3: İlâhına nâsın (.......) nâsın İlâhına -o insanların Hak mabûduna, ya'ni aklı melekeleri tekemmül etmiş, hakkı nâhaktan, hakıkati hayalden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, zevkı bâkıyi zevkı fânîden, gayei maksudu vasitadan, kûfranı şükrandan fark ve temyiz edecek vicdanları ma'rifeti halka tenevvür eylemiş, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin mahiyyetini öğrenmiş, hikmeti vücudlarını nereden gelip nereye gittiklerini, bütûn o cünbüşi cihan şümulden, bu gavğayı kâr-ü zardan kazanc ne olduğunu, o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların o hacetlerin dileklerin nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye döküldüğünü, ağlıyan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalblerin ne ile tatmin edileceğini; binaenaleyh nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lâzım geldiğini anlamış, vücudda tecelli eden, zâhir ve bâtından vicdanları saran gayb ve şuhuda hâkim olan hakkın cemalindeki celâlin, celâlindeki cemalin ebedî zevkını duyarak her işinde ıhlâs-u ihsan ile ona yüz tutmuş, uğurunda can vermeyi canına minnet bilerek hukm ü rızasına teslimi nefs etmiş kalbi selîm sahibi irgin insanların gayei maksud edinerek ibadet edegeldikleri ve âkıl ve bâliğ bütün insanların halâsları için îman ve ibadet ile mükellef bulundukları hak Tanrıya, hasılı: halk ve emir, icad ve i'dam, ihya ve imâte, sevab ve ıkab ile tesarrufi küllîye kudreti tamme ve samediyyeti kâmile ile celâl ve ikramda tevahhüd iktıza eyliyen ülûhiyyet ancak kendinin hakkı olan o ehad samed Allah’a sığınırım. Rab ismi rabbüddar ve rabbülmal gibi izafetle kullanıldığı zaman Allahdan maadaya da söylenebilir. Melik isminin de ondan ehass olmakla beraber Allahdan maadaya itlak edildiği malûmdur, fakat ülûhiyyet aslâ şirk kabul etmediği, (.......) olduğu için ilâh ismi şer'an ve hakîkatten Allah’a mahsustur, binaenaleyh Rab, e'am, melik ehass, ilâh daha ehastır. Burada ise murad, Allahü teâlâ olduğu iyice anlaşılmak için Rabbinnâs, Melikinnâs ile, Melikinnâs da İlâhinnâs ile beyan buyurulmuştur. Gerçi bunların Rabba sıfat veya bedel olması da tecviz olunabilir ise de Zemahşerî ve sair muhakkıkîn atfı beyan olmalarını ihtiyar eylemişlerdir; fakat burada evvelâ şunu düşünmek iktıza eder: Allahü teâlâ yalnız insanların değil, herşeyin Rabbı ve bütün âlem onun Rübûbiyyeti, melekûtü, ulûhiyyeti nizamı altında dizili olduğu halde burada niçin Rab ismi evvelâ insanlara izafetle tahsîs buyurulup da sonra (.......) diye beyana lüzum görülmüş ve niçin (.......) üç defa tekrar edilmiştir? Bunun nüktesi: EVVELÂ, Kur’ân’ın hikmeti nüzulü insanların terbiyesi, insanların sıratı müstekıyme hidayet ve irşad olduğu cihetle bunu evvelinde olduğu gibi âhirinde de bilhassa ihtar ile nüfusi insaniyye terbiyesine ınâyeti Rabbaniyyenin mezidi ihtısasını anlatmak ve bu vechile Kur’ân’ın âhirinden evveline ircai nazar ettirmektir. (.......) emirleri Fâtihanın (.......) duâsına son cevab olarak doğrudan doğru bir sığındırma ve koruma irşadı olmak hasebiyle Sûre-i Bekarenin evvelindeki (.......) mazmununun bir mısdakı olduğu gibi (.......) buyurulması da (.......) hitabını hatırlatarak âhiri evvele bağlamıştır. Hatimde evvele dönülerek hâlli mürtehil yapılması da bu nükte ile mütenasibdir. SANİYEN, Ebüssüudun beyan ettiği