FELÂK

(.......) emriyle başlıyan bu Felâk Sûresiyle bundan sonraki Nâs Sûresine (.......) ın kesriyle Muavvizeteyn, ve Ihlâs ile beraber üçüne Muavvizat denilir ki, sığındırıcı Sûreler demektir. Resûlullah bir rahatsızlık duyduğu zaman ve her gece yatağına yatacağı sıra bu üç Sûreyi okuyup ellerine üfliyerek mübarek başına ve yüzünden bed' ile aşağı doğru cesedi saadetlerine mesheder ve bunu üç kerre yapardı diye sıhhata Hazret-i Aişeden rivayet olunmuştur. «Muavvizetey» nin ikisinin de beraber nâzil olduğunda pek söz yoksa da mekkî mi, medenî mi oldukları ittifak ile tesbit olunamamış, bazıları mekkî ve bazıları medenî demişlerdir. Râzî medenî demiş, Keşşaf, Beyzâvî, Ebüssüud muhtelefünfîha demişler. Bahirde: «Hasen, Ata, İkrime, Cabir kavlinde, ve Küreybin İbn-i Abbastan rivayetinde de Mekkîdir, İbn-i Abbastan Ebû Salih ve katâde ve bir cemaat rivayetinde Medenîdir, ve denilmiştir ki, sahihi budur, ve muavvizeteynin sebeb-i nüzulü Yehudî Lebîd İbn-i A'samın sihri kıssasıdır» diye kayt eylemiştir. Lebîdin bu sihri kıssası ise medenîdir. Böyle iken Nehirde «bu sûre Mekkîdir ve muavvizeteynin sebeb-i nüzulü Lebîd kıssasıdır» denilmesi zühuldür. Onun için olmalıdır ki, Âlûsî sahih olan Medenî olmasıdır, çünkü sebeb-i nüzulü Yehudun sihridir. Onlar ise sıhahta vârid olduğu üzere sihri Medînede yapmışlardı, Binaenaleyh Mekkî olmasına

sahih diyene iltifat olunmaz» demiştir. İtkanda Mekkî ve Medenî sûrelerin tadadı hakkındaki rivâyetler miyanında Ebû Ca'feri Nahhasın (.......) kitabında ricali sikat isnadı ceyyid ile Ebû Amr İbn-i Alâdan, mücahidden, İbn-i Abbastan rivâyetinde (.......) Medenî Sûreler miyanında, Beyhekînin Delâilünnübüvvesindeki senediyle İkrime ve Hüseyin İbn-i ebilhasenden rivâyetinde, (.......) Mekkîler miyanınde, İbn-i Dureysin Fazaili Kur’ân’daki senediyle İbn-i Abbastan rivayetinde de (.......) sonra (.......) sonra (.......) Mekkîler miyanında, Ebû Ubeydin Fazaili Kur’ân’ındaki senediyle Ali İbn-i ebi Talhadan rivâyetinde Katâdeden rivâyetinde de kezalik Mekkîlerde saymış, ve Ebulhasen İbn-i Hassadın (.......) kitabında da yirmi Sûrenin bilittifak Medenî ve on iki sûrenin muhtelefünfîh ve maadasının bilittifak Mekkî olduğu zikredildikten sonra tafsîli için şu kasîde:

Nazmedilmiş olduğunu -ki, bunda muavvizetan muhtelefünfih olanlardan sayılmış ve evvelâ bu okunan Sûrelerin nüzul keyfiyyeti, ve hicretten evvel mi? Sonra seferde ve hazarda mı? Mes'eleleri Kur’âniyyetin esasına taallûk etmeyip ancak hukmü tarih ve nazarla teyid edecek bir müctehidin nesih ve tahsîsı bilmesi için alâkadar olacağı bir mesele olduğu anlatılmış, sonra da nâsın hilâfından darlığa düşümemesi, can sıkılmaması, çünkü her vârid olan hilâfın muteber olmadığı, ancak nazar ve istidlâlden hazzı olan hılâfın nazarı itibara alınması tenbih ve tavsıye olunmuş bulunduğunu- nakleyledikten sonra Süyutî nihayet: «muavvizetan, muhtar olan Medenîdirler, çünkü bunlar, delâilde Beyhekînin tahric ettiği vechile Lebîd İbn-i A'samın sihri kıssasında nâzil olmuşlardır» diye Râzî gibi Medenî olmasını ihtiyar eylemiş, Âlûsî de muhtar demekle iktifa etmeyip (.......) diye hukmeylemiştir.

Râzînin sebeb-i nüzul olarak nakleylediği rivâyetler şunlardır:

1- Şöyle rivayet olunmuş: Resûlullaha Cibril aleyhisselâm geldi, sana, dedi: Cinden bir ıfrit bir keyd yapmak istiyor, düşeğine vardığında (.......) ilââhırissûreteyn (.......) Bu ancak Peygamberden bir haberle bilinebilir, Mekkîye de Medenîye de muhtemildir. 2- Gözden sıyanet için okunmak üzere indirildiler denilmiş ve Sa’îd İbn-i Müseyyebden şöyle rivâyet olunmuştur: Kureyş «gelin bir aclık riyazati yapalım da Muhammede göz değdirelim» dediler, öyle yaptılar sonra da geldiler, ne sağlam bazun, ne kuvvetli sırtın, ne güzel yüzün var? Diye göz

değdirmek istediler, Allahü teâlâ da muavvizeteyni indirdi (.......) Buna göre Mekkî demek olur. 3- Yehudî Lebîd İbn-i A'samın sihri kıssasıdır ki, Razî buna Cumhûri müfessirîn kavli demiş ve bunun hakkında Mu'tezile ile bir münakaşadan da bahseylemiştir. Bu kıssa hakkında en makul rivayet şudur:

Nesâî Kitabülmuharebede murted babında «Ehli kitab sahirleri» hakkında Hennad İbn-i Serî ihbariyle Ebî Muaviyeden, o A'meşten, o Yezid İbn-i Hayyandan, o Zeyd İbn-i Erkamdan şöyle rivayet eylemiştir: Hazret-i Peygamber sallallâhü âleyhi ve selleme Yahuddan bir racül sihir yaptı, o yüzden bir kaç günler müştekî oldu derken Cebrail aleyhisselâm geldi de «sana, Yehudden bir racül sihir yaptı, senin için filân kuyuda şöyle şöyle bir takım ukdeler akdeyledi [düğümler döğdü]» dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahü âleyhi ve Sellem gönderdi onu çıkardılar, getirildi. Resûlullah da (.......) bir ikalden, yani bir diz bağından çözülmüş gibi kalktı, sonra da bunu o Yehudîye ne andı ne de yüzünü gördü (.......) Bundan başka Buharîde, Müslimde, İbn-i Mâcede Hazret-i Âişeden Hişam İbn-i Urve tarikiyle bir kaç rivâyet vardır ki, Mutezile bunları kabul etmek istememiş, lâkin ehli hadîs sübutunu söylemişler ve bu suretle ve delâili nübüvvetten bir mucizenin vukuunu haber vermişlerdir. Şu kadar ki, bu rivâyetlerde bu kıssa muavvizeteynin sebeb-i nüzulü olduğu sarih değildir.

Buharînin işaretine göre olsa olsa Sûre-i Bekarede Yehudun sihr ile iştigaline dair olan (.......) Âyetinin nüzulüne sebeb olduğu söylenebilir. Fakat Süyutînin dediği gibi Beyhekî Delâilde Hazret-i Aişe hadîsinin mâba'di olmak üzere zikreylediği rivâyette verdiği tafsîl ile muavvizeteynin sebeb-i nüzulü

bu kıssa olduğunu tahric ve tasrih eylemiştir: İki melek gelip Lebîd İbn-i A'samın zervan kuyusunda muşt ve muşata ve erkek hurma tal'ının kapçığı içinde tıb yaptığını haber vermekle sabahleyin Resûlullah ashabı ile beraber kuyuya gitti bir adam girip kuyunun kapak taşının altından tal'ının cuffünü çıkardı, içinde Resûlullahın tarağı ve başının darantısı vardı. Bir de mumdan bir timsâl yapılmış ve ona iğneler saplanmış ve onda on bir düğümlü bir de veter (yay kirişi) bulunmuştu o vakıt Cibril aleyhisselâm muavvizeteyni getirdi, Ya Muhammed! (.......) di bir düğüm çöz, (.......) di bir düğüm çöz dedi, nihayet Sûrelerin ikisini de bitirdi düğümlerin hepsini çözdü. İğneleri çıkardıkça bir elem duyuyor ondan sonra da bir rahat buluyordu, Ya Resûlullâh katletsen!; denildi, Allah bana âfiyet verdi ve Allah’ın azâbından onun göreceği daha eşeddir buyurdu. Bir rivayette de denilmiştir ki, sihri yapan Lebîd İbn-i A'sam ve kızları idi, Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem hastalandı, bunun üzerine Cibril muavvizeteyn ile nâzil oldu, sihrin mevzııni, ve yapanını ve ne ile yaptığını haber verdi, Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem de Hazret-i Aliyi ve Zübeyri ve ammarı gönderdi, bunlar kuyunun suyunu çektiler kına suyu gibi olmuştu. Sonra kuyunun kapak taşını kaldırdılar tarak dişlerini çıkardılar, beraber bir de veter vardı ona on bir düğüm düğümlenmiş ve iğneler saplanmıştı, onu alıp Peygambere getirdiler o onlara Muavvizeteyni okumağa başladı., Her âyeti okudukça bir düğüm çözülüyor ve aleyhissalâtü Vesselâm bir hıffet buluyordu, iki Sûrenin tamamında son ukde de çözüldü. aleyhissalâtü Vesselâm da bir İkalden sıyrılmış gibi kalktı (.......) Bu iki rivâyetten evvelki rivayet daha doğrudur denilmiş ve işte bu haberlerin sıhhatına kail olan muhaddislerle bir kısım müfessirîn sebeb-i nüzulün bu olduğunu ve bu suretle bir kuyunun suyunu kına suyu haline getirecek ve başındaki

hurma ağacını kurutacak kadar bir tıb ve ilâç ile tesmim etmiş ve Resûlullahın beden ve asabında bir rahatsızlığa sebeb olmuş olan en gizli ve şiddetli bir sihri meydana çıkararak ibtal eyliyen ve Delâili Nübüvveten olan ilâhî bir mucize zâhir olup risalet kuvvet ve ısmetinin tecellî etmiş bulunduğunu ve böyle gizli bir surette hücum eden sihre karşı galebe eden mucizenin Hazret-i Mûsaya karşı açıktan meydan okuyan seharei Fir'avne karşı Asayı Mûsanın galebesi mucizesinden daha beliğ ve müessir bulunduğu kanaatiyyle bu Sûrenin Medenî olması rivayetini tercih ve ihtiyar eylemişlerdir. Ancak şundan gaflet edilmemek lâzım gelir ki, bu rivâyetlerin hepsinin sıhhati kabul edildiği takdirde bile Resûlullâha velev bir ân için olsun bir sihir yapılmış olduğuna mutlaka itikadın vucubunu ifade edecek kuvveti hâiz değildirler. Zira esas itibariyle haberi ahad hududunu geçmiş değildirler. Haberi âhadın sıhhati ise itikadın cevazını ifade etse bile vücubunu ifade eylemez. Halbuki bunda itikadın vücubu şöyle dursun Kur’ân’ın nassına muhalif olduğundan dolayı câiz bile olamıyacağına dahi kail olanlar vardır. Netekim İmamı Matürîdîden nakledildiğine göre Ebû Bekri Esam burada merviy olan sihir hadîsi metrûktur, çünkü bundan kâfirlerin aleyhissalâtü Vesselâma meshur demelerinin sıdkı lâzım gelecektir. Bu ise Kur’ân’ı Azîmüşşanın nassına muhaliftir, demiş ve Mutezile bu fikirde ısrar etmiş ve sihirden teessürün mansıbı nübüvvete yakışmıyacağını söylemişlerdir. Gerçi Resûlullaha sihir yapıldı da defi ve ibtal edildi demekle ona meshurdur demek arasında büyük fark vardır. Meshurdur demek, sihre mağlûb olmuştur demek olur. Bu rivâyetler mağlûb olduğunu değil, bil'akis mucize olarak galebesini haber vermekte ve bu haysiyyetle Kur’ân’ın nassını tahkik ve teyid eylemektedir. Ve hasbelbeşeriyye Resûlullahın şahsı saadetine, Uhudde sinni şeriflerinin şehid olması, Hayberde tesmime

