KEVSERKur'ânda en kısa Sûre Sûre-i Kevserdir. Bika'înin ve Şıhâbın tasrihleri vechile buna Sûre-i Nahır dahi denilir, Keşşafta, Râzîde, Beyzâvîde, Ebüssü'udda ve daha bir çoklarında hep Mekkiyye demişlerdir. Ebû Hayyan meşhurda ve Cumhûr kavlinde Mekkî, Hasen ve Ikrime ve Katâde kavlinde Medenî, demiştir. Buharî şerhı Aynîde «Sûre-i Kevser IndelCumhûr Mekkîdir, Katâde ve Hasen ve Ikrime Medenî dedi de denilmiştir, bu ıhtilâfın sebebi ise sebeb-i nüzulündeki ıhtilâftır. İbn-i Abbastan: Âs İbn-i vâilde nâzil olmuştur. Çünkü Hazret-i Peygamberin hakkında ebter demişti. Ukbe İbn-i ebî ma'yette denilmiş, Ikrimeden: Kureyşten bir cemaat hakkındadır, Ebû Cehil de denilmiş, Sûheylî, Ka'b İbn-i Eşref hakkında olduğunu da söylemiş ve bundan Sûrenin Medenî olması lâzım gelir demiş, halbuki bu cayi te'emmüldür» der. Beyzavî haşiyesinde Şıhâb derki: Mekkî veya Medenî olduğunda «Erravzulünüf» de bir ıhtilâf nakletmiştir ki, sebeb-i nüzulünde nakl ettiği akval üzerine mebniy bir ıhtilâftır: Ebû cehil (.......) dediği zaman nâzil oldu denilmiş, onu Âs İbn-i Vâil söyledi de denilmiş buna nazaran mekkîdir, meşhûr da budur, onu Kâ'b İbn-i Eşref söyledi de nâzil oldu dahi denilmiş, bir de Nebiyyi Ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretlerinin oğlu Hazret-i Kasım vefat ettiğinde Âs « (.......) = Muhammed ebter oldu» demişti. Onun üzerine nâzil oldu denilmiş, bu ikisine nazaran da Medenîdir (.......) Fakat Şihâbın bu son fıkrasında açık bir yanlış vardır. Erravzul'ünüfte Süheylînin ifadesinde bu dördüncü fıkra yoktur. Hazret-i Kasimin vefatı ve Âsın lakırdısı Medenî gösterilmek açık bir zühüldür. Bunların Mekkî olduğu ma'lûmdur. Gerçi Yehûdî Kâ'b İbn-i Eşref Medîneli ise de geleceği üzere lakırdısı Mekkede olmuştur. Aynînin (.......) dediği de budur. Sonra Şihâb Neşirden şunu nakl eylemiştir: Müslim ve Ebû Davud ve Nesâî de Enes İbn-i Mâlikten: demiştir ki, «Hazret-i Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem, bir iğfa, ya'ni bir ımızganma halinde dalmıştı, derken tebessüm ederek başını kaldırdı, bana ânifen bir Sûre inzâl olundu buyurdu da okudu: (.......) bitirdikten sonra da buyurdu ki, bilir misiniz Kevser nedir? Allah ve Resulü a'lem dediler, buyurdu ki, bir nehirdir onu bana rabbim azze ve celle Cennette verdi, onda pek çok hayır «hayri kesîr» var, ümmetim Kıyamet günü ona vürud edecek, kapları yıldızlar sayısıncadır, derken içlerinden bir kul halecan ile çekilir atılır, yareb! O benim ümmetimdendir derim, buyurulur ki, bilmezsin senden sonra onlar neler ihdas ettiler?» Bu, sahih bir hadîstir. Besmelenin Sûre ile beraber nüzulüne ve Sûrenin Medenî oluduğuna delâlet eyler, halbuki bunu bilenler onun Mekkî olduğuna icma' etmişlerdir (.......) Ya'ni Mekkî olması daha kuvvetlidir. Eimmei Hanefiyye ve Mâlikiyye bu hadîsi bildikleri halde daha kuvvetli delîllerden dolayı bu hadîs ile Besmelenin Sûreden cüz olmasına istidlâl etmedikleri gibi bunu bilen müfessirîn de bununla Sûrenin Medenî olmasına istidlâl eylememişler, Mekkî olduğunda ittifak etmişlerdir. Çünkü bu hadîsin tarıkleri müteaddid olmakla beraber hepsi Hazret-i Enesten merviy olduğu için nihayet haberi vâhiddir, haberi vâhid ise müstefîz' meşhur ve mütevatir gibi daha kuvvetli bir rivayet ile teâruz ettiği noktada istidlâlden sakıt olur, şu halde Mekkî olduğu meşhur iken hılâfına pek de sarih olmıyan haberi vâhidle istidlâl doğru olmamak lâzım gelir, icmaa karşı ise evleviyyetle öyledir. Ancak bu babda Neşrin söylediği icma', tesbit edilmiş değildir, bâlâda geçtiği üzere hılâf da merviydir. Ona binâen Şihâb şöyle demiştir: neşrin icmaa dair zikr ettiği, bâlâda işittiğin hılâftan dolayı sahih değildir, lâkin savab olan Medenî olmasıdır. Ba'zılarının bu babda bir te'lifi vardır. Onda bu Sûrenin iki kerre nâzil olduğunu tashih eylemiştir, ve o halde işkâl yoktur (.......) Lâkin icmâ' olmasa bile Mekkiyyetin meşhur olduğunu söylemiş olan Şıhâbın sonra bu istidlâl ile Medenî olmasına savab diye hükm etmesi doğru olamıyacağı gibi buna savab dedikten sonra iki kerre nüzulün sıhhatı ile te'lifin işkâli kaldıracağını söylemesi de doğru olmaz. Çünkü savabın hilâfı hata demek olur. Bununla beraber ona savab demekte Şıhab yalnız değildir. Süyutî de İtkanda demiştir ki, Sûre-i kevser; savab olan medenî olmasıdır. Nevevînin Müslim şerhindeki tercihinden dolayı ki,, Müslim, Enesten tahric eylediği hadîste şöyle demiştir. (.......) Resulullah bizim aramızda bulunduğu bir sıra (.......) Ma'lûm ki, ımızganma gibi iğfa hali Resulullahın vahıy hallerindendir. Bu hadîsin diğer rivayetlerinde (.......) kaydi yoktur. Burada ise bu zikr olunmuştur. Medenî olmasına delil olan da bu kayıddır, yoksa Hazret-i Enes, Medenî olduğundan dolayı her rivayet ettiğinin Medenî olması ıktiza etmez. Çünkü hepsinde