, perakende kabîlelerden toplanmış olan kavme ahlât ve gussâ ta'bir ederler (.......) EHVA, karamsı, esmer, koyu yeşil, isli turu renklere ıtlak olunur. Burada esved veya esmer veya ahdar manalariyle tefsîr edilmiştir. Birinci ve ikincide gusâya sıfât, üçüncüde mer'aya raci' olan (.......) zamîrinden hâl olması mülâhaza olunmuştur ki, kapkara veya esmer bir gusâya çevirdi yâhud yemyeşil iken bir gusâya çevirdi demek olur. Burada biri icmalî biri tafsîlî iki nazar vardır: BİRİNCİSİ: mer'alardaki yeşil nebatatın kuruyup dökülerek veya hayvanat tarafından yenilip ifraz edilerek seyl sularının süpürüp sürükliyeceği gübre ve teressübat hâline getirilmesidirki o zaman kömür gibi siyah veya esmer, kabili ihtirak bir madde olur kalır. İKİNCİSİ: Tabakatı Arz ve maden ılimlerinde bahsedildiği üzere karbon (fahm) teşekkülâtına aid turb denilen kabili ihtirak madde ile taş kömürlerinin sureti tekevvününe işaret olmasıdır ki, her iki surette de insanlığı sırf cismanî ve hayvanî bedenden ibaret telâkkî eden ve bütün zevklerini (.......) buyurulduğu üzere hayvan gibi yiyip için bedenî şehvetlerini istihsalde arıyanların akibetlerine nazarı dikkati celb vardır. Keşfülesrarinnurrariyyetilkur'aniyyede bu âyetin tefsirine müteallık olmak üzere tabakatülarz ulemâsının ahcarı fahmiyye hakkındaki nazar ve keşiflerinden bahs ile derki: Yevmiyye gazlı arazî sathı üzerindeki tecviflerde ve az mâileli vadîlerde ve bataklık olan engin yerlerde nebatattan bir takım teressübat tekevvün ederki bunlar tehallül ettikçe onlardan kabili ihtirak bir cisim husule gelir ve bu rüsûblar ancak ahvali mahsusada tekevvün eder. Akar sularda ve derin havzalarda ve suyu ba'zı zamanlar kuruyan mahallerde tekevvün etmez. Bu cisme türb tesmiye olunur. Bunun tekevvünü bilhassa suda aleddevam mağmur nebatatı haleviyyenin terakümünden neş'et eder. Ve bunlar sair nebatatı mâiyye envaı gibi sür'atle çoğalırlar. Rüsûbun asıl hamuru, ya'ni su nebatlarının hepsini muhît olan madde onlardan tekevvün eder. Ba'zan da nehir sularının cezb ettiği müteaddid nebatatı arzıyye dahi onlara inzımam edip tehallüllerine yardım eder ve çok kerre onların muhtelif derinliklerinde ve hususa aşağı kısımlarına doğru defn olunmuş büyük ağaçlar bulunur. Rüsûbun tekevvün ettiği kum ve tafel (kuru balçık) üzerinde terâküm etmiş bulunurlar. Bazan da bu ağaçlar amûdî olarak mevzu' olurlar. Ekseriya da mekânlarında türbün tekevvün ettiği o mekânın engininde müsbet köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Ahyanen bu ağaçlar türbün tekevvününden evvel sâbit oldukları mekânda defnolunmuş tam ormanlardan neşet ediyor gibi bir düzeye bırakılmış bir halde kesîrüladed olur. Ve bunlar asrımızın nebatlarına nisbet olunur. Eşcarı ratenciyye ve pelid (bellut) envaıdırlar. Bazan da lisanı usfur envaından olurlar. Eşcarı ratenciyye takriben haleti tabiiyesi üzere bakidirler. Çünkü bunlar salâbetini muhafaza ederler. Lâkin kurumuş ve tuza tehavvül etmiş olmakla kararmışlardır. Türbün tekevvün ettiği sahalarda sığır boynuzları, deve kemikleri gibi memeli hayvanlar bakayası da bulunur. Türbün tekevvün ettiği sahalar muhtelif arazî envaı üzerinde irtikâz eder. Ahyanen de tebellür etmiş arazî üzerinde irtikâz eyler, ve her halde kum veya balçık rüsûbatı ile başlamamış olması nadirdir. Mevaddı türbiyyeden bazısında öyle nebatat bakıyyeleri bulunur ki, bir biri üzerine terâküm etmiş muhtelif sihanda kütlei vahide olmuş cüz'i süflîsine doğru daha ziyade kararmış ve giriftleşmiştir. Bazısında da yekdiğerinden munfasıl tabakalar şeklindedir. Bunlar kendilerini örten mütevalî rüsûblarından mükevven muhtelif sihanda rüsûbat ile ayrılmışlardır. Bu rüsûbat da kumdan ve cîri (alçı) yahud tafelî haceri marından mükevvendir. Ve bir çok tatlı su kavkaalarını ve ırmak sularının cezbeylediği berrî kavkaaları ihtiva eyler. Ve çok kerre türbün sathı sularla örtülüdür. Bazan da rutûbete münasib muhtelif nebatlar biten bir arz ile örtülü olur. Yukarıda türbün ancak derinliği az sular tahtinde tekevvün ettiğini söylemiştik. Lâkin cidden kalın türb rüsûbları da vardır. Bunlar ahvali mahsûsada tekevvün etmişlerdir. Bu rüsûbların bulunduğu mekânlarda zannı galibe göre tekevvünleri esnasında peyderpey hübut hasıl olmuştur. Buna delil türb içindeki nebatı arz tabakaları ve mevaddı türbiyye sahasında yerlerine yıkılmış ormanlar gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle ahvaldir ki, o arza bir zaman kuruluk ârız olmuş, sonra diğer bir zaman sularla örtülmüş ve hâkeza demektir. Mevaddı türbiyyenin sathı arz üzerinde intişarı çoktur. Onun için bütün irtifalarda arzın muhtelif boşluklarını işgal ederek muhtelif vüs'atda havzalara tevezzü' etmiş olur. Bir kısmı Alp dağlarında olduğu gibi dağ başlarında ve Fransanın merkezinde ve emsalinde olduğu gibi mürtefi' sutûhi cebeliyyede bulunur. Engin ovalarda