3

Doğurmadı ve doğurulmadı

(.......) o doğurmadı -kendisinden, kendi zâtından bir cüz çıkarmadı, Allah ne vâlid ne de vâlide ne baba ve ne de ana değildir. Çünkü doğurmak onda ona mücânis yeni bir cüz'ün teşekküliyle ondan infisal ıktiza eyler, bu ise onun zatında bir taraftan terkibi, hudusu, ihtiyacı, bir taraftan da tecezzî ve inhilâl ile tagayyürü, fânîliği ıktiza eyler.

Doğuran parçalanır, fenâ bulur, doğurduğu da onunla mücânis olur. Doğurmak bizzat bâkı kalamıyacak fânîler için bekai nevi' ihtiyaciyle alâkadardır. Bundan dolayı doğurmak, yerine kalacak evlâdı, nesli olmak muhtac fânîler için maksud bir kemâl olsa da zatında her kemali câmi ehad samed vâcibülvücud ilâh olan Allahü teâlâ hakkında bir kemal değil, bir eksiklik bir nakîsa olur, bütün bunlar ehadiyyete, samediyyete münafîdir. Allahü teâlâ ehad, samed olduğu için tecezzî etmez, ondan ne bir cüz' ne bir cevher ne bir madde kopup ayrılmaz, çıkmaz, ve onun cinsi, nev'i, benzeri olmaz, hiç bir ihtiyacı, eksiği, gediği bulunmaz. Ancak onun ılminde bulunan mümkinâttan dilediği onun sade yaratmasiyle husule gelir, ol demesiyle olur. Bu onun vücudi hassından bir parça kopup çıkmak suretiyle, ondan sudur ve tevellüd tarikıyle değil, ma'dumi ibda' ve icad etmesi suretiyle olur, (.......) dur. Filhakika mümkin, ılletsiz olarak hiç yoktan vücude gelemez, netekim Sûre-i Tur da (.......) buyurulmuştur. Onun için vücudda her hangi bir tagayyür ve hudus gerek tekâmüle, tezayüde, gerek tenakusa doğru her hangi bir değişiklik bizzarure bir ıllete delâlet eyler. Her hâdis ılletli, ma'lûl olur. Muhakkak onu yapan bir fâile istinad eyler. Illiyyet kanunu denilen bu ma'na her aklın mahiyyetinde ilk istinad ettiği bir zarurîsidir. Bu sebeble akıllar, fenler her hâdisede ılleti fâiliyye teharrî eyler, onu bir ılleti fâiliyyeye istinad etmeden kabul ve idrâk edemez. Hakîki ılleti fâiliyye ise, ma'lûlünü doğurmaz, yok iken ibda' eder, halk eder. Zira evvel emirde bir halk ve ihdas olmaksızın sudur ve tevellüd, tecezzî ve infisal mümkin olmaz, her tevellüd ibtidaen bir yaradışa mütevakkıftır. Doğuranı doğuracak hale getiren, onda doğacak cüz'ü husule getirip yetiştirip doğuma sevk eden yaratandır. Doğuran ılleti hakîkıyye değil, doğumun mahalli, geçid yolu, sebebidir. Müşrikler

yaratmakla doğurmayı fark edemediklerinden dolayı ılliyyet kanunun tevlid kanunundan ıbâret zannetmişler, ve onun için mahlûku Haliktan, eseri müessirden tevellüd ediyor demeyi âdet edinmişlerdi, Sûre-i sâffatta (.......) diye geçtiği vechile Allah doğurdu diye iftira ettikleri gibi cismâniyyat mâverâsında maba'dettabî'î (metafizik), göze görünmez gizli kuvvetler ma'nasına Cin namı umumîsi altında mülâhaza edilen Melâike, Cin Şeytan gibi ulvî, süflî ruhaniyyatı Allahdan tevellüd etmiştir, onlarla Allah arasında bir neseb vardır, diyerek onları birer veya yarımşar ilâh yapıp tapmışlardı (.......) onların böyle ülûhiyyette tenâsül fikrine saplanmaları cehalet idi. Fakat nübüvvet haberleri ile halikı duymuş, hakîkî ılliyyetin (.......) ile olduğunu anlamış iken sonraki Hıristiyanlığın ülûhiyyeti, baba, ruhulkudüs, oğul diye tevâlüd ihtiyacı üzerine farz ederek Allah’a vâlidlik ve veled isnad etmeleri hiç yakışmıyan büyük bir dalâlet olmuştur (Sûre-i bekarede (.......) ve Sûre-i mâidede (.......) âyetlerine bak).