bizzat meşhudunu rivayet etmiş olmak lâzım gelmez. Mi'rac ve saire gibi Mekkî vukuatta olduğu vechile mesmuunu rivayet etmiş olması da kâfidir ve çoktur. Netekim kevserin Cennette bir nehr olduğuna dair Buharînin, Tirmizînin ve İbn-i Cerîrin Enesten rivayet eyledikleri müte'addid hadîsler Mi'raca müteallıktır, ezcümle Katâdenin Enesten rivayetlerinde nebiyyullah sallallâhü aleyhi vesellem Mi'raca çıkarıldığı vakıt Cennette ona mücevveh bir nehir arz olundu, yanındaki Melek eliyle vurdu ondan bir misk çıkardı, Muhammed o meleke bu ne? Dedi, bu sana Allah’ın verdiği Kevser dedi ve Sidrei müntehâ refi' olundu. İşte o zaman Peygamber azîm bir eser gördü, diğer birinde: Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem buyurduki: ben Semaya uruc ettirildiğim zaman bir nehre vardım, kenarları mücevveh inci kubbeleri idi, bu ne ya Cibrîl? Dedim, bu sana Rabbının verdiği kevserdir dedi ilh, diye tahric olunmuş ve bunlar daha diğer rivayetlerle te'yid edilmiştir. Mi'racın ise Mekke de olduğu ma'lûm bulunduğundan Hazret-i Enes bunlarla meşhudunu değil, merfuan veya mürselen mesmuunu haber vermiştir, şu halde igfa hadîsi de diğer Mi'rac hadîslerindeki beynennevmi velyekaza gibi Mekkî olan vak'anın şöhretine veya Resulullahdan semaına binaen rivayet olabilirdi. Ancan, (.......) kaydı bulunduğuna göre meşhudu rivayette zâhir ve hazreti Enes, Medenî olduğu cihetle bu Sûrenin Medenî olduğuna delâlet eyler. Nevevî besmele hakkında bu hadîsi tercih etmiş olduğundan Süyutî bunu nazarı ı'tibara alarak savab olan Medenî olmasıdır diye meşhure karşı bunu tasvîbe kadar gîtmiş ise de meşhur olan Cumhur kavlini böyle bir haberi vâhidin ne kadar sahih olursa olsun bir tarikiyle tahtıe etmek savab olamaz. Olsa olsa bunu ikinci bir nüzul rivayeti saymak kabil olur. Gerçi ikinci bir nüzulün ma'na ve fâidesini inkâr edenler olmuş ise de yine İtkanda tafsîl olunduğu üzere Fatihada ve Ihlâsta söylendiği gibi vukuunu ve ba'zı ahkâm noktai nazarından fâidesini isbat edenler de vardır, Mücahid de bunlardandır. Burada da fâidesi kurban kesmek emrinin ve Bayram namazının tatbikatı ı'tibariyle mülâhaza olunabilir. Ve medenî olmasını terciha meyl edenler de bu cihetin bir te'siri vardır. Lâkin icma' ile olmasa bile ekseriyyetle müfessirînin söyledikleri vechile bu Sûrenin mekkî olması hakkındaki meşhur kavli mercuh veya hattâ add etmek için sebeb yoktur. İbn-i Cerirîn tafsîl ettiği rivayetlerde Katade ve Ikrime ve Mücahidden dahi menkul olan mekkî olmasıdır. Ebû hayyanın ve ona tebean Âlûsînin bunları medenî kavlinde göstermeleri dahi sağlam değildir. Nevevînin tercihi sözüne gelince; Müslim şerhinde Nevevî bu Sûrenin Medenî olmasını tercih etmiş değildir, bil'akis sebeb-i nüzul yalnız A's İbn-i Vâil dediklerini söylemekle mekkî olduğunu tercih eylemiş demektir, ancak Nevevî bu hadîs ile Şafiî kavlinde olduğu gibi Besmelenin Sûreden cüz olduğunu tercih etmek istemiştir. Çünkü bundan evvel Müslim onun hılâfını isbat eden hadîsleri tercihan rivayet etmiştir. Demek ki, Hanefiyye ve Mâlikiyyenin dedikleri gibi bu hadîs daha kuvvetlileriyle muarız olduğundan dolayı ma'mulün bih değildir, Neşrin bunu bilenler hılâfına icma' etmiştir demesi de buna işarettir. Şu halde Nevevînin Besmele hakkındaki tercihinden Süyutînin bu Sûrede medeniyyeti tasvibe istidlâl etmesi doğru değildir. Çünkü Nevevî sebeb-i nüzul, A's İbn-i Vâil diye tasrih ediyor, sarahat karşısında delâlete ı'tibar olunmaz. Sebeb-i nüzule gelince: bu babdaki rivayetler, kısmen bâlâda geçtiği üzere Hazret-i Peygambere dîninden dolayı bugz eden bazı düşmanları tarafından «ebter» denilmiş olması sebebiyle bu Sûrenin nâzil olduğu esasında müttefıktır. Ancak söyliyen kimdir? Ve ne suretle söylenmiştir, bunun hakkında rivayetler muhteliftir, çokları İbn-i Abbastan, Sa’îd İbn-i Cübeyrden, Mücahidden, Katadeden merviy olduğu üzere As İbn-i Vâilin söylediğini zikretmişler mücahidden A's İbn-i vâil (.......) ya'ni benim Muhammede bugzum var, nâsın buğz ettiği de ebterdir, demişti; Katâdeden: A's İbn-i Vâil: ben Muhammedin şâniiyim, o ebterdir, arkası yoktur (.......) demiştir; ba'zıları da Ukbe İbn-i ebi Ma'yet, Peygamber hakkında onun veledi yok o ebterdir, dedi, demişler, İbn-i Zeyd demişki: bir recül «Muhammed ebterdir, zann ettiğiniz gibi onun akıbı (arkası) yoktur» diyordu, Allahü teâlâ (.......) buyurdu. Yine İbn-i Cerîrin Ikrimeden üç tarık ile rivayeti vechile diğerleri de Kureyşten bir cemaat demişler. 1- Ikrimeden: (.......) âyetinde demiştir ki, Kâ'b İbn-i Eşref Mekkeye gelmişti, ehli Mekke ona bizmi hayırlıyız yoksa şu kavminden münbetir sanevber mi (kopuk çammı)? Biz hüccacın ehliyiz ve «menharibüdün = ya'ni develerin, iri kurbanların, kesildiği yer» bizim yanımızdadır, dediler, Kâ'b İbn-i eşref de siz hayırlısınız, dedi. Allahü teâlâ da onun hakkında bu âyeti ve Peygambere o lakırdıyı söyliyenler hakkında da (.......) i indirdi. 