68-KALEM:

1

Nûn, Kaleme ve yazdıklarına Yemin olsun.

Nûn vakıf halinde sakin okunur. Üzerinde durulmayıp geçilmesi halinde, kırâetlerin çoğunda izhar ile, bazısında da gunneli veya gunnesiz idğam ile okunur. Ta ilk de geçtiği üzere, bizim için lügat yönüyle olmasa bile mânâ itibariyle müteşabih âyetlerdendir. Bunun görünüşü gibi hecâ harflerinden bildiğimiz "nun" harfi olmasıdır ki Rahman, Kur'ân isimlerinin sonunda olduğu gibi gunneli bir sestir. Bir nokta ile bir hokka ve çanak gibi daireyi andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı ve sonu bir olan lafzıdır. Harf denilen sesler içinde en titreşimli ses olması ve yaratılış kitabının düzeninde derece derece tek ve basit şeylerden bileşimler dizilerek baştan sona hakkın varlığını gösteren âyetler satıra konmuş olduğu gibi, fikir ve konuşmada ve kalemle yazıda da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi nedeniyle ya özel olarak bir şeyi zikredip hepsini kasdetme türünden bütün hecâ harflerine işaret olarak veya beşer iniltisini ve yaratılış tınlamasını en fazla temsil eden bir ses yahut bize göre bir merkeze bakan yarım küre şeklinde görünen âlemin yer ve göğü ile suret ve mânâsını veya kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde yazılan harfinin özellikle kendisini göstererek fıtratta söz ve yazının kaynak ve gayesine bir işaret ve bunlara yemin ile dilin ve yazının ve yazı yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan okuma ve çağrı ifade eder bir harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere götürerek indirilmiş kitaptan yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar bütün harfleri düşündürebilir. Böyle olması aynı zamanda sûrenin ismi olmasına da engel değildir. "Nûn" diye okunurken ismi değil de müsemmâsının kastedildiğine dikkat çekmek için yazılmış ve sonuna hareke verilmeyip durularak okunmuştur. Harfin üzerinde bu şekilde durmakla önceki sûrenin sonundaki i kaybetmiş olanların inlemeleri ancak bir akarsu gibi hayat mayası olmak üzere Rahman tarafından inen Kur'ân ile dinlendirilebileceğine ve kalemlerin onun için çalışması gerektiğine de insana zevk veren bir işaret vardır. Kısacası burada asıl kastedilen mânâ ne olursa olsun, her şeyden önce bunun, bildiğimiz "nûn" harfi olduğu açıktır. Birçok tefsircinin tercih ettiği görüş de budur. Bu itibarla bu kelimenin lafzında bulunan müteşabihlik bir dereceye kadar giderilmiş demek ise de, kelimenin mânâsında bulunan müteşabihlik devam etmektedir. Bununla beraber Arapça'da "nûn" isminin, bu harften başka olarak Hazret-i Yunus'a "Zünnûn" denilmesinde olduğu gibi hût, yani "balık" mânâsına; kezâ yazı hokkası "divit" mânâsına ve daha bazı mânâlara geldiği de söylenir. Bu münasebetle burada şu rivâyetler de nakledilir:

1. Bazıları demiştir ki: büyük balıktır ki yerler onun üzerindedir ve buna Yehmut denilir. İbnü Cerir, İbnü Abbas'tan bu hususta şunları rivayet eder:

Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. O yaratılınca bütün olacaklar oldu. Sonra buhar yükseltildi, ondan gökler yaratıldı. Sonra yaratıldı. Yer o Nûn'un sırtına döşendi, sonra arz hareket etti, derken iyice çalkandı, onun üzerine dağlarla sabitleştirildi. Onun için dağlar yere karşı böbürlenirler. İbnü Abbas böyle dedi ve âyetlerini okudu.

Diğer bir rivayet de şöyledir: Rabbimin ilk yarattığı şey kalemdir. Ona "yaz" dedi o da kıyamete kadar olacakları yazdı. Sonra su üzerinde Nûn'u yarattı. Sonra onun üzerine yer kabuğunu örttü. Alûsî, bunu Ziya'nın el-Muhtâre'de ve Hâkim'in sahih diye ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan rivayet eyledikleri bir hadis olmak üzere şöyle nakletmiştir: "Yüce Allah Nun'u yarattı. Sonra onun üzerine arz yayılıp döşendi. Bu nedenle Nûn deprendi. Bu sebeple arz meyledip kımıldadı. Bu suretle dağlar oturtulup yer onlarla sabitleştirildi. İbnü Abbas daha sonra âyetlerini okudu".

