NASRBuna Sûre-i Nasr ve (.......) denilir. Nedenîdir, İbn-i Mes'uddan buna Sûre-i tevdi' dahi denildiği mervîdir, çünkü bunda Hazret-i Peygamberin irtihaline bir iyma vardır, Buharîde Hazret-i Aişeden: (.......) nâzil olduktan sonra Peygamber sallâllahü aleyhi ve sellem her kıldığı namazda (.......) derdi, rükûunda, sücûdunda bunları çok söyler olmuştu. Yine Buharîde İbn-i Abbastan: demiştir ki, Hazret-i Ömer beni meclisinde Bedir ihtiyarlariyle beraber alırdı, buna, ba'zısı içerilemiş gibi bunu niçin bizimle beraber alıyorsun bizim onun kadar oğullarımız var demiş, Ömer de o bildiğiniz cihetten demiş, yine birgün beni çağırdı, onlarla beraber aldı, sonra anladımki o gün beni onlara göstermek için çağırmış, dediki: (.......) kavli ilâhîsi hakkında ne dersiniz: ba'zıları bize nusret ve fetih ihsan edildiğinde Allah’a hamd ve istiğfar etmemiz emr olundu, dediler, ba'zısı da sükût etti, bir şey söylemedi. Bana sende mi böyle söylüyorsun; ya İbn-i Abbas; dedi, ben hayır, dedim, ya ne diyorsun? Dedi, o, dedim: Resulullahın ecelîdir ona onu bildirdi; Allah’ın nusreti ve fetih geldiği vakıt o senin ecelin alâmetidir, artık (.......) buyuruyor dedim, Ömer benim bildiğim de ancak söylediğindir, dedi. Âlûsî der ki, İbn-i Abbastan ve gayrisinden müteaddid rivayetlerde: bu Sûre nâzil olduğu zaman aleyhissalâtü vesselamın « (.......) = bana vefatım haber verildi» buyurduğu vârid olmuştur. Beyhekînin rivayetinde: «bu Sûre nâzil olduğunda aleyhissalâtü ves-selâm Hazret-i Fatime radıyallahü anhayı çağırıp (.......) buyurmuş, o da ağlamış, sonra da gülmüş, sorulduğunda Hazret-i Fatime demiştir ki, vefatını haber verdi, ağladım, sonra da bana ehlimden ilk lâhık olacak sensin dedi güldüm demiştir (.......) Bunun Hıccetülvedâ'da teşrık günlerinde, ya'ni Mekkede nâzil olduğuna dair bir rivayet vardır, bundan Mekkî olduğunu zann etmemelidir, çünkü medenî demek esahhı kavle göre yalnız Medîne içinde nâzil olan demek değil, Medîneye hicretten sonra nâzil olan demek olduğundan ondan sonra gerek seferde ve gerek hazerde, gerek Medînede ve gerek Mekkede nâzil olanların hepsine Medenî denilir. Maamafih gerek evvel, gerek sonra Mekkede nâzil olanlara mekkî diyenler de olmuştur. Bu ma'na ile buna da mekkî denilirse de yanlış anlatılmamalıdır, en doğrusu evvelkidir. Ve denilmiştirki: bu Sûre, âyet i'tibariyle değil, fakat Sûre i'tibariyle Kur'ânın en son nâzil olanıdır. Âlûsînin kayd ettiği vechile Müslim ve İbn-i ebî şeybe ve İbn-i merdûye İbn-i Abbastan şöyle rivayet eylemişler: bütün Kur'ândan en son nâzil olan Sûre (.......) dır. (.......) Bununla beraber Beyzavîde ve sairede çokları bunun fethi Mekkeden evvel nâzil olduğunu söylemişlerdir. Bahirde, Hayber gazasından dönüşte nâzil olduğu ve bundan sonra Resulullahın iki sene yaşadığı zikr edilmiştir. Hattâ Hayber gazası yedinci sene olduğu cihetle iki seneden ziyade eder. Ve şu halde Peygamberin vefatını îyma etmesi vefatı sıralarında nâzil olmasından değil, alâmatını sayarak önceden haber vermiş olmasındadırki iki üç sene evvel gayb haberi verilmiş, ya'ni nusret, fethi gelmek ve nâsın islâma alay alay girmeğe başladıklarını görmek, bu üç muvaffakıyyeti görmeden sen vefat etmiyeceksin, fakat bunları gördüğün vakıt Rabbına gitmeğe hazır ol denilmiş demek olur. Âyetleri - Bilittifak üçtür. Fasılası - (.......) harfleridir. Bu Sûrede evvelki Sûredeki ıhlâs ve tevhid ile ibadetin mükâfatlarından olarak kevserin Dünyada bir nevi' tezahürü demek olan islâmın feyz-ü intişarı kazıyyesini ihbar siyakında, (.......) de Peygambere muzaf olan dînden murad Allah dîni olan islâm olduğunu dahi beyan ederek Peygamberin son vazîfelerini bildirdiği cihetle evvelki Sûrenin bir akıbeti olmak üzere onunla mütenasibtir. 1Gelip de Allah’ın nusreti ve feth (.......), tahakkuk ifade eden bir zarfı zaman olduğu için fi'li mazîye dahil olur, şart ma'nasına delâlet ettiği cihetle de mazînin ma'nasını müstakbele kalb ederek şartın istikbalde tehakkukunu ifade eyler, burada şartı (.......) ile ona ma'tuf olan (.......) fiillerinin mecmuudur, cevabı da (.......) ve ma'tufudur. (.......) nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı burada makablinin de mülâhazesiyle şu ma'na hasıl olur: ya Muhammed! Seni gönderen, senin yegâne ma'budun olan Allah’ın nusreti ile fetih gelecek, hem sen nâsın Allah dînine fevc fevc girmeğe başladıklarını göreceksin (.......) buyurulmuştur, sen Allah’ın resulü olduğun