2- Yine Ikrimeden: Hazret-i Peygambere vahiy gelince Kureyş « (.......) = Muhammed bizden koptu» demişlerdi. (.......) nâzil oldu, ya'ni sana kopuklukla atan kendisi kopuktur. 3-Ikrimeden, İbn-i Abbastan: Kâ'b İbn-i Eşref Mekkeye geldiği vakıt ona vardılar da «biz ehli sıkayet ve sedânetiz, sen de ehli Medînenin seyyidisin, bizmi hayırlıyız yoksa şu kavminden münbetir sanevbermi? O kendisini bizden hayırlı zu'm ediyor, dediler, o da hayır siz hayırlısınız, dedi, bunun üzerine (.......) nâzil oldu, ve yine onun üzerine (.......) ilâ kavlihî (.......) inzal buyuruldu (.......) Bunun Mekkede söylendiği sarih olmakla beraber ba'zıları Kâ'b İbn-i Eşrefin Medîneli olduğu mütaleasiyle bundan nüzulün Medeniyyetini istidlâl eylemişler demek olur. Bunlardan anlaşılan ebter demekten maksatları tuttuğu işin, ya'ni nübüvvet da'vasının sonu gelmez, neticesi çıkmaz demek, yâhud kavminden ayrılmış, arkası yok zaıyf, hakîr demek olur. Âlûsînin nakline göre de: İbn-i Sa'd ve İbn-i asakir, Kelbî tarikıyle Ebî Salihten, o da İbn-i Abbastan şöyle tahric eylemişlerdir: Resulullahın ekber evlâdı Kasim, sonra Zeyneb, sonra Abdullah, sonra Ümmi Gülsûm, sonra Fâtıma, sonra Rukayye idi. Kasim aleyhisselâm Mekkede vefat etti ki, evlâdından ilk ölen idi. Sonra da Abdullah aleyhisselâm vefat etti, bunun üzerine A's İbn-i vâili Sehmî, onun nesli kesildi o ebterdir dedi. Allahü teâlâ da (.......) inzal buyurdu. İbn-i ebî Hâtimin ve İbn-i Cerîrin şemir İbn-i atıyyeden tahriclerinde de: Ukbe İbn-i ebî ma'yet, Peygamber sallallâhü aleyhi vesellem hakkında onun akıbi kalmıyor o ebterdir, derdi, Allahü teâlâ da onun hakkında bunu indirdi: (.......) Taberânî ile İbn-i merdûye de ebi Eyyubdan şöyle tahric etmişlerdir: demiştir ki, Resulullahın oğlu İbrahim vefat ettiğinde müşrikler birbirlerine gittiler, bu sâbî bu gece ebter oldu, dediler, Allahü teâlâ da (.......) Sûresini inzal buyurdu. Abd İbn-i Humeyd ve gayrisi de İbn-i Abbasın bu âyette o Ebû Cehildir (ya'ni onun hakkında nâzil oldu) dediğini rivayet etmişlerdir. İbn-i Abbastan rivayetin bu kadarında be'is yoktur. Lâkin Ebû Hayyanın ondan, İbrahim İbn-i Resulullah sallallâhü aleyhi vesellem vefat ettiği zaman Ebû Cehil ashabına çıktı (.......) dedi. Allahü teâlâ da (.......) inzal buyurdu, diye hikâye etmesi sahih olamaz, çünkü Ebû Cehlin helâki İbrahim aleyhisselâmın vefatından evvel olduğu muhakkaktır. Atâdan da Ebû Leheb hakkında nâzil olduğu menkuldur, cümhur A's İbn-i vâil hakkında nüzulü üzerindedir (.......) Bu rivayetlerden anlaşılan da kâfirler ebter demekle nesli kesik ma'nasını kasd etmişler, bununla da asıl tuttuğu işin, ya'ni nübüvvet da'vasının arkası gelmeyip akîm, güdük kalacağı ma'nasını murad ederek şematet ve izharı adavet eylemişlerdir. İşte sebeb-i nüzul rivayetleri içinde yalnız Hazret-i İbrahimin vefatı üzerine söylenmesi rivayettir, diğerlerinin hepsi de Mekkî olduğunu gösterir, meşhur olan cümhur kavli de budur. Âyetleri - Hılâfsız üçtür. Fasılası - (.......) harfidir. Bu Sûre-i kerîme vecâzetile beraber nice letâif ve işaratı cami' olarak geçen Sûrelerin bir tetimmesi ve sonraki Sûrenin de bir aslı gibidir. Bilhassa Mâ'un Sûresine münasebeti de ona mukabele gibi olmasıdır. Ezcümle orada dinsizin ve münafıkın sıfatı olan tekzîbe mukabil isbat, insafsızlığa ve buhle mukabil ata ile hayri kesîr, salâttan sehve mukabil, selâta devam; riyaya mukabil (.......) ihtisası ile ihlâs; Mâ'unu men'e mukabil, kurban ve fedakârlıkla tesadduk ve it'am arasındaki tekabül münasibetleri bilhassa ihtara şayandır. 1Biz verdik sana hakikatte kevser (.......) Sûresine bak (.......) hıtab, Resulullahadır, ı'tâ da Ma’lûm ki, atıyye vermek, ihsan eylemektir. Ya'ni ya Muhammed! emîn olki biz, Hak Rabbın şanı azametimizle sana mahza atıyye ve ihsan olarak kevser verdik kevser. KEVSER - asıl lügatte çokluk demek olan kesretten cevher gibi fev'al vezninde vasıf veya bir ism olup Râzînin ve Ebû hayyanın ifadeleri vechile kesreti ifrat derecede olan, ya'ni çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu seferden gelen bir a'rabiyyeye « (.......) = oğlun ne ile geldi?» Denildiğinde « (.......) = kevserle geldi» dediğini ve bunun çoook şeyle geldi demek olduğunu nakl ederler. Kamusta da şöyle der: kevser, « (.......) = her şey'in çoğu,» « (.......) = birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz, ve islâm ve nübüvvet, ve Taifte bir mektebin adı, ve saykal vezninde keyser gibi, «hayyir mi'tâ» ya'ni çok hayırlı, çok vergili adam, ve seyyid: ya'ni efendi adam, ve nehir ma'nasınadır ve Cennette mahsus bir nehr adıdırki Cennetin bütün ırmakları ondan teşaub eder, Sûre-i kevser bunu işrab eder (.......) şu