da büyük mikdarda bulunur. Hattâ Prosyada ve Holanda da olduğu gibi büyük genişlikleri kaplar. Türbün ekserisi nehir nebatlarından tekevvün ettiği gibi ba'zısı da denizlerde muttasıl bataklıklarda tekevvün eder. Buralarda rüsûbatı türbiyye üşniyye evaınadan ve nebatatı bahriyyeden tekevvün eder. Netekim Bahrimuhîtın kumluk sahillerinde öyledir. Ba'zanda dağlar üzerinde nebatat yapraklarından ve râtıb vadîlerin diblerinde teraküm eden muhtelif bakayadan ârızî rüsûb hasıl olur. Ve bundan gayri ceyyid bir türb tevellüd eder. İhtirak için istimali mümkin olmaz. TAŞ KÖMÜR - Arzın içinde bulunan kömür teressübatının türb gibi yekdiğeri üzerine teraküm etmiş nebatattan teşekkül ettiğinde şekk edilmiyor. Bunun delîli o kömürde ve türbde büyük hurdebinlerle keşfolunan bakaya ve kezalik ittisalindeki mevaddı tîniyyede bulunan saklar ve evrakı adîdedir. Arzıyatcıların bu mes'elede reyleri müttefiktir. Ancak terakümün keyfiyyeti hakkında müttefik değildirler. Bazıları demişlerdir ki, Rüsûbatı fahmiyye enhar sularının yahud mukaddema ba'zı yerlerde mevcud olan denizlerin dalgalarının getirdiği büyük hacımda nebatatın gömülmesinden neş'et etmiştir. Bazıları da demiştir ki, Bu rüsûbatın ekserisi mekşuf Arzın havzımsı hufrelerinde oluyor. Su ağızları da ona mücavir nebatat bakâyasını sevk etmiş olur. Evvelki kavil merduddur. Çünkü bu suretde ba'zı bilâdda bulunan tabakalar gibi cidden kalın kömür tabakaları tekevvün etmek için suların getirdiği büyük hacimli nebatatın büyük bir irtifaı bulunmak iktiza eder. Ya'ni sihani bir ve sülüs yâhud üç yâdud kırk zıra' olan kömür tabakaları kırk veya yetmiş beş veya yüz yirmi zıra' sihaninde haşeb tabakası iktiza eyler, bunu ise akıl tecviz etmez. Çünkü bu tabakalar ne nehirlerin sathı üzerinde ne de denizlerin bir çoğunun sathı üzerinde yüzmez. İkinci kavilde ise suûbet yoktur. Bu ancak taş kömürün tekevvün ettiği uzvî maddelerin teraküm etmesi için lâzım gelen zamanı iktıza eder. Zâhirde bu zaman cidden uzun olmuştur. Asrımıza kadar kalmış kadîm ormanlarda senevî tekevvün eden karbon miktarı hakkında ba'zıları demiştir ki, bundan her karında sihanı yüzde bir buçuk bir fahım tabakası tekevvün eder. Lâkin hayvanatın tekevvününden evvel eski zamanda cev bir takım buharlarla meşhun idi, ondan cidden kuvvetli bir nebat olmuştu. Arzın bâtınından da bir çok hamızı karbonîk suud ediyordu. O sebeble nebatatın bâtınında karbon sür'atle tesebbüt edebiliyordu. Hem tekevvünü uzun zaman ıktıza eden yalnız fahmi hacerî rüsûbatı değildir. Rüsûbların hepsi öyledir. Cidden büyük sihan iktisab etmiş olan kavkaî cîrî (kavka'alı ve alçılı) Rüsûbatı haceriyyenin tekevvünü kurunı adîde ıktıza eder. Rüsûbatı fahmiyyeyi türbe teşbih edenlerin re'yi şununla da müeyyeddir: gerek fahmı hacerîde ve gerek türbde büyük hordebinlerle bir çok zehreleri hafî nebatatı haleviyye bakayası keşf olunuyor. Kezalik Arzda cezirleriyle, dikili eşcar ile ve onların şisti fahmîde mahfuz yapraklariyle müeyyed, kezalik muhtelif genişlikteki havzalarda yekdiğerinden munfasıl olarak bulunmalariyle dahi müeyyeddir. Bütün bu ahval açık Arzın hufrelerinde tekevvün etmiş bir takım bataklık yerlere delâlet eder. Münasebet gelmişken bu babdaki mütaleâları biraz daha tafsîl edelim: Kur’ân’dan da anlaşıldığı üzere Arz, ibtidaen musattah idi dağlar yoktu, sularla mağmur ve muztarib idi. Sonra bu Arzda nebatattan ba'zı nevi'ler bulundu, bu müddete mahsus olan nebatatın eşkâli zamanımıza mensûb nebatatın şekillerine muhalif idi, üşniyye (yosun) fasîlesinden ve kibriti nebatı fasîlesinden idi ki, bunlar zehreleri hafî terkibleri basît nebatattır. Lâkin ibtidai hılkatte hacimleri büyük ve adedleri çoktu. Bu nebatlardan Arzı fahmî tekevvün etmiştir. Kabili ihtirak olan bu cevher, hayvanatın tekevvününden evvel eski zamanlarda bulunan nebatattan mütehassıldır. Sonra dağların tekevvünü sebebiyle Arzın büyük derinliklerinde medfun kalınca tabiatı ve hey'eti tenevvü' ettikten sonra zamanımıza kadar kalmış ve ba'zı anasırını gaib edince zift ve katıranlı maddeler içirilmiş bir kömüre istihâle etmiştirki bu maddeler mevaddi nebatiyyede husule gelen batî tahlilden mütehassıldır. Bu suretle anlaşılıyorki matbahlarda furunlarda, sobalarda, buhar makineleri ve sairede kullanılan ve hava gazı istihsal olunan taş kömürü ormanların tekevvün ettiği nebatat maddesinden ibarettir. Ve bu madde eski zamanlara bataklıklarda bitmiştir. Ve müddeti fahmiyye için başlıca vasf vaktıyle kürei arzı tamamiyle örtmekte bulunan nebatat gibi büyük olmasıdır. Zira cev o vakıt çok hararetli ve çok rutubetli idi. Onun için müddeti fahmiyye nebatatının nisbet olunduğu ecnas şimdi ancak bilâdi harrede yaşıyabiliyor. Ve bu nebatatı hafriyyenin büyük nümüvvü delâlet ediyor ki, cev o vakıt rutubet ile meşbu' idi, ve derecei hararet uruzun hepsinde bir idi. Fena bulmuş olan