ve evvelki Sûre mazmunu üzere tevhid ve ıhlâs ile Allah’a ıbadet ve ubudiyyet edip sırf onun dînine sarıldığın, bu suretle mücahede ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar muhakkak olacak, işte bunlar tehakkuk ettiği vakıt (.......) Allah’ın nusreti -düşmanlara karşı galib ve muzaffer kılacak olan mev'ud yardımı, (.......) buyurulan yardımı (.......) ve fetih- Zemahşerî derki: nasr ile fetih arasında ne fark vardır ki, ona atf edilmiş? Dersen!. Derimki: nasr, igase ve düşman üzere üstün kılmaktır, fetih de fethi bilâddır, ve ma'na Resulullahın Araba veya Kureyşe zaferi ve Mekkenin fethidir, Allah’ın mü'minlere nusreti ve şirk bilâdını onlara fethi cinsidir de denilmiştir (.......) Râzî tefsîrinde de derki: nasr, matlûbun tahsîline ianedir, fetih de ona müteallık olan matlûbun husule getirilmesidir, nusret fetha sebebdir, onun için atf edilmiştir. İkinci bir vecih: nusret dînin kemali, fetih dünyevî ıkbaldirki tamamı ni'mettir, bunun nazîri (.......) dir. Üçüncü bir vecih: nusret Dünyada maksuda zafer, fetih de (.......) buyurulduğu üzere Cennete âid olmaktır. Akvalin azheri nasrın Kureyşe veya bütün Araba galebe, fethin de Mekke fethi olmasıdır (.......) İbn-i Abbastan menkul olan da Mekkenin fethidir ki, ona «fethulfütuh» ya'ni fetihlerin fethi denilir, netekim buna mukaddime olan Hudeybiye muahedesine de fethi mübîn denilmişti. Şu halde asıl ma'na sade Kureyşe veya Araba karşı nusretin ve Mekke fethinin hususıyyetleri üzerine değil, bunlar ileride bunlara terettüb edecek futuhatın miftahı, islâma futuhat kapılarının açılışı demek olması hasebiyle bu galebe ve fethin gelmesi, gelecek bütün futuhatın gelmeğe başlaması ma'nasına râci' olduğundan dolayı birçok müfessirîn bu nasr-u fethi cinse haml eylemişlerdirki bu ma'na kevserin i'tasında beyan olunan ma'na gibi olarak (.......) buyurulan güne işaret olmuş olur. Hıccetülveda'da teşrık günlerinde Minada nâzil olduğu rivayetine göre bu ma'na daha yakın olur. Ancak bu takdirde (.......) daki istıkbal ma'nası (.......) fi'ilinde değil, ru'yetin ba'zı kısmı i'tibariyle mülâhaza olunmak lâzım gelir. Bu iyzahtan sonra şu neticeye de gelebiliriz ki, fetihten murad yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp daha ziyade kalblerin îman ve islâma fethi demek olur, Mekke fethi üzerine en ziyade terettüb eden futuhat, dîni islâmın derhal intişar edivermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin mümaneatinden dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalblerin Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın islâma açılıvermiş bulunmasıdır. Onun için Isam demiştir ki, (.......) ya münasib olan, fethin mü'minlere dîn kapısının açılması ma'nasına haml olunması da kalbe çarpan ma'nalardandır (.......) Yukarılarda da geçtiği üzere Mekkenin fethi hicretin sekizinci senesi Ramazanında olmuştu, Resulullahın meıyyetinde Muhacirîn ve Ensar ve sair mü'minlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı, ikibin kişi de sonradan iltihak etmişti. aleyhissalâtü ves-selâm Mekkede onbeş gün kaldı, ilk girdiği zaman Ka'benin kapısında durub: (.......) demişti. Sonra da: ey ehli Mekke! Şimdi ben size ne yapacağım? Dersiniz? Buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş, ve kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz siz tulekasınız (.......) buyurdu, bu suretle onları azad etti, onun için onlara «tuleka» ta'bir olundu. O zamana kadar islâma girenler birer ikişer giriyorlardı. Buharî Amr İbn-i selemeden şöyle tahric eylemiştir: demişdirki: feth olunca her kavm, islâm ile Resulullaha mübaderet etti, bütün kabîleler islâma gelmek için Mekkenin fethini gözetiyorlardı, ve onu kavmi ile bırakın eğer onlara galebe ederse o Peygamberdir diyorlardı. Hasenden de: Resulullah sallallahü aleyhi vesellem Mekkeyi feth edince a'rabîler «Allah teâla ehli Mekkeyi Ashabı fîlden korumuşken o mâdemki onlara karşı muzaffer oldu o halde sizin ona eliniz irişmez» dediler ve fevc fevc Allah dînine girdiler (.......) Bunlardan anlaşılırki fetihten murad Cumhûrunun dediği gibi Mekkenin fethi olmakla beraber o yalnız adî bir şehrin fethinden ibaret değil, Kâ'benin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dînine, islâm kapısının umum insanlığa açılışı ve bu suretle fetihlerin fethi olmuştur. Derhal bütün Arabistana ve oradan bütün cihana yayılan islâm futuhatı maddiyye ve ma'neviyyesi Kâ'be kapısının açılmasiyle