halde kelimenin yalnız iştikakına nazaran lügatteki esas mefhumu mülâhaza olunur ve ı'ta ve ihsan edildiği haber verilen şey'in de hayırlı güzel bir şey olması lâzım geleceği, bahusus ı'ta edenin Allahü teâlâ olması ve bunun ı'tası şanı azemetle beyan buyurulması kelâmı rabbanîde kevser namiyle yad olunmasından da bunun hakikaten Allahü teâlâ ındinde sâbit, ya'ni ebedî ve nâmütenahî bir kesret ifade ettiği de düşünülürse bundan ilk anlaşılacak açık mefhum «hayri kesir» ya'ni çok pek çok hayır demek olacağında şübhe edilmez. Ancak bunun masadak ı'tibariyle ne olduğuna ve lisani dînde daha hususî bir ma'nası olup olmadığına gelince bu hususta müfessirînin türlü beyanatına tesadüf olunur ki, Tahrîrde yirmi altı kavle kadar sayılmıştır. Bunlar içinde en ma'ruf olanlardan bir kaçını olsun söylememiz icab eder. BİRİNCİSİ - Bir çok tefsirlerde selef ve halefce meşhur ve müstefîz olan ma'na kevser, Cennette bir nehrin ismi mahsusu olmasıdır. Zira yukarıda da geçtiği üzere bu ma'na Hazret-i Peygamberden sahih olarak rivayet edilmiştir; kevser rabbımın Cennette bana verdiği bir nehir -ba'zı rivayetlerde bir havz-dır ki, hayri kesîr ondadır. Ümmetim Kıyamet günü varıp ondan içecekler, evanîsi (kabları) yıldızlar adedincedir. İçlerinden kul olur halecan ile çekilir atılır, ya rabbi, o benim ümmetimdendir derim, bilmezsin senin ardından o neler yaptı buyurulur, mealinde olan hadîste hayri kesir mefhumu da tasrih olunarak Cennette bir nehir veya havuz olduğu bilhassa beyan buyurulmuştur. İmam Ahmed ibni Hanbel, Buharî ve Müslim ve İbn-i Mâce ve Nesâî ve İbn-i Cerîr ve daha diğerleri bu nehrin ta'rifi hakkında «kenarları mücevveh inci kubbeleri, içinden misli ezfer çıkar, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, arz-u tûlü Meşrık ve Mağrib arası kadar, derinliği yetmiş bin yıllık, ondan içen bir daha susamaz, ondan abdest alan ebeden perişan olmaz, benim ahdimi bozan; benim Ehli beytimi katl eden ondan içmez» gibi vasıflara Enesten, Hazret-i Aişeden, İbn-i Ömerden, İbn-i Abbastan müteaddid hadîsler rivayet eylemişlerdir, bir çok hadîslerde de havuz vârid olduğu ma'lûmdur. Bundan dolayı ikisinden murad bir midir? Havuz nehrin menbaı veya munsabbı gibi midir? Yoksa ayrı mıdır? Diye bahs edilmiştir. Meşhuru havz, mahşerdedir, ba'zıları mîzandan ve sırattan evveldir demişler, diğer ba'zıları da onlardan sonra Cennetin kapısına yakın ve ümmeti Muhammedden ehli Cennetin aralarındaki hukuku halâllaşmak için habs olunacakları yerde olduğunu söylemişlerdir. Âlûsî der ki, buna göre havz, tebdil olunacak arzda demek olur. Kazî Zekeriyya, Peygamber sallâllahü aleyhi vesellem Hazretlerinin biri sırattan evvel, biri de sırattan sonra olmak üzere iki havzı olup ikisine de kevser denildiğini nakl eylemekle beraber sahihi havzın sirattan sonra ve kevserin Cennette olduğunu ve onun munsabbı olduğu için havza da kevser denilmiş bulunduğunu söylemiştir. Ve yine Âlûsînin beyanına göre denilmiştir ki, bu havz ma'nasına kevser, aleyhissalâtü ves-selâmın zikr olunan nehir gibi havassından değildir, belki sair Enbiya aleyhimüssalâtü vesselâm hazaratının da havuzları vardır. Ümmetlerinin mü'minleri ona vürud edeceklerdir. Netekim Tirmizî hadîsinde « (.......) = her Peygamberin bir havzı vardır, ve hep onlar hangisinin vâridesi daha çok diye tebâhî ederler, ve ben muhakkak onların en çok vâridelisi olacağımı umarım» buyurmuşturki bu hadîs, Tirmizînin dediği gibi Hasen, garîbdir. Onun için Bu havuzlara îman ve i'tikad vâcib değildir. Fakat aleyhissalâtü ves-selâmın havzuna dair olan hadîsler tevatüre yakın derecede meşhur olduğu için Ehl-i Sünnet ındinde ona îman vâcib olduğu akaid kitablarında mezkûrdur. Maamafih Mu'tezileden ona iymanın vücubuna kail olmıyanlar vardır. Şübhesizki bu Sûre mucebince Resulullaha kevserin i'ta edilmiş olduğuna iymanın bilittifak vâcib olduğunda söz yoksa da onun bir nehir veya havz olmasına i'tikad sahih olmakla beraber vacibdir denemez. Zira daha diğer kaviller de vardır şöyleki: İKİNCİSİ - Ikrimeden merviy olduğu üzere şerefi nübüvvettir, zira nübüvvet dâreynin hayırlarını hem Dünya hem Dîn saadetini müstelzim umumî riyaseti câmi' ve binaenaleyh ibtidâen ataı rahmanî, hem de intihâen ataı rahîmiyi hâiz hayrı kesîrdir. (.......) diye hayri kesîr olduğu beyan buyurulan hikmetin en yüksek derecesidir. Râzînin tafsîl ettiği vechile çünkü rububiyyetten sonra ikinci mertebedir, onun için (.......) buyurulmuştur, iymanın bir rüknü olmuştur, ve ma'rifetullah esasının gusnu gibidir. Zira nübüvvete ma'rifet hasıl olunca da ondan semi', basar ve ba'zılarının kavlince sıfatı haberiyye ve vicdaniyye gibi sair sıfatlara ma'rifet müstefad olur. Gerçi nübüvvet sair Enbiyaya da verilmiştir, fakat Hâtemünnebiyyîn olan Peygamberimiz bu yüksek menkabeden