ŞEMS

Veşşemsi Sûresi ki, Sûre-i Şems dahi denilir, hılâfsız Mekkîdir.

Âyetleri - On beştir. Mekkîde on altıdır ki, (.......) da bir âyet sayılmıştır.

Fasılası - (.......) harfidir. On beş (.......) zamîri redîftir. Fasıla harfleri onların üstündeki eliflerdir. Mekkîde birisi (.......) nın vavı demek olur.

Evvelki sûrede necdeye hidayet zikredilmiş, Ashabı meymene ve Ashabı meş'eme tefrık olunup sonu Ashabı meş'emeye, Âhıret azâbı vaîdiyle bitirilmişti. Bu sûrede de necdeyne hidayetin ma'nasına (.......) ile bir tefsîr ve iki fırkaya (.......) diye bir fezleke yapılmış ve bir Dünya azâbı misaliyle hıtam verilmiştir. Şöyle ki,

1

Kasem olsun o güneşe ve parıltısına

(.......) Vennaziati de geçtiği üzere duhanın asıl hakikati Güneşin doğduğu merî ufuktan yükselip ziyasının işrak ve inbisatiyle bakanlara ıyân olmasıdır. Sonra da o vakıtda hâkikat olmuştur. O vakıt vaktı

kerahet geçmiş bulunur. O işrakın birdayetine dahve: kuşluk, bir az sonrasında duhâ; kaba kuşluk, daha sonrasına zevale yakına kadar feth ve medd ile dahâ, koca kuşluk denir. Kuşluk vaktı kesilen kurbana da udhiyye ve dahiyye denilmiş, sonra da ta'mim olunmuştur. Burada (.......) Güneşe muzaf olması hasebiyle müfessirîn bunu Güneşin işrak ile parlıyan zıyası diye tefsîr etmişlerdir.

Evvelâ Güneşin zâhir olsun olmasın bütün hususiyyetleriyle alel'itlak kendisine sonra da bilhassa zuhuru halindeki zıyasına kasem ile başlanmıştır. Çünkü âleminin sıracı vehhacı olan Güneş tulûunda da gurubunda da havassı mahsusasiyle manzumesindeki hareket ve hayat tehavvülâtının başlıca bir menşe' ve medarı, zıyası ile de bize âfâkımızdaki cismanî âlemin en büyük vasıtai tenvir ve izharı ve bu suretle halikının lütf-ü inâyetini ve kudret ü azemetini tanıtan enfusî ve ruhanî tenvîratı idrake vesîle olan en açık bir âyeti pür itibarıdır. Güneşten bize doğru intişar eden mahsûs, gayri mahsûs, bildiğimiz, bilmediğimiz nice menafi' bulunabilmekle beraber bunlar içinde en bariz olan hararet ve zıyadır. Duhada en ziyade hissedilen de bu ikisidir.

Güneş pek ateşîn bir menba'ı hararet olmak i'tibariyle evvelki Sûrenin âhirindeki nâr ile münasebetdardır. Fakat Güneş denilince evvelâ gözümüze çarpan zıyadır. Zıya doğduğu ve akssettiği şeylerin harıcî hududlariyle eşbahını hamil olarak gözü olan şu'ur sahiblerine göstermek üzere karşımızda temessül ettirir. Ve bu temessüller bizim gözlerimizden şu'ur nuriyle kavranılarak nefsimizde eşyanın harıcî suretiyle teayyününe vesîle olur ve zıyanın böyle âfak ile enfüs arasında peyderpey akislerle şuura iktiranından husule gelen bu teayyünattan ve bunlara inzımam eden diğer hislerimizden gönlümüzde peyderpey ruhaniyyât ve maneviyyât âlemi teşekkül ve inkişaf eder ve biz bunları «ene» ile «lâ ene» arasında birer âyet olarak okuya okuya, akıl ve ruhumuzla mazmun ve medlûllerine şuur edine edine ve zevk-u irademizi onlara tevcih ve tevfîk ede ede hakayıkı eşyayı mutaleaya ve onların âfakî ve enfüsî ciheti vahdetinden vechi hakkı ma'rifet gayesine yol buluruz.

O vechile gözlerimiz gönüllerimiz hak nurundan tenevvür ederek bedri tâban gibi aydınlanır ve nefislerimiz ondan aldığı feyzi ilham ile maddî zulmetlerden sıyrıla sıyrıla pâk ve nuranî hakikat âleminde itminan üzere neşv-ü nema bulup ılmen ve amelen tezekkî ve tefeyyuz ederek (.......) rabbine rücu' eder de (.......) hıtabiyle felâha iren nüfusi zekiyyeden olur. Zıyanın şuurumuza iktiranından evvel haricî mahiyyet ve hakikati her ne olursa olsun onun tam ma'nasiyle zıya oluşu, bizim şuur nurumuzla izdivac ederek hem âfâkî hem enfüsî bir haysiyyetle gözümüzde parlayışında ve binaenaleyh bizi kendimizden ötesiyle birleştiren idrâk nurunun en zâhir bir misâli oluşundadır. Bunun en zâhiri Güneşin zıyası, onun en zâhiri de duhasıdır. Bundan dolayı Güneş bize her şeyden evvel zıyasiyle görünür. Güneş denildiği zaman da biz her şeyden evvel zıyasını anlarız ve ondan cirmine ve sâir hususiyyâtına intikal ederiz ki, bu bize şuurumuzdan kendimize ve mâverâmıza intikalimizin de bir misâlini vermiş olur. Zira gözü ve şuuru olmıyanlar için nur ve zıya ve Güneş mefhumu yoktur. Onun için zâhir ve gaib bütün hususiyyatına alâkadar olmakla beraber bilhassa muhitı tenvir ile nefislerimize karşı irşad hassasını hâiz olarak şuurumuzun timsâli zâhirîsi bulunan zıyası haysîyyetine dikkati celbetmek hikmetine mebnî olduğu tavzih olunmak üzere (.......) buyurulmuş ve yine o nükte ile ardından zıyanın muhtelif etvarı ve zıddı olan zulmetin istîlâsı hengâmeleri içinde Sema ve Arzda mahsûsattan ma'kulâta doğru seyri âfâkî ile ma'rifetullaha, sonra da nefsin ruhanî kıymeti ve şerr-ü hayrını müdrik olacak

vechile ilhama kabil bir seviyyede tesviyesi ciheti tasrih olunarak ma'kulât ve ma'neviyyât ile seyri enfüsîde tezekkî ve terakkî bir felâha sevk-u irşad için şu kasemler müzdevic bir surette devalî ettirilmiştir:

