BEYYİNEBeyyine Sûresi, Kayyime Sûresi, Münfekkîn, Sûresi Beriyye Sûresi, Lemyekün Sûresi dahi denilen bu Sûrenin Mekkî veya medenî olduğunda ihtilâf edilmiştir. Bahirde der ki, Cümhur kavlinde mekkîdir. İbn-i Zübeyr ve Ata İbn-i Yesâr medenî demişlerdir. Bunu İbn-i Atıyye söylemiş, halbuki Kitabı tahrirde: Medenîdir, cümhur kavli budur. Ebû Salih, İbn-i Abbastan mekkî olduğunu rivayet etmiş. Yahya İbn-i Selâm da bunu ihtıyar eylemiştir (.......) Âlûsî der ki, Îbni Gars de: Eşher olan mekkî olmasıdır, demiş, İbn-i Merdûye de bunu Hazret-i Aişeden rivayet eylemiş, maamafih İbn-i Kesîr bunun medenî olduğuna cezm etmiş ve buna şununla istidlâl eylemiştir: İmam Ahmed ibni Hanbel ve Mu'cemi sahabede İbn-i kani' ve Taberanî ve İbn-i Merdûye, ebî Haysemetel'bedrîden tahric eylemişlerdir demiştir ki, (.......) âhirine kadar nâzil olduğunda Cibril aleyhisselâm: Ya Resûlullah! Rabbın sana bunu ubeyye okumanı emrediyor, demiş, Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem de Ubey radıyallahü anhe: Cibril bana bunu sana okutmamı emretti buyurdu, Ubey, ben anıldım damı ya Resûlallah! Dedi, evet buyurdu, o da ağladı ve işte bu esahtır (.......) Ya'ni medenî olması esahtır. Buharîde ve Katadeden Enes İbn-i Mâlik radıyallahü anhten şöyle rivayet eylemiştir: Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretleri: Allah teâlâ bana (.......) yı sana okumamı emr etti» buyurdu «Allah benim adımı da mı andı (.......) dedi, evet buyurdu, bunun üzerine Ubey ağladı (.......) Buharînin diğer iki rivayetinde ise (.......) yerine Kur’ân denilmiştir. Âyetleri - Sekizdir, Bısrîde dokuz. Fasılası - (.......) Harfidir. Evvelki Sûreye münasebeti: Ondaki inzalin hikmetini beyan gibi olmasıdır. Sûre-i Hücurattan Sûre-i Büruca kadar «Tıvali mufassal», denildiği gibi oradan bu (.......) sûresine kadar «Evsâtı mufassal», bundan âhire kadar da «Kısarı mufassal» denilir, kütübi Fıkhiyyede beyan olunduğu üzere sabah ve öğle namazlarının farzlarında tıvali mufassal, ikinci ve yatsuda evsâtı mufassal, akşamda kısarı mufassal okunmak müstahsendir, yani zaruret ve hacet hali müstesna olmak üzere bu namazlarda bu Sûreler mikdarınca okumak sünnet, her rek'atte bunlardan tam bir sûre okumak sünnet, her rek'atte bunlardan tam bir sûre okumak müstahsendir. Hazret-i Ömer radıyallahü anh Ebû Mûsael'eşarîye yazmıştı: Fecir ve zuhurda tıvali mufassal ile, asır ve ışâda evsatı mufassal ile mağribde kısarı mufassal ile kıraet et!. Mufassal yukarılarda da geçdiği üzere Kur’ân’ın süb'i sabi'ine ıtlak olunur, çünkü besmele ile çok fasl edilmiştir, yâhud fasılaları çoktur, yâhud bunlarda mensuh pek azdır. Mufassalâtın evveli nereden başladığı hakkında ihtilâf edilmiş ise de sahih olan hücürattan başlamasıdır. İbn-i Şerif bu ihtilâfı şöyle nazm etmiştir: (.......) İtkanda Rahman ve insan, iki kavli daha naklederek on iki kavle iblâğ eylemiştir. Lâkin Hanefiyyece esahh olan zikrolunduğu üzere hücürattan başlar. Dürri muhtarda bürucu tıvalden, lem yekünü evsattan saymış, gayeyi mugayyada idhal eylemiştir, tafsîli İbn-i Abdinde vardır. 1Ehli kitab ve müşriklerden o küfredenler: infilâk edecek değildi gelinciye kadar kendilerine beyyine (.......) değildi (.......) o küfr edenler: (.......) ehli kitab ve müşriklerden -min teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzufe müteallık olup kâiniyne min ehlilkitabi velmüşrikine yâhud elkâ'inune min ehlilkitabi velmüşrikîn takdirinden zarfı müstekarr, o küfr edenlerin hali veya sıfatıdır. Bu iki kısımdan kâfirler veya iki kısım kâfirlerki ba'zısı Ehli kitab ba'zısı Müşrik, yâhud hem Ehli kitabdan hem de Müşriklerden olan kâfirler, demek olabilir. Zira «vâv» ın atfı rabıttan sonra da evvel de olmak mümkindir. Bu üçüncü takdirde bilhassa Ehli kitabdan oldukları halde Allah’a veled isnad etmek veya teşbihe kail olmak gibi her hangi bir vechile sarîh veya zımnî şirke kail olanlar kasd edilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız Ehli kitab zikr olunmasına bu ma'nâ daha akrebdir. Ehli kitab Yehûd ve Nesârâdır. Burada Ehli kitab ünvaniyle ifade edilmeleri bunlar içinden Allah’a küfredenlerin küfürleri, ya'ni Kur’âna ve Resulullaha îman etmemeleri, mensûb oldukları kitablarına: Tevrata ve İncîle dahi küfür ma'nasında olduğunu iş'ar içindir. Müşrikler, Allahü teâlâya asnamdan veya gayrisinden her ne suretle olursa olsun şirk i'tikad edenler, ya'ni Allahdan başkasına ulûhiyyet isnad eyliyenlerdirki putperestlerden e'amdır. Zatiilâhın te'addüdüne kail olan hernevi' «politeiste» lere ve Allah’ı tanımayıp (.......) ve (.......) diyen Fir'avn gibi vahdet suretinde olsun hevasını ilâh ittihaz eden veya Allahdan başka herhangi bir şey'e müstekıllen veya müştereken ma'budluk pâyesi verenlerin hepsine şâmildir. Çünkü Allah te'alâ zatında ma'bud bilhakk olduğu için ondan ulûhiyyetin selbine imkân olamıyacağı cihetle ondan başka herhangi bir şey'e gerek iştirâk ve gerek istıklâl suretiyle ma'budluk isnad etmek haddizatinde şirkdir. Vahdeti zat ile beraber sıfatın kesreti şirki ıktiza etmez. Şirk ancak zati ilâhda küllî veya cüz'î kesret i'tikadındadır. Onun için zevatı selâse demek olan ekânîmi selâsenin ittihadı suretiyle iddi'a edilen teslîs tevhidi hakikatte tevhid değil, zatın hem te'addüdü hem ittihadı da'vâsını tezammun ettiği için hem şirk hem tenakuzdur. Burada (.......) cins için olarak (.......) gerek putperest ve gerek saire alelumum müşriklere şâmildir, gerçi ba'zıları ahde haml ederek putperestlere tahsîs etmişler. Çünkü Mekke ve Medîne ve havalisinde bulunan Arab müşrikleri putlara tapıyorlardı, burada maksad da onlardır demiş iseler de ahid ma'nası daha evvel (.......) da mülâhaza edilmek kâfîdir. O ma'hud kâfirler umum ehli kitab ile umum müşrikler cinsi içinden ba'zıları olmuş olur. Böyle ehli kitab cinsi ile müşrikler cinsi içinden küfür etmiş olan o kâfirler, yâhud ehli kitabdan olmakla beraber müşrik olan kâfirler (.......) kendilerine beyyine gelinceye kadar infikâk edecekler değil idi -ya'ni bulundukları o hallerinden ayrılacak, ayırtlaşacak değiller idi. MÜNFEKKÎN, (.......) ün haberidir. «Hattâ» da ona müteallıktır. BEYYİNE, ma'lûm ki, nur gibi kendisi beyyin, ya'ni gayet açık olup da başkasını da beyan eden açıklatan demektir. Onun için müddeıynin da'vasını açık, vâzıh surette beyan ve isbat eden şâhide, sağlam nâtık huccete ve mu'cizeye beyyine ıtlak edilir. Burada da hakkı beyan ve isbat edecek açık ve kat'î hucceti nâtıka veya mu'cize demektir ki, murad ne olduğu şununla beyan olunmuştur: 2Allahdan bir Resul, peyderpey mutahhar sahifeler okur öyle ki, onlarda bütün (.......) Allahdan bir Resûl -beyyineden bedeldir. Yâhud (.......) takdirinde mübtedai mahzufun haberi olarak beyyineyi tefsirdir. Ya'ni Allah tarafından risaletle gönderilmiş bir Peygamber gelinciye kadar infikâk edecek değillerdi. Öyle bir Resûl ki, (.......) mutahher, ya'ni tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şübhesinden ârî, kirli eller dokunmaz (.......) mısdakınca gayet temiz sahîfeler okur. ((.......) sûresinde geçen (.......) âyetlerine bak) Öyle temiz sahifeler ki, 3"Kütübi kayyime" (.......) onlardadır bütün kütübi kayyime -ya'ni doğru sâbit kitablar, bozulmaz, paydâr hak yazıları o temiz sahifelerin içindedir. Ki, bunlar işte o (.......) diye okunması emrolunan Kur’ân sahîfeleri, Kur’ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sahîfeler okuyacak bir Allah Resûlü gelinciye kadar bulundukları hal ve vaz'iyyetten, dîn ve akîdeden ayrılacak değillerdi, öyle bir beyyine gelmedikçe temamen hak ve tevhid dinini bilip de birleşecek ve hallerini değiştirecek bir vaz'iyyette bulunmıyorlardı ve bunda ma'zur olabilirlerdi. Zira (.......) dır. Lâkin öyle bir beyyine, bir Allah Resûlü geldikten sonra küfre sapıp da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiç bir sebeb ve ma'ziret olamazdı ve işte onun için böyle bir Resûl gönderilmiş ve kadir gecesi o Kur’ân indirilmiştir. 