hazz u nasîbi hepsinden çoktur. O hepsinden evvel zikredilmiş, hepsinden sonra ba's buyurulmuştur, bütün sekaleyne meb'ustur, bütün Enbiyadan evvel haşr olunacak, dînine nesıh vârid olmıyacaktır, onun hulukı azîmi ve fezâili add-ü ihsa olunabilmekten efzundur, Râzî burada ma'lûm olan sair Peygamberlerin mu'cizatiyle onun mu'cizeleri arasında hulâseten bir mukayese yürüttükten sonra demiştir ki, Allahü teâlâ onu istıfa buyurduğu kullarına takdim edip (.......) buyurmuş ve ona böyle bir risalet vermiş olduğu için câizdirki o rısalete kevser tesmiye ederek (.......) buyurmuştur (.......) Şu halde kevseri peygamberin fezâili kesîresi, ahlâkı azîmesi, her hayrı câmi' olan Kur'ân, tevhid, islâm, ılim ve hikmet diye tefsîr eden kaviller dahi bütün mu'cizatı Muhammediyyeye işareti tezammun eden nübüvvet ve risaleti Muhammediyyenin levaziminde dâhil olur, bunların her birinin de hayri kesîr olduğunda şübhe olmadığı için kevser bunların ayrı ayrı her biriyle de bir ıtlâkı şer'î olmuştur. Risaleti Muhammediyyenin havâssından olan makamı Mahmudu da bu miyanda zikretmek ıktiza eder. Netekim bir takım müfessirîn de bunu söylemişlerdir. Evvelki Sûrede dîni tekzib edenlere mukabil olarak mülâhaza edilince burada kevserden, hayri kesîrden zihne ilk tebâdür eden ma'na bilhassa: islâm, yahud Kur'ân yâhud bütün mu'cizatiyle rahmeten lil'âlemîn olan risaleti Muhammediyye olur. Bunların her biri Cennet nehirlerinin menbaı olan bir nehrin feyzi cereyanı ile temsil de olunabilir. Bundan maada; ÜÇÜNCÜSÜ - Ümmetinin ulemasıdır, hakikaten ılmen ve ahlâkan veresei Enbiya olan ulema, hayri kesirdir, o vahiy men'beından feyz alarak Resulullahın zikrini ihya, dîninin âsârını, şer'u hulkunun mealimini neşr için ümmete hayr-ü fazîlet ta'lim etmek itibariyle Cennette rıdvan menbaından akan kevser nehrine benzerler. Enbiya ma'rifetullah usulünde müttefık olup da şeriatte muhtelif olarak halkın salâhı için rahmeti ilâhiyye nâşirleri olduğu gibi ulemai ümmet de kalbleri tevhidi hak ve vicdanları ahlâkı Muhammedî üzere rıdvan neş'esiyle şer'ı Muhammedînin usulünde müttefık ve ahval ve zamana göre furu' ve cüz'iyyatında muhtelif olarak halka rahmet neşrederler. Yine Râzî derki; bunda fazîlet iki vechiledir: birisi rivayet olunduğu üzere Kıyamet günü her Peygamber getirilir, ümmeti de ardınca gelir, nice Peygamber ma'iyyetinde bir iki kişi gelir, bu ümmetin ulemasından her bir âlim de getirilir. Bir çoğunun ardınca binlerle kişi de gelerek hepsi Resulullahın nezdinde toplanırlar, öteki ba'zı ulemanın tabi'leri diğer Peygamberlerden bininin tabi'inden kesretli olur, ikincisi ulema, vahiyden me'huz olan nususa ittiba' etmeleri haysiyyetiyle musîbdirler, kitabı mahfuz ve mazbut olan bu ümmetin uleması bütün himmet ve cehdlerini sarf edip meşakkatler çekerek yaptıkları istinbat ve ictihadda da musîbdirler, ba'zıları hata etmiş olsalar bile onlar dahi ibtida, hüsniniyyetle hakkı arayıp cehdlerini sarf ettiklerinden dolayı me'curdurlar (.......) İsabet eden on sevaba nâil olursa sarfı cehd edip de hata edenin bir sevaba nail olacağı bir hadîsi şerîfte beyan olunmuştur, fakat hakkı aramayıp da ictihad namına heva ve isteklerine tabi' olanların ılim haysiyyetiyle hareket etmemiş olduklarından dolayı bu hayır ve fazîletten hâric ehliheva olduklarını ise ıhtara hacet yoktur. Maamafih bu ma'na da ılm-ü hikmet ma'nası tahtında mülâhaza olunabilir. DÖRDÜNCÜSÜ - Etba' ve eşya'ının kesretidir, Allahü teâlâ ona o kadar çok hayırlı ashab ve etba' ihsan buyurmuşturki Sûre-i vakı'ada geçtiği üzere ehli cennetin nısfından ziyadesi onun ümmetinden olacağı sahih hadîslerle va'd ü tebşir olunmuştur, Râzînin zikrettiği vechile şu mealde rivayet olunan bir hadîsi şerîf ile de istidlâl edilmiştir, aleyhissalâtü vesselam buyurmuşturki: ben, İbrahim Halîlullahın duâsı ve Îsanın tebşir eylediğiyim, Peygamberlerle beraber bulunurken bize insanlardan bir ümmet zuhur edecek, hepimiz onlara gözlerimizi dikeceğiz, her Peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek, göreceğiz ki, abdest asârından alınları ve elleri, ayakları parlıyor (.......), görünce ben diyeceğim ki, Kâ'benin Rabbı hakkı için bunlar benim ümmetim, derken onlar, hisabsız olarak Cennete girecekler, sonra bize evvelkilerin iki misli kadar diğer bir ümmet daha zâhir olacak, yine gözlerimizi dikeceğiz, her Peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek, göreceğiz ki, abdest asârından alınları ve elleri, ayakları parlıyor ben yine Kâ'benin Rabbı hakkı için bunlar benim ümmetim diyeceğim, onlar da hisabsız olarak Cennete girecekler, sonra bize o refi' olunanların üç misli ref'olunacak, yine gözlerimizi dikeceğiz deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi söyledikten sonra Resulullah buyurmuştur ki, « (.......) = nastan