Görülüyor ki bu rivayetlerde hep Nûn ismi kullanılmış, Hût denilmemiştir. Fakat Mücahid'den gelen bir rivayette buna "arzın veya arzların üzerinde bulunduğu hut denilmiş olduğundan "balık" diye yayılmıştır. Bunun bizim bildiğimiz balık olmadığı açık olduğu halde bundan birçok yanlış mânâlar çıkarılmıştır. Fakat dikkatle okununca bunlar bize şunu anlatmış oluyor: Başlangıçta "Kalem-i a'lâ (yüce kalem) denilen ve ezeli takdirde kıyamete kadar olacak şeylerin bir projesini yazan ruhânî bir ilk unsur, bir kuvvet yaratılmıştır ki buna birçokları akl-ı evvel (ilk akıl) veya Muhammedî nûr demişlerdir. Sonra madde yaratılmıştır. Buna cevher dahi denilmiştir. Sonra bir su buharı gibi gaz halindeki maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra bunlardan sıvı halinde arzın maddesi ayrılmış ki fezâ dediğimiz uzay okyanusunda yüzen bu maddeye, küreye benzer şekilde olduğu anlatılmak üzere Nûn veya Hût ismi verilmiştir. Yer küresinin böyle başlangıçta gök maddesinden ayrılacak yaratılmış olup buharlarla kuşatılan sıvı halindeki havada yüzmekte olan yuvarlak maddesi üzerinde sonra yer kabuğu dediğimiz toprak ve taş gibi cansız varlıklar tabakası yaratılmaya başlamış ve bu taraftan o Nûn maddesinin üzerine bir kabuk halinde yayılıp döşenmiş ve bu suretle arz meydana gelmiştir. Fakat her taraftan böyle sarılmış olan o Nûn evvelkisi gibi nefes alamıyarak nefesi tıkanmış bir balık gibi hareket edip deprenmeye başladığından, bu sebeple yerin hareketi yani depremler meydana gelmeğe ve bundan da yeryüzü çalkalanıp yarılarak volkanlar çıkmaya başlamış, bu sebeple de etrafına saçılan yer dalgaları da bastırıla bastırıla dağlar yaratılmış ve surette dağlar oturdukça arz zamanla yoğunluk ve sağlamlık kazanarak sabitleşip üzerinde durulabilecek bir hale gelmiştir.

Kur'ân'da dağlara "evtâd", yani "Arz'ın çivileri" denilmesi de bu mânâ ile açıklanmıştır. Dağların oluşumunun bu suretle yer üzerinde hayat için büyük yararları olmuştur. Bu sebeple dağların yere karşı böbürlenerek yukardan bakmaya hakları vardır. Bununla beraber bundan sonra yerin hareketi ve "hast" denilen volkan olayları hiç olmuyor değil zaman zaman nice yer sarsıntıları olmakta ve nice sivrilen dağlar yıkılıp yerin altından yeni dağlar, tepeler yaratılmaktadır. Fakat bunlar arasıra ve ilk çağlara oranla pek az derecede olduğundan, genel görünüşü ile arzın, üzerinde oturulabilir hale gelmiş olmasına bir engel teşkil etmemektedir. Bir gün olup da, Hâkka sûresi'nde geleceği gibi, yer altından büyük bir fışkırma ile yerin ve dağların bir anda un gibi dağılıp saçılmış bir toz haline getirilivermesi de her gün olması beklenen bir olaydır. Şimdiki halde meydana gelmekte olan yer sarsıntıları, yer çökmeleri, volkanlar dahi demek ki hep yerin altındaki o Nun'un Allah'ın emrine uyarak deprenmesiyle meydana gelmektedir. Yarılan yerler, fışkıran volkanlar, yeniden meydana gelen çukurlar, tepeler, ovalar hep o yüce Kalem'in çizdiği çizgiler, yazdığı yazılardır. Şimdi şunu itiraf etmek gerekir ki, zamanımızda yerin şekillenmesi ve dağların oluşumu ve yer sarsıntılarının meydana gelmesi hakkında fen adına arzın tabakaları ile ilgili bilgilerden edinilebilen kanaatlerin özü de, bu rivayetlerin ifade ettiği mânâlardan başka bir şey değildir. Böyle iken birçokları, "arzın altında balık mı olurmuş" diye güler; birçokları da, "arzın altındaki gazların sıkışmasından, hareketinden, yerin üzerinde zelzele mi olurmuş" diye güler. İki taraf da birbirinin dediğini düşünüp anlamıyarak karşısındakine cahil veya kâfir demeye kadar işi götürür. Halbuki iki taraf da bunun Allah'ın emriyle olduğunu unutup cahillik etmektedir. İşte arzın içindeki asıl küreyi, merkezi oluşturan o Nûn'a bazı tefsirler "Hût-i A'zam" yani "Büyük Hût" ve "Yehmut" demişlerdir. Bunu "bâ" harfi ile, "mübhem" kökünden okuyanlar olmuş ise de "Kâdı hâşiler"inde iki noktalı "yâ"nın üstünü ve "hâ"nın sükûnu ile "yehmût" şeklinde okunacağı açıkça ifade edilmiştir. Bununla beraber "hâ"nın üstünüyle "melekût" ve "ceberût" kalıplarında bir mübâlağa kipi olması da açık görünmektedir.