4Böyle iken o kitab verilmiş olanlar ancak geldikten sonra ayrıldılar kendilerine o beyyine (.......) fakat o kendilerine kitab verilenler -ya'ni o ehli kitab, veya bilhassa onların uleması olan okur yazar takımı (.......) ancak kendilerine o beyyine geldikten sonra ayrıldılar, tefrikaya düştüler- kimisi o beyyineye o Resûle îman ettiği halde kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile ma'ziret kalmamış iken kitab verilmiş olanların hiç bir ma'zireti kalmadığı ve mücerred heva ve inadlarından dolayı küfür ve tefrikaya saptıkları ve binaenaleyh beyan olunacağı üzere müşrikler gibi Cehennem azâbına istihkakları bu suretle şübhesiz olarak tebeyyün etmiş oldu. Fahri Râzî, tefsirinde bu üç âyet hakkında der ki, Vâ idî Kitabülbesîtte: Bu âyet Kur’ân’daki âyetlerin gerek nazım ve gerek tefsir itibariyle en zorudur ve kibarı ulemadan bir takımları bunda sendelemiştir, demiş, fakat işkâlin keyfiyyetini telhîs etmemiştir. Ben derim ki, işkâlin vechi şudur: Âyetin takdiri: O küfr edenler kendilerine Allahdan Resûlü olan beyyine gelinciye kadar infikâk edecek değildiler demektir. Sonra infikâkleri ne şeyden; Allah teâlâ onu zikr etmemiştir. Lâkin murad, bulundukları küfür halinden demek olduğu ma'lûmdur. Binaenaleyh takdir (.......) demek olur. Sonra da «hattâ» intihai gaye içindir. O halde bu âyet şunu ıktiza eder ki, o Resûl gelince onların küfürlerinden münfekk olmaları lâzım gelir. Bundan sonra da (.......) buyurulmuştur. Bu ise o Resûl gelince onların küfürleri artmış olmasını iktiza ediyor. İşte bundan dolayı iki âyet beyninde zâhiren bir münafat var gibi görünüyor. İşte benim zannıma göre işkâlin müntehası budur: Buna cevab ise bir kaç vechiledir: BİRİNCİSİ: ve en güzeli Sahib keşşafın telhîs ettiği vecihtir. Şöyleki: ehli kitab ve putperest iki fırkadan kâfirler, bi'seti Muhammediyyeden evvel diyorlardıki: biz bulunduğumuz dînimizden ayrılmayız onu terk etmeyiz tâ o Tevrat ve İncilde yazılı mev'ud olan Peygamber gelinciye kadar ki, o Peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allahü teâlâ evvelâ onların o sözlerini hikâye etmiş sonra da (.......) buyurmuştur. Ya'ni onlar o Peygamber geldiği zaman hakk üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanmak va'dediyorlardı, sonra da haktan asıl ayrılmaları ve Küfürde kararları o Resûl gelince oldu demektirki bunun, kelâmda nazîri fakîr bir fâsık kendisine nasîhat eden va'ıza «Allah bana bir zenginlik verinciye kadar ben bu halden ayrılmam» demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş fakat o bunun üzerine fıskını daha ziyade artırmış, o vakıt o va'ız da ona «sen zengin oluncıya kadar fısıkdan ayrılmıyacaktın halbuki başını asıl zengin olduktan sonra fıska daldırdın!» Demiş olması gibidirki bu sırf onu tevbih ve ilzam için evvelki sözünü ihtar demektir. Bu cevabın hasılı şu olur: (.......) kavli onlardan hikâyedir. (.......) kavli de vaki'i ıhbardır. Ma'na da onlar va'dlerinde durmadılar, dediklerinin hılâfı oldu demektir.- İKİNCİSİ: (.......) o kâfirler kendilerine o beyyine gelince dahi küfürlerinden infikâk edecek değillerdi ma'nâsındadır. Kâdî abdülcebbar böyle demiş, lâkin lügatte «hattâ» nın bu ma'nası olmadığı söylenmiştir.- ÜÇÜNCÜSÜ: münfekkîn küfürden infikâke değil, beyyine olarak gelecek Resûlün menakıb ve fezailini anmaktan infikâk etmedikleri ma'nasına olmalıdır. Ya'ni Muhammed aleyhisselâm gelinciye kadar onun menakıbını zikretmekten ayrılmıyorlardı. Fakat o gelince ayrıldılar, her biri bir kavil söyler oldular demektir. Ki, bunun nazîri Sûre-i Bekare de geçen (.......) âyeti olur.- DÖRDÜNCÜSÜ: Resûl gelinciye kadar küfürden münfekk olmıyacaklardı demektir. «Hattâ» kelimesi de o geldikten sonraki halin evvelkinin hılâfına olmasını ıktiza eyler vaki' de böyle olmuştur. Çünkü mecmuu o küfürde kalmadılar, ba'zısı mü'min ba'zısı da kâfir oldular. Bu kadarı da «hattâ» nın medlûliyle amele kâfidir.- BEŞİNCİSİ: Peygamberin bi'setinden evvel kâfirler küfürlerinde tereddüdsüz idiler, bulundukları dînin hakkıyyetini cezm ederek i'tikad ediyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yehûd, yehûdîliğinde, Nasranî nasrâniliğinde, müşrik şirkinde hasılı her biri kendi dîninde kalmak, ondan ayrılmamak azm ve ıtikadında müttefik bulunuyorlardı, fakat Resûlullah ba's olununca alışmış yapışmış oldukları eski dînleri hakkındaki cezm-ü ıtikadları mütezelzil ve evvelki fikr-ü kanaatleri perişan oldu, her biri kendi dîninde, mezhebinde, da'vasında sarsıldılar, ayrılmağa başladılar, maamafih tamamiyle îmana da gelmediler, kimisi îman ettiyse de kimisi de etmedi, tefrika çıkardılar, fakat böyle eski dînlerinin çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resûle