vechile bunda «i'azeye şayan bir isti'aze minhacına» ya'ni korumaya lâyık bir sığınış yoluna irşad vardır. Çünkü Rabbına sığınanın efradından bir ferd bulunduğu insanlar cinsi zımnında terbiyesi, memlûkiyyeti, ubudiyyeti ile Rabbına intisab ve tevessülü rahmet ve re'fetin tezayüdü esbabındandır. Ve Allahü teâlânın bunu böyle emir buyurması bu suretle korumayı kat'iyyen va'dine delâlet eder delâili keremdendir. Bir de burada isti'aze olunan şer bilhassa insanlara adavet ile ma'ruf olan Şeytanın şerridir, bundan korunmak için insanların ona karşı Allah’ın terbiyesi tahtinde melekûtü içinde ubudiyyeti saffında dizilmelerini tansîstir. « (.......) = benim halis kullarım üzerinde senin saltanatın yoktur» kavli celîli mentuku üzere Şeytanın nüfuz ve tesallûtundan korunacaklarına bir işaret de vardır. Bir insan ferdinin böyle (.......) diye mertebeden mertebeye en mütekâmil cem'iyyet nizami içinde isti'aze etmesi «Ya Rabbî, ya Melîkî, ya İlâhî! beni terbiye edip yetiştiren sen, benim tâbi, olduğum hukümdarım sen, benim bütün mevcudiyyetimi veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine en yüksek sevgi ve saygı ile ıbadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün vazîfem bulunan ma'budum, Tanrım, yegâne ve sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım ve sığınıyorum» demek ma'nasında olmakla beraber öyle demekten daha beliğdir. Çünkü insanlık meratibinin en mütekâmil saffı bulunan İlâhîler saffında ehlûllah cema'atı içinde bir mevki' alacak vechile korunmak üzere Rububiyyetin en yüksek ve küllî tecellîsi demek olan ulûhiyyet hukm-ü ınayetine ancema'atin sığınmak hem kudret ve rahmetin şümulünü i'tiraf ile hamd-ü senânın yüksekliği hem de buhulden, hodkâmlıktan sakınarak benî nev'ine vâsıl olan ni'metleri kendine vâsıl olmuş sayacak kadar hissi şükran ile hayirhahlığı mütezammın olmak itibariyle elbette ferden sığınmaktan daha beliğdir, ve onun için cemaatle olan ıbadet ve duânın fazîleti daha yüksektir. Beyzâvî gibi bazı Müfessirîn (.......) diye tahsîsın nüktesi burada isti'aze olunan vesvese şerrinin nüfusi insaniyyeye mahsus bir şerr olduğunu söylemekle iktifa etmişlerse de kâfi değildir. Nâsın tekrar edilip de (.......) diye zamir ile iktifa olunmamasının sebebine gelince sahib Keşşaf bunu atfı beyan olmasının iycabına hamlederek demiştir ki, çünkü atfı beyan, beyan içindir; binaenaleyh ızmar değil, izhar mazınnesi olmuştur (.......) . Râzî bununla beraber bir de, der: bu tekrar insanların şerefini artırmayı iktıza eyler, çünkü Allahü teâlâ kendisini insanların Rabbı, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasiyle tanıtıyor demektir. Eğer insanlar mahlûkatın eşrefi olmasa idi elbette kitabının hatimesinde kendisini insanların Rabbı ve meliki ve İlâhı diye ta'rif etmez, kitabını bu ta'rif ile hatmeylemezdi (.......) . Bu iyzaha göre (.......) üçünde de ayni ma'nada olarak mahza beyan ve takrir ve insanlık şerefini tezyid için tekrar olunmuştur, Demek olur ki, Ebüssüud da bunu ıhtiyar eylemiştir. Âlûsî de «bir şeyin marife olarak i'adesi halinde ikinci evvelin aynî olmak» ka'idesi ekseriyyesine binaen bunu tercih eylemiş ise de fasılanın fasılasız olarak aynen tekrarı hilâfı zâhir olmak ve atfı beyan da nâsa değil, Rabba aid bulunmak hasebiyle her birinde muzafı ilyehin muzafına göre başkaca bir