Bu dalâletin daha garib ciheti de putperestler, Allah’a şirk koşarken onu baş ilâh tanıdıkları ve diğerlerini tâlî add edip ona denk ve müsavî kılmadıkları halde Nesârâ teslisinde üçünü de müsavî kılmışlar, bununla beraber üçünü de oğulda birleştirmişlerdir. İşte bunların hepsini de üç noktai nazardan sarahaten redd-ü ibtal ile Hakka irşad için buyurulmuşturki 1- o doğurmadı, 2- (.......) ve doğurulmadı, 3- kendi başkasını doğurmadığı, ne baba ne ana olmadığı gibi ne tevellüd ne de tevâlüd suretiyle başkasından doğmadı, diğer bir veya iki asıldan bir cüz olarak çıkıp da veled dahi olmadı, o kadîmdir, hadîs değildir. Doğuran bir baba Allah veya ana Allah

olmadığı gibi, doğurulmuş oğul veya kız bir veled Allah dahi yoktur, mümteni'dir. Çünkü doğuran fânî ve muhtac, eksikli olacağı gibi, doğan da kadîm, lizâtihî vâcibül'vücud olmaz. Sonradan olmuş hâdis ve ayni zamanda fâniye muhtac eksikli olur, ehad samed olan Allahü teâlâda ise ne sâbıkta ne lâhıkta adem, ve eksiklik, hudûs ve fenâ bulunmak muhaldir. O, ezelen ve ebeden hep bir, ve dâima eksiksiz bâkı sameddir. Bundan şu da anlaşılır ki, o vücûdda başkasından doğmadığı gibi fikirde, ma'rifette de doğurulmaz, bir kübrâdan, bir mebde'den istintac da edilmez, bir bürhan, bir kaide ve kanun altına sığmaz, bütün âlem ve âlemden istinbat edilen fikirler, ma'nalar, kanunlar ona delâleti tazammuniyye ile delâlet etmez, bütün bunlar kendilerinin hudûs ve ihtiyaclariyle evvel ve âhir ona olan iftikar ve istinadlarını i'lân ederek kendilerinden evvel ve kendileriyle beraber ve kendilerinden sonra onun varlığına ve birliğine ve bekasına ve her şey'i ihatasına delâleti iltizamiyye ile bilevleviyye delâlet eylerler. Onun zatını teşrih etmez, ayinlerile birbirlerine onun fi'l-ü sun'unu duyururlar. Onun için o her şeyden sezilir zâhir, hiç bir şeyle bilinmez bâtındır, çünkü her şey onunla durur, onunla bulunur, onun hidayetiyle bilinir (.......) onun kendini ise Ancak kendisi bilir ve ılmi de sudur ve husule muhtac olarak fikir ve taakkul kabîlinden değildir. Netekim Hazret-i İsâ (.......) demiştir. Bu iyzahattan anlaşılır ki, (.......) tagayyür ve fenâyı nefy ile bekayı isbat, (.......) ademi sâbıkı ve hudusu nefy ile kıdemi isbattır. Kıdem ise bekadan akdem mülâhaza olunur. Bundan dolayı burada şöyle bir suâl hatıra gelir: o halde ma'nâ i'tibariyle (.......) den evvel söylenmek ıktiza ederken bunun te'hîrine sebeb nedir? Bunda iki mühim nükte vardır. Allahü teâlânın kıdemi müşriklerce de inkâr edilmediği cihetle evvelâ: (.......)

hukmünün beyanı ehemm olmuş (.......) hukmü onu takrir için delil sıyakînda olmak üzere te'hîr edilmiştir. Zira âdeten bunlar mütelâzım olduklarından doğurulmadığı i'tiraf olunanın doğurmadığı da i'tiraf olunmak ıktiza eder.