başlamıştır. Şu da bunu iş'ar eyler: 2Gördüğün vakıt nâsı girerlerken Allah dînine fevcâ fevc (.......)bâlâda söylendiği vechile bu (.......) ye ma'tuf olarak (.......) mecmuunun başına dahil bulunduğundan mecmuu birden bir vakıt ve bir şart olmak üzere mülâhaza edilmek lâzım gelir. Râzînin dediği gibi nâstan zâhir olan Arabın gayriye de şâmil olmak üzere umum insanlardır, fakat bu ta'mim, ibtida Arabdan başladığı cihetle ilk evvel Arabe masruf olmak ıktiza eder. Onun için ekser müfessirîn, Arab demişlerdir. Asıl maksad da istığrakı hakikî ile her ferdi insanın değil, umumı urfî ile insanlık âleminin duhule başladığını görmek veya bilmektir. (.......) buyurulduğu üzere insanlık hılkatinden ve akılden maksud Allah’ı tanıyıp ıbadet etmek olduğu cihetle hakkı tanımıyanların (.......) hukmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yetten zâhir olan da gözle görmektir. İki mef'ulüne ta'diye eden ef'ali kulûbdan olarak ılim ma'nasına olmak da mühtemil denilmiştir. Ya'ni Allah’ın mevud olan nusreti ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya eseri haricîsiyle anlayıp bildiğin vakıt ki, (.......) giriyorlar,- rü'yet basarî olduğuna göre nâs, mef'ul, bu cümle nâstan haldir, giriyorlarken demek olur. Rü'yet kalbî olduğuna göre de onun ikinci mef'ulüdür. Nâsı giriyorlar gördüğün vakıt demek olur. (.......) buyurulmayıp (.......) buyurulması da hepsinin duhulleri tamam olmuş olmayıp girmeğe başladıklarını ve peyderpey gireceklerini iş'ar eder. Ve işte bu i'tibar iledir ki, nâs Arabdan maadaya da şâmil olur ve istıkbaldeki duhuller de bu hale mütelâhık olacağı anlaşılır. Ya'ni giriyorlar ve girecekler (.......) Allah dînine -ya'ni hak islâm milletine ki, Allah ındinde dîn odur, ondan başka dîn isteyenin dîni kabul olunmaz. (.......) dir. Allah’a tav'an teslim olup da inkıyad etmiyen nihayet kerhen inkıyad etmeğe mecbur olur, ona irca' edilir. (.......) Öyle giriyorlar ki, (.......) fevc fevc: alaylarıyla cemaat cemaat. Bu da nâsa râci' olan (.......) zamirinden haldir. Râgıb der ki, fevc, sür'atle geçen cemaattir, mutlak cemaat ma'nâsına da gelir (.......) Şu halde her iki ma'na ı'tibariyle bizim alay ta'birimize müşabihtir. Burada mutlak cemaat ma'nasına olmakla beraber efvacen diye cemi'lenmesi haysiyyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu dühulün peyderpey gelen bir geçid resmi manzarası ifade etmiş olacağından gaflet olunmamak ıktiza eyler. Bu manzara ise (.......) va'di mucebince bu hak dînin bütün dînlere galebesinin zuhuru manzarasıdır ki, bu, Mekkenin fethi ile Resulullahın vefatı arasında başlamıştır. Ebû Ömer İbn-i Abdül'berr demiştir ki, Resulullahın vefatında Arabda kâfir kalmamıştı, Mekkenin fethini müteakıb Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi islâma girmişti, kimi kendi gelmiş kimi de fevc fevc vefdlerini murahhas hey'etlerini göndermişlerdi, İbn-i atıyye de demiştir ki, bunun kâfir kalmamıştı demesinden murad Allahü a'lem put perest Arab kalmamıştı demek olmalıdır. Çünkü Benî tağlib Nasârâsı Resulullahın hayatında henüz islâma girmiş olmayıp cizye vermeği kabul eylemişlerdi. O halde murad ehli Mekke, Taif, Yemen, Hevâzin ve emsali abedei evsan olmuş olur (.......) Ikrime ve Mukatilden bir rivayette de nâstan murad ehli Yemen denilmiş, onlardan yedi yüz kişi murahhas (vefd) olarak gelmiş islâmı kabul etmişlerdi. Bu münasebetle (.......) îman, Yemanîdir, hikmet de Yemanîdir, ya'ni Yemen tarafına mensûbdur, hadîsi de ma'ruftur. Mekkenin fethiyle akıbindeki Huneyn muharebesi ve Taif muharasından başka bir harb olmaksızın, ondan sonra Peygamberin vefatına kadar iki sene zarfında bütün Arabistanın her tarafından akın akın, fevc fevc hey'etler gelerek islâma girmişler, Necranlılar ve Benî tağlib gibi henüz doğrudan doğru islâmı kabul etmemiş bulunanlar da islâm zimmet ve tabi'ıyyetini kabul etmişler, islâm milleti içine girmişlerdi, ve bu suretle haricdeki devletlere karşı da islâmı da'vet ve fütuhatının kapısı açılmış bulunuyordu ki,; hep bunlar (.......) va'dinin zuhura başlamış olması idi, ve bu günler (.......) buyurulmuş olan günler idi. Bununla Resulallahın risalet ve tebliğ vazîfesi hıtama irmiş ve bundan sonrası ümmetin uhdei emanet ve kifayetine kalan vezâif olmuş oluyordu. Bundan dolayı buyuruluyor ki, işte muhakkak olacak olan bu vukuât olduğu, ya'ni mev'ud olan o nasr-u feth geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah dînine girmeğe başladıklarını gördüğün vakıt 3Artık tesbîh et Rabbına hamdiyle ve mağfiretini dile, muhakkak ki, o bir tevvab bulunuyor (.......) artık tesbîh et rabbına hamd ile -seni ınayet ve terbiyei hassasiyle yetiştirip hüdâ ve hak dîni ile göndererek (.......) va'dini yerine getirmek üzere o hamd-ü tebcile şayan muvaffakıyyetlere irdiren, sana kevseri verip düşmanlarını ebter kılan rabbının büyük atâ ve ıhsanına mazheriyyetten dolayı ona lâyık her türlü övgü ve ta'zîmat ile hamd ederek onun zati sübhanîsini her vechile, ya'ni zatında, sıfatında, ef'alinde, esmasında şanına yaraşmıyan eksiklik şâibelerinden tenzih ve takdise daha ziyade devam et. Demek ki, bütün bunlardan: nusret ve fetihten ve neşri dînden netice, gayei hikmet tesbih ve tahmiddir. (.......) buyurulduğu üzere ehli Cennetin Cennette de evvel ve âhir duâları tesbih ve tahmiddir. (.......) mantukunca Meleklerin de işi odur. Ve hattâ her şey kendi hususıyyetine göre halikına hamd ile tesbih ettiğine nazaran hamd ile tesbih bütün hılkatin gayesi demektir, (.......) yukarılarda geçmişti ki, tesbîh esasen balığın suda, kuşun ve atın hevada, nücumun eflâkte hızla geçişleri gibi sür'atle geçmek, ya'ni hızla yüzmek ma'nasına sibahatten tef'ıl olduğu için çok yüzdürmek ma'nasının lâzımı olarak çok uzaklaştırmak veya pâklikte, temizlikte çok ileri götürmek ma'nasından me'huz olarak tenzihte mütearef olmuştur. Râgıb: der ki, tesbîh Allahü teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah’a ıbadette sür'atle gidiştir, ib'ad « (.......) = Allah irağ etsin» gibi şerr hakkında kullanıldığı gibi tesbih de fı'li hayra tahsıys edilmiştir, ve tesbîh, gerek kavil ve gerek fiil ve gerek niyyet ıbadâtin hepsine de ıtlak olunur, (.......) minelmusallîn, diye tefsîr edilmiştir, Maamafih evlâ olan üçüne de şâmil olmaktır (.......) demek hamdin bir ifadei mahsusası olduğu gibi (.......) demek de tesbîhin bir alemi mahsusu olduğundan dolayı Kamusta mezkûr olduğu üzere tesbîh, sübhânallah demek ma'nasına da gelir, ve yerine göre (.......) demek teaccüb makamında da söylenir. Eğer teaccüb fevkal'âde bir güzellik münasebetiyle istihsan makamında ise yaradanı bu bedî' sun'ıyle tenzih ma'nasında olur, ve eğer bir münasebetsizliğe teaccüb ile istihcan makamında ise Halık tealâyı ondan tenzih ederim ma'nasında olur. «Sübhan» kelimesinin esmâi husnâdan olarak zati bâriye ıtlak olunduğu da zikr olunmuştur. Ebül'beka külliyyatında da şöyle mezkûrdur: Kur’ân’da tezekkî, islâm ma'nasına olduğu gibi tesbih de hep salâttır, maamafih Kur’ân’da tesbîh, vücuh ile tenzih ma'nasına da varid olmuştur. Tesbihten tenzih ve zikri mücerred murad olduğunda harfi cerr ile teaddî etmez (.......) denilmez, fiıl, ya'ni salâta makrun tenzih murad olunduğu zaman ise bu murada tenbih için harfi cerr ile teaddî eder, bir de tesbîh, taât ve ıbadat ile, takdis de mearif ve ı'tikadat ile olur. Tesbîh, lâyık olmıyanı nefiydir, takdis lâyık olanı isbattır, (.......) ma'nasınadır (.......), ya'ni burada (.......) ile teaddî etmiş değildir. Tesbîhin hamd ile cem'i emr olunmuştur. Râzî der ki, Hak teâlânın sıfatları selb-ü îcab, nefy-ü isbatta mülâhaza olunur. Sülûb ise îcabâta mukaddemdir. Tesbîh, vâcibül'vücudun sıfati selbiyyesine işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfati sübutiyyeye işarettir ki, bunlar da ikram sıfatlarıdır (.......) Şu halde tesbîh ile hamdin cem'i zül'celâli vel'ikram ismi hukmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbat ve ızharı demek olur. Bu şöyle de izah olunur: Yine müfessirînin zikr ettikleri vechile Resulullah sallâllahü aleyhi ve selleme tesbihten suâl olunduğunda buyurmuştur ki, « (.......) = Allahü teâlâyı her ârızadan, şâibeden tenzihtir (.......)» Bu ise gerek sıfati zatiyyesinde ve gerek sıfati fi'linde nefiy veya isbatı câiz ve lâyık olmıyacak her nakîsadan nezîh demek olur, binaenaleyh tesbîh Allahü teâlânın zatinde, sıfatında, ef'alinde esmâsında nezâhet ve pâkliğini ifade eder. Bu da hadîsat ve mümkinatın şanından olan çirkinliklere, eksikliklere ve kemali ilâhiye münafî bulunan ahvale karşı sıfatı fi'ilden olan gadab ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiç bir noksan kabul etmiyen sıfatı cemalin, hüsni ekmelin bütün pâkliğile tahakkukunu istilzam eyler. Bundan dolayıdırki (.......) kavliilâhîsi tesbihin sıfatı celâl ile alâkasını açık olarak ifade etmektedir. O halde tesbihin hakikati, hamdin hakikati