hiç kimse girmeden evvel benim ümmetimden üç fırka muhakkak ve muhakkak Cennete girecektir.» aleyhissalâtü ves-selâmın « (.......) = nikâhlanınız, tenasül ediniz, çoğalınız çünkü Kıyamet günü ben sizinle ümmetlere mübâhât edeceğim hattâ bir sıkıt ile bile.» buyurmuş olduğu hadîs de ma'lûmdur. Sıkıt gibi henüz mükellefiyyet haddine irmemiş olanlarla bile mübâhât edecek olan Peygamberin öyle cemmi gafîr olan ümmetin kesretiyle nekadar şad olacağını te'emmül etmeli, bu da pek büyük bir ni'met olmak hasebiyle bunu ıhtar siyakında da (.......) buyurulması dahi elbette güzeldir. Ve bu ma'nada ulema dahi dahil olur. BEŞİNCİSİ - Hazret-i Peygamberin evlâdlarının kesretidir, bu Sûrenin nüzulü aleyhissalâtü ves-selâmın oğlunun vefatı üzerine ona ebter diye şematet etmeğe kalkışan düşmanlarını redd için olması sebebiyle bilhassa bu ma'na ile tebşir dahi pek mütenasibdir, ya'ni düşmanların zannettiği gibi senin oğullarının lihikmetin vefatiyle neslin kesilecek değil, bil'akis sana müruri zaman ile kesilip tükenmiyecek çok pek çok nesil vereceğiz demek olurki hakikaten de öyle olmuştur. Maamafih bu ma'nayı üçüncü âyetten anlamak daha açık olur. Bunlardan başka daha ba'zı ni'am ve fezâil zikrolunmuştur. Fakat bütün bu ma'nalar söylenmekle beraber müfessirlerin çoğu «hayri kesîr» ma'nasında israr etmişlerdir, çünkü asıl lügaten mefhum olan en şumullü ma'na odur. Diğerlerine kevser ıtlâkı hep bu hayri kesîr mefhumu i'tibariyledir, bunda dünyevî uhrevî tasavvur olunabilen ve henüz tasavvur olunamıyan her hayrı kesîr de dahil olabilir. İbn-i Cerîr ve İbn-i asakir bunu Mücahidden rivayet etmiş oldukları gibi Sa’îd İbn-i cüberyden, İbn-i Abbastan meşhur olan da budur. Buharî ve İbn-i Cerîr ve Hâkim Ebû Bişr tarikıyle Sa’îd İbn-i Cübeyrden, İbn-i Abbas radıyallahü anhümadan şöyle rivayet eylemişlerdir: kevser, Allahü teâlânın ona, ya'ni Resulüne i'ta buyurduğu hayırdır dedi. Ebû Bişr: ben, Sa’îde «birçok kimseler o Cennette bir nehirdir diyorlar dedim, «Cennetteki nehir, Allahü teâlânın ona ata buyurduğu hayırdandır» cevabını verdi, diye de izah eylemiştir, ve bu cevab aynen İbn-i Abbasın kendisinden de nakledilmiştir. Şimdi burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: kevserin Cennette bir nehir olduğu hakkındaki hadîsler sahih ve hattâ selef ve halefte tevâtüre yakın bir derecede meşhur ve müstefîz iken doğrudan doğru Resulullahdan sâbit olan bu tefsîre karşı diğer ma'na ve ihtimallerden bahsetmek nasıl câiz olur? Ve bunca müfessirler böyle müteaddid kavillere nasıl zâhib olurlar? Buna cevab, hayri kesîr mefhumunun kat'iyyet ve şumuliyle beraber hadîslerin bir misal ile tefsir olması ihtimalidir. Şöyleki hadîsin birinde (.......) denilmesinden de anlaşıldığı üzere hayri kesîr ma'nası lâfzın esaslı mefhumu olduğu ve âyette (.......) in lâmı ahde haml olunduğu takdirde dahi bu mefhumun sübutunda tereddüde mahall olmadığı gibi hadîslerin de mutlak olan i'tayı yalnız Âhırete tahsîs ma'nasına olmayıp kevserin yalnız akl ile bilinmesi kabil olmıyan ve ancak müşahede ve nübüvvet haberiyle biline bilecek olan en mühim bir misâli ile tefsîr kabilinden olması muhtemil bulunduğu ve binaenaleyh mefhumu tefsîr ederken Kur'ânın açık olan ıtlak ve şumulünü dahi muhafaza ederek tefsîr eylemek her şübheden sâlim olacağı cihetle müfessirîn zikrolunan ve yalnız tarafı risaletten ayrıca beyan ile bilinebilecek olan nehir ve havz hadîsleriyle beraber lâfzın ma'kul olan bütün ihtimalâtını dahi mülâhaza ve tefekkür ettirmek üzere hayri kesîr mefhumu üzerinde diğer bir çok misâllerini de tefsîr siyakında zikretmeği vâzife bilmişler ve söylenen kavillerin hepsi de âyetin mazmununda dahil ve diğer edille ve karâin ile de müeyyed bulunduğu için bu babda yekdiğerini hata ve dalâle dahi nisbet eylememişler, ancak rivayeten zâhir olan hadîsler vechile hayri kesîrin menbaı olan Cennette bir nehri mahsus diyemi? Yoksa dirayeten zâhir olup bir çok misâllerle izah edilebilecek olan mutlâka hayri kesîr mefhumu ilemi? Tefsir etmek daha sahih ve daha evlâ olacağında ihtilâf eylemişlerdir. Netekim İbn-i Abbasın da nehir hadîsini söylemekle beraber Sa’îd İbn-i cübeyrden rivayet olunduğu vechile o da hayri kesîrdendir. Demiş olması nehir tefsirini misâl ile tefsir telâkkî etmiş olduklarını gösterir. Onun için bütün tefsirlerin hasılı iki vech üzerinde hulâsa edilir: birisi Cennette bir nehirki hayri kesîr ondadır. Birisi de mutlâka hayri kesîr. Bundan dolayıdırki Râgıb Müferedatında bu iki ma'nayı tesbit ederek şöyle der: (.......), o Cennette bir nehirdirki enhârı Cennet ondan teşaub eder denildi, bir de o, o hayrı azîmdir ki, Allahü teâlâ onu Peygamberi sallâllahü aleyhi ve sellem Hazretlerine i'ta kılmıştır denildi. Sehî adama da kevser denilir ve birşey son derece kesretle çoğaldığı