İkincisi (.......), babalığı, analığı nefy ediyor, (.......) de oğulluğu nefy ediyor, Nesârâ teslisinde de evvelâ baba ilâh, sâniyen oğul ilâh iddia ettikleri ve vâlid, mevlûde zaten mukaddem olduğu için nefide de onları redde bilhassa işaret olmak üzere lem yelid takdim velem yüled te'hîr olunmuştur.

Burada Âlûsî Nesârânın kendi kitablarında teslis akîdesini nasıl tasvir ettiklerini naklederek der ki, onlar kitablarında şöyle diyorlar: Eb, sâlûsten birinci uknumdur, İbin ikincidir, ondan ezelî bir sudur ile ezeliyyette ona müsavî ezeliyyetle sadir olmuştur. Ruhul'kudüs üçüncüdür, o da ikisinden öyle sadir olmuştur. İlâhiyyet tabiati ise bir tabiattir, ve bu tabiat üçten her birinin de vardır, ve her biri beraber olarak o tabiatte ittihad etmiştir. Maamafih bir cevher değil, üç cevherdirler. Eb İbin değil, İbin Eb değil, Ruhul'kudüs Eb de değil, İbin de değil, o ikisi de Ruhul'kudüs değiller, bununla beraber üçü de bir ilâh, çünkü üçünün de bir lâhûtu, bir tabiati, bir cevheri var, ve beyinlerinde temayüz bulunmakla beraber her biri lâhût ile müttehiddir birinci uknum: cevherî vücudi vâcib, ikinci: cevherî akıl, ki, ılim dahi denilir, üçüncü: cevherî irade ki, mahabbet dahi denilir. İmdi Allah üç ekanîmi cevheriyyedir, öyle ki, üçü de hakîkî temayüzle temayüzleri üzere. Ba'zan da ona izafî ıtlak ediyorlar, ya'ni birbirlerine izafetle diyorlar: bir cevher ve bir tabiat Allah odur, ve onda gayrisi bulunuyor değil, belki her ne dahil ise zatının aynıdır, ve diyorlar ki, Allahda dört izafet vardır. Evvelkisi: uknumı evvelde taakkulün fâiliyyetidir.

İkincisi Ebin aklının sureti olan uknumı sanîde taakkulün mef'uliyyetidir.

Üçüncüsü: irade kendilerinin

olan uknumı evvel ve sânîde kendinden coşuş (inbisâk, inbi'as=spontaneité) fâiliyyetidir.

Dördüncüsü: birinci ve ikinci uknuma âid iradei ilâhiyye sevgisi olan uknumı sâliste o cuşişin mef'uliyyetidir. Ve diyorlarki ekanîmi ilahiyyede fâiliyyet ve mef'uliyyet ta'biri tevessu' tarikıyledir. Yoksa Ebde İbin cihetine fâiliyyet übüvvetten başka değildir. Ebde ve İbinde Ruhulkudüs cihetine fâiliyyet bunun suduru onlardan başlamasından başka değildir. İbin ve Ruhulkudüste mef'uliyyet İbinde bünüvvetten ve Ruhda coşuşden başka değildir. Ve diyorlarki: Gerçi bunlar tavrı beşeriyyetin fevkında ise de bunların hepsine îman vâcibdir. Ve şöyle zu'm ediyorlarki: bu ekanîmi selâsenin Havariyyundan telâkkî etmiş oldukları bir takım isimleri de vardır: tab'ı ilâhîde birinci uknuma Eb (baba) denir. İkinci uknuma İbin (oğul), kelime, hikmet, nûr, zıya, şu'a' denir. Üçüncü uknûma Ruhulkudüs ve mugrî (kışkırtıcı, müheyyic) denir ki, Yunanca eraklît (heraclitedes) dediklerinin ma'nası imiş.