gibi doğrudan doğru Allahü teâlânın kendisine mahsus olan ve subbuh, kuddûs Hamîd ismi şeriflerinin muktezası bulunan fi'ildir. Mahlûkata aid olan tesbih ise her birinin mevahibi fıtriyyesine göre mümkin olabilen istitaati mahsusası nisbetinde gerek fi'len ve gerek kavlen ve gerek i'tikaden onun ızhar ve i'lânı için emriilâhîye ittiba'dan ıbarettir. Bu haysiyyetledirki tesbih kavil, fi'il, niyyet ve ı'tikada şâmil olmak üzere ve bilassa namaz ma'nasına ve sübhâneke ve sübhanâllah gibi tenzihi ifade eden ezkâr ile sena ma'nalarına gelmektedir, ve onun için burada ekser müfessirîn mutlâka tenzîh ile, ba'zıları da namaz ile, diğer ba'zıları da subhânallah demek ile tefsir eylemişler, ba'zıları da (.......) gibi tesbîhi teaccub olarak bu muvaffakıyyetin şayanı hayret bir surette büyüklüğünü tes'ıyd için olduğunu anlatmışlardır. Ebüssûud bu vecihleri şöyle hulâsa eylemiştir: Rabbına hamd ederek sübhânallah, de, yâhud kimsenin kalbine hutur etmiyecek vechile sana o şayanı hayret galebe ve muvaffakıyyetleri müyesser kıldığından dolayı onun o güzel, o bedî' sun'una hamd ederek teaccub et, yâhud ziyade in'amından dolayı ziyade ibadet ve senâ olmak üzere onu tesbîh ve hamd ederek zikret. Yâhud ni'metine hamd ederek onun için namaz kıl. Kâ'benin kapısını açtığı zaman Resulullahın sekiz rek'at kuşluk namazı kılmış olduğu rivayet olunmuştur. Yâhud va'dini yerine getirdiğinden dolayı hamd ederek onu zalimlerin söylediklerinden tenzih et, yâhud ikram sıfatlarına hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et (.......) Resulullahın birçok âyetlerde geçtiği üzere daha evvelden dahi tesbîh ve hamd ile emr olunduğu ve binaenaleyh fetihten evvel dahi tesbîh ve hamd etmekte bulunduğu ma'lûm olmak hasebiyle buradaki emrin devam, veya tezyid veya diğer bir nükte ile bir ma'nayı mahsus ifade etmesi lâzım geleceğinden zikr olunan vucuh ile müfessirîn bunu anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktırki Allahü teâlânın celâl ve ikram tecelliyâtı hiç bir lâhza munkati' olmadığından dolayı her zaman ona tesbîh ve hamd vazîfedir, ve hamd Fatihada izah olunduğu üzere yalnız ni'meti gayri vâsıleden dolayı değil, ni'meti vâsıleden dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür ma'nasında olur. Binaenaleyh celâl ve ikram tecelliyâtı tezayüd ettiği nisbette de tesbîh ve hamdin tezyidi icyab eder. Zira ni'met ve ikrama irince mün'imi ve sıfatı celâlini unutmak ve celâl eseri karşısında cemal ve ikrâm tecelliyâtını unutmak, husrana götüren cehil ve küfrân huylarındandır. Nasr-u fetihte ise bir taraftan izharı celâl, bir taraftan da ikram ile va'de vefa vardır. Binaenaleyh bunların tehakkukiyle tesbîh ve hamd vazîfesi bitmiş olmayıp asıl bu muvaffakıyyeti müşahededen sonra tesbîh ve hamdin ziyadesiyle iyfası maksuddur. En yüksek pâklik ile en yüksek hamd-ü şükür zevkı asıl o zamandır. Ve asıl o zamandır ki, kalbin daha yüksek bir ferağ ve temizlikle Hak teâlânın celâl ve cemali neş'esini duyarak ona müteveccih olması lâzımdır. Netekîm (.......) buyurmuştu, ve onun için ehli Cennetin bütün da'vası da tesbîh ve hamddir. İşte (.......) diye zikre müvazabet de bu zevk-u neş'e ile cemali hakka olan o şevk-u rağbetin i'lân ve izharı ve ruhun bütün külliyyetiyle ona tevcihi demek olduğu gibi ta ibtidai risalette (.......) buyurulmuş olan asnâmın bu feth-u zafer üzerine kırılması ve zâhir-ü bâtında şirk âsâr ve ahlak ve âdâtının silinmesi için tathirat icrası da o tesbîh ve tenzihin muktezasıdır. Bundan dolayı burada (.......) emri, Allahü teâlâyı zikr-ü tenzihin teksirini ifade ederken zâhir-ü bâtının tathiri emrini de ifade etmiş olur. Fakat ânifen ıhtar olunduğu üzere tesbîh ve tahmidin hakıkati yine Allah’a mahsus olduğu için her kim olursa olsun Dünyada hiç bir mahlûkun onu bütün kemaliyle iyfası kabil olmaz, abid, ma'sum olsa da münezzeh sübhan olamaz. Her ne kadar hulükı azîm olan ilâhî ahlak ile tehalluk etse, (.......) olsa dahi Halık tealânın (.......) olan zati sübhânîsine nisbetle mahlûkun kusur ve noksanı mahiyyetinin lâzımıdır, onun bütün kemali (.......) mîsakıyle Allahü teâlânın avn-ü ınayetinden aldığı feyzı imdada bağlıdır. Her hususta nasr-u fetih ondandır, netekim Resulullah « (.......) = ben sana senayı sayıp tüketemem, sen kendi senâ ettiğin gibisin» demiştir. (.......) vârid olmuştur. Bu kusuru örtecek, bu eksikliği ikmâl edecek olan da ancak Allahü teâlânın mağfiretidir. O da taleb