kalkışılması gibi herhangi bir sebeble bir zarar ve elem veya maraz, veya mevt ve katıl gibi bir âfet ârız olabilmek ve hattâ ahvali âdiyede bir hayal, veya bir zühül ve nisyan veya yapmak istediği bir fili yapamamak gibi bir hâdisei nefsiyyeye maruz olmak akıl ve kalbinin selâmetine ve aldığı vahyin kuvvetine mâni olmıyacağı gibi sonra hıfz-u inayeti ilâhiyye ile bunlar tashih ve izale olunmak mensıbı nübüvvete ve (.......) vâdine münafi olmıyacağı da unutulmamak lâzım gelir. Onun için İmamı Mazirî şöyle demiştir: Ehli bid'at bu hadîsi nübüvvet mansıbına hat ve teşkik olur diye inkâr etmişlerse de öyle değildir. Çünkü Allahü teâlâ onu Risalete müteallık ümurda masum kılmış, amma Dünya ümurundan meb'us olmadığı bazı ümurda ve beşeriyyete ârız olabilecek bazı hususta müteessir olabilmesi de baîd değildir (.......) Kazı Iyaz da Şifai Şerifte «Hazrei Aişe hadîsinin rivayetlerinde sihir Hazret-i Peygamberin aklına, kalbine, itikadına değil, ancak cesedi şerifine ve cevarihinin zâhirine dokunmuş olduğu, ve yapacak gibi tehayyül edip de yapmamış olduğu şey de yine rivâyetin birisinde musarrah olduğu üzere ehline yaklaşacağını zannedip de yaklaşamamasından ibaret bir tutukluktan başka birşey olmadığı beyan olunarak vârid olmuştur» diye tavzih eylemiştir. Filvakı Hazret-i Peygamberin beşerî haysiyyetten olan her hangi bir elem ve ârızasını nübüvvet ve risâleti haysiyyetinden olan ısmet ve kuvvetine sirayet edermiş gibi tevehhüm etmek hiç de doğru değildir. İşte ehli hadîsten olan ulemanın bilhassa bu noktayı tebarüz ettirmek ve bu haberlerde müessir bir sihre karşı bir mucizeye delâlet bulunduğunu tavzîh eylemek için bu rivâyetleri yekdiğeriyle telif ederek sıhhatini kabulde bir mâni görmemişlerdir. Bununla beraber bu mes'eleyi bir Ehl-i Sünnet ve Ehli bid'at ve i'tizal mes'elesi gibi tasvir etmek de sihri haddinden fazla büyütmek gibi bir ifrattan

hâlî olmaz. Halbuki sihri ve şerr-ü zararını inkâra kalkışmak doğru olmadığı gibi onu haddinden fazla ızam etmek de doğru değildir. Sihir bir hud'a ve şeytanetten hâlî olmamakla beraber ruhanî veya cismanî olarak sınaî ve talimî bazı hakikatlerle memzuc da olabilir. Ve her ne olsa (.......) dır (.......) dır, (.......) dur. Peygambere sâhir veya nübüvveti cihetinden meshur diyenin küfründe de şübhe yoktur. Burada üç mes'ele vardır:

Evvelâ sihrin vukuu; sâlisen bu Sûrelerin sebeb-i nüzulü olup olmaması mes'eleleridir. Sihrin mahiyyeti her ne olursa olsun vukuunu ve onunla iştigal edenlerin bulunageldiğini inkâr etmek onun küfür ve fitne olduğunu inkâr etmek gibi hem Kur’ân’ın sarahatine karşı küfür hem de tarihe karşı cehalet olur. Peygambere bir sihir yapıldığına ve onun hasbelbeşeriyye ondan biraz müteessir ve müteelim olduğuna itikad etmek câiz olabilirse de vâcib değildir, bu Sûrelerin mazmununda sâhirlerin de şerrinden Allah’a istiâze mânası açık olduğu da katıyyetle sâbit değildir, bu sûreler ondan daha yüksek ve daha şümullü kıymeti hâizdir. Balâdeki nakıllerden anlaşıldığı üzere Beyhekînin dahi Mekkî ve Medenî rivâyetleri kaydetmiş olmasınâ nazaran en doğrusu nüzul ve esbabı nüzulü muhtelefünfîha olduğunu söylemektir. Ve şu halde Süyutînin Medenî olması muhtardır diye tercihi, Âlûsînin (.......) diye tercihinden daha muvafık olur.

Burada İbn-i Mes'ud Hazretlerinin cemi Kur’âna kadar bu iki Sûrenin Kur’ân’dan olduğuna vakıf bulunmadığına dair de bir rivâyet vardır. Bu ise iki sebebden neş'et edebilir. Ya bu sûrelerin nüzulü son zamanlarda olmasından, yahud Mekkede iken hadîsi kudsî kabilinden iken Kur’ân olmak üzere tesbîtine dair vahiy muahheren vârid olması hasebiyle müşarünileyhin ona vakıf olmamış

bulunmasından olabilir. İki takdirde de Kur’âniyyetleri, Medenî olması lâzım gelir ki, bunu da Medenî olduğuna dâir esbabı tercihten olarak zikretmek muvafık olur. Bu Sûrelerin sebeb-i nüzulü Peygamberin vefatına yakın Yemende Esvedi Ansî, Yemamede Müseylimetülkezzab gibi nübüvvet iddiasiyle kıyam etmek istiyen deccalların şerr-ü fitneleri olmak da pek melhuzdur ki, balâda zikrolunan birinci rivâyetin mânası da bu olsa gerektir. Bunların yaptıkları da nâsın akıdelerini bozmak için ukdelere üfürenlerin şerri cümlesinden ve en büyük sihirlerden olduğunda da şübhe yoktur, hem onlar dünyaya felakı subuh gibi parlamış olan nuri islâmı karartmak için saldırmak istiyen gasık kabîlindendir. Bu suretle bu Sûrelerin sona dercedilmiş olması da pek münasibdir. Allahu a'lem.