Bu isimlerin ıtlâkının vechini beyan için de şöyle demişlerdir: Çünkü uknumı evvel bir menba' ve mebde' menzilesindedir. Kendisinden sâdir olan uknumı sânîye akıl fi'li olan ve fâiline benzemeyi ıktiza eden bir fi'il ile bütün tabiatini ve cevherini vermiştir, öyle vermiştir ki, hattâ onun sureti cevheriyyei ilâhiyyesi olan uknumı sânî ona tam müsavat ile müsavî olmuştur. Îylâdın, ya'ni doğurmanın haddi ise «bir hayyin bir hayden bir âlet ve tabiatına müşabeheti ıktiza eden mukarin bir mebde' ile suduru» demektir, burada da böyle ve belki daha eblağdır. Çünkü ikincide ilâhî tabiatin kendisi bulunuyor, o halde evvelkine baba denilince ikinciye oğul denilmesinde bir bid'at olmaz. İkinciye kelime denilmesi: zira onun doğurulması bir hayvan ve nebat doğurulması gibi değil akıl fi'liledir, ya'ni babanın lâhûtunu tasavvuru ve zatını fehm iylemesiledir. Şeksiz o suret kelimedir, çünkü kelime

aklın mefhumiyyeti ve nutkudur. Ona Hikmet denilmesi: çünkü o, babadan ilâhî aklının fi'li ile doğmuştur, o ise hikmettir. Ona nûr, şu'a' ve zıya denilmesi de: çünkü hikmet her nerede bulunursa onunla eşyanın hakayıkına ma'rifet ve nûr ve zıya ve şu'a' gibi inkişafları hasıl olur. Üçüncüye Ruhulkudüs denilmesi ise: çünkü o baba ile oğuldan ikisinin bir olan irade fi'liyle sâdir olmuş ve onlardan bir fiil ile coşmuştur ki, bu fi'il iradenin sevgi ile sevgilisine doğru heyecanı gibidir, ve o Allah sevgisidir, Allah kendisi de sırf ruhtur, takaddüsü de onun aynidir. Ve evvel ile sânîden her birine de ruh denilmek için bir vecih vardır, çünkü ittihad vardır. Lâkin evvel, rütbesine ve ikinciye olan izafetine delâlet eyliyen bir isim ile (Eb), ikinci de kezâlik öyle bir isim ile (İbin) anıldığı için müşterek olan isim üçüncüye tahsıs edilmiştir. Ve her ne kadar bunda da ibin gibi ibin tabi'atı ve cehveri varsa da buna ibin denilmemiştir, çünkü bu, Ebden fâiline müşabeheti ıktiza eden aklı fi'lî ile sâdir olmamış irade fi'li ile sâdir olmuştur. Onun için evvelden sânî, Âdemden Hâbîl gibi, sâlis de ondan Havva gibidir, hepsi de bir hakikattir. Lâkin hâbîle oğul denilir de kız denilmez. Buna kışkırdıcı denilmesi ise: çünkü bu Havariyyuna gelip de Mesih aleyhisselâmın fıkdanından dolayı onları kışkırtmağa müheyya bulunuyordu.

Fâ'iliyyet ve mef'uliyyete gelince: bunlar hakikaten mevcud değildirler, Übüvvet ve bünüvvet onları muhdesâtta olduğu gibi iktıza eylemez ve onun için muhdesâtta babaya oğlu için ıllet ve sebeb denilirse de burada denilmez, bundan dolayı ekanîmi selâse, cevher ve zatta ve ibadete istihkakta ve fazîlette müsavîdir diyorlar. Sonra bunlar bu kadarla kalmıyorlar, bir de zu'm ediyorlar ki, uknumı sânî olan kelime tecessüd edip Ruhulkudüs kuvvetiyle Meryemi betulün kanından eşrefi eczasiyle ittihad eylemiş, ondan dolayı Mesîh aleyhisselâm nâsut