edene mev'ud olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki, (.......) ve ona istiğfar et -Sûreyi Muhammedde (.......) buyurulduğu üzere gerek kendin ve gerek ümmetin için mağfiretini dile, ki, (.......) hukmü de zâhir olarak bütün temizlikle Rabbına rucu' edesin (.......) çünkü o muhakkak bir tevvab bulunuyor- tevbe ile kendine rucu' edenleri ötedenberi kabul ile mağfiret ede gelmiştir. Binaenaleyh istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümid etsinler. Kelâmın zâhir (.......) denilmek iken (.......) buyurulması nüktelidir. Tesbîhin hamde ıktiranı gibi bununla istiğfarın tam faidesi tevbeye iktiranı halinde olacağına bir tenbih vardır. İstiğfar, (.......) yâhud (.......) «yarab bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim» gibi duâ ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda izah olunduğu üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azm ile rucu'dur, insan başkalarının günahları için de istiğfar edebilir, Kur'ânda (.......) gibi bunun pek güzel misâlleri vardır. Onun için buradada (.......) emri Peyamberin sade kendisi için olmak lâzım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hattâ daha ziyade ümmeti için denilmiştir. Lâkin kimse başkasının namına tevbe edemez, bununla beraber istiğfar tevbeyi de tezammun edebilir. Âlûsînin nakl ettiği vechile İbn-i Receb demiştir ki, mücerred istiğfar, duâda mağfiret talebiyle beraber tevbedir, (.......) gibi tevbeyi de zikr ederek istiğfar ise sade mağfiret talebiyle duâdır. Bir de demiştir ki, mücerred istiğfar geçmiş günaha nedametle onun şerrinden vikayeyi duâ ile taleb ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamağa azm ile vikayeyi talebdir. Ve işte « (.......) = ısrar ile sagîre yoktur, istiğfar ile de kebîre yoktur» gibi vârid olan eserlerde ısrarı men'eden ve mücerred olarak zikr edilen istiğfardan murad böyle nedamet ve azm ile tevbeyi mutazammın olan istiğfardır, eğer geçmiş günâha nedamet yoksa o sade duâdır, nedamete mukarin ise tevbedir (.......) Bunun hâsılı; şer'an istiğfara mev'ud ve müterettib olan ahkâm, tevbe ma'nasında olan istiğfardadır, mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o murad olunur, tevbe, nedamet ma'nası bulunmıyan ve günâhına peşiman olmaksızın sadece onun afv-u mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sade bir duâdır, makbul olmamak gerektir. Çünkü hem günaha peşimanlık duymamak hem de onun mağfiretini istemek Allah karşı sû'i edebdir, ancak bu kişinin kendi günahı hakkındadır. Bir de bu Âyette ihtibâk san'atı olduğu söylenmiştir. Asıl kelâm «ona istiğfar et, çünkü o bir gaffardır, ve tevbe et çünkü o bir tevvabdır» demek olup her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir. Sûrenin başında da işaret olunduğu üzere imam Ahmed ibni Hanbelin Müsnedinde ve sahihi Müslimde ve daha başkalarında Hazret-i Aişeden rivayet olunmuşturki: Resulullah son zamanlarında (.......) kavlini çok söyler olmuştu, ve sorulduğunda: Rabbım bana ümmetimde bir alemet göreceğimi haber verdi, ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbîh ve istiğfar etmemi emir buyurdu, demişti. Tefsiri Keşşafta derki; tesbîh emriyle beraber istiğfar emri dînin kıvamı olan emr ile emri tekmil içindir, ya'ni dînin kıvamı tâat ile ma'sıyetten korunmak beynini cemi'dedir, bir de Resullahın ısmetiyle beraber bu emr ümmetine lûtf olmak içindir. Bir de istiğfar Allah için tevazu'dan ve hazmı nefsidendir ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem Hazretlerinin «ben gece ve gündüz yüz kerre istiğfar ederim» dediği de rivayatı sahiha cümsindendir (.......) Âlûsî derki: âbid her ne kadar bezli mechûd etse de ma'budun celâline lâyık olanı gereğî gibi iyfade kusurdan halî olamıyacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar da meşru' kılınmıştır, onun için zikretmişlerdirki: farz namazı kılan kimse için akıbinde üç kerre istiğfar etmesi, teheccüd kılanın sehar vakıtleri dilediği kadar istiğfar etmesi, ve hâcının hacdan sonra istiğfar etmesi meş'ru' kılınmıştır, (.......) Kezalik abdestin nihayetinde ve her meclisin hıtamında istiğfarın meşru' olduğu da rivayet olunmuştur: Resulullah her hangi bir meclisten kalkarken de (.......) derdi. Bu vechile istiğfar emrinden anlaşıldığı nakl edilen vefat haberine bir remiz var demektir, meşhuru da bu işaret, emri dînin tekâmüliyle da'vet vazîfesinin temama yaklaşmış olduğuna delâletten anlaşılmıştır (.......) (.......) âyetleri Resulullahın irsali, Hak dîninin bütün dînlere karşı ızharı hikmeti için olduğunu anlattığı ve (.......) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış olan vaîdlerin ba'zısı Peygamberin vefatından evvel Dünyada göreceğine işaret buyurulduğu gibi bu Sûrede de nasır ve fethin geleceği ve halkın alay alay dîni hakka girmeğe başladıklarını Resulûllahın muhakkak göreceği va'd olunarak bu görüş tehakkuk ettiği zaman tesbîh ve hamd ile istiğfarın emr olunması ve sonra buna ta'lil makamında tevvab ismi şerifiyle hıtam verilmesi ve tesbîh ve hamd ehli Cennetin evvel ve âhir gayesi da'vası olduğunun ma'lûm bulunması ve mağfirette örtmek, tevvabda rücuu kabul etmek ma'nalarının da esas olması düşünülünce muhakkak bir va'di kerîm ile onun sureti kat'iyyede incazını ifade eden bu (.......) ta'likın bir çok nüktelere delâlet eyliyen müfadinin hasılı: o vakıt gelince, va'din temam olup risalet vazîfesinin hıtama irerek (.......) emrinin tehakkuk edeceğini ve binaenaleyh o alâmetler görülünce va'din sıdkını ve hakkındaki ınayet ve tecelliyâtı ilâhiyyenin kudsiyyet ve azametini görmüş, kevserin zevkı cereyanını müşahede eylemiş olan zati Muhammedînin o neşei muvaffakıyyetle mutmainn ve müsaffa lekesiz olarak bu âlemi fânîden, bu dari imtihan ve ma'rekei zünüb olan Dünyadan çekilip ruhi kâk ve sirri pâk ile hakkal'yakîn likaullaha kavuşmak üzere tesbîh, hamd ve en ziyade ümmeti için istiğfar ederek (.......) hukmüne hâzır ve âmade bulunması lüzumunu iş'ar olduğu sezilir, ki, bunda (.......) mazmunundaki ıhlâs ve tebşirin de bir îyzah ve incazı vardır. Rivayet olunmuştur ki, bu Sûre, nâzil olduğunda Resulullah sallâllahü aleyhi ve sellem bir hutbe iyrad edip şöyle buyurmuştu: « (.......) = bir kul, Allah onu Dünya ile kendi likası arasında muhayyer kıldı, o Allah’ın likasını ihtiyar eyledi». Bunun ne demek olduğunu Ebû Bekir radıyallahü anh anlamıştı da: nefislerimiz ve mallarımız, atalarımız ve evlâdlarımızla sana feda olalım! Demişti, yine rivayet olunmuştur ki, Resulullah bunu ashabına okuduğu vakıt sevinmişler, fakat Hazret-i Abbas radıyallahü anh ağlamıştı, aleyhissalâtü ves-selâm neye ağlıyorsun amuca? Buyurdu, sana vefatın haber veriliyor (.......) dedi, evet dediğin gibi (.......) buyurdu. Hazret-i Ömerin ve İbn-i Abbasın bunu anlayışları da yukarıda zikrolunmuştu. Nasır, fetih ve ru'yet bu üç şarta tesbîh ve hamd, istiğfar, bu üç emrin terettübüne müteallık nükteleri beyan ederken Râzî, tefsirinde derki: Hak yolcularının seyrinde iki tarik vardır; kimisi « (.......) = hiç birşey görmedim ille ondan sonra Allah’ı gördüm» demiştir. Kimisi de « (.......) = hiç birşey görmedim ille ondan evvel Allah’ı gördüm» demiştir. Şek yok ki, bu tarik daha ekmeldir, zira mealimi hikemiyye i'tibariyle müessirden esere inmek eserden müessire çıkmaktan mertebece daha yüksektir. Riyazât erbabının fikirlerince de nur kaynağı vâcibülvücud, zulmet kaynağı mümkinülvücud olduğundan vâcibülvucudda istiğrak elbette daha eşreflidir, hem asl ile tâbi'a istidlâl tâbi' ile asla istidlâldan daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarikın eşrefi olan tarika delâlet eylemektedir. Zira Halık ile iştiğali nefs ile iştiğale takdim ederek evvela Halika âid iki emr: tesbîh ve hamd zikr olunmuş, sonra da üçüncü mertebede istiğfar zikredilmiştirki hem Halika, hem de halka iltifat olan memzuc bir halettir. Tesbîh, sıfatı celâl olan sıfâtı selbiyyeye, tahmid de sıfatı ikram olan sıfâtı sübutiyyeye delâlet ettiğinden dolayı celâli mülâhaza ikramı mülâhazaya takdim olunmak için tesbîh, hamde takdim olunmuş, sonra da Halıktan halka nüzul tarikıyle istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın cudunu görmek ve nefs için aslâh ve ekmel olanı taleb etmek vardır. Ma’lûm ki, kul, Allahdan gayrisinin mütaleasiyle meşgul olduğu nisbette Allahü teâlânın Hazret-i celâlini mütaleadan mahrum olur, istiğfarın tesbîh ve tahmidden sonraya te'hîri bu dakikaya işaret eyler (.......) Lâkin şunu da unutmamak lâzım gelirki burada halka olan bu nuzul halkta kalmak için değil, halktan halika ekmel vechile rucu' ve onun mağfiretiyle lütfi cemaline müstağrak olmak üzere huzurı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbihen nihayeti tevvab ismi şerifiyle hatm olunmuştur. Bunda zikrolunan iki tarikın ikisini de câmi' olmak üzere halka nüzulden sonra yine Halika rucu' ve evvel ve âhir tevhid ile mead