nebatat enva'ının derecei nümüvvü bir ve bunların İstiva dairesinde de Kutub dairesinde de bulunduğu bilmüşahade ma'lûm olduğu cihetle bundan istintac olunurki tekevvüni Arzın üçüncü devri olan o zamanda cemî'i cihatta derecei hararet müsavî idi. Bütün Kürede ancak bir kutur vardı. O zamanki nebatatın acîb olan vasfı harikul'ade olan nümüvvüdür. Serahsiyye enva'ı ki, zamanımızda ondan ancak bilâdi baridede haşîşiyyei halide nebatatı biter, o vakıt ondan şimdiki katran (tennüb) ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar tekevvün ediyordu. Kibrîti nebatî de böyledir: zamanımızda irtifaı bir zıra, iken eski zamanda irtifaı otuz üç, kırk zira'a kadar varıyor, kutru da bir buçuk zıra' oluyordu, işte müddeti fahmiyyedeki geniş ormanlar bu mür'tefi' ağaçlardan tekevvün ediyor ve bunlar arzı kutubdan kutba temamen örtüyordu. Müddeti fahmiyyeyi beyan için iki müddete taksim etmek gerektir. Evvelkisi; haceri cîrîi fahmî müddetidir ki, bunda mühim rüsûbati bahriyye tevellüd etmiştir. İkincisi de müddeti fahmiyyedir. İşte fahmi cîrînin tekevvünü bu iki müddette ve hususiyle ikinci müddette husule gelmiştir. Evvelâ haceri cîrîi fahmî müddeti: adaları örtmekte bulunan nebatatı serhasiyye yâhud zeyli feres yâhud kibrît nebâtî yâhud fasıylei mahrutıyye nebatâtına müşabih zatı filkateyn nebâtatı envaından imiş. Zatülevrakılhalkıyye envaı ve zatülhutum enva'ı zatülfilkateynden olarak bitmiş ve nesli münkati' olmuş fasîlelere nisbet olunuyorlar. Kasabı farisî enva'ından büyük irtifa'da nebâtat bu müddette çok imiş ve bu ağaçlardan her birinin tulü on üç zıra'dan on beş zıra'a kadar olurmuş: Saniyen müddeti famiyye: arzı örten acîb nebatların kesretiyle muttasıftır. O zaman nebâtat nümüvde müteşabihtir. Devri fahmî nebati zamanımızdaki nebata bilkülliyye muhaliftir. Devri fahmiye aid ahvali hayatiyye ve arzıyyeden o aslî nebatın temeyyüz ettiği sıfatlar bilinir. Müstemirr yağmurlar, şiddetli hararet, müstemirr sisle mestur hafif zıya, bunlardan hususî bir nebat tevellüd ediyormuş ki, zamanımızda ona benzerinin husulü kabil olmuyor. Bununla beraber o zamanın nebatını tesavvur etmek istenilince senenin üçyüz günü yağmur düşen ve güneşi müstemirr bir sis ile mestur bulunan ba'zı adaları ve sahilleri teemmül etmek gerektir ki, öyle cezirenin nebatından, müddeti fahmiyyede kürei arzı örten nebat takrîbî olarak tesavvur olunabilir. O cezirede şeceri serhas en'vaından ormanlar tekevvün ediyor ki, gölgesinde haşışi serhasî envâı, bataklıkları havî arz üstünde bir zıraa kadar nemalanıp yükseliyor. Onların altında da bir çok hafî nebâtati sagîre bitiyor. İşte bu nebatâtın hey'eti o müddeti fahmiyyedeki nebâtat gibidir. Ve bu nebatatın dediğimiz gibi ecnası azdır, lâkin o az fasıyleler bir çok envaı ihtiva ediyorlardı. Avrupada fahmî arazîden kazılan serhasiyye envaı iki yüz elli nevi'dir. Halbuki el'an Avrupada biten serhasiyye envaının adedi ancak elli nev'a baliğ oluyor. Çıplak büzürlü zatül'firkateyn nebatatın sayısı da yüz yirmi nevi'den ziyadedir. Halbuki el'an yaşıyan yirmi beş nevi'dir. Fahmi hacerînin keyfiyyeti tekevvünü: taş kömürü uzun müddet Arzda kalan nebâtattaki cüz'î tehallülün neticesinden ıbaret olduğunu ve bu fennin uleması bu reiyde müttefık bulunduklarını söylemiştik. Fil'vakı' taş kömürü ma'denlerinde bu nebatatın bakası çok kerre müşahede olunuyor ve Arzı fahmî onların cüzu'u ve evrakı ile temeyyüz ediyor, kaç kerreler fahmi hacerî tabakatında büyük ağaçların cüzuu da bulmuşlardır. İhtimal ki, fahmi hacerînin bâtını Arzda vücudu, uzaktan gelmiş nebâtatanı indifaından neş'et etmiş, bunları nehirler yâhud denizler sürüklemiş, büyük kasırgalar gibi satıhları üzerinde yüzdürmüş getirmiş, sonra muhtelif yerlerde durmuş, sonra da bir takım arâzıy ile neftlenmiştir ve ihtimal ki, onun tekevvün ettiği nebâtat, yerlerinde yaratılmış ve nemalanmış da sular vasıtasiyle intikal etmemiştir. Bu surette menşe', yaratılmış sonra bulduğumuz mekânlarında ölmüş nebâtat kütlesinin tehallülüdür. Yukarıda geçtiği vechile evvelki ihtimal, ba'id, ikinci ihtimal akla karibdir. Zira bunda fahmı hacerînin tekevvün ettiği mevaddi uzviyyenin terakümü için iktıza eden zamandan başka bir şey lâzım gelmez. Arazıi fahmiyye tabakatının tevazîsi ve onda eczai dakika intibaatının hıfzı delâlet ederki bu tabakalar tam bir sükûnetle tekevvün etmiştir. Bundan şu netice çıkarki: fahmi hacerî, nebatatın mekânlarında, ya'ni nema buldukları bataklık mahallerde ölüp tahallül etmesinden neş'et etmiştir. Şu da mülâhaza olunsun ki, fahmi hacerî müddetinde kışrı Arzdan ancak esfelinde sâil bir kütle üzerine mürtekiz esnek ince bir gılâf tekevvün etmişti. Şimdiki denizlerimiz gibi ay ve güneşin cazibelerine tebean içindeki seyyal kütle de alette'kıyb husule gelen yükselib alçalma hareketleriyle muztarib bulunuyordu. Bu iki hareketten muhtelif