ile kelimeden mürekkeb olmuş ve kelime ittihadiyle beraber bisatatından da çıkmamış, tagayyür etmemiş, çünkü ittihadın müntehî olduğu son had bu imiş, onun için kelime cihetinde ittihada mâni' olmadığı gibi Allahü teâlâya hiç bir şey dayanamıyacağı için nâsüt cihetinde de ittihada mâni' yokmuş. Bu suretle zu'm etmişlerdir ki, Mesîh aleyhisselâm hem tam bir ilâh, hem tam bir insan, iki tabiat ile iki meşiyyet sahibi ki, ikisi de ilâhî bir uknum olan kelime ile kaim, onun için ona hem ilâhî sıfatlar hem beşerî sıfatlar ikisi beraber haml olunur, lâkin iki haysiyyetten. Daha sonra da bu kadarla da kalmamışlar: Tanbura bir nağme daha ilâve edip demişlerdir ki, Mesîh birgün Havariyyuna bir ekmek yedirdi ve bir şarab içirdi de «benim, dedi: etimi yediniz ve kanımı içtiniz de benimle ittihad ettiniz, ben ise Eb ile müttehıdim» ilâahırıh... daha bunun gibi şüyuundan dolayı zikrine lüzum olmıyan tantaneler (ki, bunların butlânı hakkında Kur'ânda ezcümle Sûre-i mâidede (.......) ve Sûre-i Kehfin başında (.......) buyurulmuştur). Bu zikr olunanlardan şu ma'lûm oluyor ki, onlara göre «Allah Mesîhtir» denilmekle «Mesîh onun oğludur» denilmek arasında fark yoktur ve onun için Kur’ân’da bu kavillerin herbiri de onlara nisbet olunarak gelmiştir,

Müfessirîn ve Mütekellimînden bir kaçının dedikleri gibi her birini onlardan bir mezhebin kavline tahsıys etmeğe hacet yoktur (.......)

Demek ki, evvelâ hiç bir şeyden sâdir olmamış vücudu lizatihî vâcib meb'dei evvel ezelî bir zatı hak vardır, Allah da odur. Ülûhiyyet de ancak onun hakkı olmak lâzım gelir. Çünkü o hiç bir şeyden sâdir olmuş değildir, maadası ise ona müsteniddir. Ilim, irade, kudret birer zat değil onun bir olan zatiyle kaim ezelî sıfatlarından ıbaret olmak ıktiza eder, bunları ilâh değil, «vâcibülvücudun ilâhiyyet vasfının lâzımı olarak tek bir zati ilâhın iştirâk kabil olmıyan ezelî sıfatları diye tanıtmak ak'len ve naklen en açık bir hakîkat iken Nesârâ bunları akıl ve irade fi'liyle aynî tabiatte doğmuş birer zat olarak vaz' etmekle de kalmayıp tevhid etmek için zarf zarf içine kor gibi birbiri içinde, hepsi her biri içinde mütesaviyen mütedahil, mütemayizen müttehid, sâdir değil iken sâdir, sâdir iken gayri sâdir, bir iken üç, üç iken bir olmak gibi türlü tenâkuzlarla dolu bir teslis tutturarak akıl irmez sirrî bir yolda ülûhiyyeti üç zat olarak bir kelime ile İysaya ondan da onun ülûhiyyetine inanmak için akıllarını feda edenlere kadar indirmeğe kalkmışlar, salîbi de o sirrin tecessüdüne bir remiz yapmışlar, bu suretle hem şaşmışlar hem şaşırmışlar. Güya bununla Allah’ın zatına ve işine akıl irmiyeceğini ve ancak ona inanmak lâzım olduğunu anlatmak istemişler, onun için kendileri de bu teslisin aklen anlaşılmaz bir sirr olduğunu ve ancak Havâriyyundan, İysadan, Allahdan böyle telâkkı edilmiş bulunduğundan dolayı inanılması ve hayretle sevilmesi vâcib bir akîde bir doğum olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki akıl irmemek,