Söz uzamış olmakla beraber sihirden bahsedilmiş olmak münasebetiyle şunu da söyliyelim ki, Sûre-i Bekarede Yehudun kitabullah olan Tevratı arkalarına atıp da iki nevi sihrin arkasına düştükleri, bunlardan birisi Süleyman aleyhisselâmın mülk-ü, saltanatı hakkında Şeytanların küfr ile uydurup takib ettikleri siyasiyyata müteallık sihir; birisi de Babilîlerin Harut ve Marut efsaneleri diye anılmakta bulunan ve aşk-u alâkaya dair olarak karı ile koca beynini ayıracak kadar küfr ve fitneyi tezammun eden sihir olduğu (.......) âyetinde geçmiş ve orada sihrin sekize kadar sayılan envaından da bahsolunmuştu. Onları tekrara hacet olmamakla beraber sihir kelimesinin lûğavî ve Ürfî mânalarına dair bir hulâsa daha yapmadan geçmek de muvafık olmıyacaktır.

Nihayede der ki, Arabın kelâmında sihir, (.......) bir şeyi vechinden sarf ve tahvil eylemektir (.......) Kamusta: sînin fethiyle sehr, akciğer ve zammiyle suhr, yüreğe denilir, sînin kesriyle ism olarak sihr (.......) tutumu lâtîf ve ince olan her hangi bir şeye ve fi'le

denir, masdar olarak da hud'a yapmağa, ve cadılık ve gözbağcılık etmeğe denilir (.......)

Râgıb der ki, Sahr, hulkumun ucu ve riedir, sihrin de bundan müştak olduğu, yani ciğere işletmek mânasından mehuz olduğu söylenmiştir, ve sihir birkaç manaya ıtlak olunur:

BİRİNCİSİ: hakikatı olmıyan tahyîlât ve hud'aya denilir ki, el çabukluğuyla yaptığını gözlerden kaçırtmak suretiyle «şa'bezeci» hokkabazların yaptıkları, ve yaldızlı sözlerle kulakları avutarak nemmamların, koğucuların yaptıkları bu kabîldendir (.......) buyurulması bu mâna üzerinedir, kâfirler Mûsa aleyhisselâma bu nazarla baktıklarından dolayı (.......) demişlerdi.

İKİNCİSİ: Şeytana bir nevi tekarrüb ile onun muavanetini celbeylemektir ki, (.......) buna işarettir, (.......) buyurulması da bunun üzerinedir.

ÜÇÜNCÜSÜ: (eğtâmın) avammın zâhib olduklarıdır ki, kuvvetinden suver ve tabayiı tağyir eder, Meselâ insanı eşek yapar diye zu'm ettikleri fi'lin ismidir. «Muhassılîn» ındinde ise onun hakikati yoktur (.......) Râgıbın bu son sözünü sade Mutezile kavli imiş gibi telâkkı edenler olmuş ise de öyle değildir. Kamus sahibi de Besairde bunu şöyle ifade etmiştir: Feth ile sahr, hulkumun ucuna ve akciğere denir, bedenden ona muhazî olan uzve de mecazen ıtlak edilir. Kesr ile sihr ki, Türkçemizde büyü, ve cadılık dahi tâbir olunur -fil'asıl bir adamın sahrine, yani akciğerine vurup onu müteğayyir ve sersem eylemek mânasına masdar olup sonra cadılıkta kullanılmıştır ki, üç türlüdür:

BİRİSİ: sırf hida' ve tahyilâttır ki, hakikati yoktur, şa'bede ve gözbağıcılık tâbir olunur, hiffeti yed ve sür'atten neşet eder.

İKİNCİSİ: Şeytanlara tekarrüb ederek bazı mertebe muavenetlerini isticlâb ile olur.

ÜÇÜNCÜSÜ: küfrü irtikâb ile efsun ederek suver ve tebayiı gûya tağyir ederler, meselâ bazı adamı gûya eşek yaparlar, bu dahi gerçi müessirdir lâkin hakikatı yoktur, meshur olan kişi kendisini eşek olmuş kıyasiyle öyle şive yapar, herhalde sihrin vukuu vardır (.......) Bütün bunlarda ince bir hîle ve hud'a mânası bulunmakla beraber hakikati yoktur demek büsbütün yalandan ıbarettir demek de olmayıp maddî veya ruhanî olarak gizli bir takım sebebler istimâli ile tahrifi hakikat edilerek yapılan ve mahiyyetinde mutlaka bir şeytanet ve hud'a mânası bulunan ve bu suretle bir takım kimseleri manyatize ederek (yâni mıknatıslar gibi cezb-ü teshir eyliyerek) iradesine râim eyliyen habîs bir san'at diye de târif olunabilir. Netekim Ebû lbeka külliyyatında bunların hepsine şâmil olmak üzere sihrin urfî mânasını şöyle târif eylemiştir, kesr ve sükûn ile sihr, nüfusi habîsenin bir takım ef'al ve ahvâle uğraşmasıdır ki, o fiıllerde bazı harikul'ade ümur terettüb eyler, Maamafih muarezası müteazzir olmaz. Ve Ezherînin Ferra' ve sâireden nakline göre asli lûgatte sihr, sarftır, ya'ni çekip çevirmek, birşeyi yönetimden çıkararak tağyir ve tahvil eylemektir. Ve hiyel ve sanayı erbabının alât ve edevât ianesiyle yaptıkları fiıllere ve el çabukluğuyla yapılanlara sihr ıtlak edilmesi de birşeyi cihetinden sarf ve tahvil etmek mânsı bulunmak ıtibariyle hakikati lüğaviyyedir. Sihri kelâmî de, kelâmın garabeti ve kalblerde müessir olan letafetidir ki, onları sihir gibi bir halden bir hale tahvil eyler, (.......) hadîsinin mânası da (Kamusun beyanı üzere) Allahü a'lem şudur: İnsanı medheder, onda sadık olur, dinleyenlerin kalblerini ona çevirir, aynî zamanda zem de eder, onda da sadık olur, ona da kalblerini çevirir (.......) Nihayede bu hadîsi şöyle izah eylemiştir: «Yani beyanın bazısı vardır ki, hak olmasa