YEHEM, delilik; EYHEMAN, "iki saldırıcı" demektir. Bedeviler, sel ile adama saldıran kızgın esirik deveye; şehirliler de, sel ile yangına "ey heman" derler.

YEHMA, "Sahrâ " kalıbında, ucu bucağı bulunmayan çöle, bir de asla bolluğu ve rahatlığı bulunmayan şiddetli kıtlık senesine denir. Bundan türetilen mübâlağa kipiyle "yehemût"; bir mânâ ile volkana, bir mânâ ile uzaya denilebileceği gibi son mânâ ile de yerin, başlangıçta açık iken sonra kabuğunun yaratılmasıyle altında merkezine kadar hapis kalıp sıkışmış ve bir delik buldukça fışkırmaya hazır olmak üzere deprenmesini saklamakta bulunmuş olan iç kısmına; şiddet ve dehşeti göz önünde bulundurularak "yehemût" ıztırabı ve çalkantısı itibariyle "Hût", iniltisi veya merkezi etrafında dönmesine bakılarak da "Nûn" denilmiş demek olur. İşte bazı tefsirciler bu anlatılan rivayetlere dayanarak buradaki "nûn"un, hût yani balık mânâsına olarak, burada anlattığımız "yehemut"a yemin olduğu kanaatine varmışlardır. Bir kısım tefsirciler de, sûrede "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani o kızgın bir halde Rabb'ine nidâ etmişti." buyrulmuş olması ve bu âyetteki tan maksadın, Enbiya sûresinde geçen "Zünnûn olan Yunus'u da hatırla, O, bir zaman kızarak kavmini bırakıp gitmişti. Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı da karanlıklar içinde niyaz etmişti." (Enbiyâ, 21/87) âyeti gereği Zü'n-Nûn (yani Nûn'un sahibi) olan Hazret-i Yunus olduğuna ve Saffât suresinde "Kınanmış bir halde iken balık onu yutmuştu." (Saffât, 37/142) buyrulmasına dayanarak, bu ipuçları sayesinde, "burada Nûn, karanlıkları içinde Hazret-i Yunus'un hapsedildiği bâlıktır." görüşüne varmışlardır.

2. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edilen ve Dahhak, Hasen ve Katade'nin tercihi olan görüşe dayanarak, bazıları da, "burada nûn, devat yani yazı hokkası demek olan divittir" demişlerdir. Nûn'un bu mânâya geldiğine İbnü Atiyye ve Râzi, bir şairin şu beytini şahit getirmişlerdir:

Buna göre, hokka ile kaleme yemin edilmiş demek olur. Çünkü yazı bunlarla yazılır. Konuşma gibi, kitap ve yazının da önem ve faydası pek büyüktür. Bununla birlikte bu mânâ yalnız Kalem'e yeminden de anlaşılır.

3. Nûr'dan bir levhadır denilmiştir ve Muaviye b. Kurre'nin, bunu bir merfu hadis olarak naklettiği söylenmiştir. Bu mânâ; ufukta göğün çizdiği yay içinde bir nokta gibi bulunan güneşin veya yerin bir şekli çizmesinden alınmış olabilir.