idrâk ve ihata edememek, bilememek başka, kabul edilmesi imkânı olmıyan sarîh tenakuzu görüp de gayri ma'kul demek yine başkadır, bunda akıl, irmiyor değil, irmiş, mümteni' tenakuz olduğunu ihata ederek imtinaına hukm etmiştir, maksad Allahü teâlânın zatına ve işine akıl irmiyeceğine îman ettirmek ise ona akıl irmez, onun zatını ta'yin ve tahdid için düşünmeğe kalkmayınız, onun mahlûkatı, masnuâtı, eltafı, ni'metleri ile tecelli eden âyâtını, sıfâtını düşününüz, (.......) demek ve ak'lın tenakuz isbat ederek imtinaını idrâk ettiği muhallere sirr nâmı vererek onun zâtını ta'rif ve tavsîfe kalkışmamak lâzım gelirdi. Çünkü bir şey'i muhal ile ta'rif etmek onun varlığını inkâr ile nakîzına inandırmağa çalışmaktır. Onun için Nesârânın teslisi, hakk olan Allah’a değil, onun mümteni' olan şeriklerine inandırmağa çalışmak gibi bir dalâl ve teşviş olmuştur. Ma'kul olmadığı kabul edilmekle beraber menkul olduğu iddia edilen bu teslîsin Allahü teâlâ kendisine ve Resulü İysaye isnadı yalan ve küfr olduğunu Kur’ân’da bir çok âyât ve Süverde beyan buyurmuş ve bunlara dair şübheleri, tevehhümleri tafsîlen redd-ü izale ederek vahdaniyyeti delillerine irşad eylemiştir. Varlığı ve birliği her şeyden akdem olarak zâhir, zât ve sıfât ve esması ile künhi celâl ve cemali ukul ve idrakâtın ihatasına sığmaktan münezzeh ve herşeyden üstün (.......) olan zatı ülûhiyyetin vücub ve vahdaniyyetini her aklın yakîn ile sarılabileceği ve her gönlün iclâl ve ta'zim ile şevk-u incizab duyabileceği âyâtı beyyinât ile anlatılmış ve behusus âyetelkürsîde ulüvv ü azemeti ilâhiyyeyi en beliğ bir beyan ile tebliğ ve tefhim eylemiş olduğu gibi nihayet bu Sûre-i celilede hepsini en sade, en vecîz, en derin, en güzel bir belâgat ile icmal ederek gizli, açık bütün şirk ve noksan tevehhümleri kesilip atılmak üzere ehadiyyet ve samediyyeti ilâhiyye tesbit olunduktan sonra bütün müşriklerin

« (.......) = Allah doğurmuş» diye vaki' olan isnadlarını sarahaten redd etmek ve bu miyanda bilhassa Hazret-i Îysaya isnad olunan Nesârâ teslisinin ekanîmi selâsesi tertib sıralarına dahi işaret olunarak asılsızlığı gösterilmek üzere evvelâ sudûr da'vasına mebde' ittihaz edilen babalık isnadının nefyi takdim olunup (.......) buyurulmuştur, ya'ni ezelde doğurmadı, lâyezâlde de doğurmaktan münezzehtir, o vâlidlik sıfatiyle ittisaf etmez. Çünkü yukarıda da zikr olunduğu üzere doğurmak bir şey'in dahilinden haricine mütemayiz bir cüz'ün infisâl ve hurucuna mahall olmaktır, Allah’ın ise ne cüz'i, ne de harici yoktur. Çünkü ehaddir, sameddir. Onun herşey'i muhît olan ılminden haric birşey olmadığı gibi ılmi de kendinden haric değildir, onun ılmi hâdis ılimler, taakkuller gibi husulî surette değildirki onda zâtından sudur ve tevellüd mülâhaza edilsin. Onun için onun ezelde kendini bilmesi ile kendinde kendine müşâbih mütemayiz bir zât daha doğuruyor zann edilmek büsbütün cehalettir. Öyle olsa idi kadîmde hâdiste hiç bir ılim mümkin olmazdı, kezâlik sıfâtının hiçbiri başka bir zât olmadığı gibi kendisinden sudûr ve tevellüd tarikıyle hâsıl olmaz, ezelden kendisiyle kaimdir ayrı bir zât olmıyarak kadîmdir, sıfatların zât ile ittihadı bir zâtın diğer bir zât ile ittihadı değildir. Fi'li de tevellüd değil, hep yaratma suretiyledir. Nesârâ halk mes'elesini bildikleri halde bütün galatları sıfâtı zât olarak uknum diye ahz etmiş olmalarıdır, diğerleri de yaratmayı anlıyamamışlar, doğurmak sanmışlardır.