2

Ve aya: uyduğu zaman ona

(.......) ve Kamere - Güneşten ma'ada Aya da kasem olsun, fakat her zaman değil (.......) ona tâlî olduğu zaman - ya'ni Güneşe uyduğu, onun gurubunu müteakıb onu andırır bir surette doğduğu zaman ki, bu tam ma'nasiyle Ayın on dördünden on altısına kadar leyalii bîz denilen bedir gecelerinden zâhirdir. Gerçi ibtida hilâlinden on beş on altısına kadar hattâ sonundaki mihak gecesinden ma'ada her gece az çok mülâhaza edilebilir se de on altısından sonra Şemsin gurubundan git gide teahhur ve tenakusla uzaklaştığı için ta'kıyb ve tebeıyyetten çıkmağa başladığı gibi peyderpey büyüdüğü ilk haftalarında da henüz cirmi tamam olmadan veya tamama yaklaşmadan evvel bir Güneşin arkasından ona tabi' ikinci derecede bir Güneş doğuyormuş gibi tam ma'nasiyle Şemse tâlî olmuş olmaz. Ancak Ayın ortalarında bedir gecelerindedir ki, Güneşin gurubu sırasında veya akabinde onu andıracak vechile dolgun bir surette nurlu olarak doğar ve sabaha kadar da mehtabı imtidad eder ve o vakıt ona tam ma'nasiyle Güneşin tâlîsi demek zâhir olur. TELÂ, tülüvden fi'li mazîdir. (.......) diye yâî de vâvîde olur. Netekim (.......) gibi (.......) da öyledir. Tülüv, tabi' olmak, birine uyup ardınca gitmektir. Okumak ma'nasına tilâvet de bundandır. Razî der ki, Kamerin Şemse tâlî olmasında bir kaç vecih vardır:

1 - Şemsin gurubunda Kamerin tulû'da bekasıdır ki, şehrin nısfı evvelinde olur. Şems, gurub edince Kamer izâede ona tabi' olur. Bu İbn-i Abbastan Atânın kavlidir.

2 - Şems, gurub edince Kamerin de gurubda ona tabi' olmasıdır ki, hilâl gecesi olur. Bu Katâde ile Kelbînin kavlidir.

3 - Ferrâ demiştir ki, Bu tülüvden murad Kamerin Şemisden zıya almasıdır ki, «fülân şu hususta fülâna tabi' olur» denilir ki, onu ondan alır demektir.

4 - Zeccac demiştir ki, (.......) istidare ve kemal zamanıdır. O vakıt Kamer, zıya ve nurda Şemse tâlî gibi olur.

Ya'ni ziyâsı kemale yetince tenvirde Şemsin makamına kaim gibi olur ki, bu leyâli bîzdadır.

5 - Cirminin bihasebilhis büyüklüğünde ve bu âlemin mesalihi, hareketine merbut olmakta (.......) Bu vecihlerden her biri hususî bir ma'na ifade etmekle beraber mecmuu Şemsin arkasından Kamerin ona bir uyuşu veya bir benzeyişi halini ve binaenaleyh (.......) ona uyup benzediği zaman demek olduğunu, bunun da tulû' veya gurubda, nur veya hacimde veya menfeatte mülâhaza olunabileceğini anlatmış oluyor. Bu mefhum Kamerin tehavvülâtında nurunu Şemsten ahz ettiğini dahi dolayısıyle anlatmış olursa da (.......) kaseme bir kayd olarak zikredildiği için o tehavvülâtın her zamanına değil, bilhassa güneşe en ziyade uyduğu veya benzediği zaman ile takyidini iycab ediyor. Bu ise Zeccacın beyan ettiği vechile Kamerin tâlî bir Güneş gibi olduğu bedir gecelerinde zâhirdir. Siyakı kelâm hareket üzerinde değil, zıya üzerinde olmak itibariyle de bu ma'na zâhirdir. Tülüv tebeıyyet, ta'kıyb; bir hareket ma'nasını dahi tezamumun veya istilzam ederse de bunun zıya itibariyle bir tebeıyyet ve hareket olması yaraşır. Çünkü Kamer harekette Arza, zıya da Şemse tâbi'dir. Arzın etrafında devreder. Güneşe olan vaz'ına göre nuru tahavvül eyler, Hareketi nazarı itibare

alan beşinci vecihte Kamerin hareketi doğrudan doğru Şemsin hareketine tabi' olduğu zannedilmemek için zıya cihetiyle cirminin hissen büyümesi, hareket cihetiyle de hareketine bu âlemin mesalih ve menafiı merbut olması itibariyle müşabehet ma'nasına bir tebeıyyet olduğunu tasrih eylemiştir. Bunlar ise dördüncü vecihte dahil demektir. Üçüncü vecih, ma'nayi lâzımî olmak gerektir. İkinci vecih, ilk hilâle nazarı dikkati celbetmek itibariyle muvafık ise de yalnız gurubda ta'kıybe kasr itibariyle tercih bilâ müreccih gibidir. Birinci vecih hilâlden tam bedre kadar nısfı evvelde yevmen feveymen mütezayid olan tekâmül safahatını göstermek itibariyle dördüncüden daha şümullü ve maksud Kamerin Şemse ikbal ve teveccühü artığı ve tulûu onun gurubunu ta'kıyb ettiği müddetçe nurunu artıra artıra gayei kemale ve âdeta ikinci bir Güneşi andıran bedir haline gelişi ıhtar olduğuna göre hepsinden daha müfiddir. Fakat asıl maksud, Şemsin duhası gibi Kamerin de o gayei kemalde olan mehtabına ve bunun zıyayı Şemse tabi' ve tâlî olduğunu anlatarak bununla nefsi mülhemenin kemal-ü tesviyesine bir tevtıe yapmak olduğuna göre dördüncü vecih evceh ve azhardir. Bu suretle müstenir olan Kamere kasem dahi zıyanın âteşîn olan harûri hususiyyetinden tecerrüd ederek mahzı nur halinde akseden ve mahsûstan ma'kule, şahidden gaibe, eserden müessire intikale vesîle olan diğer bir tavrına kasem olmuş olur. Eğer (.......) tilâvetten istiarei tebeıyye olarak mülâhaza olunup da Kamerin mehtabında hissimizden gaib bulunan Şemsin akseden zıyasını Arzımıza neşrederek onu zevil'ukûle delâleti akliyye ile andırması bir kariin kitabullahdan bir âyet okuyarak ma'nasını delâleti lâfzıyye ile anlatmasına benzetilecek olursa hem nefsi mülhemenin tezekkîsi haline hem Kur’ân’ın nur tesmiye edilmesine dahi işaret edilmiş olacağı cihetle pek beliğ bir vech olacaktır.