4. Yine İbnü Abbas'tan rivayet edildiğine göre, nûn, kelimesini oluşturan harflerin sonuncusudur.

5. Cafer-i Sadık Hazretlerinden: Cennet nehirlerinden bir nehirdir. Bunlardan başka Kamus'ta anlatıldığı gibi nûn, hokka ve balık mânâsına geldiği gibi, "Şefretü's-Seyf", yani kılıcın ağzına da denir ve Arapların balık şeklinde bulunan bir kılıçlarının da adıdır. Doğru söze, keza küçük çocuğun çenesindeki çukura "nûne" denir. Bu "nûne" kelimesinin sonundaki "tâ" teklik için olduğundan, cins kastedildiğinde "nûn" denilmesi gerekir. Şu halde nûn, cins isim olarak 'in, kılıç ve kaleme yemin olması ihtimali de vardır. Fakat burada bununla ilgili bir rivayet gelmemiştir. Keşşâf yazarı şöyle der: "Maksat, noktalı harflerden olan bu harfidir. Divit demelerine gelince, kelimenin bu mânâda kullanılması lugat bakımından mı, yoksa şer'î bakımdan mı, bilemem. Burada divitin ismi olduğu takdirde ya cins isim, ya özel isim olur. Eğer cins isim ise, i'rab ve tenvin nerede? Eğer özel isim ise, yine i'rab nerede? Hangisi olsa, söz söylenirken bir yeri olması gerekir. Eğer "burada nûn, üzerine yemin edilen şeydir" dersek, cins isim olduğu takdirde, yeminden dolayı sonunun cer ve tenvinle okunması gerekir. O zaman yemin, bilinmeyen ve tanınmayan bir divite yapılmış ve sanki denilmiş olur. Özel isim olduğu takdirde de, bunu, yerine göre her türlü harekeyi alabilen bir kelime yaparak mecrur okumak veya özel isimlik ve dişilikten dolayı gayr-ı munsarif yaparak sonunu üstün okumak gerekirdi. Aynı şekilde bunu "hût" ile tefsir etmek de böyledir. O zaman ya balıklardan herhangi bir balık kastedilmiş olacak, yahut da, iddia ve zannettikleri "Yehmût"e özel isim olacak. Nûrdan veya altından bir levha, yahut "cennette bir nehir" diye tefsir de böyledir. Kısacası, bu kelimenin çeşitli durumlara göre sonu değişik şekillerde okunamadığı için, bundan maksadın isim değil, harfin kendisi olduğu ortaya çıkar.

Ebû Hayyân da şöyle der: hece harflerinden ve gibi bir harftir. Sonunun harekesini etkileyen bir etken olmadan diğerleri ile beraber gelen bazı harfler gibi, sonunun harekesi değişmeyen bir kelimedir. Sonunun değil de cümle içinde bulunduğu yerin irab aldığına hükmedilir. Bunun, "Büyük Hût" un ismi olduğuna dari İbnü Abbas ve Mücahid'den; divit ismi olduğuna dair yine İbnü Abbas, Hasen, Katâde ve Dahhâk'ten; nûrdan bir levha olduğuna dair merfu olarak Muaviye b. Kurre'den, er-Rahman kelimesinin son harfi olduğuna dair yine İbnü Abbas'tan ve cennet nehirlerinden bir nehir olduğuna dair Cafer-i Sadık'tan yapılan rivayetlerden hiçbiri sahih olmasa gerektir. Ebû Nasr Abdurrahim Kuşeyri de tefsirinde: hece harflerinden bir harftir. Tam bir kelime olsaydı, Kalem gibi, sonundaki hareke, duruma göre değişirdi. Demek ki, diğer sûrelerin başındakiler gibi bir hecâ harfidir" demiştir.