vakıt da (.......) denilir (.......) Evvelki Sûrede geçtiği gibi dîni tekzib edenlere tam mukabil olmak üzere Allahü teâlânın hisler, akıllar mâverâsında hazinei gaybından cereyan eder nice gizli asârı celâl ve cemali muhakkak olduğuna îman eden sırf dîn neş'esiyle, sirrî bir zevk ile mülâhaza edilince ehadisi şerifenin temsil ve tasviri gibi Cennette bir nehir olması daha derin ve daha zevkli, daha ma'nalıdır, bununla ebedî, kudsî bütün hayır gayelerinin menba'ı rıdvandan nâmütenahî feyiz cereyaniyle tecelliyâtı sirriyesi hakikatı Muhammediyyede zuhur edeceği misâlî surette anlaşılacağından başka o nehrin kendisine Mi'racta gösterildiği ve onun üzerine Sidrei müntehâ refi' olunarak eseri azîm müşahede ettirildiği, ya'ni (.......) sirri tecelli ettiği de bu hadîslerde haber verilmiş olduğundan bu ma'nada (.......) mazmunlarıyle bilhassa Mi'race dahi işaret edilmiş olur. O halde buna mukaddime ve vesiyle olarak verilmiş olan sâir atayayı rabbaniyyeye delâlet ise evleviyyetle sâbit olacağı ve onlar mefhumı lügavî ile zâhiren de analşılabileceği cihetle Resulûllah hassaten nehri mezkûru ıhbar ile iktifa buyurmuş demektir. Lâkin yalnız sirrî bir zevk ile değil de herkes için daha vâzıh olmak üzere aklî bir zevk ve nazarla mülâhaza edildiği surette yine Hadîs-i şerifin işaret eylediği vechile mutlâka «hayri kesîr» mefhumiyle tefsir etmek daha açık ve şumullu ve umumun tefekkür edebilmesi i'tibariyle daha fâideli olduğu da zâhirdir. Bu surette dini islâm, (.......) buyurulan hikmet, (.......) buyurulan nübüvvet ve risaleti Muhammediyye, bahusus Kur'ân, Kur'ânın ihtiva ettiği bütün hayr-ü fezâil, ezcümle süveri Kur'âniyyede (.......) gibi âyetlerde Resulûllaha bilhassa bahş ve va'd buyurulduğu beyan olunan dünyevî, uhrevî bilcümle ataya ve füyuzâtı ilâhiyye, şer'inin bekası, ümmetinin uleması, hayırlı etba' ve eşyaının, nesl-ü evlâdının kesreti, Mi'racda mazher olduğu mevahib, nihayet şefaati, Cennetteki nehri mahsusu ilh... hep hayri kesîr mefhumunda dahil misal ve mâ sadakı olarak mülâhaza ve tafsîl olunur. Böyle biri mefhum, biri daha ziyade mâsadak ifade eden bu iki tefsîr ile kevser kelimesi lisanı şeri'de vasfiyyetten ismiyyete nakl olunarak dîni islâm ve nübüvveti Muhammadiyyenin dünyevî ve uhrevî füyuzâtı ledünniyyesinin ismi olmuştur. Sûre-i Tevbede (.......) buyurulduğu üzere Ma’lûm ki, Dünya hayat mata'ı Âhırete nazaran kalîl, pek az bir şeydir, çünkü fânîdir, geçicidir, mütenâhîdir, Allahü teâlânın kevser buyurduğu ata ise çok pek çok demek olduğu için geçiçi Dünya mata' ve servetinden ıbaret olmayıp Âhırette ve Allah ındinde çok ebedâ kesilmez tükenmez «ataı gayri meczuz» olduğu gerek kevser lâfzının müeddâsı ve gerek «vedduhâ» da geçen (.......) hukmünün muktezası olarak anlaşılmak lâzım geleceği gibi Sûrenin âhirinde de bunun aslâ kesilmiyeceği ayrıca tensıys olunmuştur. Ve işte kevserin bilhassa Cennette bir nehr olduğunu Resulûllahın beyanı da dünyevî olan cihetlere ehemmiyyet vermeyip asıl uhrevî olan bu ciheti tasrihan tefsir olmuştur. Şu halde «vedduhâ» Sûresinde (.......) diye istıkbal sıygasiyle va'd buyurulmuş olan atâ burada daha kuvvetli ve daha kesretli olmak üzere (.......) diye mazî sıygası ve kevser lâfzıyle ifade buyurulmuştur. Bu ise onun Dünya da iken tehakkuk etmiş emri vaki' olduğunu iş'ar eder. O halde en çok ve en mühim kısmı Âhırette tehakkuk edecek olan bu atanın böyle ifade edilmiş olmasının nüktesini düşünmek ıktiza eder. Zira bu (.......) fi'li ya ıhbar ya inşâdır: ıhbar olduğuna göre mazîde verilmiş bir i'tayı haber vermiş olur, hibe ve temlik akıdlerinde olduğu gibi bir inşa ifade ettiğine göre de filhâl bir i'tayı iycab ve inşa etmiş olur, ve usulce ma'lûm olduğu üzere bu gibi akıdlerde kullanılan mazî sıygaları lügaten bil'ibare ıhbara mevzu' olmakla beraber şer'an da bilıktiza inşaya delâlet eylediklerinden dolayı doğrusu burada ıhbar ile beraber inşa dahi vardır. Fakat i'tanın, temlikin mazîde veya halde tehakkuk etmiş olmasından mu'tanın tenâhîsi ve inkıtaı lâzım geleceği zann edilmemeli, i'tanın müteallakı kendi mahiyyetine göre mülâhaza edilmelidir. Gerçi teberrüat, kabz ile tamam olur kaidesine göre i'tanın tamam olması mu'tanın temamen vücûde çıkarılarak teslîmine mütevakkıf ise de Âhıret na'îmi namütenahî olduğu için kevserin istıkbaldeki bütün cereyaniyle filhâl temamının vücûde çıkarılarak teslîmi ihtimalden harictir, bundan dolayı müfessirin burada mazî ile ta'birin nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir: 1- ba'zıları istıkbalde vukuun tehakkukuna binâne mazî ile ta'bir olunduğunu söylemişlerdir. Bu (.......) gibi istıkbalde bir va'din tehakkukunu ifade ederse de mazîde veya halde bir inşa ifade etmiyeceği cihetle hılâfı zâhirdir. 