3

Ve gündüze: Açtığı zaman onu

(.......) Tecliye, tecelli ettirmek. Cilâ ve vuzuh vermek, ya'ni iyice açıp izhar eylemektir. Zamir, zâhir olan Şemse raci'dir. Güneş zıyasının fevkal'uuk zuhur ve intişar vaktı demek olan gündüzün Güneşi açıp izhar etmesi zamanı ise havada sis ve bulut gibi bir kapanıklık eseri bulunmıyan açık gündüz zamanı demektir. Bu da zıyai Şemsin tam bir inkişaf ile diğer bir tavrına kasemdir. Nehar, zıyayi Şemsin Arza akseden bir tecellîsi olduğu halde Şemsin tecliyesine fâil yapılması, ya'ni Güneşin eseri olan zıyanın Güneşte müessir gösterilerek gündüz güneşi açtığı vakıt denilmesi ve duha ve Kamerden sonra bir de buna kasem edilmesi elbette şayanı dikkattir. Bunda Güneşin âfak ve enfüste tecellîsi mani' bulunmamakla meşrut idiğine ve eserin lâzımı dahi zati müessire delâlette âmil olduğuna ve bu delâletin cilâ ve hafası eserin cilâ ve hafası ile mütenasib bulunduğuna tenbih vardır.

Ya'ni neharı hissî, Güneş zıyasına, zıya da Güneşe delâlet eyler. Güneşin görülmesi zıyasının hiss olunması vasıtasiyledir. Zıyanın bizde bir intıbaı olan gündüz, ne kadar mani'den sâlim, açık olursa zıya da o nisbette celî ve zıya ne kadar mani'den sâlim ve açık olursa Güneş de o nisbette mütecellî olur. Gündüz heva bulutlu olunca Güneş doğrudan doğru görülmez, dolayısıyle ma'kul olarak bilinir.

4

Ve geceye: Sararken onu

(.......) ve geceye kasem olsun (.......) onu, ya'ni Güneşi bürürken - Bu da gecenin Güneşi ve bütün âfakı sarıp kaplıyarak nur ve zıyayı temamen örtmeğe başladığı veya örtmekte istimrar üzere bulunduğu halindeki koyu karanlık hengâmına kasemdir ki, açık gündüzün ve zıyanın tam zıddı olan zulmete, zulmeti arızaya ve maniın haylûleti zamanına dikkati celb ile «eşya zıddıyle münkeşif olur» kaidesince yine zıyanın ehemmiyyetine ve Bahusus zâhirî nur ve zıyanın gaib olduğu bir

hengâmda gaib olmayıp onun yokluğunu duyan ve onunla müteessir olan nefsî şuurun kıymetine de zımnen tenbihtir. Bunda maddenin nur ve zıya tecellîsine mani' olan zulmanî tabiatiyle Kamerin mihakına ve nefsin cehalet, küfür, gamm-ü kasvet gaflet-ü atalet veya şehvet perdelerinin gaşeyaniyle Hakk hidayetinden mahrumiyyeti hallerine ve fena lâhzasına dahi işaret vardır. Onun için evvelki kasemler tebşîrî, bu kasem inzarî bir mahiyyeti haizdir. Evvelkilerde mazî sıygası ile (.......) denildiği halde bunda muzari' sıygasiyle (.......) buyurulması nur, mazî dahi olsa müfid ve hukm-ü ehemmiyyeti hâiz ise de zulmetin ehemmiyyeti ancak ilk hücum lâhzasıyle istimrarı hengâmında olduğuna bir işarettir.

Ya'ni bürüyeceği sıra veya bürürken.

Bir de Sûre-i Fecirde geçtiği üzere bunlara kasemden asıl murad onların hudûsları ve nefiste şuura ıktiran eden evsafları ile delâlet eyledikleri rabbül'âlemîni ıhtar olduğundan dolayı buyuruluyor ki,

5

Ve göğe ve onun bina edene

(.......) ve Semaya ve onu öyle acîb bir surette bina edene - (.......) mazmununca ondaki mu'allak kevakib ve ecramı yaratıp aralarındaki yüksek ve geniş mesafe ve irtifa' ile beraber yekdiğirine muttasıl bir bina eczası gibi mahzı kudretle bağlıyarak o yükseklikte muvazenesine koyup içinde yaşanacak merfu' ve müzeyyen bir bina halinde inşa ve tesviye eyliyen Allahü teâlâya, yâhud onu öyle bina edişine, tarzı inşasına, kanunlarına

6

Ve yere ve onu döşeyene

(.......) ve bahusus onun içinde yaşadığınız Arza ve onu döşeyene - bir döşek gibi döşeyip üzerinde hayat ve temekkün kabil olacak vechile altınıza seren o Halika ve yâhud öyle döşeyişine: Döşeyişindeki bedî' tarz-u surete (.......) bak. (.......) ile (.......) Vennaziati de geçen (.......) ile (.......) gibi ve ayni ma'nada olarak

döşeyip yaymak düzgün sermek ma'nasına tahivdendir. Yâî de olurlar. Düzgün münbasıt Arza taha, büyük ve yayvan gölgeliğe tahiye, mathıyye ve mathuvve denilir. Arzın tahvı ve dahvi kışrı Arzın tekvîniyle sathının hayata elverişli bir surette döşenmesidir.