îman etmeyip de tefrika çıkaran Ehli kitabın bu teferrukları ılimsizlikten, delilsizlikten dolayı şekk-ü şübheye bir hakları olduğu için değil kendilerine apaçık beyyine geldikten ve hak tebeyyün eyledikten sonra mücerred heva ve inadlarından dolayı oldu. Evvelki âyette infikâk, sonrakinde tefrika ta'bir olunmasında bu ma'naya bir işaret vardır. Çünkü bir şeyin bir şeyden infikâki ona yapışmış iken kopup ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktadır. Bu suretle de Peygamberin bi'setinden sonraki hal evvelkine benzememiştir. Bu da «hattâ»nın medlûlüdür. Râzî bu beş vechi hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber kavli muhtar birinci vecih olduğunu da ıhtar eylemiştir. Ancak birinci vecihte infikâkin müteallakını (.......) diye küfür lâfzıyle takdir etmiştir. Sahib keşşaf ise (.......) lâfzıyle takdir eylemiş. Evvelki âyetin hasıli manâsı: onlar beyyine gelmedikçe dînlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı demek olduğunu söylemiştir, işkâlin halli noktai nazarından maksad bir olmakla keşşafın ifadesi daha incedir. Ve üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de muhtemildir. Ebüssü'ud ve daha bir çokları da keşşafın birinci vechi üzerinde yürümekle beraber infikâkin müteallakını mukaddema üzerinde bulundukları şey (.......) diye takdir etmişler ve bunu o va'dile tefsir ederek şöyle demişlerdir: ya'ni mukaddema üzerinde bulundukları hâldirki âhirzamanda basolunacak Resule îman ve hakka ittiba' edeceklerine dair va'd ve incazına azimleridir. Ehli kitabdan bu va'din vukuunda şübhe yoktur. Hattâ onlar onunla Allahdan fütühat dileyorlar (.......) diye duâ ediyorlardı ve müşriklerden olan düşmanlarına karşı «bizim dediğimizi tasdık edecek bir Peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd-ü İrem gibi katl edeceğiz» diyorlardı. Müşriklerin o va'dde bulunduğuna gelince gerek ki, ehli kitabdan şayi' olduktan sonra onların da müteahhirîni onun sıhhatına itikad ederek o va'dde bulunmuş olsunlar. Netekim böyle olduğuna şu da şehadet eder ki, Resûllulah hakkında gidip ehli kitaba soruyorlar: Bu sizin kitabınızda mezkûr olan mıdır? Diyorlardı. Bu suretle hepsi o Peygamber gelinceye kadar o va'd ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra Ehli kitab küfre saparak tefrika çıkardılar (.......) Bunun hulâsası: O kâfirler Peygamber gelinciye kadar bulundukları halden infikâk etmediler ve etmemeleri lâzım gelirdi, lâkin ettiler demek oluyor. Filvaki' infikâkin müteallakî, onların bulundukları hal olmak daha zâhirdir. Ancak bunu o va'd ve azm ile tefsir etmek Sûre-i Bekare âyetine muvafık olsa da müşriklere teşmili ıtibariyle biraz dolambaclı geliyor ve bundan murad bulundukları dînleri veya küfürleri olmak daha mütebadir görünüyor. Bundan ise infikâk etmemeleri değil, bil'akis infikâk etmeleri matlûb olmak iktiza eder. Çünkü tefrikanın sebebi odur. Beyyinenin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeble bunu bu esas üzere, ya'ni bulundukları halden infikâk ma'nasına olarak balâda izah ettiğimiz diğer bir vech ile anlamak gerek «hattâ» nın mefhumi gayesi ile işkâlin halli ve gerek nazmın siyak-u sibakı noktai nazarından bize daha zâhir görünmüştür. Zira Sûre-i Mâide de geçen (.......) âyeti mucebince Resûlullahın bi'setinden önceki zaman dînlerin tahrif ve teşvişe uğradığı müşrikle gayri müşrikin karıştığı ve hakk-u batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise (.......) hukmüne nazaran mes'uliyyet teveccüh etmiyen bir ma'ziret zamanı demektir. Böyle bir zamanda hakkı bâtıldan ayırd ettirecek kat'î ve vâzıh bir beyyine gelinciye kadar îman ve küfür hukümleri ta'yin edilemiyeceği ve bir hucceti mülzime bulunamıyacağı cihetle herkesin bulunduğu hal üzere kalması, ya'ni istishab kaidesi asl olur. Ve beşerriyetin böyle hakk-u batılı seçemiyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki, tarafı ilâhîden Enbiya ba's olunarak hak ve vazîfe yolu tenvir olunmuş ve ona göre mü'min ve kâfir ayırd edilerek hukmi mes'uliyyet tatbik edilmiştir. İşte (.......) Sûresinin arkasından o hikmeti nüzulü beyan siyakında bu (.......) Sûresi de Peygamber gelinciye kadar olan fetret zamanının hukmünü beyan ile