ma'na beyan etmiş olması daha doğru ve daha fâidelidir, mezkûr ka'idenin ekseriyyeti de hilâfına karîne bulunmamakla mukayyed olduğu malûmdur. Onun için bunu daha ziyade ta'mîk edenler burada tekrar olmayıp bu nüktelerden başka bir de nüfusi insaniyyenin derecatına ve terakkıydeki meratibine bir tenbih dahi bulunduğunu söylemişlerdir. İbn-i Sîna ve bazı ârifîn demişlerdir ki, zira nefsi insanî asl fıtretinde ma'rifetullah ve mahabbetullah ile intikaşa müste'iddir, fakat evvelemirde bu ma'rifetlerden halî olur -Netekim (.......) el'aye... buyurulmuştur- buna akli heyulânî mertebesi denilir, sonra ikinci mertebede onda evveliyyat, bedîhiyyat denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî mechulleri arayıp bilmeğe tevassul olunur, ve buna akıl bilmeleke mertebesi ta'bir edilir. Sonra da âhiri emirde o mechulâtı fikriyye kuvveden fi'le çıkarılır ki, buna da akıl bilfiil mertebesi denilir. İşte (.......), nefsi insanî meratibinden ilk mertebeye işarettir ki, bu, onun gerek bedihî ve gerek kesbî bütün ulûmdan halî bulunduğu hâlidir, nefsi bu mertebede onu terbiye edecek ve o bedihî ma'rifetlerle tezyin eyliyecek mürebbiye muhtacdır, sonra o bedihî bilgilerin husule geldiği ikinci mertebede onlardan fikrî ilimlere intikal melekesi husule gelir ki, (.......) bu mertebeye işaret eyler, sonra da üçüncü mertebede ulûmi fikriyyenin kuvveden fi'le çıkmasiyle nefsin tam kemâli hâsıl olur ki, (.......) da bu mertebeye işaret eyler. Demek ki, burada nâsın üç def'a zikri ayni ma'nada tekrar olmayıp her birinde nefsi insanînin bir mertebesine işaret olunarak Hak sübhanehu ve Tealâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecellî eden huküm ve tasarrufuna göre birer isim ile tesmiye buyururarak tanıtmıştır. Râzî felak Sûresinde bunu nakletmekle beraber burada bu farkı şöyle hulâsa eder: Evvelâ Rabbı zikr ile başlamıştır o tedbir ve ıslâh ile tasarruf edendir, bu ise Hak teâlânın insana olan ilk ni'metlerindendir. Ta onu terbiye ederek yerleştirip ona akıl verinciye kadar ki, o vakıt insan kendisinin memlûk ve Rabbının melik olduğuna delîli anlar, onun için ikincide melik zikrolunmuştur, sonra da ona o ıbadete müstehık bulunduğunu anlayınca onun İlâh olduğunu tanır, bir de abdin Rabbından ilk tanıdığı onun, ındindeki ni'amı zâhire ve bâtıneden in'am eder mün'im olmasıdır, bu Rabdır sonra onun bu sıfatlarına ma'rifetten celâletini ve halktan istiğnasını ma'rifete intikal eder, o vakıt onun melik olduğunu bilir. Çünkü melik başkası kendisine muhtac, kendisi başkasından ganî olandır, sonra abd onu böyle tanıyınca onun celâlet ve kibriyada vasfedenlerin vasfı fevkında bulunduğunu ve onun ızzet ve azametinde akıllarını veleh, ve hayrette kaldığını anlar, ve o vakıt onu perestiş edilecek yegâne ilâh olarak tanır (.......) . Beyzavî de bunu şöyle ifade etmiştir: Bu nazmı celilde o Rabbın sığınmaya lâyık i'âzeye kadir ve ona mümane'at gayri kabil olduğuna delâlet ile beraber hâlikını tanımak için teveccüh eden ehli nazarın meratibini de iş'ar vardır. Çünkü o, ilk nazarda kendi üzerinde gördüğü ni'amı zâhire ve bâtıneden kendisinin bir Rabbı olduğunu bilir, sonra nazarda derinleşir, nihayet tahakkuk eder ki, o Hak sübhânehû cümleden ganî ve her şey'in zatı onun, ve emrinin mesarifi ondandır, o meliki haktır, sonra bununla istidlâl eder ki, ıbadete