Müfessirîn derler ki, Böyle olması onun kürevî olmasına münafi değildir. (.......) ihtarı mucebince tecribî nazar ve istidlâl ile sâbittir ki, Arz hendesî ma'nasiyle tam bir küre olmamakla beraber kürevî, ya'ni küremsidir. Dağları ve dereleri ovaları ve denizleri gibi girinti ve çıkıntılarıyle kutublarının basıklığı kürevîliğine mâni' olmaz. Hacminin büyüklüğüne nazaran bunlar onun üstünde bir portakal kabuğunun pürüzleri mesabesinde kalır. Bu döşenişin (.......) ve (.......) ta'birleriyle ifadesi de bunu anlatır. Netekim karpuz ve kabak gibi saksız olarak Arz üzerindeki döşenip yayılan sebze ve nebatata «mutahhiye» denilir.

Bunlar hep berhayat ve insan hılkatinin mukaddimesi ve bunları idrâk ile zulmetten çıkıp halıkına ma'rifet ve mucebince ahlâk seviyyesine yükselecek kabili ilham bir nefsin tesviyesi kazıyyesi ile alâkadar olduğunu ıhtar için de buyuruluyor ki,

7

Ve bir nefse ve onu düzenliyene

(.......) ve bir nefse ve onu tesviye edene - ya'ni düzenine koyan Allah’a, yâhud tesviye edişine. (.......) de tenkir tefhıym veya teksir içindir. Tefhıym için olunca müfahham bir nefsi hâss demek olur. Ki, hususıyyeti ya şahsî veya nev'î veya cinsî olabilir. Şahsî mülâhaza olunduğu surette nefsi Âdem veya nefsi Muhammedî tebadür eder. Nev'î olduğu surette mümtaz bir nevi' nefis, ya'ni sâir nüfusa reîs olmağa salih nübüvvete mazher nefsi kudsiyye nev'i demek olup nüfusı Enbiyaya şamil olur. Fakat bu iki takdirde kasemin gelecek olan cevabında (.......) ve (.......) zamirlerinde istihdam gözetilmek

iycab eder cins olduğu takdirde ise bir cins nefis, nüfusi hayvandan mümtaz nefsi insanî cinsi, demek olur ki, cevaba bu daha mülayimdir. Teksir için olmasını tercih edenlerin muradı da bu olmalıdır.

Ya'ni herhangi bir nefsi insanî murad olunmak lâzım gelir. Zira mutlak teksîr kasd olunursa bir çok nüfustan herhangi bir nefis demek olur. Bu ise uzvî bir bedende bir birlik ve kemâl ifade edebilen herhangi bir nefse, nefsi hayvanî ve nefsi nebatîye dahi şamil olur. Ancak mutlak kemaline sarf olunmak veya tesviye ve ilhamı fücur ve takvâ karîneleriyle takyid edilmek suretiyle nefsi nâtıkai insaniyye cinsine tahsîs olunabilir. Tefhıymi cinsî murad olunduğu takdirde ise bilhassa nefsi insanî cinsî olan nefsi müdrike doğrudan doğru anlaşılır. Nefis, ruh ile bedenden mürekkeb olan zat veya bedeni müdebbir olan ruhtur. Bedenin tesviyesi, hılkatinin (.......) müeddasınca ruh nefhıne kabil bir seviyyeye getirilmesidir. Nefsin tesviyesi ise nefhı ruh ile kemaline müsteidd olmak üzere a'zasının ve kuvayi zâhire ve bâtınesinin düzenine konulmasıdır. (.......) bu üç mevzi'de (.......) nın mevsûle veya masdariyye olması hakkında müfessirînin iki kavli vardır. Mevsûl olması doğrudan doğru fiıllerin fâ'ili olan Sani' teâlâyı bildirmesi hasebiyle daha zâhir ve siyaka daha uygundur. Ancak Allahü teâlâ hakkında (.......) ile ta'bir olunması hılâfi zâhir görünür. Bundan dolayı Ferra, Zeccac, Müberred, Katâde ve daha bir çokları masdariyye

olarak binası, tahvi, tesviyesi diye tefsîr edilmesine zâhib olmuşlardır. Bu surette gelecek (.......) fi'li de onlara ma'tuf olduğundan masdar te'vilinde olarak ilhami demek olur. Zemahşerînin iyrad ettiği fesâd varid olmaz. Lâkin bunda da bu dört fi'lin tahtinde müstetir fâil zamirlerinin merci'leri zikredilmemiş olması hilâfı zâhir olur. Zamirin mercii hukmen ma'lûm bulunmak da kâfi olabilir ise de fi'li ıhtardan asıl maksad fâılini tezkir olduğu cihetle (.......) nın mevsûl olması daha zâhir ve nazımda daha âhenklidir. (.......) yerinde (.......) denilmiş olması ise iki sebebdendir. Birisi (.......) da ibham daha kuvvetli olmak ve teaccüb ma'nasında da kullanılmak itibariyle acîbüşşan bânî ma'nasına veya zati ilâhîyi tamamiyle idrâk mümkin olmadığına îyma nüktesidir. Birisi de Allah’ı tanımıyanlara bu fiıllerle ta'rif edilmek üzere o sizin tanımadığınız Allah bunları yapan Sani' tealâdır. Demek ma'nasını ifade içindir. Masdariyye olduğu surette ise bu ma'na dolambaclı olarak anlatılmış olacaktır. Bundan dolayı biz de mealde mevsûlü tercih ederek tefsirde masdariyyeye dahi işaret eyledik. Görülüyor ki, Güneşten başlıyan ve gecesi gündüzü ve Arz ve Semasiyle âlemi dolaştıran kasem, âfâkî delâilden sonra nefsin idraki delâletiyle Halık tealâya irca' edilmiştir. O Halık teâlâ ki, nefsi insanîyi yaratıp tesviye buyurmuş