başlamış ve kütübü kayyimeyi havi suhufi mutahhare olan Kur’ân’ın inzaliyle beyyinei ilâhiyye olan Resûlullahın bi'setinden evvel ehli kitabdan ve müşriklerden bulanan kâfirler bulundukları hallerinden ayrılmakta ma'zur olsalar da hak dîni beyan eden bu beyyine geldikten sonra bilhassa Ehli kitabın buna îman etmeyip de evvelki hallerinde kalmak için tefrika çıkarmaları mahzı küfür ve binaenaleyh azâba istihkaklarını mucib olduğunu anlatmıştır. Şu halde ma'na o küfr edenler, küfürlerinden, dînlerinden veya va'dlerinden infikâk etmemişlerdi veya etmeyeceklerdi ve etmemeleri lâzım gelirdi demek değil, şöyle demek olmalıdır: o kâfirler o beyyine olan Peygamber gelinciye kadar bulundukları halden, dînlerinden, âdetlerinden infikâk edecek vaz'iyyette değillerdi, Çünkü kedilerine hakkı beyan edecek olan o beyyine henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı, onun için onlara hakk-u hayri anlatacak kat'î bir beyyine olmak üzere bu kitab indirilerek peyderpey okumak üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden evvel Ehli kitab olanların ona îman edip evvelki yanlış hallerinden vaz geçmeleri, hakka karşı tefrika çıkarmamaları ıktiza ederdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, O Resule karşı tefrikaya düştüler, müşrikler gibi küfrettiler, ve böyle tefrikaya düşmeleri ve bu suretle küfretmeleri de başka bir sebebe mebniy değil, sırf o beyyine kendilerine geldikten sonra mücerred bagy-ü inadlarından ve eski hallerinden ayrılmak istememelerinden neş'et etti. 5Halbuki onlar ancak şununla emr olunmuşlardı: hak perest müvahhid (hanîfler) olarak dîni Allah için halis kılarak yalnız Allah’a ıbadet etsinler ve namazı dürüst kılsınlar ve zekâtı versinler, ve odur "dîni kayyime" (.......) halbuki onlar: o kendilerine kitab verilmiş olanlar evvel ve âhir başka bir şey ile değil (.......) ancak şununla emrolunmuşlardı ki, (.......) yalnız Allah’a ibadet etsinler -gerek evvelki kitablarında, Tevrat ve İncilîn esasında ve gerek bu Kur’ân ile me'mur oldukları vazîfeleri bu idi ki, başka bir garaz ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah’ı ma'bud tanısınlar, ona ıbadet ve ubudiyyet etsinler o suretle ki, (.......) dîni ona halis kılarak- hiç bir şirk şâibesi karıştırmaksızın şu veya bu garaza âlet etmeksizin sâfi ve temiz niyyet ve ıhlâs ile ancak ona tevcih ve tahsıys ederek (.......) hanîfler olarak -ya'ni bâtıl akıdelerden, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp dâima hakka, doğruluğa meyl edne hakperest müslim, müvahhid olmak suretiyle dîni Allah için halîs kılarak Allah’a ibadet etsinler, ecir ve mükâfatı ondan beklesinler. Yukarılarda da defeât ile geçtiği üzere hunefa hanîfin cem'i olarak islâmın akide ve ahlâk ve ictima'ıyyet i'tibariyle bir vasfi mümeyizini göstermektedir. Ekseriya hanîf Hazret-i İbrahimin milleti olarak (.......) gibi müşriklere mukabil, ba'zan da (.......) mutlak olarak, ba'zan da burada olduğu gibi tevhid ve ihlâs ile dînde salah ve istikameti te'kid-ü takrir siyakında zikr olunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan hanîflik Hazret-i İbrahimin dîn ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, umumiyyetle müşrikliğin zıddı olarak bütün Enbiyanın milleti olan tevhid ve ıhlâs dîninin unvanı olmasıdır. Onun için Şehristanî Milel-ü nihalde hunefayı alel'umum müşriklerin mukabili olmak üzere ma'nayı eammiyle Sabiîlere tekabül ettirerek zikr etmiştir. Ma'nayı eammiyle Sabiîlik ise alel'umum müşrikliğin esası olan eski dîndir. Şimdi ba'zı yeni eserlerde «buna» Seybele-Ceybele dîni denildiğini ve son zamanlarda asarı atika dolayısıyle mevzuı bahs edilmeğe başlıyan eski Eti, yâhud Hiytit, yâhud Hetlerin de bu seybel, ya'ni sabî dînine mensûb olduklarını söyliyorlar. İşte hunefâ bütün bu şirk dînlerine karşı dîni Allah için halis kılmak ve ancak Allah’a ıbadet etmek üzere da'vet ve mücahedeye me'mur olan Peygamberlerin milletini teşkil eden ve bâtıldan sakınıp hakka meyl eyliyen muvahhid müslimlerdir. Onun için Sûre-i Hacde (.......) buyurulmuş olduğu gibi Sûre-i Şurada da (.......) buyurulmuştu. Bunların hasılı ise hanîflik, asnam ve evsâne tapmak sefaletinden, tezvirden, sahte bâtıl akîdelerden ictinab ederek Nûh’un, İbrahimin, Musânın, İsanın ve Muhammed aleyhisselâmın yaptıkları gibi dîni Allah için tevhid ve ıhlâs ve istikametle doğrultmak ve onda tefrika çıkarmayıp dâima doğrulukla toplanmağa çalışmaktır. Hanîf kelimesinin iştikakı da bu ma'nayı müfiddir. Zira hanîf haneften müştaktır. Müfessirînin ve Ehli lûgatin beyanına göre hanef, meyil ve istikamet mefhumlarını tezammun eder, asıl hanef, yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyil ma'nasına mevzu', ba'zan meyil, ba'zan da sade istikamet ma'nasına kullanılır. Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsîye, ya'ni içe doğru mâil olan kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ül için veya iki mertebe mecazı mürseldir. Demek ki, lügaten de hanîf dâima istikamete mâil olan demektir. Dînde istikamet de (.......) buyurulduğu üzere muhsin olarak ancak Allah’a yüz tutmak (.......) buyurulduğu üzere ancak Allah’ı rabb bilip ef'al ve harekâtında ancak onun emr-ü hükmüne tâbi' olarak o îman üzere istikametle yürütmektir. Bundan dolayı ekseriya hanîfi hak perest muvahhid diye tercemeyi muvafık görmüşüzdür. Maamafih tefsirler daha ba'zı ta'rifler de nakletmişlerdir: ezcümle burada hunefâ İbn-i Abbastan: huccac diye, Katâdaden: hıtanlı (ya'ni sünnetli) olanlar ve ananın ve mahremlerin nikâhını haram tanıyanlar diye, Rebî' İbn-i enesten: namazda kıbleye istikbal edenler diye, Mücahidden: İbrahim aleyhisselâmın dînine tabi' olanlar diye rivayet eylemişlerdirki hacc, hıtan, istikbali kıble, dîni İbrahimin şeâirinden birisiyle ta'rif demek olduğundan buna râci' demektir. Bunlardan başka Ebî kılabeden: (.......) mucebince Peygamberlerin hepsine îman edenler diye, daha ba'zılarından da (.......) dînin hepsini cami' olanlar diye nakl ü ta'rif edilmiştir ki, bu son ikisi de mütekaribdir. Lâkin bunların ekserîsi mefhum ile değil, mâsadak veya ba'zı havass i'tibariyle ta'rif olduğu için tam ta'rif değildir. Ancak ba'zı cihetleri tevzîh için nakl olunur. Muhtar olan ta'rif evvelâ izah ettiğimiz vechile bütün bâtıl akîdelerden islâma mâil olan diye hulâsa edilmiştir. Cemi'i rusüle îman ve her dîni câmi' olmak da bununla olur. Ve işte bütün Kitablar ve Peygamberler dîni yanlış akîdelerden tasfiye ederek (.......) olan hak tevhid ve ıhlâs ile yalnız Allah’a ıbadet etmek ve insanlığı selâmete irdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için Ehli kitab da evvel ve âhir bununla me'mur olmuşlardı ki, Allah’a böyle dîni muhlîs hanif olarak ıbadet etsinler (.......) ve namazı kılsınlar (.......) ve zekâtı versinler (.......) ve işte bu üç esası: Dîni ıhlâs ile Allah’a ıbadet, ikamei salât, iytai zekât (.......) dîni kayyimedir. - Ya'ni sâbit ve paydâr kalacak olan milletin dînidir. Ta'biri âharle yukarıda zikri geçen kütübi kayyimenin, doğru, bozulmaz sâbit hak kitablarının beyan ettiği dîndir. Demek olur ki, bu üç esas bütün hak dînlerinin hiç değişmiyen en muhkem esasıdır. Namaz ile zekât da iymandan sonra bütün ıbadatın aslül'usulüdür. Diğerleri füru'dur. Bunların sureti edası itibariyle tafsilâtı her Peygamberin zamanına ve şerîatine göre değişebilirse de asıl salât ve zekât hepsinde sâbittir. Şu halde dîn için mutlâka bir ekanimi selâse umdesi tanımak lâzımsa onu eb, ibin, ruhulkudüs diye ma'budun zatında teslis ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekât diye îman ve amel erkânında tanımak lâzım gelir. Halbuki o kitab verilenler bu doğru ve sâbit dîni ve bu emri tanımadılar, ihlâs ve tevhid ile Allah’a kulluk etmekten kaçındılar (.......) mısdakınca şehvetlerinin arkasına düşerek namazı zayi' ettiler, zekât vermeğe yanaşmadılar, tefrika çıkardılar. Bunun üzerine alelumum küfrün ve iymanın Âhıretteki hukümleri ayırd edilerek beyan olunmak üzere şöyle buyuruluyor: 6Küfr edenler: gerek Ehli kitabdan olsun gerek müşriklerden muhakkak Cehennem ateşindedirler, orada muhalled kalacaklardır, onlardır bütün "şerrülberiyye" (.......) Haberiniz olsun ki, küfr edenler -evvel ki, (.......) ahde mahmul olsa bile bu, sevk itibariyle istiğrak için küllî olmak ıktiza eder. Zira küfrün hukmünü beyan için kübrâ mevkıındedir. Ancak bu külliyyet o beyyine geldikten sonra küfr edenlere aid olmak üzere bunda da bir ahîd ma'nası yok değildir. Binaenaleyh şöyle demek olur: O beyyine geldikten sonra ona küfr eden bütün kâfirler (.......) gerek Ehli kitabdan olsun gerek Müşriklerden olsun (.......) hepsi muhalled olmak üzere Cehennem ateşindedirler.