bile sâmiînin kalblerini çevirir, bir de denilmiştir ki, bunun mânası: bazı beyan vardır ki, onunla sâhirin sihr ile kazandığı günah gibi günah kazanılır, buna göre hadîs zem siyakındadır. Medh sîyakında olması da câizdir. Çünkü onunla kalbler istimale olunur, dargınlar hoşnud edilir, sertler yumuşatılır, indirilir. Sihir de kelâmı Arabda (.......) dir (.......) Râgıb da bunun hakkında şöyle der: Sihirden bazan hüsnü tesavvur olunur. Netekim (.......) denilmiştir. Bazan da fılinin inceliği tesavvur olunur, Netekim etıbba «tabiat sahirdir» derler (.......) Bunlardan anlaşılıyor ki, sade hüsn-ü letafet ve incelik itibariyle sihir itlakı mecazdır. Aslında sarf ve tağyir ile sirrî bir hud'a ve şeytanet mânası vardır, ürfî mânası olan büyücülüğe, cadılığa ıtlakı da bu itibar ile ve habâseti haysiyyetiledir. Tarifinde «muarazası müteazzir olmaz» diye kaydlanması da mûcizeden farkını göstermek içindir. Arabcada sihre bir de tıb tâbir olunduğu ve sihir yapılana matlub denildiği de anlaşılıyor ki, bu bizim lisanımızda da vardır, fulâna büyü yapılmış, yahud o, büyülü imiş mânasına ona ilâç yapılmış, o ilâçlı imiş denilmek de şayidir. Kamus şarihi sihre tıb itlakının yılan sokana selîm, sahraya mefaze tâbir edilmek gibi ifakata tefe'ül için olduğunu söylemiştir. Maamafih bunun tababette edviye istimaliyle yapılan hazakat ve meharet kabîlinden bir tesir mülâhazasiyle itlak edilmiş olması da pek melhuzdur.

Hasılı, lisanımızda, büyü, ilâc, avsun, cadılık, nirenk, füsun ve efsun gibi tâbirlerle yadolunan sihir frenkcede de magie, ve sorcellerie tâbirleriyle yadolunduğu anlaşılıyor. Bu münasebetle burada onların fikirleri de hulâsaten kaydedilmek fâidesiz olmıyacaktır zannederim: Lârosta diyor ki, mage: Midyalılarda ve Fürste rühban sınıfı âzası, Yunanlılarda ve Romalılarda; müneccim, efsuncu, sâhir: magiciene: sihir san'atı yapan sihirbaz mecazen: hayretengiz ve anlaşılmaz şeyler yapan şahıs: artistler büyük sehhardırlar denilir. Magie (ya'ni sihir): acayip bir takım ameller vasıtasiyle, kavanini tabiıyye hilâfına bazı âsâr istihsali iddia olunan sanattır: Magie: (sihir) eski

Mısırlılarda çok mergub idi. Magie norie kara sihir: Şeytanları celb için yapılan idi. Magie blanche beyaz zihir: Zâhiren fevkalâde, hakikatta ise esbabı tabiıyyeye medyun bazı âsar husule getirmek sanatıdır. Mecazen: şayanı hayret eser, iğfal ve ıdlâl kuvvet ma'nalarına gelir. Netekim üslûb sihri denilir. -Maglar, Zerdüşt dîninin rüesası bilhassa nücum, ahkâmı nücum ve diğer fevkattabîa kuvvet isnad olunan tılsımat gibi fenlerle yetiştirildi ki, magie kelimesinde halâ onların hatıraları saklanır. İradesine kuvayı ulviyyeyi münkad etmek, onları celbeyleyip muavenetleriyle bir takım zuhurat husule getirmek; şirinlik yapmak, cezb ve teshir etmek, şifayi âcil vermek gibi ilah... Acaib ve harikulade eserler isnad olununan bu iddiaî san'at, erkenden Yunanlılara idhal olunmuştu, lâkin bâtıl akîde ile dessaslığın semeresi olarak her asırda ve cahil halkın hepsinde bulunur. Kuruni vüstada sihr ile lekelenerek itham olunan her ferd şiddetle yakılırdı. Bugün sihirbazlık, ve cadılık, sorcellerie medeniyyetin terakkısi önünde hemen hemen tamamiyle gaybolmuş gibidir. Sorcellerie demek sorcier mesleki ve ameli demektir ki, kuruni vüstada bu bir cinayet gibi mülâhaza olunurdu. Sorsiye, ya'ni cadı o şahıstır ki, halk onun sihr ile fenalık yapmak için vakıt vakıt Şeytan ile hali ictimada bulunduğunu zu'mederlerdi. Bu zu'm halâ gayri medenî halkda temamen gaybolmamıştır. Mecaz olarak: pek meharetli şahsa denir, ihtiyar fena karıya da «koca cadı karı» denilir (.......)

Görülüyor ki, bunlarda kelime iştikakından katınazarla hakikat ve mecaz mana ve mahiyyet itibariyle bizimkilerin beyanatından pek farklı değildir, ve oldukça bir tarih de yapmış, bir ucunu Mısıra, bir ucunu da Midyalılarla eski Fürse dayamıştır. Midyalılar Elcezîrede olmak, Babil de orada bulunmak itibariyle bunun Babilde Harut ve Marut hikâyeleriyle alâkadar olan sihir demek olacağını da anlamak