8

Sonra da ona bozukluğunu ve korunmasını ilham eyliyene ki,

(.......) kabiliyyet vermiş de ona fücurunu ve takvasını ilham eylemiştir. -

İLHAM, aslında bir şey'i bir def'ada yutmak ma'nasına «lehm» den if'al olup lâhzada yutturmak ma'nasınadır. Bundan bir ma'nayı gönle ilka ve telkîn eylemek ma'nasında mütearef olmuştur. FÜCUR, Haktan udûl etmek, hak yolunu yarıp nizamından çıkarak fiks-u ısyana düşmektir. Bilhassa zina etmek, yalan söylemek, daha Türkçesi edebsizlik etmek ma'nasına ve öyle şer ve ma'sıyet olan fiıllere de ıtlâk olunur. TAKVÂ da bunun zıddı olarak, nefsi

kurtarmanın, Allah’ın vakayesinde fenalıktan korunmanın ismidir. Neticesi korunmak olan hayır ve tâat fiıllerine şamil olur. Şu halde bir nefse fücurunu ve takvasını ilham, fücur yapmamasını ve ondan korunmasını kalbine duyurmak ve binaenaleyh onu ikisi arasında muhtar bırakmak ma'nasına zannolunabilirse de asıl ma'na fücurun fücur, ya'ni nefse zarar, bozukluk; takvanın takvâ; ya'ni nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak, binaenaleyh fi'li veya terki fücur ve şerr olan işlerden sakınmak, takvâ ve hayır olan işleri yaparak korunmak lâzım geldiğini telkîn eylemektir. Zira fücur mefhumu zemmi ve binaenaleyh nehyi, takvâ mefhumu da medhi ve binaenaleyh emri ıktiza eyler. Bir de takvâ mücerred ma'nayı masdarî değil ismi masdar olduğu için burada buna mukabil olan fücur dahi fücur yapmak ma'nasına masdar olmayıp fi'li veya terki fücur olan şer ve ma'sıyet işleri ma'nasına ism olmak yaraşır. Bu cihetle de fücur ve takvayı ilham, bir nefse bunları yap diye ikisinin de yapılmasını ilham ma'nasına olmayıp herhangi bir fiılde şu fücurdur, şer ve ma'sıyettir, nefsi fenalığa sürüklemektir. Şu cihetle zarardır yapma, şu da takvâdır, hayr-ü tâattir, fenalıktan korunuştur yap diye bir nefse şer ve hayri, kötüyü iyiyi, zarar ve menfeatı beyan ve telkîn ederek birinden sakınıp birini yapmak iyi olacağını duyurmak demek olur. Şübhe yok ki, Allahü teâlâ her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Bunun birisi netice itibariyle o nefis hakkında tehlüke, birisi de kazanc ve muveffakıyyettir. Onun için insan zarardan kaçınır, kâra atılır. Bu icmal ile ilham, fıtrî olarak her nefiste umumiyyetle carîdir. Şu kadar ki, insan akıbet itibariyle hangi şeyin iyi, hangi şeyin kötü olduğunu her hususta akliyle her zaman bilemez. Bahusus ferdî ömrün kifayet edemiyeceği derecede uzun tecribelere mütevakkıf olan şeyleri bir nakl-ü tebliğ olmadıkça hiç bilemez,

Bunlar nüfusi mülhemei kudsiyyeye vahy ile veya asırlarca tecribe ile bilinir. Bir de bir çok insanlar, iyiyi kötüyü, hak ve âtî noktai nazarından değil de sonu ne olursa olsun bugün için ve yalnız kendine, kendinin âcilen duyacağı zevke göre ölçer. Başkalarını kendisi gibi düşünmez, diğerlerinin elem ve zararına ehemmiyyet vermez. Kendine iyi zannettiği şeyin başkalarına kötü olup olmadığını ve kendi hakkında ilerisi için dahi iyi olacak vechile haddi zatinde ve Hak nazarında iyi ve kârlı olup olmıyacağını hisaba almaz. Veya gün bu gündür der, ilerisine inanmaz da bir çok fenalıkları mücerred kendisine bu gün için bir zevk veya fâide olduğundan dolayı yapar, bir çok iyiliklerden de bu gün kendine zor geldiği için kaçınır. Halbuki bu insan esas itibariyle elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şerr ve hayır hislerini duymakta bulunduğu için başkalarını da kendisi gibi düşünerek hak fikriyle hareket etse ve tafsılini bilmediği veya tecribe etmediği şeyleri bilenlerden sorsa ve bulamadığı ve ta'yin edemediği takdirde de o işin kendine aid olduğunu ve zevkına hoş geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bırakarak umumî surette haddi zatindeki hakkını düşünüp kalbine, vicdanına müraceat eylese Hak teâlâ onun kalbine onun fücurumu veya tekvamı olduğunu ilham eyler, duyurur. Çünkü o bir şerr ise mutlâka gönlü bulanır, yapmasam iyi olur der. Hayır ise bir ıtminan duyar. Onun için Hadîs-i şerifte (.......) kalbine tanış müftîler sana fetvâ verseler bile», (.......) seni işkillendirecek şeyi bırak, işkillendirmiyeceğe geç» buyurulmuştur. Meğer ki, şerri i'tiyad ede ede fıtratı tamamen bozulmuş (.......) takımından olmuş bulunsun. Bu suretle bu âyet evvelki Sûredeki (.......) i bir tefsîr demektir. İki necid, biri şerr olan fücur, biri de hayr olan takvâ gayesi, hidayet de bunları ilham ve beyan ile fücurdan nehiy, takvayı emirdir. Fücurun hayırdan

evvel zikredilmesi ise def'i mazarrat celbi menfeatten akdem, ta'biri âharle temizleme, süslemeden mukaddem olduğu içindir. Zira maksad fücurdan tahzir, takvaya tergıbdir. İşte o zikrolunan zâhirî tenvirâtı yaratan ve onlarla beraber daha bir çok ni'metleri hâvî Semayı bina eden ve Arzı döşiyen ve bunları ve kendini ve nîk-ü bedi idrâk edecek nefsi mülhemeyi ibda' ve tesviye edip de ona bâtın nuriyle fücur ve takvasını ilham eyliyen Hak teâlâya kasem olsun ki,

9

Gerçek felâh bulmuştur onu temizlikle parlatan

(.......) o nefsi tezkiye eden kimse, ya'ni fücurdan temizleyip takvâ ile terbiye ve tenmiye ederek feyızlandiran kimseler - diğer bir ma'na ile Allah’ın öyle tezkiye ettiği nefsi mülhemei zekiyye - gerçek felâh buldu (.......) hıtabına mazheriyyetle kurtulup murada irdi.