Bizim bütün bunlardan vardığımız sonuç şudur: Evet, yazılış şeklini ve lâfzını göz önünde bulundurur ve bu noktadan hareket edersek, burada sade bir hecâ harfidir. diye ismiyle okunuşu da "elif,”..... “be" gibi sayma tarzında olduğu şüphesiz. Bunun asıl hükmü de meydan okuma ile ilimde derinleşenleri imtihandır. Lakin böyle olması sûrenin ismi olmasına engel olmayacağı gibi aklın yol göstermesiyle birçok anlamlara gelebilecek müteşabih bir simge olmasına da engel değil; aksine bunu gerektiricidir. Bundan dolayı "nûn" lafzının zihinleri sürükleyebileceği olası mânâlardan birini "maksat budur" diyerek, yalnız o anlama geldiğini söylemeye kalkışmak doğru olmaz. Bununla beraber dilde az çok bilinen mânâlardan bazıları hakkında gelen ve rivayetçe pek zayıf olmadığı gibi, akıl açısından da anlayabilenler için mantıksız değil, aksine yararlı nüktelere işaret eden rivayetleri, doğru mânâlar taşıdığı halde yalanlamaya kalkışmak doğruluğa uygun düşmez. Zira İbnü Abbas'tan gelen rivayetlerin birkaç tane olması gösteriyor ki, İbnü Abbas bunları ayrı birer izah tarzı olmak üzere söylemiş ve her birinde bir fayda açıklamıştır. Hem Kalem'le ilgili "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." fıkrası ve şu durumda "nûn" sesinden hatıra gelebilen ve özel önemi bulunan her anlam burada zihinden geçirilmek ve fakat Allah'ın maksadı bunlardan birisi mi, yoksa daha başka bir şey mi olduğu belirlenmeyerek bunun, insan oğlunun güçsüzlüğünü tanıtmak üzere anlam bakımından, müteşabih âyetlerden olduğuna karar verip "Onun tevilini ancak Allah bilir." demek en uygun hareket olur. Gerçi lâfzın gösterdiği mânâ noktasından hareketle, ilk evvel yazıldığı gibi hecâ harflerinden olan harfini anlamak, anlatılan okunuşa göre, kesin demektir. Fakat burada bu kadarı müteşabihliği gidermek için yeterli değildir. "Bu vav, yemin içindir", demeye benzemez. Çünkü bu durumda da kelâmın meydana getirilmesi için harfiyle kalemin ve yazının ilgisini takdir edebilmek üzere akla ve zevke hitap eden birtakım ilgilerin düşünülmesi gerekir. İşte o zaman bu harfin yalnız bir simge olmak üzere söylenmiş bulunduğu ortaya çıkar. Bundan ise yine simge tarzında mümkün olabilen diğer ihtimalleri düşünmeye dalmak zorunlu olur. Bundan dolayıdır ki, bu kelimenin müteşabih olduğu gerçeği ortaya çıkar. Biz de bunun için diğer sûre başlarında bulunan bu tür harflerde olduğu gibi, bunun da müteşabih âyetlerden olduğunu açıklayarak söze başladık ki, bu hem selefin takip ettiği yola uygun, hem de "hecâ harflerinden bir harftir" diye kestirip atanların gözettikleri meydan okuma maksadına uygundur. Şu halde bir yemin mânâsı içeriyor mu, içermiyor mu, kestirilemez. Yemin takdir edilirse deki vâv, daki gibi atf (bağlaç) değilse yemin için olur. Bu Kalem nedir? Tefsirciler burada iki izah tarzı söylemişlerdir. Birisi "lâm"ın sözü geçen, bilinen bir şeyi ifade etmesi; birisi de cins için olmasına göredir. İbnü Cerir der ki: "Kalem, bilinen kalemdir. Şu kadar ki, Rabbimizin kalemler içinde yemin ettiği kalem, yüce Allah'ın yarattığı ve kendisine emir verdiği kalemdir. O kalem de bu emir üzerine, kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır. Bana Muhammed b. Salih Enmati, ona Abbad b. Avvâm, ona da Abdulvahid b. Selim rivayet etmiştir. Abdulvahid dedi ki: Ata'yı dinledim, şöyle diyordu: Ubâde b. Samit'in oğlu Velid'e, "Baban vefat ederken ne vasiyet etti?" diye sordum. Şöyle cevap verdi: Babam beni çağırdı, ey oğulcuğum! dedi. Allah'a karşı takva sahibi olarak korun. Haberin olsun ki sen, Allah'ın birliğine; iyi ve kötü kadere iman etmedikçe Allah'a karşı takvalı olamaz ve ilme eremezsin. Ben, Allah Resulü (sallallahü aleyhi ve sellem)'nü dinledim şöyle diyordu: "Haberiniz olsun ki, Allah ilk yarattığında kalemi yarattı da, ona "yaz" dedi. Kalem: "Ey rabbim! Ne yazayım ki? dedi. Allah: "Kaderi yaz" dedi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: İşte o anda kalem olmuş ve sonsuza kadar olacak şeyleri yazdı." Mücahid'den gelen bir rivayet de şöyledir: "kendisiyle zikir yazılandır". Demek ki, üzerine yemin edilen kalem, şer'an bilinen kalemdir ki, o da Levh-i Mahfuz'u yazan kalem, yahut Kur'ân yazılan kalemdir. Bununla beraber bunu, de olduğu gibi kalem cinsine yorumlayanlar da vardır. Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah, kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda anlatılamayacak kadar çok fayda ve yararlar vardır. İbnü Atiyye de şöyle der: Nun'a "Behmût" diyenler, kalemi, yüce Allah'ın yaratıp olmuş olacak her şeyi yazmasını emrettiği kaleme yorumladılar. deki zamirin de, meleklerin yerini tuttuğunu söylediler. Ona "isimdir" diyenler de, onu, "insanların ellerinde kullanılan ve bilinen kalem" şeklinde yorumladılar. İbnü Abbas bunu rivayet etmiş ve deki zamiri de, "insanlar"a göndermiştir. Bu durumda yemin, bunların hepsine yani yazı işine yapılmış olur ki "bu yazı işi bütün ilimlerin ve dünya ve ahiret işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşi ve Allah tarafından verilen genel bir nimettir."