bu'udda, müddetler içinde büyük bir hübut neş'et ediyordu. Zâhiri Arz hübut ettikçe sular o ormanları, zemeni fahmî nebatatından olan büyük kütleleri bürüyor. Sonra onların fevkinde diğer ormanlar bitiyor, sonra yine Arz hübut edince onları da sular bürüyordu. Bu çifteli tezahür, ya'ni nebatatın su altında kalması ve yine aynî mekânda yeni ormanların nema bulması halleri te'akub ettikçe fahmi hacerînin tekevvün ettiği büyük nebatat kütleleri teraküm etmiş ve bunun husulü birçok kurunu adîde de olmuştur. O halde o eski zaman nebatlarında husule gelen isthaleler nedirki onlar zift ile meşhun bir kütlei fahmiyyeye tahavvül etmiş? O suların bürüdüğü nebatların kütleleri hafif, isfencî idi, el'an bataklıklarda tekevvün eden türbe benzeyordu, suda meks edince onlarda cüz'i bir ta'affün ve tahammür hasıl olmuşturki bunu şundan fazla izah mümkin olmuyor: o eski zaman nebatlarında husule gelen tahallül, seyyal bir takım ma'denî gazların tekevvünü ile mütefarık idiki hacerı onları içiyordu. Onun teşerrüb ettiği zuyutı katraniyyenin menşei de zifti şiyîti (şiyti karî) enva'ıdır. Türbî tabakaları üzerlerine örten arazinin altına gömüldükten sonra o gazların intişarı devam etmiş ve fahmi hacerî o büyük inzimam halinde o arazinin sıklet ve tazyikıyle o büyük kesafeti mümeyyizesini iktisab eylemiştir. O arazînin cevfinden çıkan hararetin de onda büyük te'siri olmuştur fahmi hacerî tabekatındaki ıhtilâflar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır. Tazyîk ve harareti merkeziyyenin te'sirinden vuku'a gelen teshîn. Onun için alt tabakalar üst tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda hararetin te'siri daha yüksek ve yukarıdan üzerine vaki' olan tazyîk daha kuvvetlidir. Defe'at ile mükerrer tecribelerden fahmi hacerînin keyfiyyeti tekevvünü tevazzuh etmiş, haşeb ve diğer mevaddi nebâtiyye üzerine tazyîk ve hararet te'siriyle cidden sıkı bir fahmi hacerînin tekevvününe muveffakıyyet hasıl olmuştur. Bu tecribede kullanılan cihaz ile mevaddî nebâtiyyeyi su ile ıslak çamur ile muhat olarak tazyîk ve uzun müddet tesiri devam etmek üzere yüksek hararete arz mümkin oluyordu ve bu cihaz, muglak değildi lâkin gazların ve buharların çıkmasına mani' oluyor, o suretle mevaddi nebâtiyyenin tehallülü, tekevvün ettikleri anasırın infisaline ma'ni olacak bir tazyîk te'siriyle rutubet ile meşhun bir vastta (milyoda) husule geliyordu. Bu cihaza muhtelif tabiatte ahşab biçmeleri konulunca ondan ba'zan parlak, ba'zan da donuk taş kömürüne müşabih hasılât tekevvün etmiştir. Bu ıhtilâflarda tecribeye arz olunan ahşab sunufunun ıhtilâfından neş'et eylemiştir ki, kömür envâının ıhtilâfı da bununla ta'lîl olunur vallahü a'lem (.......) İşte icmalî bir nazarla bakıldığı zaman mera'larda ter-ü tâze çıkan nebâtatın bir müddet sonra kuruyup çürüyerek gübre ve kömür gibi kara bir gusâya çevrildiği görüldükten başka tafsılî bir nazarla bakıldığı zaman da bütün ma'den kömürlerinin dahi mahiyyeti nebâtatın sular içinde ölüp tehallül ederek çevrildiği kara bir gusâdan ıbaret olduğu ve binaenaley (.......) ta'birinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Allahü teâlâ bu arz üzerinde ne mer'alar, ne nebatlar, ne ormalar çıkarmış, sonra da onları ziftli, katranlı kapkara gusâya çevirmiştir. Bütün bunlar onun halk-u tesviyesi, takdîr-ü tahvili ile rububiyyetinin eseridir. Ve işte insanlığı sırf nebâtî ve hayvanî surette sade bedenî gayelerle anlamak istiyen bedbahtların âkıbetleri de böyle kara bir gusâdan ibaret olan maden kömürleri gibi kabili ihtirak olmaktan başka bir şey değildir. Bunları bu suretle ıhbar ve ıhtar edip anlatmak da o rabbi a'lânın kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir hidayet ve irşadı olduğunda şübhe yoktur. Bundan dolayı umum mahlûkata olan hidayeti âmmeyi icmalen beyandan sonra insanlara olan hidayetin en büyük misal ve şahidi olmak üzere bilhassa Resûlullâhe olan hidayeti mahsusasını beyan ve tefhim için buyuruluyor ki, 6Bundan böyle sana Kur’ân okutacağız da unutmayacaksın (.......) Bundan böyle seni okutacağız - Ya'ni (.......) hıtabı ızzetiyle ıhtar olunduğu üzere sen kitab nedir? Okumak nedir? Bilmezken bundan böyle Ruhi emîn, ruhulkudüs olan Cibril vasıtasiyle sana okuyacağın bir kitab olan Kur’ân’ı vahy ederek indirip belleteceğiz, ineni ve indirileceği kıraete muvaffak edeceğiz, yahud vahy ile seni Kur’ân ve kıraet sahibi yapacağız. Bu suretle bu fevkalâde hidayet ve risaleti ilâhiyyeye delâlet eyliyen bir âyet, bir mu'cize olacak (.......) artık unutmıyacaksın - Bu unutmamak, bu derece kuvvetli bir hıfza sahib olmak da diğer bir âyet ve mu'cize olacak. Netekim bunun istıkbal için va'd-ü ıhbarı ve öylece vukuu da ayrıca bir mu'cize olacaktır. Bu delâlet eder ki, okutmaktan murad ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okumak değildir. Bazıları da demişlerdir