10

Ve ziyan etmiştir onu kirletip gömen

(.......) onu tedsiye eden kimse de, ya'ni korunmayıp fücur ile tereddî ettirerek gömen dessas kimseler, yâhud diğer bir ma'na ile Allah’ın öyle tereddî ettirip gömdüğü nefsi fâcire ve deniyye de gerçek hâib ve hasir oldu. Kendini kurtaramayıp bütün hayalleri ma'kûs ve her ümidden mahrum olarak (.......) diye diye ebedî azâb, kopmaz vesak içinde hasret ve husrane düştü gitti. Ekser müfessirînin beyanına göre kasemlerin cevabı bu iki cümledir. Asl olan cevabında (.......) denilmek ise de kasem uzamış olduğu için (.......) hazf olunmuştur. Buna göre bu Sûrenin ruhu ve bütün mâsîkalehi bu iki cümlede fezleke edilmiştir.

Yukardan beri defeat ile geçtiği üzere tezkiye, keskin (.......) e ile zekâtın aslı olan «zekâ» dan tef'îldir. Bu ise arılık dediğimiz temizlik, paklık, taharet ma'nasiyle artıp büyümek demek olan nema, feyz-u bereket ma'nasınadır.

Binaenaleyh (.......) e ile tezkiye tathir ve tenmiye, temizlenmek ve feyızlandırıb büyütmek ve temize çıkarmak ma'nalarına gelir. Bu suretle nefsi tezkiye ta'biri başlıcı üç ma'nada kullanılır.

BİRİSİ, onu kirletecek küfür, cehalet, kötü hisler, yanlış i'tikadlar, fena ahlaklar gibi fücurdan temizlenmek.

İKİNCİSİ, temizleyip koruyarak îman, ılm-ü irfan, iyi, hayırhah hisler, güzel, ilâhî ahlâk gibi takvâ hasletleriyle terbiye edip ilâhî tecelliyâta mazher olarak, muhîtına zekât verecek, hayr-u bereket neşredecek vechile feyızlandırmaktır ki, bu iki ma'na ile nefsi tezkiyeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın vazîfesi ve menfeatı muktezasıdır. Onun için kesbi ıtibariyle insana ve sebebiyyeti ıtibariyle mürşid ve muallim gibi âharine ve takdîr-ü tevfîk ve halkı ıtibariyle Allah’a nisbet olunur. Burada zâhir olan ma'na da budur.

ÜÇÜNCÜSÜ, tezkiyei nefis, nefsin temizliğini takdîr veya son derece feyz-u nemasına irmiş olduğuna hukm etmek suretiyle temize çıkarmak, öğmek ma'nasına gelir. Netekim şâhidi tezkiye etmek bu ma'nadandır. İnsanın bu ma'na ile nefsini tezkiyeye hakkı yoktur. Henüz akıbetini görmiyen ve sirri kaderi bilmiyen insan için böyle bir iddia ve temedduh gurur ve cehalet ile sukuttur. Vennecimi sûresinde (.......) diye insanların kendilerini tezkiyeden nehy olunmaları bu ma'na iledir. Onun için burada bu ma'na mülâhaza olunacak olursa (.......) nefisten ibaret (.......) nın fâ'ili tahtinde müstetir (.......) zamiri onu tesviye ve ilhama mazher eyliyen Allah’a, (.......) zamiri nefisten ibaren olan mene raci' rabıta olarak Allah’ın tezkiye ettiği nefis felâh buldu diye anlamak lâzım gelir. Evvelki ma'nada ise (.......) insan, (.......) nın fâ'ili, ona raci' (.......) zamiri rabıta, (.......) zamiri de nefse raci' olarak «Nefsini tezkiye eden insan, felâh buldu» diye anlamak da

kâfidir. Mütebadir olan da budur. Mu'tezile bu ma'nada ısrar etmek istemişlerse de Ehl-i Sünnet ikinci vechi de tecviz etmişler. Hem ma'nasiyle tezkiyenin Allah’a isnadı çok daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Onun için mealde iki veche de muhtemil bir surette ifade edilmiş, tefsirde iki vecih dahi gösterilmiştir. Filvaki' insanın nefsini, ruhunu tezkiyeye çalışması sonunda menfeatı kendine aid olan bir vazîfedir. İnsan iradesini buna sarf etmekle (.......) mucebince Allah’a hizmet ederek Allah’ın nusratına irer. İmam Ahmed ve İbn-i Ebî Şeybe ve Ebû Müslim ve Nesâî Zeyd İbn-i Erkamdan rivayet etmişlerdir ki, Resûlullah sallâllahü aleyhi ve sellem « (.......) = Allah’ım! Benim nefsime tekvasını ver ve onu tezkiye buyur, sen onu tezkiye edenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevlâsısın» diye duâ ederdi. Taberânî ve daha ba'zılarının İbn-i Abbastan rivayetinde de aleyhissalâtü ves-selâm bu âyeti tilâvet eylediği zaman vakfeder ve bu duâyı söylerdi. Bundan ve Buharî ve Ebû Müslim ve Ebû Davud da buna müteallık rivayet olunan ba'zı hadîslerden dolayı ba'zıları bu ma'nanın daha müreccah olduğunu ve bu surette (.......) fi'illerinin hepsinde fâil zamiri yeknesak olarak Allahü teâlâya raci' olacağı cihetle nazmın daha mütenasık olacağını söylemişlerdir. Lâkin asıl mes'ele insanın kendisi hakkında kendi kesbiyle mes'uliyyetini anlatmak olduğu cihetle evvelki vecih, daha müfiddir. Resûlullahın duâ etmesi de kesbi cümlesindendir. (.......) da böyledir.

TEDSİYE, tezkiyenin zıddıdır. Desv, bir şey neşv-ü nema bulmayıp bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek ma'nalarınadır. Bundan tef'îl olan tedsiye de bir kimseyi desîse ile iğva edip ifsad eylemek ma'nasına gelir. Maamafih demişlerdir ki, bu kelimenin aslı «dess» den müştak tedsîstir. Muzaaf olduğu için mazîsi «dessese» de üçüncü sîn (.......) yerinde (.......) gibi harfi illete kalb edilmiş

dessâ olmuştur. Dess ve dissîsâ bir şey'i bir şeyin altına gömüb gizlemek ve toprağa gömmek ma'nasınadır. Bizim desîse ta'birimizin aslı dissîsâ masdarıdır. Desîs, hiç bir ılâç ile def' olmıyan koltuk kokusuna ve casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete ıtlâk olunur. Dessas da bir nev'i habîs yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu ma'nalarla alâkadar olarak çok dess ve desîse yapmak, bir şeyi desîse ile bozup fenalaştırmak ve pek örtüp gizlemek, gömmek ma'nalarını ifade eder. Şâir demiştir ki, (.......)