2- denilmiştirki bunda i'tanın büyüklüğüne ve icrası giri bırakılmayıp emri mer'î olduğuna işaret edilmiştir, bunu şu iki vecih izah eder: 3- zaman ma'nası maksud olamıyarak bu i'tanın ezelde mükadder bir hukmi rabbanî olduğunu ve Allahü teâlânın iğna ve is'ad yâhud ifkar ve işka ile huküm ve takdiri hâdis olmayıp ezelî bulunduğunu iş'ardır. 4-Bir şey'in aslını, menbaını, eshab ve ılletini vermek ve onun bütün istıkbaldeki furu' ve netaici ve zevaid-ü semeratı ile tamamını vermektir. Netekim bir bağçeyi hibe ve teslim onun senelerce husule gelecek hasılâtının da temlikini itmam etmiş olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi teslim demektir. Bu vechile Dünyevî hayırların esbabını bahş etmek Dünya hayırlarını bahş etmek olacağı gibi Dünyada uhrevî hayırların esbabını bahş etmek de Âhıret hayırlarını bahşetmek olur. İşte kevseri bahşetmek böyle evvel-ü âhırı sirr ve gayb âleminde bulunan hayrı kesîri bütün menabii ile bahşetmektir. O, hakikatı Muhammediyyeye ezelde takdir olunarak i'ta emri ile verilmiş, bu Sûrenin nüzulü esnasında bilfiil verilmiş bulunan mevhûbatı Rabbaniyye ile de ileride ona terettübü mukadder olan füyuzatı ilâhiyyenin esbabı verilmiş olmak haysiyyetiyle istıkbalde cereyan edecek olanların hepsi de halde temsil ettirilerek verilmiş, takdiri ezelî hukmünce ilerisinin kesilmiyeceği de te'ahhüd olunmuştur. Kevseri Cennet nehirlerinin menbaı olan bir nehir diye ta'rif de bunu anlatır. Çünkü Kur'ânda Cennet ni'metlerinin cereyanı (.......) diye nehirlerle anlatıldığı gibi Sûre-i Muhammed de müttekîlere va'd olunan Cennet na'îminin cereyanları ve zevk u lezzetleri (.......) âyetinde bozulmaz su nehirleri, ve tadı değişmez süt nehirleri, ve içenlere lezzet şerab nehirleri, ve süzme bal nehirleri ile temsil olunduğu ma'lûmdur. Onun için kevserin Cennette Peygambere verilmiş bir nehir olarak kendisine Mi'racda gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve tînetinden miski ezfer çıkar, ilh... gibi vasıflarla ta'rif ve tavsif olunması ve ümmetinin Kıyamet günü ona vürud edip içeceklerinin haber verilmesi de gösterir ki, o süt ve bal Cennet nehirlerinin temsilidir. Ve kevser onların hepsinden hoş ve üstün olarak Peygambere mahsus menbaı olup müttakîlere mev'ud Cennet ırmaklarının ondan tefeccür edeceği Sûre-i Muhammed âyeti uslûbu üzere ve ona işareten bir beyan olduğundan gaflet edilmemek ıktiza eyler. Binaenaleyh evvelki Sûrelerden sonra Sûre-i mâ'unu müteakıb mazî sıygasıyle (.......) buyurulmasında ezelden bir ıhbar, halde bir inşa, namütenahî istıkbal için de bir teahhüd mahiyyetinde Resulûllaha ve ümmetine hakikatı Muhammediyye hassasından olmak üzere tebşir üstünde tebşir olarak şu ma'nalar var demektir: ya Muhammed! Biz, Rabbülâlemîn seni vücûde getirmezden mukaddem sana bütün saadetin sebeblerini, hayr menba'larını mahzı ata ve ihsan olarak takdir ve tehyie edip önceden verdik, seni bu yüksek fıtratle vücûde getirip yetişdirdikten, sen okumazken (.......) emriyle suhufı mutahrereyi okuttuktan ve sen hakk ruhiyle onların hakkını iyfa ve şükrünü eda etmek üzere dîn ve ubudiyyet ile hayra iştigale başladıktan sonra onlara terettüb ettireceğimiz ve o menba'lardan akıtmasını ezelden takdir ve teahhüd eylediğimiz Dünyevî Uhrevî netâic ve semerat, ecr-ü mesûbat, hayr-ü berekât da şimdiden senin olmuştur, tekzîb edenlerin tekzîbine rağmen sana o yüksek fıtratı, ni'metlerimizin sıratı müstekîmi olan dîni (.......) her dîne üstün olacak olan hak tevhid dînini, (.......) olan islâmı, (.......) buyurulan hikmeti (.......) olan risaleti ve İns-ü Cinnin bir mislini getiremiyeceği hüdâ, nur, kitabımübîn olan (.......) mucebince hıfzı teahhüd buyurulan Kur'ânı, onun mutezammın olduğu va'd-ü va'îdi ile rahmet-ü rıdvanı, hulükı azîmi, velhasıl evvel-ü âhırı hamd olan hakikatı Muhammediyyeye takdir ve tahsîs buyurulan fezâili kesîre ve beyyinâtı vefîreyi bahşetmekle sana Dünya ve âhıretin hayri kesîri ve Cennet nehirlerinin menbaı olan kevser, ata kılınmış bulunuyor. Bir atâ ki, hem en hoş, hem gayet çok, veren mu'tîsi de bütün âlemlerin Rahman, Rahim Rabbi, seni mi'raca çıkaran, sana (.......) buyuran, (.......) buyuran, (.......) buyuran, sana Kadir gecesini veren ve daha sen Dünyaya gelirken Beyti yıkmak üzere gelmiş ashabı fîli o acîb keyfiyyette def-ü perişan edip seni yetiştiren azîmüşşan rabbın. Emîn olki senin hayr-ü feyzın, berekâtın kesilmek ihtimali yoktur, ardınca Enbiya veresesi olan ulema, hayırlı ümmet, hayırlı zürriyyet ve evlâd gibi pek çok Ashab ve etba' gelecek, onlar da senden feyz alarak Âhirette, o makamı Mahmudda senin me'iyyetinde Livai hamd altında o kevserin bütün lezzetlerden daha tatlı daha hoş olan kesilmez, tükenmez cereyanından mütena'im ve mütelezziz olacaklar. Onun için şimdi bu kevser atıyyesinin şükrünü eda etmek üzere |
﴾ 1 ﴿