Belliki doğurmadı demek vâlidliği ve vâlideliği nefy etmekle ona nisbet olunan veledi de nefy etmiş olur. O doğurmuş olmayınca ona doğurmuş demek olan babalık veya analık isnadı yalan ve küfr olacağı gibi gerek maba'dettabîa da ve gerek tabi'atte, gerek ma'neviyyâtta ve gerek maddiyyâtta herhangi birşey'e ondan doğmuş, onun, oğlu veya kızı: veledi çocuğu neticesi denilmek de caiz

olamıyacağı anlaşılır. O halde müşriklerin zu'm ettikleri gibi maba'dettabîa da Melâikeye, Ukul ve Ervaha, Cinne, Şeytana Allah’ın oğulları veya kızları veya ne oğul, ne kız sadece evladı demek aslâ doğru olmıyacağı gibi tabiatte ruh nefh edilmiş olduğundan dolayı Âdem’e, Havvaya İysaya veya herhangi birşey'e de Allah’ın oğlu veya kızı, veledi denilmek dahi asla caiz olmaz. Zira ruh da Allahdan doğmuş değil, onun emri, mahlûkudur. Şu hâlde (.......) buyurmakla Allah teâlâ ilk evvel kendini vilâdet meb'dei demek olan babalık vasfından tenzih eylemiş olduğu gibi doğurmuş olup da baba veya ana denilmek sahih olanların eksiksiz samed olamıyacaklarından dolayı ilâh olamıyacaklarını dahi anlatmış olmakla bununla evvelâ Nesârâ teslisinin Eb uknumu redd olunmuştur, yani Nesârâ teslisinin birinci uknumu redd olunmuştur, yani Nesârâ teslisinin birinci uknumu babadır, Allah ise baba değildir demek ki, Nesârâ teslisinin birinci uknumu Allah değildir. Eğer onunla Allah’ı kasd ediyorlarsa ona doğurmuş, baba demeleri yanlıştır. Bundan uknumı sânî ve sâlisin de butlânı lâzım gelir. Zira baba olmıyanın oğlu da kızı da olmaz. O hâlde Allahdan tevellüd ettiği iddia olunanların hepsi de yalandır, hiç biri Allah’ın veledi değildir. Hiç biri ilâh değildir. Hepsi de mahlûkudurlar, İysa da ne Allah’ın oğlu, nede Allahdır. Melâikede öyle Akıl da öyle, ruh da öyle.

Ancak burada şöyle bir tevehhüm gelir: Allah’ın vâlidliği ile veledi nefy olunmaktan başkasından doğmuş her hangi bir veledden de mutlâka ülûhiyyetin nefyi lâzım gelirmi? Aceba doğmuş olup da doğurmıyan bir veled, doğuranından ekmel ve maksud netice olmak itibariyle bir ilâh olamazmı? tabiri âherle Allah’ın baba, ana olmamasından babasız, anasız olması da lâzım gelirmi? Bir nâkıstan bir kâmil doğamazmı? o hâlde vâlid olmıyan bir veled ilâh olamaz mı? böyle bir suâl esas itibariyle butlânı açık bir vehm olduğu için bu iddiada bulunan