Ve sen osun ki, Amri berbad ettin gömdün de halîleri ondan dul oldular dağıldılar. Demek ki, nefsi tedsiye ruhu fezail ile tezkiye etmeyip fisk-u fücur ve kötü ahlâk ile fesada vermek, sonunda kokup gömülmeğe mahkûm süflî beden kirleri, katı behîmî gayeler, riya gibi Şeytanî ve zulmanî hislerle tefessuh ettirerek maddiyyâta defnetmek ve Âhırette küle gömülmüş «desîs» kebab gibi Cehennem ateşine kapatmaktır. İlhamı ilâhî ile tezkiyenin, nur-u nehar ve Semaya, tedsiyenin zulmeti leyl ile Arza münasebeti de aşikârdır. Allah’ın fıtratı beşere nefhetmiş olduğu o ruhu, o ilâhî nuru böyle gömmek ise ne büyük haybet ne büyük husrandır. Bunu bir misal ile tavzıh için buyuruluyor ki,

11

Semûd inanmadı azgınlığından

(.......) İlh... Mükerreren geçtiği üzere Semûd, Arabı bâideden; ya'ni temamen helâk ve munkarız olmuş ve helâkleri kıssası dillere dâstan olarak kalmış meşhur bir kavımdır. Müteaddid Sûrelerde beyan olunduğu üzere Allahü teâlâ onlara Peygamber olarak Salih aleyhisselâmı ba's buyurmuş, sıdkına âyet, mu'cize istediklerinde (.......) buyurulduğu vechile bir Allah nâkası, harikul'âde bir dişi deve âyet gösterilmiş ve (.......)

mucebince onun suvarılmasına münavebe suretiyle bir gün tahsîs olunmuş ve Allah’ın Arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle dokunulmaması, dokunulduğu takdirde elîm bir azâb geleceği haber verilmiş idi ki, devenin hılkati bir âyet olduğu gibi bu haberde bir âyet oluyordu. O kavim buna inanmamış tekzîb ile karşılamış idi, yalan bir fücur olduğu gibi hak ve sadık olan bir haberi tekzîb etmek de bir fücur, bir yalan, bir Peygamberin ıhbarını tekzib ise onu gönderen Allah’a küfürdür. Da'vâ vezninde Tağvâ; tuğyan, azgınlık ma'nasına masdardır. Kayaları kesip biçen Semûd. Kuvvetlerine güvenerek tuğyanları sebebiyle Peygamberlerine inanmayıp tekzîb ettiler

12

O en yaramazları fırladığı zaman

(.......) en şakîleri atılıp kıyam ettiği sıra - ya'ni o tekzîbin zâhirî alâmeti o vakıt oldu, içlerinden en azgın bedbahtları olan birisi ki, Kudar İbn-i Sâlif diye meşhurdur, o azâb vaîdini tekzîb ederek nâkayı tepelemeğe kıyam ettiği sıra zâhir oldu. Bütün kavim de onu ve meıyyetini men' etmeyip sükût ettikleri ve bıraktıkları cihetle onlar da onun gibi tekzîb etmiş ve tuğyanda ona iştirâk eylemiş oldular.

13

Ki, o vakit demişti onlara Allah’ın resulü: Gözetin Allah’ın nâkasını ve sulanışını

(.......) o vakıt Allah’ın Resûlü, ya'ni Salih aleyhisselâm (.......) onlara şöyle demişti - (.......) Tahzir üzere mensub olmağla fi'li mahzuftur.

Ya'ni sakının dokunmayın Allah’ın nâkasına, Peygamberine âyet kıldığı deveye (.......) ve onun sükyasına - gününde onun iskasına, suvarılmasına mahsus olan suyuna da dokunmayın

14

Fakat inanmadılar ona da devirdiler onu

(.......) fakat o eşka ve meıyyeti ve dolayısıyle o Kavim o Allah’ın Resûlünü tekzîb ettiler - Söylediklerine, o tahzîr ve inzare inanmadılar. (.......) da onu, o nâkayı devirdiler - vurup öldürdüler.

AKRIN aslı bir hayvanın ayaklarını biçip yıkarak öldürmektir (.......) Rabları da üzerlerine o günahlariyle bir demdeme ediverdi. - Hışmını bası bası verdi. Azâbını tatbık ediverdi (.......) buyurulduğu üzere bir sayha, bir recfe, bir hun azâbı yıldırımla çarpıp yere sererek hepsini kırdı geçirdi. (.......) Hem de onu müsavî yaptı - O demdemeyi, o azâbı yalnız eş şakîlerine ve bil'fiil onun meıyyetinde bulunanlara değil, Saliha îman etmiyen, sükût ve terk ile o eşkaya iştirâk etmiş bulunanların hepsini çoluğunu çocuğunu alesseviyye tatbîk etti, hepsini düpedüz kökünden helâk etti, yâhud yeri üzerlerine geçirip düzleyiverdi. Bu tesviye de evvelki tesviyenin bir mukabili demektir.

DEMDEME, beyan olunduğuna göre (.......) fı'linden mükerrerdir. Demme, tılâ etmek, ya'ni boya veya yaldız sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi bir şey'i bir şey'e sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek ve bir kimseye şiddetli azâb etmek, ve bir adamın başını ezmek ve halkı kırıp geçirmek ma'nâlarına gelir. Demdeme bunun mükerreri olarak katlısını yapmaktır ki, fiılde birbiri ardınca bir tekerrür ile her tarafından kaplıyacak bir ihata ve kuvvet ifade eder. (.......) denilir ki, kabri üzerine yıkıp basa basa temamen ıntıbak ettirdi demektir. Sıhahı Cevherîde der ki, (.......) ya'ni bir şey'e demdeme yaptım demek onu yere Yamadım ve sürte sürte ezdim demektir. Kamusta (.......) kavme demdeme etti, üzerlerine demdeme yaptı onları öğüttü de ihlâk etti demektir ki, mükerrer tılâ ma'nâsından me'huzdur. Kezâlik hışm-u gadab ma'nasına gelir, (.......) denilir ki, onu hışım tuttu demektir, hışm-u gadabla homurdanarak söz söylemek ma'nasına

da gelir, (.......) ona karşı gadablı gadablı gürliyerek söyledi demektir.