İmam Râzi de şöyle der: "Vel-Kalem" hakkında iki görüş vardır. Birisi budur ki, yemin edilen kalem, gerek gökte bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini içine alan cins ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti." (Rahmân, 55/3-4) diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk, 96/3-5) diye kalem ile yazmayı ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Bununla faydalanmanın izah ve yorumu şudur : Kalem üçüncü şahsı ikinci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan dil ile yakınına anlatabildiği istek ve maksadını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi, üzerine yemin edilen kalem "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye hadiste bildirilen daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela yaratmış, sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası kadar nûrdan bir kalemdir. Kâdi, (herhalde bu, Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî olmalı) demiştir ki: Bu haberi mecazi mânâda almak gerekir. Çünkü yazı için özel bir alet olan kalem, kendisine emir verilecek veya yasak konulacak canlı ve akıllı bir varlık değildir. Onun yükümlü bir canlı olmasıyla, bir yazı âleti olması, birlikte düşünülebilecek bir şey değildir. Belki maksat "ona bütün olacakları yazdırdı" demektir. Bu tıpkı "Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen oluverir" (Bakara, 2/117) sözü gibidir. Çünkü bunda ne bir emir, ne de bir yükümlülük yoktur. Belki takdir edilende, itiraz etmeden ve karşı koymadan sadece kudretin yerine getirilmesi vardır. Yine Râzi der ki: İnsanlardan bazıları da şu zan ve iddiada bulunmuştur: "Burada adı geçen kalem, akıldır. Ve o, bütün yaratılanların aslı gibi bir şeydir." Ve buna şunu delil göstermişlerdir. Zira haberlerde rivayet edilmiştir ki "Allah'ın ilk yarattığı kalem" dir. Diğer bir haberde de "Allah'ın ilk yarattığı akıl" dır. Diğer bir haberde ise, "Allah'ın ilk yarattığı şey, bir cevherdir ki yüce Allah ona heybetle baktı, o eridi ve sıcaklık yaydı. Ondan bir duman ve köpük çıktı. Dumandan gökler, köpükten yer yaratıldı" buyrulmuştur. Bu haberlerin hepsi birden gösteriyor ki, kalem, akıl ve yaratılmışların aslı olan o cevher hepsi aynı şeydir. Yoksa haberler arasında zıtlık olurdu."

Kâdı Beydâvî de bunları şöyle özetler: "Vel-Kalem", Levh'i yazan veya kendisiyle yazılandır. Ona yemin edildi. Çünkü faydaları çoktur."

Celâleyn Tefsiri'nde de şöyle denir: "Kalem, bütün olanların Levh-i Mahfuz'da yazıldığı şeydir." Bunu, kalem cinsinin tanıtımı olarak anlamak mümkün ise de, Süyuti'nin maksadı, bunun daha önce sözü edilen, bilinen kalem olmasıdır.