iktıza eder. Mage lâfzı Lâtince «Magus» lâfzından diye gösterildiğine göre bu bizim Mecus dediğimiz olmuş oluyor. Şu halde Fransızların sihir manasına kullandıkları «Magie» tabirinin asıl lûğavî manası mecusîlik, yani mecusî işi, mecusluk san'atı demek olduğu anlaşılır. Sonra, sihrin zâhiren fevkalâde görünen, hakikatte ise esbabı tabiıyyeye müstenid bulunan ve beyaz sihir tabir olunan bir kısımdan bahsediliyor ki, bundan da sihrin bazı hakikatler karıştırılarak yapılan ve fakat o hakikat gösterilmediği için harikulade zannedilen bir kısmı bulunduğu da söylenmiş oluyor. Filvakı sahirler böyle cismanî ve ruhanî bir takım esbabı tabiıyye istimal ederek zâhiren fevkattabîa, harikulade görünen bir takım asârı garîbe izhar eder ve böylelikle Peygamberlerin mucizelerine ve Evliyanın kerametlerine rekabet etmek de isterler. Ve bundan dolayıdır ki, sihir, talim ve teallümü kabil bir hüner ve san'at kabîlinden olarak telâkkı olunur. Halbuki fevkattabîa olan mucize ve keramet kesb ile değil, ancak mevhibei İlâhiyye olarak kabil olur. Bununla beraber şu da inkâr olunamaz ki, esbab ve hâdisatı tabiıyye denilenler içinde kanunları izah olunabilen ve fennî olarak san'at halinde muttariden tatbikı kabil olduğundan dolayı adî ve tabiî sayılanlar olduğu gibi kanunları izah edilemiyerek amperik surette tatbîk edilebilen ve ılliyyeti mechul olarak tesadüf edilegelen nâdir, ve gayrinâdir, nice hâdiseler ve garîbeler bulunduğu da günden güne tezayüd edip duran keşfiyyat ve müşahedelerle görülüp duruyor. Bu noktalar iyi mülâhaza edilince şu da anlaşılır ki, medeniyyetin terakkîsi karşısında sihrin gaybolduğunu zannetmek de doğru değildir, bilâkis fünunun ve vesaitı medeniyyenin terakkısi içinde sihrin tebdili şekl ile tenâsuh ederek türlü namlar ve şekillerle daha ziyade tevessu etmekte olduğunu itiraf etmek icab eder. Sâhirlerin ervah ve nüfusi âliyeyi celbetmek iddiaları yalan olduğunda

şübhe yok ise de ervahi habîse ve nüfusi sâfileyi celb ve teshir edebildikleri ve bu suretle nüfusi âliyeyi de ızrara çalıştıkları muhakkaktır. Ve bundan dolayı sihir en şenî küfürler ve şeytanetlerle mütelâzimdir. Her zaman beşeriyyet onun şerrinden Allah’a sığınmak ihtiyacındadır.

Bu Sûrenin âyetleri - beştir.

Fasılası - (.......) harfleridir.

(.......) ortada yalnız olarak tam manasiyle bir fasıla harfıdır.

Münasebeti, İhlâsın nihayetinde beyan olunduğu üzere doğumdan, küfüvden münezzeh olan eksiksiz samediyyetin hukmüyle doğum, hudus cereyan eden ve binaenaleyh yekdiğerine karşı mertebe mertebe şerri ihtiva eyliyen eksikli mahlûk ve fânî fıtretin hukmünü son bir tavzih olmasıdır, ya'ni Allah’ı ıhlâs ile tanı, ona şöyle iltica et:

1

Di ki, Sığınırım Rabbına o Felakın

(.......) Di -şayanı dikkattır ki, böyle «di», «söyle» diye emrolunduğu zaman bundan zâhir olan, memurun bu emri değil, bununla söylenmesi emrolunan sözü söylemesi matlûb olur, onun için Peygamberin de bu sûreleri okurken (.......) demeyip (.......) diye başlaması iktıza etmezmiydi? Diye bir suâl hatıra gelir. Bundan dolayı (.......) de mutlaka (.......) denilmek vacib, Tebbet de (.......) denilmemek vacib olduğunda ittifak bulunmakla beraber, ihlâsta ve Muavvizeteynde, kul denilmiyerek okunmasını tecviz edenler olmuşsa da mücerred duâ niyyetiyle söylendiği zaman bu caiz olsa bile Kur’ân olarak okunduğu zaman aynen okunmalıdır, çünkü mushaflarda öyle tesbit edilmiş, öyle vârid olmuştur. İmam Ebû Mensuri Matürîdî te'vilâtta demiştir ki, «Zîra bununla memur olan yalnız muhatabdan ibaret değil, onun gibi mükellef olan herkestir» onun için dehirler geçtikçe kalmak, bütün İbadullaha emir ve tavsıye olunmak üzere aynen tesbit edilmiştir, bir de denilmiştir ki, bununla memur okuyanın kendisidir. Allahü teâlâ bu suretle şunu bildirmiştir ki, bu mazmunun makamında herkes kendisine bunu söylemeyi emretsin, bunu bırakmasın, hasılı İhlâsın başında da işaret ettiğimiz vechile bu sûreler: (.......) diye emir ile emrolunmuş gibi bir telkıyn ile okunur.

Ya'ni kendine ve herkese şöyle dua etmesi söyle: (.......) sığınırım- Avz, meaz, ıyaz, istia'ze bir fenalıktan korunmak için gayre iltica etmek, himayesini istemektir, ki, sığınana âiz veya müsteîz, sığınılana müsteazzünbih; kaçılan fenalığa müsteazünminh, sığınış tarzına, vesîlesine avze, sığındırıp koruyana muîz, korunana muaz denilir.

Ya'ni hifz-u himayesini istiyerek iltica eder korunurum (.......) Rabbına o felakın -

Şafak vezninde felâk, bir çok manalara gelen acîb mazmunlu derin bir kelimedir, iştikakına nazaran en esaslı manası yarmak mefhumunu mütezammın olmak hasebiyle tıbkı fıtret kelimesini andırır. Aslında lâmın sükûniyle halk vezninde: yarmak, birdenbire çatlatıp ayırmak veya pürtletmek demek olan felk masdarından mefluk manasına sıfatı müşebbehe olduğuna göre infılak ettirilmiş, çatlatılıp yarılarak belirdilmiş demek olacağından ilk nazarda yarık, yahud çatlak manasına lâmın fethiyle değil, tıpkı meşkuk manasına şakk gibi masdarında olduğu vechile lâmın sükûniyle felk kullanılır. Cem'inde de şukuk gibi füluk deniliyor, meselâ ayağında yarık, çatlak var denecek yerde (.......) deniliyor ki,, bu fark, ferc lâfzı ile ferec lâfzı arasındaki farka benzer.