ki, unutmamaktan asıl murad, mucebiyle amel etmektir 7Yalnız Allah’ın dilediği başka çünkü o açığı da bilir gizliyi de (.......) Meğer ki, Allah dileye - Çünkü o unutturmak isterse unutturur. Ya'ni böyle unutmamayı kat'iyyen va'd-ü ıhbar etmek Allah’ın artık onu unutturmağa kudreti yetişmiyecek demek değildir. Onu hiç bir şey âciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir hâfıza kudreti verdikten sonra o dilerse onu selb eder. Unutturağacağını temamen unutturabilir ki, bu bir nesh olur. O vakıt da (.......) hukmü cereyan eder. Fakat Allah’ın ınâyetiyle sen bundan böyle unutmıyacaksın, böyle bir mu'cizeye de mazher olacaksın. Denilmiştir ki, istisna kıllet içindir. Netekim sahihi Buharîde rivayet edilmiştir: aleyhissalâtü ves-selâm namazda kıraetinde bir âyet atlamıştı. Sabah namazı idi. Übeyy onu nesh edildi sanmış suâl etmişti. aleyhissalâtü ves-selâm «unuttum» buyurmuştu. Resulullahda böyle nâdiren nisyan vaki' olursa Allahü teâlâ onu bırakmaz hatırlatır veya hatırlatacak bir sebeb müyesser kılardı. Nasıl ki, Bahirde zikr edildiği vechile Abbad İbn-i Beşîrin kıraetini işittiğinde «Bu bana filân ve filân Sûrede şu ve şu âyeti hatırlattı» buyurmuştu. İşte (.......) böyle nisyanı kalîli istisna olmalıdır denilmiş ise de cüz'î bir ân için vaki' olan böyle bir kaç nisyan tilâveti nesıh ma'nasında olan müstemir insa mahiyyetinde olmayıp kıraet ve salâtta ümmetin hâlî olamıyacağı bu gibi nisyanlar hakkında ta'lîmi ahkâm kabîlinden demektir. Yahud (.......) va'dinden mukaddemdir. Bunun için ba'zıları da demişlerdir ki, bu istisna kıllet ma'nasına olarak nefîden mecazdır. Netekim ba'zan «onu söyleyen pek az bulunur» derler de bu söylenmez demek manasını kasd ederler. Onlar da hiç ayıb yoktur. Şundan başka ki, ordularla çarpışmaktan kılıçlarında ba'zı gedikler vardır beytninde olduğu gibi istisnanın nefîde te'kid için kullanıldığı da ma'ruftur. Zira ordularla çarpışmanın neticesi yalnız kılıçlarında ba'zı gediklerden ıbaret olması kahramanlar için bir ayıp değil, yüksek bir medihtir, ayıbsızlığı yüksek bir medh ile te'kid için bu istisna ile (.......) denilen bir bedi' san'atı yapılmıştır ki, burada da bu kabîldendir. Âlûsînin beyan ettiği üzere Kâdî haşiyesinde Isam demiştir ki, bu veche göre istisna, nefyin umumunu te'kid içindir nakzı umum için değildir. Buna umumi evkattan istisna da denilir. Ya'ni hiç bir vakıt unutmıyacaksın ancak Allah nisyanını dilediği vakıt müstesna, lâkin Allah da onu dilemiyecek, binaenaleyh hiç unutmıyacaksın demek olur. Bu ma'nâ Ehli Cennet hakkında (.......) âyetindeki istisnanın ma'nası gibidir. Ferra' buna zâhib olmuş ve demiştir ki, Bu istisna ile Allahü teâlâ Peygamberine hiç bir şey'i unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki, (.......) buyurduğu vechile dilese unutturur, kadirdir, fakat dilememiştir. Netekim Peygambere (.......) buyurulmakla ondan elbette bir şirk vuku' bulacağını değil, vukuu farz olunduğu takdirde bile fesâd ve mahzuruna işaretle ademi vuku' te'kid olunmuş olduğu gibi burada da bundan sonra nisyanın velev az olsun vukuuna değil, asla vaki' olmıyacağına ve şu kadar ki, onun unutmaması kendi kuvvetinden değil, mahza Allah’ın fadl-ü ihsanından olduğuna tenbih içindir. İşte bu istisnanın fâidesi ademi nisyan va'dinin böyle mahza meşiyyeti ilâhiyyeden münba'is bir ihsanı ilâhi olduğunu beyan suretile te'kiddir. Ebû Hayyan Ferranın bu tevcihine ilişmek istemiş ise de onun zevki edebîsini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Âlûsî gibi Abdüh de Ferra’nın bu tevcihini takdirde isabet eylemişlerdir. Ancak bu surette nisyandan murad, müstemirren nisyandır. Binaenaleyh müstakır olmamak üzere haberde vârid olduğu gibi bir iki an için lihikmetin vaki' olan cüz'î nisyan buna münafî olmaz. Ve şu halde gerek kıllet ma'nasına gidilsin gerek tekidi ma'nasına gidilsin iki takdirde de murad bir olmuş olur. Ya'ni nisyanı müstemmir vaki' olmamak bu va'd mucebince Peygamberin mu'cizatından birisidir. Bir kaç defa lihikmetin nisyanı cüz'î vaki' olmak da buna münafî olmaz. Bu va'd ve meşiyyetin bütün esmayı cami' olan Allah ismi celîline isnad ile beyanı da terbiyei mehabet ve bu va'd-ü meşiyyetin sair esma ve sıfatta değil de hepsini cami' olan ülûhiyyet unvanı üzerine deveranına tenbih ve rabbi a'lâdan muradı da takrirdir. Sonra bu va'd-ü hikmet şununla da te'kid ve beyan olunmuştur. (.......) Şübhesiz ki, o, Allah, cehri de bilir, gizliyi de - her şeyden ve ahvalinizden açık ve zâhir olanını da bilir, gizleneni de. Binaenaleyh bu okutma ve unuturmama va'dîni de ona göre her şey'i muhît olan ılmiyle yapıyor. Buna tamamiyle emniyyet ve itimad etmek ve tesbih eylemek lâzım gelir. Diğer bir ma'na ile: O cehren yüksek sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre vahyi zâhir veya bâtın ile açık veya gizli oku ve unutmayıp mucebince amel eyle. Bu cümle mu'terizadır. Şu da (.......) ye ma'tuftur. 