Bütün bunları gözden geçirdikten sonra biz de bu kanâate geliyoruz: Bilindiği gibi, daha önce kendisinden söz edildiği için, sonradan başına belirlilik takısı olan in getirildiği isimler de, cins isim cümlesindendir. "Kalemle öğretti" kriterine göre, kendisiyle insana ilim öğretilen kalem cinsinin bildiğimiz ve insanların kullandığı kalem olduğu açıktır. İnsan kalemi de Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Bu da ilk yaratıldığından beri olmuş ve olacak ve hatta sonsuza kadar olacakları ve söyleneni ve düşünüleni mümkün olduğu kadar yazmaktadır. Şüphe yok ki, gerek hakikat gerek mecaz, her ne mânâ ile olursa olsun, kaleme yemin edilince, bundan bir tek bilinen kalem dahi kastedilse, yine kalem cinsinin ve dolayısıyle insan kaleminin de bir şeref ve değeri anlaşılmış olur. Eğer bu yeminin cevabında, kendisine hitap edilen kişi özellikle Hazret-i Peygamber'in kendisi olmasaydı da hitap genel olsaydı, burada "O, kalemi öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak,96/4-5) gibi, insan kaleminin kastedildiği açık olurdu. Çünkü bütün insanlığın bizzat kullanmak suretiyle bilebildiği kalem o olurdu. Daha önce sözü geçen kalem olması kastedildiği takdirde de bunlardan biri veya bir kısmı olurdu. Bununla beraber bundan mecaz olarak, insan kaleminin bereket kaynağı olan yaratılış kaleminin kastedilmiş olması ihtimali de bulunurdu. Fakat burada hitap özellikle ilâhî nimete kavuşturularak hakkında, "Muhakkak ki sen büyük bir ahlâk üzeresin." buyrulan Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in zatına ait olması ve bu yüce ahlâk kavramının içine "Sen Kur'ân'dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle yazıyordun." (Ankebut, 29/48) ve ayrıca "Sen önceleri, kitap nedir, iman nedir, bilmezdin." (Şûrâ, 42/52) âyetlerinin ifade ettiği mânâlar da dahil olmakla, nimetin ve Hazret-i Peygamber'in sahip olduğu ahlâkın yüceliği insan kaleminden değil, doğrudan doğruya "yaratılış kalemi"nden meydana gelmiş, bundan önce de ilâhî mülkün büyüklük ve oluşundan söz edilmiş bulunması sebebiyle burada Peygambere yemin olunan kalemden maksat, ona bildirilmiş ve önceden bilinmiş olan "yaratılış kalemi" veya "ilk kalem" veya "yüce kalem" denilen ilâhî kalem olması gerekir. Bundan dolayı biz bu hususta en güzel açıklama biçimini İbnü Cerir'in rivayeti ile Celâleyn'in özetlenmesinde buluyoruz. Bunu usûl ilmi diliyle ifade edecek olursak şöyle dememiz gerekir: Bu de kalem, metnin ibaresiyle "ilâhî kalem" mânâsına; işaret yoluyla da "insan kalemi" mânâsına gelmektedir. Buna cins isim diyenlerin maksadı da Râzî'nin uyarısına göre, gerek hakikat gerek mecaz "Kendisine kalem denilen şey" mânâsına bu ikisinden daha geneldir. Yalnız, metnin ibaresi veya işareti ile gösterdiği mânâ ile zahirî yani görünen mânânın arasını ayırmamışlardır. Sonra şunu da unutmamak gerekir ki, bu deki elif-lâm'ın, cinsin bütün fertlerini kapsamayı sağlamak için söylenmiş olduğu görüşünde olan yoktur. Yani kalem cinsinin her ferdine de yemin edilmiş değildir. Dolayısıyle kaleme yemin edilmekle kalem cinsi, cins olarak yüceltilmiş olmakla beraber, her bir kalem ayrı ayrı yüceltilmiş değildir. Zira hakkı geçersiz kılma veya Allah'ın kullarına zarar verme yolunda şeytanlık ve ahlâksızlık veya beyinsizlikle fitne ve bozgunculuk vadilerinde yazı yazan yalancı ve delice kalemler yüceltilmeye layık değildir. Onlar da birer kalem olmaları nedeniyle önemli iseler de, hak ve hayır yönüyle değil, kötülük ve zarar yönüyledir. Bundan dolayı burada bu yeminin arkasından Hazret-i Peygamber'de delilik ve fitnenin bulunmadığı, ilâhî nimetin, anlayış ve ahlâkın, ecrin büyüklüğü açıklanarak ve ahlâksız ve yalancılar yerilerek o yöne de dikkat çekilecektir. Bu da gösterir ki, kalemden maksat, ilâhî kalem, hak kalemdir. O halde anlam şu olur: "Nûn" denilen başlangıç üzerinde bir an dur, dinle. Yemin ederim ona ve o bildiğin hak kaleme, ve yazanların satıra dizip yazdıklarına ve yazacaklarına ki ey Rasûlüm Muhammed! Burada da dikkat edilecek önemli bir nükte vardır. Erkek kişiler için kullanılan düzenli bir çoğul kelimedir. Bu çoğul, akıl sahibi olanlara özgü bir çoğuldur. Kalem tekil olarak söylendiği halde, yazış ve yazılanlar ona nisbet edilmeyip, daha önce hiç anılmamış akıl sahibi çoğul kişilere nisbet edilmiştir. Bu ise şunu anlatmış olur: Yazı yazan asıl kalem değil, onun arkasında göze görünmeyen bir akıl ve anlayış sahibidir. Onun için gördüğümüz kalemler, yazıları oranında daima arkalarında gizli olup da onları işleten bir akıl âlemindeki anlayışlı sahiplerini yani kendilerini tutanları gösterirler ki, gerçekte o kalemle o yazıları satıra dizip yazan onlardır. Kalemden maksat da kendisi değil, o yazdıklarıdır., deki atıf (bağlaç) görevini yapan vav gibi bir alettir. Bu suretle burada vâv, daha önce geçen kalemi daha sonra gelen kelimeye bağlayarak, yemin, kalem ve kalemin yazıları ile onun sahibi olan akıl sahibi kişileri göstermek üzere, hepsine birden yapılmıştır. O halde kalem ve yazılardan akıl ve mânâ âlemini, bunlardan da onları insan aklına yazan ilk kalemi, ondan da bu ilk kalemin sahibi, âlemlerin rabbı olan yüce Allah'ı anlamalıdır.