Ya'ni feth ile felak, sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ıbaret değil, daha ziyade ondan belirip inkişaf ederek husule gelen neticenin vasfı demek olur. Meselâ bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması bir infilâk, bir infıtar, o çatlayış bir fıtret, onda iki taraflı husule gelen hey'et bir çatlak bir felk ile şaktır. Onun bir tarafı bir fılk bir şıktır, o çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pürtleyip beliren, inkişaf ve inbisat eden tomurcuk, yaprak, veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya her hangi bir mahlûk, (feth ile) felak demektir. Bu mana iledir ki, (.......) buyurulmuştur. (.......) vasfından da zâhir olan budur. O felakın fâlikı: yarıp yaratıcısı, ölüden diri, diriden ölü çıkarıcı ve zulmeti yarıp sabahı açıcı ve bu suretle yokluktan çıkarılarak doğup doğuran halkı birbirinden üreterek terbiye ede ede, hacetlerini vere vere kabiliyyetlerine göre yetiştirip sonlarına irdiren kendisi ehad, samed, lemyelid ve lemyûled ve lem yekünlehû küfüven ehad olan hâlık ve mürebbisi demek

olur. Bir de falk maddesinde yarmâk, yarılmak manasından başka bir sür'at ve şayanı teaccub bir bedâat, ve bir tazyık ve şiddet manası dahi bulunur, onun için hızından nâsi teaccübe düşürecek derecede ifrat ve sür'atle koşmağa tefelluk denildiği gibi, acîb ve bedi' birşey ihtira etmeğe ıflak veya iftilak ve acîb mazmunlar, bedî ve nâdir manalar bulan yüksek şâire müflık, ve emri acîbe filk ve felîk ve dahiye ve beliyyeye felika ve müflika denilir. İşte bu manalarla alâkadar bulunan bu felk maddesinden felak lâfzının lûgatte isim olarak bervechiâtî bir çok manaları beyan olunuyor. 1- ademden yarılıp çıkan halk, ya'ni alel'umum mahlûkat ve bahusus dağlardan pınarlar, buluttan yağmurlar, arzdan tohumdan nebatat, sulblerden zürriyyet, rahimlerden evlâd gibi bir asıldan ayrılıp çıkan mahlûkat, ve mevalîd, bu manada felak mahluk ve meftur müradifi gibi olarak iki manasiyle samede mukabil ve onunla mütezâyıf olur.

Ya'ni samedin eksiksizliğine mukabil bu eksikli ve ona muhtac olur. (.......) izafetinde de bunu bir beyan vardır.

2- Urfte bilhassa sabaha, yahud amudi subuhtan münşakk, ya'ni amud şeklinde mümtedd olan aydınlığa veya sabah yeri ağarıp açılmaktan ibaret olan ferce denilir. Bu bizim Türkçemizde Tan dediğimizin aynı demektir, Tanlamak: teaccüb etmek, bir şeyin birdenbire şuura çarpan letafet veya şiddetinden acı veya tatlı bir intıba' ile belirleyip hayran olmak manasına geldiğine göre bunda da felk gibi bir acîblik manası vardır ki, şafak atmak tâbiriyle ifade olunur. Bu manaca felak mukabilinde zulmet demek olan gasak zikrolunur.

3- İki tepe beyninde vakı alçak, oturaklı düz yere denir ve ceminde fülkan gelir.

4- Zindanda mücrimlerin ayaklarına vurulan ve mıktara dahi tabir olunan tomruğa ıtlak edilir ki, bizim falaka tabirimiz bunun müfredidir.

5- Çanak dibinde kalan süt bakıyyesine denir.

6- Ekşiyip kesilmiş süte denilir.

7- Cehennemin veya Cehennemde bir kuyunun ismi olduğu da menkuldur.

Râgıb der ki, (.......) subuhtur, (.......) kavlinde zikrolunan enhar, da denildi. Allahü teâlânın Hazret-i Mûsaya bildirip onunla denizi yardığı kelimedir, de denildi (.......)

İbn-i Cerir, birincisi Cehennemde bir sicn, veya Cehennemde bir kuyu, veya Cehennem, ikincisi subuh, üçüncüsü halk olmak üzere İbn-i Abbastan ve saireden üç rivayet kaydettikten sonra der ki, Allahü teâlâ Resulüne (.......) demekle emreylemiştir, kelâmı Arabda felak ise felakı subuhtur. (.......) denilir ve caiz ki, Cehennemde felak isminde bir zından da vardır. Böyle olunca da Allahü teâlâ (.......) kavliyle felak denilenin sade bazısını irâde buyurduğuna bir delâlet vazı' eylemediği ve Allahü teâlâ şanühu yarattığı herşeyin Rabbı olduğu için bununla ismi felak olan herşey murad olunmak vacib olur (.......) Bundan dolayı bir çok müfessirîn eâmm manası olan halk ile tefsirini tercih eylemişler, İbn-i Münzir ile İbn-i Ebî Hâtim de bunu İbn-i Abbastan rivâyet etmişlerdir. İbn-i Sînâ dahi felak vücud nuriyle yarılmış olan adem zulmetidir demekle bu mana üzere yürümüştür. Maamafih Câbir İbn-i Abdullah ve İbn-i Zeyd ve Mücahid ve katâde ve İbn-i Cübeyrden rivâyet olunduğu üzere

Müfessirîn pek çoğu Urfte en şâyi olan sabah manasiyle tefsîr zâhir görmüşlerdir, buna göre Rabbilfelak sabahın Rabbı, ya'ni Tanın Tanrısı demek gibi olur. Bu surette felak, zulmet akıbinde nur, darlıktan sonra genişlik, kapanıklıktan sonra açılış manalarını müş'ir olmak hasebiyle ıyâzın, ya'ni sığınmanın ona muzaf olan Rab ismine tealluk ettirilmesinde buna sığınanın sakındığı şerden kurtarılıp korunacağını iş'ar

eyliyen bir va'di kerim ve parlak bir kudret misâlini hatırlatarak ümid ve recasını takviye, ve hukmi Rububiyyete itaatle ona iltica ve dehalette ziyade cidd-ü itinaya tergib vardır. Bir de denilmiştir ki, bilhassa felakın zikri onun kıyamet gününden bir nümune olması hasebiyledir, o halde evler kabirler gibi, uykular ölümün kardeşi, sabahlayın evlerinden çıkanların kimi neş'e ve sürur içinde ve kimi borc ve ihtiyac ile alacaklıların tazyıkı veyahud kulların başına gelmekte bulunan sair ahvâl ile gumum ve sürur içinde bulunması itibariyle ba's ve mead halini en ziyade andıran bir misâl olur. Kazî tefsirinde der ki, burada (.......) ismi sair esmâdan, ya'ni felaka izafeti caiz olan diğer esmâi ilâhiyyenin hepsinden ziyade mevkıindedir. Çünkü mazarretlerden kurtarmak terbiyedir (.......) Bu beyan, felakın tâmimi manasına göre zâhirdir. Çünkü müsteîze de müsteazünminhe de şamildir, ya'ni (.......) hem sığınan, hem de sakınılan halkın Rabbıdır, Rabbülâlemîndir. Sabah manasına tahsîs edildiği surette de onun halleri değiştiren, tavırları taklib eyliyen ve binaenaleyh gumum ve ekdarı izâle eyliyecek olan kadir olduğunu iş'ar eyler.