olmamış isede, evlâdın ana babadan ziyade bir tekâmüle mazhar olabildiği dahi inkâr olunamıyacak meşhudattan olduğu ve tekâmülü yüksek bir sebbe isnad etmiyerek ve kâmilin nâkıstan tabiî olarak çıkıverdiğini de zannedenler bulunduğu, (.......) buyurulmakla bu cihet izah edilmiş olmadığı için bu cihetin de temamen tasrihi ile ekanimden her birinin ayrı ayrı butlânı anlatılmak üzere sâniyende (.......) buyurulmuştur. Yani Allah doğurmuş olmadığı gibi doğurulmuş da değildir. Vücudu kendinden lizâtihî vâcib ezelî kadimdir. Binaenaleyh doğurulmuş olan oğul veya kız her hangi bir veled doğurmamış olsa bile ilâh olamaz. Çünkü o zatında adem ile mesbuk ve doğurana muhtacdır. Ne kadar tekâmül etmiş olursa olsun zatında kendine mâlik değil, başkasından müstagni, tam ganî, eksiksiz samed değildir. Allah (.......) buyurduğu üzere ölüden diri, topraktan zîhayat, yaratır, çıkartır. Bu ma'naca nâkıstan kâmil doğabilir, fakat o ilâh olamaz, mevlûddur, hâdistir. Kemali, zatî değil arazîdir, mahlûktur. Onun aslından artık olan kemâli kendi tabiatinden değil, halikın yaratması ve terbiyesiyledir. Yoksa hiç bir şey kendinden ekmelini değil, mislini bile yapamaz, doğurulanları da Allah yaratır, İlâh ise doğurulmaz, doğurulanları da Allah yaratır, İlâh ise doğurulmaz, tekâmüle muhtac olmaz, bir başkasına istinad etmez sameddir. Onun için Nesârânın uknumı evvelden sâdir olmuş, ak'li fi'lîyle doğmuş İbin ve Kelime dedikleri uknumı sânî bu cihetle de ilâh değildir, onunla Meryemden doğmuş olan İysâ da ilâh değildir, onunla Meryemden doğmuş olan İysâ da ilâh değildir, bunlar kendi da'valarında bile hem doğurulmuşlar, hem doğurmuşlardır, İysâ baba olmamışsa da Meryemin oğlu olmuştur, lemyuled değildir. Anası da kendisi de hem yemek yer hem çıkarırlardı.

Buna karşı o ezelde Ebden doğmuş ve onun ezeliyyetine müsavî bir doğuşla doğmuştur, demeleri de boştur. Böyle demek biri diğerine ezelden muhtac demekten başka birşey değildir. Muhtac olanda ise ilâh tabiati yoktur,

kulluk tabiati vardır. Mâdemki doğmuştur, doğurulmak ihtiyacında bulunmuştur, o ilâh olamaz. İlâhe mensûb, ilâhî olabilir. Hem ezelde doğmuş hem de doğuranın ezeliyyetine müsavî bir doğuşla doğmuş, denilmek de aynı tenakuzdur. Doğan doğurana mücânis olursa da her vecihle müsavî olamıyacağı gibi ezeliyyette hiç müsavî olamaz. Mertebeten muahhar olması tabiîdir, Onun içindirki onlar onu sânî diye ayırmak zaruretinden kurtulamamışlardır. Kaldıki herhangi bir sudûr, bir ikinci farzı bir zaman farzıdır. Birden ikiye geçmek tesavvuru bir hareket demek olan bir intikâl ma'nasını tezammun eder yoksa iki ve ikinci denemez. Ezeliyyet tesavvuru ise evveli yok tam bir vahdet tasavvurudur. Sadir olmuşsa ezelî değildir, bilfarz ezelî ise ezeliyyette müsavî değildir, İysânın Meryemden tevellüdü ezelî olmadığı ise ma'lûm.

3-

3 ﴿