müstehıkk olan ancak odur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilâfını ihtilâfı zat menzilesine tenzil ile mutad isti'aze vecihlerinin hepsi münderic olur -ya'ni âdet, mühim bir belâya düçar olan kimse işini evvelâ valideyni gibi ulusuna ve mürebbîsine arzeder, onlar def'ine kadir olmazlarsa melikine, sultanına ref'eder, o da tezallümünü izâle etmezse onu melikülmülûk ve her iştikâ ve ilticanın merci'i müntehası olan Hak teâlâya şikâyet eder, bu âdet üzere burada Allah’a hem rububiyyet sıfatiyle, hem melikiyyet sıfatiyle, hem ulûhiyyet sıfatiyle sığınmak vecihleri cem'edilmiştir ki, bunda isti'aze olunan âfetin büyüklüğüne de işaret vardır (.......) . Bazıları tekrar olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk nâs cenîn ve etfâl gibi terbiyeye muhtac olanlar, ikincisi siyasete muhtac olan gençler ve kâhiller, üçüncüsü sırf Allah’a müteveccih olan müte'abbidler ve yetkinlerdir (.......) . Görülüyor ki, üç nâs arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve şayanı dikkattir, bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi de mütekaribdir, lisan noktai nazarından bunların karînesi de muzaf olan rab, ve melik ve ilâh isimlerinin mefhum ve müstealiklerindeki umum ve husus farkıdır, rab ismi terbiyeden olmak, terbiye hakkı da malikiyyete mütevakkıf bulunmak itibariyle zevilukulden olanlara da olmıyanlara da tealluk ettiği için e'ammdır. Bu karîne ile (.......) da nâs, âkıl gayri âkıl alelûmum insan cinsine şâmil olmak lâzım gelir. Melik ismi ise mimin zammiyle mülk veya melekûtten olduğu, bu da mimin kesriyle milkten ehass olarak cümhuri ukalâ üzerinde siyaset ile tedbir ve idarei umur ma'nasından geldiği, melekût da bunun mübaleğası bulunduğu için melik rabdan ehastır. Netekim Râgıb der ki, mimin zammiyle mülk, cümhur üzerinde emr ü nehy ile tasarruftur ve ukalâ üzerinde siyasete muhtastır, onun için (.......) denilir de (.......) denilmez (.......) . Şu halde melikinnasdaki nâs alelumum insan cinsi içinden aklı eren insanlar olmak lâzım gelir. En derin sevgi en yüksek ta'zim ile ibâdete istihkakı ifade eden ilâhlık, hak Tanrılık ise ekmeli sıfat olduğundan bunun müzaf olduğu üçüncü nâs da akıl ve vicdan, îman ve iz'an, ahlâk ve irfan, fikri insaf, hüsni amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl, bir irginlik, bir yetkinlik bulunan insanlar olmak tebadür eder. Şu halde evvelki nâs rübubiyyet hukmünce hepsinden e'amm olarak henüz ilk terbiyeye muhtac ve akıl melekesi husule gelmemiş cenîn ve etfal gibiler dahi dahil olmak üzere lâmı istiğrak ile alelumum insanlar cinsine şâmil olmak zâhirdir. Ya'ni terbiye edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar dahi hâric olmaz. Çünkü melikiyyet ve ilâhiyyet hukmüne dahi şâmil olan rübubiyyet hukmü onlarda fi'len sâbittir. Ve gerek bidayetinde, gerek nihayetinde hiç bir insan ondan azâde ve müstağni değildir, şukadar ki, bunda ilk mertebe dahi dâhil bulunduğundan terakkı meratibindeki farkı tebaruz ettirmek istiyenler bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir. Maksadları ibtidaî insanlara tahsîs değildir, gerçi nâs ta'biri bazan adî insanlar ma'nasına tahkır için kullanılmak dahi müte'aref ise de bu ma'na nâs mefhumundaki umumiyyetten münbe'is olduğu gibi rab isminin izâfeti de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada tahkır kasdine münafi olacağından bunun muktezası olan ta'mimi tahsîse karîne yoktur. Lâm, istiğraka hamledilmek lâzım gelir. Yoksa rübubiyyeti melikiyyet ve ilâhiyyet ile beyana vecih kalmaz, arada mübayenet bulunmuş olurdu, hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı tercih etmişlerdir. Ancak atfı beyanda asıl maksud mefhumu beyan değil, masadakı, müsemmayı beyandır. Ebî Hafs Ömer denildiği zaman Ebî Hafs ile Ömer arasında beyan, mefhumu değil, müsemmayı beyandır. Ve onun için Ebû Hayyan atfı beyanda meşhur olan sıfat ile değil, ismi câmidle olmaktır diye Keşşafa ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin ismi câmid hukmünde olduğu beyaniyle ona cevab vermiştir ki, maksadı (.......) isimleri burada vasfiyyet haysiyyetiyle değil, esmâi ilâhiyyeden olmak üzere sırf isim mevki'inde olarak atfı beyan olduklarını söylemek olacaktır. O halde ikinci nâs evvelkinin büsbütün ayni olmak iktıza etmiyeceği gibi büsbütün gayrı olmak da iktıza etmez. Şu kadar ki, burada ma'nayi murada intikal için vasfiyyet ma'nasiyle izafetin beyanda âleti mülâhaza gibi tasavvuruna ihtiyac bulunduğu da inkâr edilemez; binaenaleyh maksad nâsı beyan değil, rab mefhumunu da beyan değil, zatı rabbı daha ehass olan sıfat veya isimleriyle beyan olduğundan dolayı her birinde nâsın ona göre mülâhazası daha zâhir olur. Bu suretle ikinci nâsta «lâm» ı ahd ile istiğrakı urfîye hamle bir karine bulunmuş olacağından bu evvelkinden ehass olarak terbiye olunan insanlar içinden yetişmeğe, melekâtı akliyye ve kuvayı insaniyyesi inkişafa başlamış, her birinde bilirade sa'y-ü amel salâhiyyeti husule gelmiş, bundan dolayı nizamı hayri ihlâl edecek vechile yekdiğeriyle tenazu' ve tezahum kabiliyyeti yüz göstermiş olup da hikmeti fıtretleri olan menfeatleri hak ve adâlet dâiresinde te'lif ve niza'ları bertaraf edilerek ve her biri ehliyyet ve liyakatine göre sa'y-ü amel ile mükellef tutularak cem'iyyet halinde te'avün ve tenasur üzere yaşıyabilmeleri için siyasete ve akıl bilfiil denilen fikr ü idrâk ile sevk u idare ve hıfz-u himayeye muhtac bütün âkıl bâliğ insanlar cümhuru olmak lâzım gelir ki, küçük büyük gelmiş geçmiş ve gelecek alel'umum insan cinsi üzerinde rübubiyyeti câri olan tek rab, ve böyle bütün âkıl bâliğ insanlar üzerinde mülkü, melekûtü hâkim ve dâim tek melik şübhesiz ki, ne insanlar içinden ne de mahlûkattan birisi olmak mümkin olmaz, bu en yüksek, en mütekâmil insanların ibadet ve ubudiyyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes vazîfe bildikleri ve mahabbet ve rızasını maksadı aksa edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili merbub ve memlûkleri saffında dizilmeyi canlarına minnet saydıkları yegâne ma'bud, o, gönülleri doyulmaz ebedî vısâl şevkıyle titreden, güzellik edenlerde daha yüksek husnâ neş'esini uyandırarak her ân kendisine doğru sıdkı mücahede ile tekarrub aşkını tehyic eden, her temiz sevgide bir lemhai cemâli, nefesleri tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları medhuş ve sergerdan eden, her elîm korkuda bir cilvei celâli tecelli eyliyen ulûhiyyet saltanatı şeriksiz olarak kendisine mahsus bulunan Hak teâlâ olabilir, ve onun için (.......) diye beyan buyurulmuştur, ve o halde bu üçüncü nâs âkıl insanlar içinden Enbiya ve sıddîkîn ve şüheda ve salihîn ve Allah’ın