8Ve seni en kolay yola muvaffak kılacağız (.......) ve seni yüsrâya müyesser, ya'ni muveffak kılacağız. - Her hususta en kolay yola veya gayeye irdireceğiz. Bu muveffakıyyeti sana kolaylıkla yapabileceğin bir haslet ve rüsuhlu bir meleke edeceğiz. Binaenaleyh dînin her babında: Ilimde, ta'limde, amelde, hidayet ve ihtidada en kolay şeriat ve tarikate muveffak olacaksın, en zor gayelere kolaylıkla irmek senin ve dîninin hassası olacak. Bunda zâhir ve bâtından vahiy telâkkîsini ve ondaki semahatli ve harecsiz şeriat ve ahkâmın gerek tekmili nefse ve gerek tekmili gayre müteallîk nevâmîsi ilâhiyyenin ihatasını teysîr dahi münderic olur. İymanı tevhîd, ıhlâs, ılmi hak, usuliyle sa'y-ü amel her kolaylığın başı olmakla beraber kolaylığın başı da Allahü teâlânın tevfîkıdır. İşte böyle zâhir ve bâtından okutup unutturmamakla en kolay yola teysir ve tevfik de va'd edilmiştir. 9Onun için öğüd ver: öğüd fâide verirse (.......) onun için oku, unutma da tezkir et. - Onun mütezammın olduğu ahkâm ve mearifi halka ta'lîm ve tebliğ ile va'z-u nasîhat et, öğüd ver, düşündür (.......) eğer va'z-u tezkir fâide verirse - ki, herkes için olmasa bile az çok fâideden halî olmaz. Netekim (.......) buyurulmuştur. Müfessirîn demişlerdir ki, Resûlullah mutlaka tezkir ile memur olduğundan bu şart, esas ıtibariyle takyid için değil, te'kid ve bir dereceye kadar tahfif içindir. Te'kid olması; çünkü haddi zatinde beliğ olan bir tezkir muhatablar hakkında bir menfaat ifade etmekten halî olmaz. Muhatabların ondan intifa' etmek isteyip istememeleri ise diğer bir şeydir. O halde «tezkir bir fâide verirse» demek muhakkak olan bir şarta ta'lîk ma'nasında olur. Bu ise «va'z et çünkü va'zın bir fâidesi olmak muhakkaktır.» Demek gibi bir te'kid ifade eder. Ayni zamanda bunu bu suretle ifade de bir tahfif vardır ki, o da şudur: Resûlullah tevhide, dîni hakka da'vet hususunda (.......) emrine tevfıkan her türlü tehlükelere göğüs gererek ve küffardan gördüğü ezalara ve cefalara sabr-ü tehammül ederek (.......) diye tavsîf buyurulduğu üzere nâsa acıyor, kavmının îmana gelerek saadete irmelerine hırs besliyor ve bu suretle (.......) mısdakınca kendini ezecek derecede tebliğ ve irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler küfür ve tuğyanda ileri gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Salâh menfeatı ümidiyle yapılan bir va'z-u tezkîrin böyle salâh yerine tuğyanın iştidadına sebeb olması ise bir menfeat değil, bir zarar manasında oluyordu. Bundan dolayı muhatablar hakkında fâide olmayıp da zarar melhuz olan hususatta tezkir vâcib kılınmayıp terkine ruhsat bulunduğuna ve belki (.......) mantukunca ı'raz, evlâ olacağına işaret ile bir tahfif ve teysîr olmak üzere burada tezkir emri (.......) ile bir kayd-ü şart suretinde ifade buyurulmuştur. Şu halde bunun hasılı şu olmuş olur: Muhatablara fâide yerine zarar getireceği bittecribe tebeyyün ettiği takdirde va'z ve tezkir vâcib değil ise de asl olduğu üzere az çok bir fâide melhuz bulunursa dinleyip istifade edecek olanları nazarı mülâhazaya alarak va'z etmek ehline vacib olur. Çünkü 10Saygısı olan öğüd alacaktır (.......) saygısı olan tezekkür edecek dinleyecek, nasîhat alacak, düşünecektir. 11Pek bedbaht olan da ondan kaçınacaktır (.......) en bedbaht olan da kaçınacaktır. 12O ki, en büyük ateşe yaslanacaktır (.......) o ki,-o bedbaht ki, (.......) en büyük ateşe, ya'ni Âhırette ebedî olan Cehennem ateşine yaslanacaktır. 13Sonra ne ölecek onda ne hayat bulacaktır (.......) sonra da orada ne ölecek ne de hayat bulacaktır. - Ölmez ki, Dünya azâbından kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat ya'ni zevk ve menfeati olan bir hayat da bulmaz ki, çektiği azâbı ona vesîle add ederek sabr-u tehammül etsin. Bundan büyük bedbahtlık tesavvur olunmaz. Şübhe yok ki, bu, mer'aların kara bir gusâ olan kömüre çevrilmesinden çok büyük bir bedbahtlıktır. Ve işte va'z-u nasîhat dinlemekten kaçınanların âkıbeti de budur. Onun için onlara bakmamalı da azda olsa dinleyip intifa' edecek olan saygılıları gözeterek va'z-u nasîhat etmelidir. Demişlerdir ki, Cehennemde ölmemek kâfirlere mahsustur. Amma usatı mü'minînden Cehenneme girenler orada öleceklerdir. Buna müslimin Ebû Saidden rivayet ettiği şu hadîs ile istidlâl eylemişlerdir: Narın ehli olan Ehli nar orada ölmezler de dirilmezler de amma günahları sebebiyle nar isabet etmiş olan bir kısım nâs, Allahü teâlâ onları öldürecek nihayet kömür olduklarında şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek, Cennet ırmaklarına serilecekler. Ey Ehli Cennet bunların üzerine su ifaza edin denilecek de sel milinde dâne biter gibi bitecekler (.......) Maamafih şunu da bilmek lâzım gelir ki, kâfirlerin Cehennemde ölmemesi de (.......) âyetinden anlaşılan iki ölümü olup iki hayat ile azâb için ba's olunduktan sonra demektir ki, ondan sonra ne ölecek ne de dirileceklerdir. Ba'zıları demişlerdir ki, ne ölmek ne de dirilmek tabiri şiddeti azâb ile ebedî sürünmekten kinayedir. 