ve müntehada karar vardır. (.......) Kevser kendisine verilmiş olan Fahriâlem sallâllahü aleyhi ve sellem nihayet böyle mansur ve muzaffer olarak kendisine fütuhat kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah dînine girmeğe başladıklarını gördüğü ve bu suretle dîn tekâmül ederek risalet vazîfesi hıtama irip mucebince Dünyada icrayı ahkâm etmek üzere bütün Dünya maddeten ve ma'nen kendisine teveccüh eylemiş bulunduğu sırada (.......) hukmünce iki mükâfatın tecellîsi karşısında bulunuyordu. Birisi: zafer ve fethin muktezası olarak Dünya saltanat ve ganîmetinin teveccühü, birisi de onu kazandıran Allah dîninin muktezası olarak o fâni Dünya ıkbaline meyl-ü iltifat etmeyip Allah’ın lûtf-ü ınayetiyle mahza Allah için yapılmış olan o mesai, ve mücahedenin ecrini hiç bir dünyevî garazla kirletmiyerek (.......) hukmünü tehakkuk ettirmek üzere bu muvaffakıyyetle şükran içinde pâk, musaffâ olarak Allah’a kavuşmak. Bir nâmi de Tevdî' Sûresi olan bu Sûre işte bu saatin hulûlünde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu dîni ekmelin icrayı ahkâmını ümmetine tevdi' ve mihnet-ü fena âlemi olan bu cismaniyyet âlemine veda' edip Rabbın likasını istemesine işaret ediyordu. Hazret-i Yusüf mülkte muvaffakıyyetinin neticesinde (.......) diye müslim olarak alınıp salihlere ilhakını istediği gibi Resuli Ekrem sallâllahü aleyhi ve sellem de hutbesinde (.......) diye işaret eylediği vechile Dünyayı bırakıp Allah’ın likasını ihtiyar eyledi. Hicretin onuncu senesi (.......) âyetinin nâzil olduğu veda' haccini yaptıktan ve « (.......) = Bakınız tebliğ ettimmi? Bakınız tebliğ ettimmi?» Diye diye iyrad buyurduğu meşhur veda' hutbesini iyrad eyledikten sonra Medîneye avdet buyurmuştu, hem hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak (.......) âyeti nâzil olmuştu, derken on birinci senei hicriyyesi Saferinin sonlarında bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebiulevvelin on ikinci gününe kadar devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden maadasında mescidi saadet çıkıp namazı kıldırmaktan kalmamıştı, bu esnada birgün Fadl İbn-i Abbas ile Aliyy İbn-i ebî Talib Hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd-ü sena ettikten sonra iyrad buyurduğu hutbesinde: (.......) ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa işte sırtım benden kısas etsin ve eğer ben bir kimsenin ırzına şetm etmiş isem işte ırzım ona kısas etsin, ben kimsenin malını almışsam işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan husumet olur diye korkmasın o benim şanımdan değildir, dedi indi, öğle namazını kıldıktan sonra yine minbere döndü, evvelki sözünü tekrar eyledi. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir kişiye derhal bedelini verdi, sonra şöyle buyurdu: haberiniz olsun Dünya mahcubluğu Âhıret mahcubluğndan ehvendir, sonra ashabi Uhude duâ etti ve onlar için istiğfar eyledi, sonra da bâlâda zikr olunduğu üzere: bir kul, Allah onu Dünya ile likası beyninde muhayyer kıldı da o Allah’ın likasını ağlamıştı da (.......) demişti, sonra da Ensarı tavsıye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca Ebû Bekre emr edin nâsa namazı kıldırsın buyurdu, Rebîul'evvelin on ikinci günü, Pazartesi günü -ki, mevlidi günüdür- Hazret-i Âişeden rivayet olunduğu vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü mesh ediyor, « (.......) = Allah’ım bana ölüm sekeratına karşı yardım buyur» diye duâ ediyordu, kuşluk vaktı idi derken ağırlaştı Hazret-i Aişe kucağına almıştı, bu fanî âleme gözünü yumdu, son kelâmı « (.......) = hayır refık a'lâ» diye rabbine arzı iştiyak oldu, maksudu olan likaullaha kavuştu ((.......) bak). sallâllahü aleyhi ve alâ alihi ve sahbihi. Bu muvaffakıyyete, bu güzel hâtimeye, böyle tesbîh ve hamd ile Allah’ın mağfiretine kavuşturan Allah dînine mukabil bu ni'metin kadrini bilmeyip küfr-ü küfranda ısrar eden ve kendilerine (.......) denilen ve tevbeye yanaşmıyan kâfirlerin sui akıbetleriyle cezaları da en bâriz bir misal ile gösterilmek ve Peygamberin vefatiyle islâmın fütuhat ve intişarına halel gelmeyip ona düşmanlık edenlerin yine muradlarına iremiyecekleri anlatılmak üzere bunun akıbinde Hazret-i Peygamberin amucası iken ona îman şerefine nâil olmayıp küfür ve husumet edenlerle beraber olduğundan dolayı haseb-ü nesebi, servet-ü mesaîsi kendisine fâide vermemiş olan Ebû Lehebin ebedî husranını anlatan (.......) Sûresi gelecektir. |
﴾ 0 ﴿