birliğine îman edip de onlara uyan ve onlara refîk olmak, onlarla haşrolunmak istiyen hâlıs mü'minîn ve mü'minât ve müslimîn müslimât gibi kâmil insanlar, ya'nî Fâtihada (.......) ve Sûre-i Bekarenin başında (.......) buyurulan insanlar olmak iktıza eder. Hakıkaten sığındırılıp korunmaları va'd olunanlar da bunlardır. Bununla beraber nâsın böyle rububiyyet, mülk, ilâhiyyet hukümleri tahtînde birer âyette üç tavr ile i'adesi, (.......) gibi âyetlerde ihtar olunan ihya ve imâte meratibi ile me'ad etvarını da hatırlatmaktan halî değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar emvat iken ya'nî hayatsız arz, câmid madde, ölü toprak iken onları rububiyyeti hukmiyle ihya edip insan yapan Rabbünnâsa, sonra o hayattaki insanları mülkü hukmiyle idare ederken siyaset edip öldüren melikinnâsa, sonra da o öldürdüğü insanları ulûhiyyeti hukmiyle ebedî âhıret hayatiyle yeniden diriltip toplıyarak cezalarını vermek üzere huzuri ilâhîsine irca' edecek olan, ya'ni kudreti bu kadar büyük ve muhayyirülukul olan ilâhinnâsa sığınırım di. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan irca'i cebrîden evvel her emrine âmade olmak üzere rücu'i ihtiyarî demek olan tevbe ve inâbe ile (.......) hadîsi kudsîsi mısdakınca tekarrüb ederek (.......) da karar azmı olmuş olur ki, bu da (.......) mîsâkının neticei fi'liyyesi demek olan felâh ve fevzi azîmdir. Ne mutlu bana iren kullara! Şimdi görülüyor ki, evvelki Sûrede sığınılan «müste'azünbih» ancak bir sıfat ile zikrolunmuştu. (.......) halbuki isti'aze olunan âfet, mâhalakın şerri üç nev'i âfât sayılmıştı: gâsık, neffasât, hâsid. Bu Sûrede ise sığınılan rabbinnâs, melikinnâs, ilâhinnâs üç sıfatla zikrolunuyor, isti'aze olunan ise bir şerdir. Demek ki, bu şer, bu âfet evvelki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden tehlükelidir, ve bundan korunmayı insan hayatının bütün safahatında ve bahusus son deminde ehassı maksad bilmek lâzım gelir, ve demek ki, isti'aze için senâ dahi, istenilen matlûbun kadrine göre olmak icab eder. İnsana haricinden, gelen âfakî şerler ne kadar büyük zarar ve fenalık olursa olsun ona ne kadar acı elem ve ıztırab verirse versin onda insanın kendi düşüncesinden, itikadından, iradesinden, kesbinden bir sebebiyyet bulunmadıkça, o şey onun hakıkatine nüfuz etmez. Ruhunu kirletmez, ındallah mes'ul etmez, hakıkatte onun hisabına bir şer sayılmaz, bil'akis o yüzden elem ve zahmet çektiği için me'cur ve müsâb bile olur. Çünkü o onun yaptığı birşey değildir. Onun mes'uliyyeti fâ'iline aiddir. Halbuki insanın kendinden gelen veya az çok meyl ü iradesine iktiran ettirilerek kendine yaptırılan şerr kendi şerridir, o ondan mes'uldür, ruhunu kirletmiş, kendi kendine düşmanlık etmiş olur. Nefsi insanînin en büyük âfeti işte böyle kendi içinden gelen fenalık, içindeki bozukluk, iymansızlık, iradesizlik, himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş, fena temayül, aldanış, basîretsizlik, kararsızlık, hâsılı bir kelime ile şübhecilik, müvesvisliktir; Mecruhu sanma cerhi mücerreddir öldüren Âfatı bâtıniyyedir aslı musîbetin Onun için Kur’ân’ın evvelinde reybi nefy ile iman ve Âhırete iykan korumanın, felâhın ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi sonunda da her şerre sürükliyen sinsi vesvesenin şerrinden isti'aze emrolunarak buyuruluyor ki, |
﴾ 3 ﴿