14Doğrusu felâh buldu tezekkî eden (.......) Muhakkak felâh buldu - Kendini fenalıklardan kurtarıp murada irdi (.......) tezekkî eden - va'z tezkiri dinlemeyip temizlenen, tefeyyuz eden, kalbini şirkten ve kötü ahlâktan, bedenini maddî ve ma'nevî pisliklerden temizleyip îman ve ıhlâs ve gusül ve abdest ile paklenen ve zekâtını verip huzurı ilâhîde temize çıkmak için çalışan 15Ve rabbının ismini anıp da namaz kılan (.......) ve rabbının ismini anıp - onun huzuruna varacağını düşünerek Allahü ekber diye tekbir alıp (.......) da namaz kılan - beş vakıt namazı ve bahusus vârid olan rivayete göre bayram namazını kılan kimseler. Bu âyetin zâhiri kalb ve beden temizliğiyle terbiyei nefse, tevhîd, tekbir gibi zikri lisane (.......) mazmunu üzere ıbadatı bedeniyye ve maliyyenin esası olan vâcib zekât ve namaza tenbih olmasıdır. İbn-i Münzir gibi ba'zılarının İbn-i Abbastan rivayetleri de böyledir. Ba'zıları farzlarla beraber mümkin olduğu kadar nevafile de şümulünü söylemişlerdir. Çünkü mutlaktır, ıtlakı üzere cereyanı asıldır. İbn-i Mes'uddan: « (.......) = tesadduk edip namaz kılan kimseye Allahü teâlâ rahmet buyurdu» diye vârid olmuştur. Bu suretle bir kısım müfessirîn de bayram namazına gitmezden evvel başının zekâtı olan sadekai fıtrı veren, sonra da tekbir ile bayram namazını kılan demişlerdir ki, bundan farz namazları miyanında Bayram namazının da vücûbu, zekâttan sadekai fıtrın da vücûbu anlaşılmış olur. Razînin beyanına göre bu tefsîr İkrimenin, Ebülâliyenin, İbn-i Sîrînin, İbn-i Ömerin kavilleridir. Resûlullâha merfuan de rivayet edilmiştir. Keşşafta mezkûr olduğu üzere Hazret-i Ali kerremallahü vechehudan dahi şöyle merviydir: bu tezekkî sadekai fıtr ile tesadduktur, ve demiştir ki, kitabullah da başkasını bulamasam da bu yetişir: (.......) ya'ni zekâtı fıtrı verip musallâya teveccüh eden ve rabbının ismini zikredip iftitah tekbiyriyle bayram namazı kılan. Dahhâkten rivayette de (.......) musallâya giderken rabbının ismini zikr edip, ya'ni tekbîr alarak gidip de Bayram namazı kılan diye merviydir. Sa'lebî tefsirinde bu rivayetlere şöyle ı'tiraz edilmiştir: bu Sûre bilicma' mekkîdir. Halbuki Mekkede ne malî zekât ne de Iyd yoktu. Buna cevâben de demişlerdir ki, bu Mekkede ıhzarî surette nâzil olup hukmü teahhur etmiş olabilir. Bir de Sûrenin Mekkî olması esahh ise de icmaî değildir. Bâlâda geçtiği üzere Medenî olduğuna kail olanlar da olmuştur. Bu tafsîlâttan şu neticeyi almak lâzım gelir ki, buradaki namazı, sebeb-i nüzul bile olsa yalnız Bayram namazına hars etmek lâzım gelmiyeceği gibi tezekkîyi de yalnız zekâti malîye ve o miyanda bilhassa sadekai fıtre tahsıs lâzım gelmez. Tezekkî, bâtınî, zâhirî temizlik ve tefeyyuz ma'nâsiyle tezekkîi a'mal ve tezekkîi mallden eamm olduğu gibi salât da beş vakıt namazdan eamm olarak Bayram namazı ve vitir gibi vâcib olan namazlara dahi şâmil olmak lâzım gelir. Onun için hukmü, Mekkede mümkin olduğu kadar tatbık edilmiş bulunduğu gibi Medînede de zekâtı malî ve fıtre ve Bayram namazı dahi bu hukümde dâhil olarak tatbık edilmiş ve binaenaleyh hukmünün alel'ıtlak değil, ba'zı mütenâveli ı'tibariyle kısmen teahhur etmiş olduğu anlaşılır. Ve şu halde sadekai fıtrı ve Bayram namazını söyliyenlerin muradı da hasır değil, bunların dahi bu âyet hukmünde dahil bulunduğunu ve o suretle tatbık edildiğini söylemek demektir. Ve hattâ söylendiği vechile mümkin olduğu kadar nevâfilin bu medh-ü sitayişte dühulü ıtlakın zâhirine muvafık olduğu gibi tezekkî ve zikir ve selâtın zikri de kalbî ve lisanî, malî ve bedenî bilcümle ıbadâtın aslı olmak ı'tibariyle hepsine işaret olması dahi sahih ve merviydir. 16Fakat siz Dünya hayatı tercih ediyorsunuz (.......) fakat siz gafil insanlar o felahı her şey'e tercih ederek o tezekkîye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da Dünya hayatı tercih ediyorsunuz - onun ziynetini, eğlencesini, yemesini, içmesini, kadınlarını, lezzetlerini takdim ediyor, onlarla iştigali ve o yolda mallar sarf-u istihlâkini hoşlanıyorsunuz da Âhıret felâh ve saadetini hazırlıyan temiz ve güzel amelleri arkaya atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakıt da temizlik, tesadduk, zikir, namaz, hayr-u hasenat gibi sonu felâh olan amellerden ziyade gelip geçici Dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki, bu da iki kısımdır. BİRİSİ: Âhıreti hiç hisaba almıyarak yalnız Dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki, bu (.......) mısdakınca likaullahı arzu etmeyip sade Dünya hayata razı ve mutmeinn olan ve ıbadet etseler bile yalnız (.......) diyenlerin halidir ki, bunlar (.......) mucebince Âhıret hayatından nasîbleri olmıyan ve (.......) hukmünce o büyük ateşe yaslanacak olan bedbahtlar, kâfirlerdir. BİRİSİ DE (.......) demekle beraber teâruz halinde Dünyayı Âhırete tercih edenler, Dünya zevkı için Âhıreti feda eyliyen gafil veya âsî mü'minlerdir. Bunların da (.......) mucebince kesiblerine göre Âhıretten bir nasîbleri vardır. 