- Kıyamet günü Cehenneme gidecekler, onda muhalled kalacaklardır. Diğer bir ma'na ile küfür, Cehennemde hulûde sebeb olmak itibariyle aynî ateş hukmündedir. Bir de denilmiştir ki, Onların bulundukları küfür ve measî hali hakikatte ayniyle ateştir. Bu neş'ette araz suretinde zuhur ederse de neş'eti uhrada o suretten çıkar hakikî sureti ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki ma'naca onlar Dünyada Cehennem ateşinin içindedirler, Âhırette de onda muhalled olarak kalacaklardır demek olur. Bu hulûdün sebebi: Çünkü (.......) onlar -o sıfatla muttasıf olanlar, ya'ni o beyyine geldikten sonra ona küfredip tefrika çıkaranlar (.......) hep şerrülberiyyedirler- halkın en şerridirler, en şerrin yeri de Cehennem olmak gerektir. BERİYYE, Nafi' ve İbn-i Zekvan «Berîe» okumuşlardır. Ki, ikisi de bir asıldandır. Halk ma'nasına (.......) den «feîle bima'na mef'ule» olarak bârînin mef'ulü olup halk ve halîka gibi bütün mahlûkata ıtlak edilir. Bilhassa beşerde de müteareftir. Ba'zıları hemzesiz Beriyye türab ma'nasına olan «Berâ» dan müştakk olarak topraktan yaradılan mahlûk demek olduğunu ve binaenaleyh berîe topraktan mahlûk olmıyan Melâikeye ve Cinne dahi şamil olursa da beriyyenin onlara şamil olmıyacağını ve bu suretle beşer ma'nasına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir. İki kıraete göre de ba'zıları burada bilhassa beşer ma'nasına olmasını tercih etmişler, sebeb olarak da umum mahlûkatın en şerri Şeytan olduğunu söylemişlerdir ki, karînei akliyye ile tahsıys demek olur. Lâkin buna da (.......) mucebince Munafıkların da diğer kâfirlerden daha şerr olduğu ileri sürülerek i'tiraz edilmiştir. Ve bundan dolayı murad mü'minlere nazaran kasrı izafîdir diye cevab verilmiş ise de bu münakaşelere hacet yoktur. Zira burada murad, küfrün asıl hukmi uhrevîsini beyan olduğu cihetle küfür sıfatında Munafıklarda Şeytan da bu umumda dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler alel'umum mahlûkatın en şerridirler denilmek doğru olacağı gibi Şeytan mevzu'dan haric olarak gerek Ehli kitab ve gerek Müşriklerden mücahir veya münafık bütün kâfirler beşerin en şerridirler demek de doğrudur. Buna mukabil 7Muhakkak ki, îman edip yarar ameller yapanlar onlardır bütün "hayrulberiyye" (.......) haberiniz olsun ki, îman edip de -ya'ni bu beyyineye îman edip Allah için dîne muhlis, hanîf olarak mucebince (.......) salih ameller işliyenler- sade namaz ve zekât gibi dînin erkânı aslıyyesinden olan amellere mahsus değil, gerek usulden gerek füru'dan gerek feraizden gerek nevafilden gerek ıbadattan gerek muamelâttan Allah rızasına muvafık olacak salâha hıdmet eden, hayra yarar bütün iyi ve fâideli amelleri işlemek ve menhiyyattan sakınmak da ameli salih mefhumuna dahildir. Zira amel fi'l-ü terke şamildir. Ve ma'lûm ki, (.......) lâm ile muhallâ cemi' olduğu için hepsine istiğrakı ifade eder. Lâkin bundan her ferdin her ameli salihi yapmakla mükellef olduğu da zannedilmemelidir. (.......) muktezasınca herkesin hıssası ehliyyet ve vüs'ıyle mütenasibtir. Râzî der ki, (.......) cem'ın cem'a mukabelesi kabîlindendir. Onun için bir kişinin cemi'i salihatı yapmakla mükellef olması lâzım gelmez. Belki her mükellefin bir hazzı, salâhiyyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte, fakîrin hazzı da almaktadır. Elverir ki, herkes kendi halince salâha çalışsın (.......) işte onlar hayrülberiyyedir.- Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, ındallah makamca da hayırlısıdır. Demek ki, îman edip de ameli saliha çalışmazsa onlar halkın en şerri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler. Hayrülberiyye hem îman edip hem salihât işleyenlerdir. 