Müfessirîn burada başlıca mükerrer sıvama ve kabri temamen basdırma ma'nasından: günahlarını başlarına geçirip üzerlerine hışımla azâbı tatbîk etmek ve isti'sal ile helâk eylemek, kırıp geçirmek ma'nalarına tefsîr etmişler. (.......) daki (.......) zamirinin de işaret ettiğimiz vechile demdeme masdarına veya o karîne ile Arza raci' olduğunu söylemişlerdirki birisi azâbın alesseviyye hepsine ta'mîmini birisi de o demdemenin yere geçirilmek suretiyle olduğunu ve sâkin oldukları yerlerinin başlarına geçmiş düpedüz bir harâbeye çevrildiğini veya helâklariyle Arzın düzeltilmiş bulunduğunu ifade eder. Demdemeye rücuu daha zâhir ve şu zamire de muvafıktır.

15

Âlemlerin rabbı da günahlarını başlarına geçiri geçiriverdi de o yeri düzleyiverdi. Öyle ya o sonundan korkacak değil ki,

(.......) Ve o, onun akıbetinden korkmaz -

Ya'ni Allah yaptığı ukubetin akıbetinden, aceba sonunda bir zarar veya mes'uliyyet gelir mi? Diye endîşe edecek değildir. O sonunda yaptıklarının hisabını vermeğe mecbur olan ve ona göre verdiği cezalarda, ettiği ıkablarda akıbetinden korkması lâzım gelen mahlûk mülûk ve hukkâma benzemez. Çünkü onun mafevkında onu mes'ûl edecek, ona bir zarar verebilecek hiç bir kuvvet ve kudret yoktur, o zati haktır. Her şeye kendisinden ehakk, her ne yapsa hakkıdır. Bütün mülk onun olduğu için mülkünde (.......) olarak dilediğini yapar, kimsenin i'tiraz ve müdâhaleye hakk-u salâhiyyeti olmadığı gibi zerrece bir zarar edebilmek ihtimali de yoktur. O helâk ettiği mahlûkatın daha iyisini yaratmağa ve helâklerinden sonra da onlara dilediği sevab ve ıkabı yapabilmeğe kadir olduğu için onun ihlâki kendi hakkında bir zarar teşkil etmiyeceği gibi başkası hakkında bir zulüm değil, mahzı adl-ü hakk olur. Zira zatı hakkın fevkında bir hak mi'yar ve mebdei yoktur. O nefisleri önce tesviye edip yaratan Allah onları bu suretle umumî olan günahlarından dolayı ıkabda tesviye etmekle bir haksızlık

değil, adâlet yapmış olur. Bu iyzaha göre vav, istinafiyye olarak (.......) zamiri rabbe racidir. Cümle mahlûkun mes'uliyyetini halikın lâyüs'elü amma yef'al olduğunu takrir ile ukubetinin şiddetiyle beraber hakkaniyetini tavzıyh ve tesviyeden hatıra gelebilecek mahzûr tevehhümünü defı'dir. Allah teâlâ hakkında korku asla mutesavver olamıyacağı için bu ifade onların Allah ındinde zillet ve hakaretlerini tasvir için bir istiarei temsîliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada diğer iki vecih daha söylenmiştir.

İKİNCİSİ: (.......) zamirinin Resûle raci' olmasıdır ki, o Resûl ne oldu? Suâli mukadderine karşı, o Resûl bu ukubetin akıbetinden korkmaz. Zira o onları tahzîr etmiş, risalet vazîfesini yapmış olduğu için ona korku ve mes'uliyyet yoktur demek olup (.......) mazmuniyle nüfusi zekiyyenin felâhına misâl olur.

ÜÇÜNCÜSÜ de Süddî, Dahhâk, Mükatil ve Zeccacın kavillerince vav hâliyye olarak zamir «eşkaya» raci' olmaktır. «Halbuki o «eşka» yaptığı cinayetin akıbetinden korkmıyordu» demek olur.

Müfessirînin ba'zısı, kasemin cevabı bu Semûd kıssasının medlûlü olmak üzere Sûrenin Âhirinde mukadder olduğuna kail olmuşlardır. Buna göre Sûrenin asıl masîka lehi hasılı ma'na şu olur: Şemse ve duhasına ilh... Kasem olsun ki, sizin içinizden Resûlullahı tekzîb edenlere azâbı muhakkaktır. Evvelki vecihte ise (.......) kübra makamında asıl cevab olup bu kıssa onu misal ile isbat ve te'yid olduğundan netice şöyle tefri' edilmek lâzım gelir: İşte Allah’ın ilham ve hidayetine ittiba' edip nefislerini takva ile tezkiye edenler felâh bulduğu gibi, tezkiye etmeyip de bil'akis fücur ve ma'sıyet ile ifsad etmiş olanlar Allah’ın Resûlünü tekzîb edip şakîlerine ittiba' eden ve o yüzden günahlariyle helâk olup giden Semûd gibi Resûlullahı tekzîb ve azgınlara ittiba' ederek kendilerini akıbet azâba mahkûm edip

haib ve hasir olurlar. O halde Allah’ın Resûlüne ve nuru olan Kur’âna îman ve ittiba' ve nefislerinizi takva ile tezkiye ve tenmiyeye çalışınız ki, felâh bulasınız. Denilmiş ki, bilhassa Semûd kıssasiyle va'z, ilk muhatab olan Arabların diyarlarına yakın olduğu içindir. Te'vil ve işaret noktai nazarından da denilebilir ki, bu kıssanın tahsîsı, çünkü bunda nâkatullah bedene, salih ruha, sükyası ma'rifete işaret olduğuna göre Semûd kıssası nefsi insaniyyenin ahvaline münasib, bu Sûre de nefsin saadet ve şekavetteki meratibini beyan siyakında olduğu için bilhassa bu kıssa zikrolunmuştur.

0 ﴿