17Halbuki âhıret daha hayırlı ve daha bakâlıdır (.......) halbuki Âhıret daha hayırlı ve daha devamlıdır. - Binaenaleyh fanî olan Dünya hayat ne kadar zevklı olursa olsun âkıl ve zekî olan insanların Âhıreti tercih ederek tezekkî ve felâha çalışmaları ve böyle olanlar için daima sonu önünden hayırlı olacağını bilmeleri lâzım gelir. Yoksa Dünya hayatı tercih edenler için gün günden fenâ olmak ve sonu bedbinlikle husranda karar kılmak zarurî bir kaide olur. Âhıreti tercih ederek daima ilerisi için temizliğe ve iyiliğe nasbi nazar eden ve o îman ile başının vergisini verip rabbının ismini anarak ona gitmek üzere namazını kılan, ıbadetini yapan kimseler Dünyada ne kadar mihnet ve ıztırab görseler akıbetten bedbin olmaz. Ye'se düşmez, günden güne felâh ve saadete doğru gitmeğe ve hüsni hâtimeye muveffak olurlar. Onlar için gaye Dünya hayatta kalmak değil, onun âlâmından kurtulup rızaullaha kavuşmaktır. 18Haberiniz olsun ki, vardır bu evvelki suhuflarda (.......) Haberiniz olsun ki, - bu tezkir, Âhıretin Dünyadan hayırlı ve devamlı olması ıhtarı, yahud (.......) ıhbarı veya bu Sûre mazmunu, ya'ni Kur’ân’ın inzal ve ıkrası ve hıfzı ile yüsrâya teysîri tazammun eden risaleti Muhammediyyenin muveffakıyyeti tebşiri (.......) suhufı ulâ da vardır. - Evvelki Peygamberlere verilmiş olan sahîfelerde, kitablarda da mezkûr ve mev'uddur. Bahusus 19İbrahim ve Musânın suhuflarında (.......) İbrahim ile Musânın sahifelerinde - vardır. Bunun suhufı ulâdan bedeli küll olması da muhtemil ise de zâhir bedeli ba'z olmaktır. SUHUF, esasen kitab ma'nasına sahîfenin cem'i olup Tevrat, Zebur, İncil, Kur’ân dört büyük kitabdan maada olarak Enbiyaya indirilmiş olan risalelerde müte'aref olmuştur. Bu ma'na ile Mûsanın suhufu Tevrattan evvel indirilmiş olan on suhuf, İbrahiminki de on suhuf idi diye nakledilmiştir. Ya'ni dîni İslâmın burada beyan olunmuş olan bu hakikatı, rabbı a'lâyı tevhîd ve tenzih, okumak, va'z-u tezkîr, saygı, tezekkî ve zikr-ü salât ile felâh, Âhıretin Dünyadan hayırlı ve bekalı olması esasları, her dînin esası olan ve evvelki Peygamberlere indirilmiş ilk suhuflarda ve bilhassa İbrahim ve Mûsanın suhuflarında mezkûr bulunan emri Haktır. Ve dîn namına buna muhalif olan şirk, teslis ve teşbih ve Dünyayı Âhırete tercih gibi bedbîn fikirler, akîdeler doğru değildir. Ve binaenaleyh bütün güçlüklere rağmen risaleti Muhammediyyenin ve bu dîni hakkın yüsrâya muveffakıyyeti bütün bunların bir neticesi olmak üzere emri muhakkaktır. (.......) ile de işaret buyurulduğu üzere (.......) hukmünün zuhur edeceğinde şübhe edilmemelidir. İbrahim ve Mûsaya inananların buna da inanmaları lâzım gelir. Abd İbn-i humeyd ve İbn-i Merduye ve İbn-i asâkir Ebî zerr radıyallahü anhten rivayet etmişlerdir: dedim ki, Yaresûlallah, Allahü teâlâ kaç kitab indirdi? Buyurduki yüz dört kitab: Elli sahîfe Şiyte, otuz sahîfe İdrîse, on sahîfe İbrahime, on sahîfe de Tevrattan evvel Mûsaya indirdi, Tevratı, İncili, Zeburu, Furkanı de indirdi. Dedimki: Yaresûlallah İbrahimin sahîfeleri ne idi? Buyurdu ki, hepsi emsal idi: ey o mübtelâya tesallut eden mağrur Melik, ben seni Dünyayı birbirine yığasın diye göndermedim, ve lâkin mazlûmun du'asını benden redd edesin diye gönderdim; çünkü ben mazlûmun du'asını kâfir de olsa, redd etmem ve aklına karşı mağlûb olmadıkça âkıle gerektirki: üç saati ola: bir saatinde rabbına münacât ede ve bir saattinde nefsini muhasebe ede ve yaptığını düşüne, bir saattinde halâlinden haceti için tenha kala, çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve cem'iyyeti hâtır ve ferag hasıl olur. Ve âkıle: zamanına basîr şe'nine mukbil, lisanına hâfız olmak gerektir. Çünkü kelâmını amelinden sayan kimse az söyler, meğerki mâya'nîsi hakkında olsun. Âkıl üç şey'i talib olmak gerektir. Me'ıyşetini ıslah veya meâdına hazırlık, veya haramda olmıyarak telezzüz. Dedim ki, Yaresûlallah Mûsanın suhufu ne idi? Buyurduki, hepsi ıbret idi: te'accub ederim, ölüme yakîni olup da sevinene, ateşe yakîni olup da külene, Dünyayı ve ehline olan tekallübatını görüp de ona gönül bağlıyana, kadere yakîni olup da öfkelenene, hısaba yakîni olup da amel etmiyene. Dedim ki, Yaresûlallah İbrahim ve Mûsanın suhufundakilerden sana bir şey indirildimi? Evet ya Abâzerr! (.......) buyurdu demiştir. Ma'amafih Âlûsînin dediği gibi hadîsin sıhhatini Allah bilir. Bunun üzerine (.......) mısdakınca Âhırette ateşe yaslanacak bedbahtlarla felâh bulacak mes'udların hallerini tafsîl ederek tezkire devam olunmak üzere Sûre-i Gaşiye gelecektir. |
﴾ 0 ﴿