8Onların mükâfatı rableri ındinde altından ırmaklar akar Cennetlerdir, onlar içinde ebediyyen muhalled olacaklar, Allah onlardan hoşnud, onlar da ondan hoşnud, bu işte rabbına haşyet duyanlara (.......) onların cezası -ya'ni o îman ve amellerine karşılık ecr-ü mükâfatı (.......) dır. (.......) içlerinde ebeden muhalled olarak- orada cismanî ve ruhanî türlü nı'metlerle ebediyyen mütena'ım olacaklar. Bunların evvelâ hayrülberiyye diye medihlerinin takdîmi, sâniyen bu nâil olacakları ni'metlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere cezâ ta'biriyle ifade edilmesi, sâlisen bunun Allah teâlâ ındinden olmasının tasrihi, rabi'an bunu tedricen kemale irdirmek demek olan terbiye mefhumunu müş'ir rububiyyet unvaniyle ifadesi, hâmisen bunun onlara râci (.......) zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve ubudiyyette şerefi mahsuslarına işaret olunması, sâdisen Cennetin ikamet mefhumunu iş'ar eden Adne izafetle beraber cem'ın cem'a tekabüliyle her birine bir Cennet düşecek kadar kesret ve vus'atine işaret olmak üzere cemi' sıygasiyle ve aynî zamanda misli görülmedik ve ta'rife sığmıyacak surette yüksekliğine, fehameti şanına tenbih için nekire olarak iyrad edilmesi, sabi'an, maeyi hayat olan feyz-ü ni'metinin ve letafet-ü behcetinin müstemirren mütezayid olan hüsni cereyanını doyurmak üzere (.......) vasfiyle tavsîfi, sâminen onlarda hali mukaddere olmak üzere ebediyyet demek olan hulûdün tasrihiyle beraber bir de ebediyyen kaydiyle te'kid edilmesi o mü'minlerin hüsnihalleriyle mükâfatlarının büyüklüğünü beyan noktai nazarından ne kadar şayanı dikkattir. Filvaki' hulûd ebediyyet demek olduğu cihetle sade (.......) denilmekle de aynî ma'nâ ifade edilmiş olur. Ancak hulûd uzun müddet kalmak ma'nasına da kullanıldığı cihetle bu ihtimali def' için (.......) ile te'kid de olunmuştur. Bu te'kid ekser âyetler de ehli Cehennemin hulûdunda da ehli Cennetin hulûdunda da vardır. Fakat görülüyor ki, bu Sûrede kâfirlerin nari Cehennemde hulûdü ebeden ile te'kid edilmemiş olduğu halde mü'minlerin Cennetlerde hulûdü sarahaten te'bid ile de te'kid edilmiştir. Tefsîri Râzîde buna iki vecih söylenmiştir. Birincisi: rahmetin gadabdan daha ziyade olduğuna tenbihtir. İkincisi: ukubat, hudud, keffarat tedahul eder. Lâkin sevabın aksamı tedahul etmez (.......) Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan fadli ilâhî beyan ve tebşir olunmak üzere şu cümle-i istînafiyye ile Buyuruluyor ki, (.......) Allah onlardan razı olmuş (.......) onlar da ondan razı olmuşlardır. Çünkü bütün metalibin aksası, bütün lezzetlerin a'lâsı olan rızaullaha irmişler «gözlerin görmediği kulakların işitmediği, hiç bir beşerin hâtırı irmediği» rıdvanı ekbere kavuşmuşlar, «râzıyeten merdıyye» mertebesini geçip «merdıyyeten râzıye» makamına irmişlerdir. (.......) bu mükâfat ve rıdvan ise (.......) rabbına haşyet duyanlara mahsustur. - Ya'ni bu muvaffakıyyetin yegâne sebebi ve hikmeti Allah haşyetini duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, ta'zim ve sevgi neticesi olan saygı ma'nasına bir korkudur. Onun için haşyet tâatta hüsni mutlâka lâyık ihsana yaklaşdıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir haleti ruhiyyedir. Netekim Sûre-i Mü'minûnde buyurulmuştur. (.......) hâdisinde de mehafetten asıl murad bu haşyet ma'nasıdır. Bunun derecesi de ılm-ü ma'rifetin derecesi ile mütenasibdir. Ondan dolayı (.......) buyurulmuştur. Bir de haşyet, mücerred havften şiddetli olmak gerektir. Netekim Melâikenin vasfında (.......) diye haşyet işfaka mukarin olarak zikredilmiştir. İşfak ise korkunun en şiddetli derecesidir. İmamı Râzînin ıhtar ettiği vechile bu âyete (.......) âyeti zamm olunarak mülâhaza olununca mecmuu ılmin ve ulemanın fadlına bir delil teşkil eder şöyleki: o Cennet ve rıdvan, Allah haşyetini duyanlara mahsustur. Allah haşyetini duyanlar ise ancak ulemadır. Şu halde netice: o Cennet ve rıdvan ulemaya mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki, kendisinin Ehli Cennetten olduğu tebşir olunan kimseler haşyetullahdan fârig olmak şöyle dursun daha ziyade hissi haşyetini artırmaları lâzım gelecektir. Ondan dolayıdırki Enbiyanın haşyeti hepsinden ziyadedir. Netekim aleyhissalâtü ves-selâm şöyle buyurmuştur. « (.......) = Allah’ı en tanıyanınız Allahdan en korkanınızdır. Ben ise ondan en korkanınızım» (.......) Bu haşyeti duymıyanlara duyurmak için bunu Zelzele sûresi ta'kıyb edecek ve hayr-ü şerrin cezâsı ne zaman ve nasıl olduğunu haber verecektir. |
﴾ 0 ﴿