İbn-i Sîna söylediğimiz gibi felakı nuri vücud ile yarılmış olan adem zulmetine hamlederek e'am manayı aldıktan sonra demiştir ki, burada Rab ismini zikirde hakaikı ılimden bir sirri lâtif vardır. Şöyle ki, merbub hâlâtının hiç bir şeyinde Rabdan müstağnî olamaz, netekim tıflın merbub olduğu müddetçe halinde bu müşahede olunur. Mahiyyatı mümkine dahi mebdei evvelin ifazasından gayri müstağnî olduğu için buna işâret olmak üzere Rabb ismi zikrolunmuştur. Bunda hafayai ulumdan diğer bir işaret daha vardır ki, o da şudur: avz ve ıyaz lûgatte gayrısına ilticadan ibarettir. Gayre mücerred iltica ile emrolunup da ondan Rabb ile tabir olununca bu delâlet eyler ki, maksad hasıl olmazsa onun ademi husulü o kendisine sığınılan müfîzı hayrate râci bir emirden dolayı

değil, kabiline râci bir emirden dolayıdır, zira şu mukarrerdir ki, kemâlattan ve gayrisinden hiç bir şeyde mebdei evvel Hak sübhânehu tarafından buhul yoktur o, sameddir, ondan hepsi hasıldır, müsteıddin kabulü cihetini ona sarfetmesine mevkuftur, işte « (.......) = Dehrinizin günlerinde Rabbınız rahmetinden nefhalar: esen hoş esintiler vardır, uyanın kendinizi onlara arzedin» hadisi şerifindeki işareti nebeviyye ile murad budur. Eltafı Rabbaniyyenin nefehatı dâim ve halel ancak müsteıdden olduğunu beyan buyurmuştur (.......)

İbn-i Merdöye ve Deylemî, Abdullah İbn-i Amr İbn-i Astan şöyle tahric eylemiştir: demiştir ki, (.......) kavli ilâhîsinden Resulullaha sordum, o buyurdu: Cehennemde bir sicindir onda cebbarlar, mütekebbirler habsolunur ve Cehennem ondan Allah’a istiâze eyler. Yine İbn-i Merdöye Amr İbn-i Anbeseden de şöyle tahric eylemiştir: Resûlullah sallâllahü aleyhi ve Sellem bizimle namaz kıldı (.......) ı okudu, sonra ey İbn-i Anbese bilirmisin felak nedir? Buyurdu. Allah ve Resûlü a'lem dedim, buyurduki: Cehennemde bir kuyudur. O kızıştırıldığı vakıt Cehennem kızışır, âdem oğlu Cehennemden müteezzi olduğu gibi Cehennem de o kuyudan müteezzi olur. İbn-i Cerîr ve İbn-i Ebi Hatim, Kâ'bden de şöyle tahric etmişlerdir: Felak, Cehennemde bir evdir, o açıldığı vakıt ehli nâr onun şiddeti hararetinden sayha ederler. Kelbîden de: felak Cehennemde bir vâdidir, diye rivâyet edilmiş ve Cehennemin kendisidir de denilmiştir. Keşşafın beyanına göre bu mana, engin arza felak denilmesinden me'huzdur, bunun cemi fülkan gelir: halek ve hulkan gibi. Bu suretle Rabbın buna izafetle zikri azâbın en büyüğüne işâret ile ondan istiâze edene tahlisin vâdini tezammun eyler, sabah manasına olduğu zaman ümide zafer va'dini ifade ettiği gibi bunda da en büyük tehlükeden tahlîs ve vıkayeyi va'd var demek olur. Bazı Ashabı

kiramdan mervîdir ki, Şama gelip de ehli zimmetin Dünya maîşetindeki vüs'at ve refahlarını gördüğü zaman « (.......) = hiç ehemmiyyet vermem, değilmi ki, arkalarından o felak var?» demiş ve Kâbdan rivâyet olunan manaya işaret eylemiştir. Âlûsî der ki, felakın bu üç manasından benim nazarımda tereccuh eden evvelki e'amm manasıdır, ki, iycad nuriyle yarılmış olan bütün mevcudatı mümkineye ve bahusus cibâlden uyun, sehabdan emtar, arzdan nebat, erhamdan evlâd gibi bir asıldan doğup çıkan bütün mahlûkata şâmil olur (.......) Bu surette felak, samedin hilâfı ve Rabbilfelak, Rabbilhalk, yâhud Rabbilfıtret demek gibi olur. Bunun da evvelki Sûreye münasebeti, ya'ni doğmaktan doğurmaktan tegayyür ve fenâdan, şerik ve nazîrden münezzeh olan halikın karşısında onun mücerred halk ve iycadiyle yaradılarak doğup doğuran ve haddizatında hâlik ve fânî olan mahlûkatın hukmünü ve ona ihtiyacını beyan olduğu da zâhir olur. Bundan dolayı mealde «sığınırım Rabbına o fıtretin, şerrinden bütün hılkatın» ilâh.. diye terceme etmek fikri âcizaneme lâfzan ve ma'nen münasib gelmişti, fakat İbn-i Cerîrin dediği gibi lûgaten ve şer'an halk ıtlak olunanın hepsi (.......) manasiyle sarahate dahil olmak ve aynî lâfz, mahfuz tutulmakta zikrolunan fâidelerle beraber daha ziyade ince ve daha fazla bir şümul bulunmak hasebiyle şöyle demek daha müreccah göründü: Sığınırım Rabbına o felakın

1 ﴿