Kalem'e "insan kalemi" anlamı verilmesi halinde, kalem tutan yazıcılar, akıl ve idrak sahibi insanlar, hem de göze görünen bedenler değil, insanlık gerçeğine şekil veren şuurlar, zekâlar olduğu gibi; "yüce kalem" mânâsı verilmesi halinde de, görünüşte eşyanın şekillerini ve zihinlerde de mânâların şekillerini yazan melekler, onları yazan da yüce Allah'tır. Bunun için burada 'un faili (öznesi) olan zamir, kalemin insan kalemi olmasına göre, akıl sahibi insanlara işaret olduğu gibi "yüce kalem" olmasına göre de melekler olmak üzere yorumlanmıştır. Bazı tefsirlerde insanlar, bazılarında da melekler denilmesi bundan dolayıdır. Dilimiz de böyle akıl sahibi erkekleri ifade etmek için kullanılan çoğul şekli bulunmadığı için bu nükte ifade edilemez. "Kalem ve yazdıklarına" dediğimizde, bundan yazıcılara geçiş, açıkça belirtilmemiş olur. Bir de muzari kipidir. Bir şeyin devamlı yapıldığını, şu anda yapılmakta olduğunu ve gelecekte yapılacağını gösterir. Biz ise şimdiki hâl sigasından zaman kipinden sîğa-i sıla (bağ-fiil) kullanmadığımızdan bunu bir kelime ile ifade edemeyiz. "Yazdıklarına ve yazacaklarına" dediğimiz zaman da "yazıyor idiklerine" dememiş oluruz. Bu bize şunu da anlatmış oluyor ki, bu âyetler inerken yüce kalem yazmaya devam ediyordu ve daha edecektir. O halde, "Kalem, olan ile kurumuştur." hadisi şerifi, "kalemin yazması tamamen durmuştur" demek değil, "olanlar yazılmış bitmiştir, fakat olacaklarla kalem kurumuş değil, onları yazmaya devam etmektedir" demek olur. Kaderde her şeyin yazılıp bitmesi, Kitab'ın anası olan Allah'ın ilmine göredir. Yoksa Levh-i mahfuz'a ve yaratılış sahasına göre "Allah dilediğini mahveder, dilediğini bırakır." (Ra'd, 13/39)

1 ﴿